Ana SayfaKürsüTarihin Işığında Türk Halkı ve Devrim

Tarihin Işığında Türk Halkı ve Devrim

 

14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının bizce küçük bir yön dışında temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü değerlendirdiğimiz yazılarına yer veriyoruz. (Altınoğlu yazılarının editörlüğünü Nazım Taban yürütmektedir.)

TvP

 29 Mayıs 2016

Türkiye’deki ve özellikle Türkiye’nin Batısı’ndaki gelişmeleri izleyenleri şu ya da bu ölçüde şaşırtan bir olguyla karşı karşıyayız: Türk işçi sınıfı ve halkı, 14 yıllık AKP iktidarından sonra hâlâ siyasal gericiliğin, yani esas olarak başta AKP’nin ve pratikte onun uzantısı sayılması gereken MHP, Saadet Partisi gibi partilerin ve aynı anlama gelmek üzere gerici burjuva devletinin etki alanından çıkamamıştır. Her genellemeye karşı olduğu gibi bu genellemeye, Türk işçi sınıfı ve halkının bu günahına karşı da bazı hafifletici güncel faktörlere işaret edilebilir elbet. Bunlar arasında;

a) bir türlü bir devlet partisi görünümü ve pratiğinden kurtulamayan CHP’nin klasik burjuva anlamda bir muhalefet partisi olmaması/ olamamasını ve olamayacak olmasını,

b) 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra PKK’nın silahlı direniş taktiğine ve AKP gericiliğinin Kürt sorununu devlet zoru ve terörüyle “çözme” taktiğine dönmesi nedeniyle HDP’nin, ciddi bir muhalefet odağı olma olanağını yitirmesini,

c) değişik fraksiyonlarıyla devrimci ya da sol hareketin öteden beri ciddi bir iktidar, hattâ ciddi bir muhalefet alternatifi olamamasını,

d) 2011’e kadar olan zaman diliminde görece başarılı bir performansı olan ve kabaca o tarihten bu yana devletleşmeye başlamış olan AKP’nin medya üzerindeki egemenliğini de kullanarak etkili bir kara propaganda kampanyası yürütmesini vb. sayabiliriz.

Ancak bütün bunlar ve bunlara eklenebilecek olan ‒AKP’nin başvurduğu hemen hemen kesin olan seçim hileleri gibi‒ başka güncel faktörler, Erdoğan kliğinin neden hâlâ yaklaşık yüzde 40 dolayında bir seçmen desteğine sahip olduğu sorusuna yeterli bir yanıt oluşturmazlar. Tersine aşağıda kabaca sıraladığım olgular, “normal koşullar altında” bir egemen sınıf kliğinin desteğinin hayli azalmasını, hattâ onun yıkılmasını gerektirirdi:

a) Türkiye ekonomisi en azından 2014’ten bu yana patinaj yapmakta, gelir dağılımı daha da eşitsiz hâle gelmektedir. Bu son yıllarda halkın büyük çoğunluğunun yaşam standartlarında bir ilerlemenin olmadığını, hattâ kısmi bir gerileme olduğunu ve başta genç işsizliği olmak üzere işsizliğin önemli ölçüde arttığını söyleyebiliriz.

b) Türk halkı ‒ve Kürt halkı‒, Erdoğan-Davutoğlu kliğinin Suriye macerasının bedelini, ülkenin hemen hemen her yerinde adeta devlet içinde devlet gibi örgütlenmiş olan IŞİD, El Nusra Cephesi vb. çetelerinin terör eylemlerine hedef olarak ödemektedir. Bu politikanın bir bedeli de özellikle Güney ve Güneydoğu illerinde işsizlik ve güvenliksizliğin artmasıdır. Bu faturanın önümüzdeki aylarda daha da kabaracağı kesin gibidir.

