Tayyip Erdoğan, “çok iş başardık ancak kültürel hegemonyayı kuramadık” mealindeki sözüyle sol tandanslı, özellikle Aydınlanmacı/laisist kültür ve sanat insanlarının ekseriyetini böbürlendirdi. Bu serzenişteki “başarısızlık” itirafını, Erdoğan’ın liyakatsiz kadrolarına bağlayanlar kadar, siyasal İslama içkinlik düzeyinde ele alanların da olduğu gözlendi. Birinci gruptakilerin perişanlığı bir yana, ikinci bakış açısının yaygınlığı, hatta Marksist cenahtaki yansımaları dikkate değer. Kimi laisist ve Marksistler, Aydınlanma ve/veya Marksizmin, kültür ve sanat alanında başarıyı zaten önsel olarak içerdiği, İslamiyet ya da siyasal İslam gibi çağdışı idealist yaklaşımların özellikle kültürel alanda başarısızlığa kendiliğinden mahkûm olduğunu işlediler. Çünkü onlara göre kültür ve sanat âlemi eleştirel aklı gerektiriyordu. Dogmatik dini inanışın eleştirel akla izin vermemesi ya da onu sıkıca kontrol altında tutması hasebiyle İslamcıların, nitelikli ürün yaratımında bulunması mümkün değildi. Hele İslamcıların sadece Allah’a mahsus saydıkları “yaratım” kavramının kullanılmasına bile karşı olmaları bunun hoş bir belirtisiydi.
Bu minvaldeki tartışmalar, bir mecrada yayınlanan Bir Başkadır dizisiyle ayyuka çıkmıştı. Söz konusu dizide laik cenahın toplumsal gerçekliğe karşı kör gösterilerek küçük düşürüldüğü, İslami kurallara göre yaşayanların ise olumlandığı, dolayısıyla dizinin, iktidarın kültürel hegemonya aracı gibi kurgulandığı vurgulanmıştı. “Yandaş” olarak adlandırılan tv kanallarında yayınlanagelen resmi tarih anlayışı doğrultusundaki dizilerin beklenen sonuçları yaratmadığı, liberal ve/veya sol senarist ve sanatçılara ısmarlanan adı geçen diziyle hedef kitlenin genişletildiği ve kültürel hegemonya alanında yeni açılımlara gidildiği isabetle yazılmıştı.
Meselenin, kaba politik indirgemecilik ve halihazırdaki toplumsal kutuplaşma ekseninde ele alınmasıyla, dizinin, sanat eseri olarak toplumsal gerçeklikle ilişkisi ve bu gerçeklik karşısındaki işlevi gölgede kalmış, sanatçıların performansı öne çıkarılarak biçim ile içerik arasındaki diyalektik, hak ettiği ölçüde tartışılmamıştı. Oysa dizinin ana teması, toplumsal kesimleri kültürel düzeyde temsil eden bireylerin birer “özne” olduğu, giyim, statü, meslek, sınıf, politik görüş ve yaşam tarzı gibi farklılıkların “insani iletişimin” karşısında yapay kalacağı, empati temelli ilişki kurulması halinde insanların birbirini anlayacakları ve kardeşçe yaşayabilecekleri üzerine kuruluydu. Diğer bir ifadeyle toplumsal belirlenim, sınıf ve katmanlar arası ilişki ve çelişkiler gölgeye itilerek birey yüceleştiriliyor ve “insan olma” ortak paydasının sorunların çözümünde yeterliliği savunuluyordu. Her bir birey rolünün üzerinden verilmeye çalışılan mesajların anlaşılabilmesi için alt metinlerin bilinmesi gerekiyordu ancak değerlendirme yazılarında bu düzeydeki analizler sınırlı kalıyordu.
Tartışmalar henüz dinmişken salvolar ardı ardına geldi. Kızılcık Şerbeti, Kızıl Goncalar, Ömer ve son olarak yayına giren İnci Taneleri adlı dizilerle tartışma zemini tazelendi. Adı geçen dizilerin içerik, senarist ve oyuncu popülerliğinin katkısıyla daha geniş kitlelere ulaşmasıyla tartışmalar alevleniverdi. Aydınlanmacı/laisist çevreler savunma hatlarını yenilerken, dizilerdeki “hoşgörülü” rollerinin aksine kısmi eleştirilere dahi tahammül göstermeyen kimi dinbaz grupların şikayetleriyle bu diziler geniş kitlelerin ilgisine mazhar oldu.
Bu dizilerin ana teması Bir Başkadır dizisiyle benzeşiyor. Birey ve aile kutsanmakta, en yüce değer derekesinde ele alınmaktadır. Hayatın amaç ve anlamı, bireylerin öz çabası ve aile desteğiyle yaşamla ilişkilenmesi ve tutunmasına indirgenmektedir. Bireylerin empatiye dayalı ilişki kurma düzeylerine göre sorunların çözümünde başarılı olacakları savlanmaktadır.