c) 1990’lı yıllarda “teröre karşı savaş”ta çok sayıda oğlunu kurban veren Türk halkı, son aylarda Türkiye Kürdistanı’ndan daha çok “şehit” cenazesinin gelişine tanık olmaktadır. Milyonlarca seçmenin oyunu alan HDP’nin TBMM’den atılması, “iç savaşı” daha da tırmandıracak ve bu da daha çok “şehit” cenazesi anlamına gelecektir.

d) İş güvencesi ve iş güvenliği alanındaki geriye gidişin ve AKP’nin diğer işçi düşmanı politikaları sonucunda Türkiye, kurbanları asgari ücretin altında ücret alan işçiler olan bir iş kazaları, daha doğrusu iş cinayetleri cennetine dönüşmüştür.

e) Toplumun en az yüzde 50’sinin, Erdoğan kliğinin dayatmaya çalıştığı çağdışı ve koyu gerici yaşam tarzına karşı olmasının ötesinde, aslında çok daha fazlası bu yaşam tarzından yana değildir.

f) HES projeleri, barajlar, kentsel dönüşüm, üçüncü köprü, üçüncü havaalanı vb. adları altında yaşanan çevre, tarihsel doku ve kent yağması pek çok yurttaşı olumsuz bir biçimde etkilemiştir ve etkilemektedir.

Bütün bunlara, sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanlarında son yıllarda yaşanan geriye gidiş, küçük çocukların, AKP’nin çizgisindeki kurumlara bağlı öğrenci yurtlarında hedef olduğu ve ancak çok küçük bir bölümünü duyduğumuz cinsel saldırı dalgası, Erdoğan kliğinin ve yakın çevresinin halkın önemli bir bölümünün zor yaşam koşullarıyla tam bir karşıtlık oluşturan görkemli ve debdebeli saray yaşamı ve devlet aygıtının tüm organizmasını sarmış olan kokuşma ve çürümenin dayanılmaz düzeye gelmesi vb. eklenebilir. Erdoğan kliğinin neden hâlâ yaklaşık yüzde 40 dolayında bir seçmen desteğine sahip olduğu sorusunun yanıtı, Türkiye’nin “normal” bir ülke olmadığı ve Türkiye toplumunun tarihsel evriminin hayli anormal olduğu gerçeğinde yatmaktadır.

* * *

Aslında hiç de önemsiz olmayan, hattâ çok önemli olan bu sorunu, Türk işçi sınıfı ve halkının siyasal duyarlılığı ve devrimci potansiyeli sorununun bir parçası olarak görmek gerekir. Konuya böyle yaklaştığımızda, ister istemez Türk halkını; geçmişi, tarihsel arkaplanı ve siyasal gelenekleri bağlamında ele almamız ve tartışmamız gereği ortaya çıkar. Fikret Başkaya, 25 Mayıs 2016 tarih ve “Kiminle çuvala girdiğini bilmek!” başlıklı yazısında haklı olarak şöyle diyordu:

“Geride kalan 97 yılda halk kitleleri şeylerin seyri üzerinde yeteri kadar etkili olamadı. Tüm düzenlemeler devlet (memleketin sahipleri) tarafından dayatıldı. Bu durum siyasal kültürün azgelişmişliğin[in] sonucuydu. İmparatorluk döneminin tebâsı, kulu modern bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı. Bütün bu zaman zarfında kolayca itilip-kakıldı, aşağılandı… Demokratik-sol muhalefet bu yüzden akıl almaz bedeller ödemek zorunda kaldı. Geniş halk kitlelerinde ‘aydınlanma’ bir karşılık bulabilmiş değildi.”

Ancak sorunun kökeninin biraz daha karmaşık olduğunu ve biraz daha derinde yattığını söylemek gerek. Sadece Cumhuriyet döneminin Türk halkı değil, bu halkın içinden çıktığı Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman halkı da böyle bir aydınlanma yaşamaksızın 20. yüzyıla girdi. Dahası Türk halkı, yüzyıllar boyu, Müslüman-olmayan halkları aşağılayan ve ikinci sınıf ve “katli vacip” (=dince öldürülmesi gerekli) insanlar olarak gören Osmanlı gericiliğinin bağrında oluşan ve oradan çıkan Türk gericiliğinin ruhu ve deneyimi temelinde biçimlendi ve daha da kötüsü onun suçlarına bir ölçüde ortak oldu ya da edildi. İttihat ve Terakki çetesinin; dünyaya geç gelen, savaşlar, toprak kayıpları ve kıyımlar ortamında “olgunlaşan” ve içinde güçlü bir İslâmî damar barındıran Türk milliyetçiliğini saldırgan, yayılmacı ve yer yer ırkçı bir niteliğe büründürdüğünü biliyoruz. (Yani, Türk-İslâm Sentezi denen ucube görüş açısı 1980’lerde değil, daha İttihat ve Terakki döneminde keşfedilmişti.) Bu saldırgan milliyetçiliğin esas itibariyle 1910’ların ortalarından itibaren Rum, Ermeni, Süryani halklarına karşı sürdürülen “etnik arındırma” ve kıyım politikası içinde ilk ve en kanlı sınavını verdiğini de… İttihat ve Terakki’nin Kemalist mirasçıları ise 1920’lerden itibaren bu ayrımcılık, “etnik arındırma” ve kıyım politikasını daha çok Kürt halkına karşı sürdürdüler. Kemalist rejimin adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1930 yılında yaptığı bir açıklamada şöyle diyordu:

“Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.” (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1923-1931, s. 30.)

AKP gericiliği bugün Müslüman ve Türk işçi sınıfı ve halkının önemli bir bölümünü hâlâ peşinden sürükleyebiliyorsa o bunu, Osmanlı sultanlarından, İttihat ve Terakki çetesinden ve onun Kemalist ardıllarından devraldığı miras temelinde ve bu öncellerinin potasında biçimlenen ve yoğrulan ve onları izleyen Türk halkının duyarsızlığı sayesinde başarabilmektedir. Kökeni yüzyıllar öncesine dayanan ve 20. yüzyılın ilk onyıllarında yaşanan trajik olaylarla daha da pekişen bu emperyal ve şovenist bakış açısı, Türk egemen sınıfları ve devletinin farklı fraksiyonlarının ortak özelliğidir. Bu geleneğin bir uzantısı olan CHP’nin, AKP gericiliğine karşı, olağan bir burjuva partisinin yürütmesi gereken bir muhalefeti yürütememesi ve öteden beri adeta onun yamağı ve yardımcısı gibi davranması, ancak bu, özü Türk-olmayan halkların kıyıma uğratılması olan tarihsel arkaplan dikkate alınırsa anlaşılabilir.

Meydan gazetesi yazarlarından İhsan Yılmaz, 21 Mayıs 2016 tarih ve “Halk, ATM’yi (AKP ya da Anadolu Tipi Müslümanlık) hep sevdi” başlıklı köşe yazısında bu sürekliliği, devlete ve otoriteye tapma ve güçlüye biat etme eğilimini açıklarken şöyle demişti:

“Uzun lafın kısası, bu topraklarda yaşayanların sosyal, kültürel ve siyasal genlerinde, hakim güçlere adapte olma, oportünist bir şekilde varoluşsal içgüdülerle muktedirlere boyun eğme ve devlete itaat etme yerleşmiş durumdadır. Eleştirel düşüncenin de kökleşemediği memlekette, evine ekmek götürmek derdinde olan vatandaşın, iktidar ilişkilerini, elitleri, siyasal yapıları, devleti ve otoriteyi sorgulayacak ne donanımı ne de mecali vardır…

“ ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ atasözünü icat edebilmiş ve binlerce yıldır muktedirlerin zulmettiklerine sessiz kalıp yardıma koşmamış bir dindarlık… Tanımadıkları insanlara, elinde hiçbir delil ve hattâ emare olmadan, sırf birileri öyle diyor diye ‘mum söndürücü’ vs. diyecek kadar zalim; Yahudilerin ille de kötü insanlar olduğuna inanmanın İslâm’ın şartlarından biri olduğunu zannedecek kadar cahil, başka dinlerdeki insanları insan olarak görmeyen, onların malına mülküne devletin çökmesini ve sonra sevdikleri ile paylaşmasını normal karşılayacak kadar şeytani bir dindarlık… Bütün atalarının mükemmel olduğunu iddia eden, onların Hristiyan ailelerin çocuklarını küçücükken anne-babalarından ayırıp devletin devşirmesi yapmasını, hem aileye hem de çocuklara iyilik diye pazarlayan ecdad fetişisti bir dindarlık…”