Seküler yaşam tarzı ile gündelik hayatın dini kurallara göre dizayn edilmesinin nedenlerine dair bir göndermede dahi bulunulmamakta, her bir tercihin ne toplumsal arka planı, ne de devletle ilişkisi ele alınmaktadır. Tutarlılık gibi önemli bir meziyet daha ziyade imanlı kimselere bahşedilirken modernler genellikle gündelik hayatlarında çelişik/çatışık ve sorunlu halleriyle resmedilmektedir. Alt metinlere göndermeler kaba saba semboller üzerinden yapılırken günümüz temsillerinden kaçınılmakta, devletle karşılaşmaktan kati surette imtina edilmektedir. Reyting uğruna yer yer zülfü yâre nispetinde “dini duyarlıklara” dokunulsa da eleştiri ancak “sahte din”e yöneltilmektedir. Sözün özü, bu dizilerin, devleti bilinçli olarak gündeme almayan, toplumsal alanı da ancak bireylerin kültürel kodları esasından eleştirel yaklaşıma konu eden liberal bakış açısına sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Art ardına yayına giren diziler üzerinden bir tartışma furyasının yükseldiği sıralarda, aralarındaki atışma vesilesiyle, sol eğilimleriyle bilinen iki ünlü yönetmen Zeki Demirkubuz ile Nuri Bilge Ceylan’ın yaptığı filmler de gündeme geldi. Her iki yönetmenin eserlerinde işlenen tüm mevzular, bireylerin bitimsiz iç yolcuklarından ibaret sayılabilir. Diğer bir ifadeyle, “ünlü ve ödüllü” iki yönetmen de dertlerini birey ekseninde işleyerek liberal paradigmanın sınırlarında eyliyorlar sanatlarını. Ancak ne hikmetse sol cenah, bireyciliğin dehlizlerinde boğulan bu yönetmenleri kendilerinden sayarak eserlerini eleştiri konusu yapmaktan imtina edebiliyor. Burada tabii, sol cenah diye andıklarımızın liberalizmle ilişkisini sorgulamak gibi ağır bir başlık gündeme geliyor ama bu kısa değini bu ağır mevzuyla hakkıyla karşılaşacak halde olmaktan çok uzak.
Tayyip’in her hareketinde keramet arayanları, tabiri caizse “silahların eleştirisi”ne bırakırken “eleştiri silahı”nı yönelteceğimiz günümüz “Halkın Dostları” ile “Marksizmi sınıfa indirgeyenleri” muhatap alıp devam edeceğiz. Her şeyden önce bu toprakların Aydınlanmacı/laisist ve/veya Marksist yorumcularının asgari standartlarda dahi demokrat olmadıkları en temel yakıcı meseleler söz konusu edildiğinde açığa çıkmaktadır. Ermeni soykırımı, Kürt meselesi, Rum ve Yahudi pogromu, zulüm altındaki diğer azınlıklar ile inanç ve kimliklere dair meseleler gündeme geldiğinde muhataplarımız, ya devletin safında hizalanmakta veya olay ve olguların üzerini sınıf indirgemeciliğiyle yapay addeden lafazanlıkla örtmektedir.
Sözünü ettiğimiz dizilerin yayınlandığı mecralar bile onların asıl işlevine delalettir. Dizilerin kültürel hegemonya kurmanın araçları olduğunu ispat çabası boş lakırdıdan ibarettir. Zira taşın rengini belirlemekle yetinmek basit bir betimlemedir. Bırakın Marksist klasikleri, Althusser ve Gramsci’nin isimleri üzerinden yapılacak kısa bir okuma, bu düzeyde bir cehaleti gidermeye yeterlidir. Elbette ki bu diziler, devletleşen iktidarın “bal gibi” kültürel hegemonya kurma araçlarıdır. Bunu kanıtlamaya çalışmak, ışığa körleşip samanlıkta iğne aramaktır. Bu alanda illaki bir çaba gösterilecekse, marifetmiş gibi dizileri değerlendirmekle uğraşmayı bir yana bırakmalı, “sol kültür”ün ekmeğini yiyerek bugünlere gelmiş Yılmaz Erdoğanlarla birlikte bireyciliğin dehlizlerinde boğulup umutsuzluğu ilmek ilmek aşılayan Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan gibi ödüllü Aydınlanmacı/laisist şahsiyetleri insan yüzüne çıkmaktan hiç değilse men edecek “sabotajlara” girişilmeli, en önemlisi de Yılmaz Güneylerin yeniden doğuşuna ebelik yapabilmenin yolları aranmalıdır. Gerisi teferruatlarda tatmin aramak ve devletin kuyruğuna dizilmekten kurtulmamaktır.