Benzer bir yaklaşım sahibi olan ve Anadolu ya da Türkiye Sünni dindarlığının devlet-yanlısı eğiliminin altını çizen Sami Hocaoğlu‘nun bu kitle hakkında 13 yıl kadar önce yapmış olduğu şu saptama hâlâ geçerliliğini korumaktadır:

“Evet, bu ülkede Müslümanların çoğunluğu anadan doğma ‘sağcı’ ve ‘muhafazakâr’dır. Yanlış anlaşılmasın, Kur’an’daki ifadesiyle ‘ashab-ı yemin’ olma kaygısıyla sağcı olmuş değildirler. Devlet, soğuk savaş döneminde kendilerini ‘solcularla’, ‘komünistlerle’ korkuttuğu için sağcıdırlar. Sağcıdırlar, çünkü çok çok eskiden beri güvenliği adalete önceleyen geleneksel din anlayışı sayesinde ‘din ü devlet’ tesniyesine inandırılmışlardır.

“Devletin güvenliği sağcılığı gerektiriyorsa, sağcılık da kutsallar arasına girer, muhafazakârlık da. Bu yüzden de, sivil bir akılla değil, militer bir akılla düşünüyor olmaları doğaldır. En sıkı gördüğünüzü, Kur’anî anlamıyla ‘millet’, ‘ümmet’, ‘adalet’, ’emanet’, ‘fıtrat’ kavramlarının içeriği hakkında bir imtihana tâbi tutun, dökülecektir.

“Böyleleri, özgürlük taleplerine soğuk, hattâ bir tür ‘zevzeklik’ olarak bakarlar. Devlet boyunlarına ipi geçirse, ‘Allah devlete zeval vermesin’ diye dua ederler. Hasbelkader özgürlük isteseler bile, bu isteklerinin sınırı devletin ‘dur’ dediği alana kadardır. Memura ‘kendisinin’ değil ‘devletin memuru’ olarak bakmasının bilinçaltı nedeni de budur. Konuşurken ‘milletin malı’ diye değil de, ‘devletin malı’ diye başlamasının nedeni de… Milletle başının derde girmesini hiç umursamazken, devletle başı derde girmesin diye çok özel ve rafine bir dil geliştirmesinin nedeni de… ” (“Militer Müslümanlık Üzerine”, Yeni Şafak, 14 Şubat 2003)

* * *

Peki, Türkiye devrimci hareketi bütün bu anlatılanlardan ne gibi sonuçlar çıkarmalı? Bu söylenenlerden Türkiye’de devrim olamayacağı ve Türk işçi sınıfı ve halkından umudu kesmek gerektiği sonucunu mu çıkarmalı? Elbette hayır. En azından 1960’lı yıllardan bu yana yaşanan siyasal deneyimler Türk işçi sınıfı ve halkının önemli bir devrimci potansiyele sahip olduğunu birçok kez göstermiştir. 1960’ların ikinci yarısının 15-16 Haziran 1970 direnişiyle doruğa çıkan işçi, emekçi köylü ve gençlik eylemleri, 1970’lerin ikinci yarısına damgasını vuran bir dizi önemli işçi eylemi ve devrimci örgütlerin anti-faşist direnişi, işçi sınıfının, ilk kıvılcımları 1986-87 işçi direnişleriyle çakılan 1989 Bahar Eylemleri, 1990’ların, Zonguldak maden işçilerinin 1990-91 dönemindeki direnişlerinin doruğunu oluşturduğu, ama asla onunla sınırlı olmayan işçi eylemleri, 24 Temmuz 1999’da “mezarda emeklilik” yasasına karşı Ankara’da gerçekleştirilen ve 200,000’i aşkın emekçinin katıldığı dev eylem, Tekel işçilerinin Aralık 2009’da başlayan ve 78 gün süren görkemli eylemi, 2013’ün, milyonlarca işçi, emekçi ve genci seferber eden görkemli Gezi direnişi hemen akla gelen örnekler.

AKP iktidarının burjuvazi adına; işçi sınıfını açlığa, yoksulluğa, iş cinayetlerine mahkûm etmeyi, köleleştirmeyi ve tümüyle örgütsüzleştirmeyi ve bu bağlamda sendikaları etkisizleştirme ve kendi denetimine almayı hedef alan neo-liberal yağma ve saldırı politikasının işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki temel çelişmeyi daha da keskinleştirdiği açıktır. Bu iktidar, başta Kürt halkı gelmek üzere, içinde elbette Türk halkının da olduğu Türkiye emekçilerinin azılı düşmanı olduğunu pek çok kez ve açıkça ortaya koymuştur. Dahası, sadece işçi ve emekçileri ağır bir sömürü ve teröre tâbi tutmakla yetinmediğini, toplumun diğer bölümlerini de ekonomik-siyasal saldırısının odağına yerleştirdiğini, başta Suriye halkı gelmek üzere Ortadoğu halklarının kanını döktüğünü, hattâ bir yere kadar kendisini siyasal bir izolasyona mahkûm ettiğini düşündüğümüzde, başını İslâmî-faşist Erdoğan kliğinin çektiği AKP iktidarının yıkılmasının objektif koşullarının fazlasıyla olgunlaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye devrimci hareketi, bu koşulları değerlendirmek, ezilen ve sömürülen yığınlara erişmek ve bir işçi-emekçi iktidarı için onları ayağa kaldırmakla yükümlüdür. İslâmî gericiliğin ideolojik etkisinin hayli güçlü olduğu, Türkiye devrimci hareketinin perişan bir hâlde olduğu ve sosyalist düşüncenin işçiler arasındaki etkisinin çok sınırlı olduğu dikkate alındığında bu söylediklerim aşırı iyimserlik ya da fantazi olarak değerlendirilebilir. Bir yere kadar bu böyledir de. Bu dezavantajların varlığı yadsınamaz. Ancak tarihsel deneyim, belli başlı çelişmelerin keskinleştiği ve üst üste geldiği yer ve zamanlarda büyük devrimci patlamaların olabileceğini ve büyük devrimci olanakların doğabileceğini göstermiştir. İktidarda, Türk halkı da içinde olmak üzere Türkiye halkının yüzde 90’ından fazlasını karşısına almış olan, hattâ kendisinden farklı düşünen tüm güçleri düşman ilan etmiş bulunan bir klik var. Bu kliğin; ordu üst kademesiyle, MHP’yle, iş dünyasının kodamanlarıyla vb. bir bağlaşma kurmuş, TBMM’ni, yüksek yargıyı ve istihbarat aygıtlarını denetler hâli kimseyi aldatmasın. Erdoğan kliğinin siyasal evrimini izlediğimizde bu bağlaşmanın son derece kırılgan ve istikrarsız olduğunu görebiliriz. Toplumun değişik sınıf ve katmanlarının hoşnutsuzluk ve öfkesini bir potada biriktirmeyi ve bu hoşnutsuzluk ve öfke birikimini Erdoğan kliği ve AKP iktidarına yöneltmeyi başarabilecek bir siyasal hareket, burjuvazinin ve emperyalizmin saldırısını püskürtebilir ve halk demokrasisi ve sosyalizme giden yolu açabilir. Ancak bu görevi yerine getirmenin vazgeçilmez önkoşullarından biri devrimci hareketin, başta Türk milliyetçiliği gelmek üzere her tür ve renkten milliyetçilikten arınma ve proleter enternasyonalizmini kayıtsız koşulsuz benimsemesi ve içselleştirmesidir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar