Ana SayfaKürsüMarksizmin Gerçekliği ve Stalin

Marksizmin Gerçekliği ve Stalin

14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının ‒bizce küçük bir yön dışında‒ temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü değerlendirdiğimiz yazılarına yer veriyoruz. (Altınoğlu yazılarının editörlüğünü Nazım Taban yürütmektedir.)

Garbis Altınoğlu, Marksizmin sadece ‘yıkan’ değil aynı zamanda ‘yapan’ bir niteliği olduğunu, büyük bir devrime cesaret etmek kadar sosyalist bir toplumu inşa etmeye yönelmek gibi büyük bir tarihsel kudrete sahip bir teori-politika olması bakımından Stalin’in tayin edici bir yerde olduğunu yaşamının son anlarına kadar sarsılmaz bir kararlılıkla savundu. Aşağıda sunduğumuz, başka bir Stalin savunucusu olan W. B. Bland’ın yapıtına Garbis Altınoğlu’nun yazdığı “Giriş”tir. Başlığı biz koyduk.

Garbis Altınoğlu’nun Aralık 2008’de yazdığı zamanlardan farklı olarak, dünyada sol çevreleri de geniş şekilde etkileyen anti-Stalin dalgasının bugün geriye çekilmeye başladığını söyleyebiliriz.

***

Dünyada Jozef Stalin kadar karalanmış, yanlış tanıtılmış ve haksız eleştirilere hedef olmuş başka bir ünlü kişilik bulunmadığını söylemek bir abartma sayılmaz herhalde. Ölümünün üzerinden 56 yıl geçtiği, inşası ve savunmasında büyük rol oynadığı sosyalist Sovyetler Birliği önce Kruşçovcular eliyle dejenere edildiği ve daha sonra biçimsel olarak da yıkıldığı, yıllardır gerek ileri kapitalist ülkelerde ve gerekse dünyanın diğer bölgelerinde güçlü bir işçi sınıfı hareketi ve komünist hareket bulunmadığı vb. halde dünya burjuvazisinin Jozef Stalin’e karşı onyıllardır sürdürdüğü nefret, karalama ve saldırı kampanyası bugün de bütün hızıyla sürüyor.

Marx ve Engels, 1848’de kaleme aldıkları Komünist Manifesto adlı yapıtlarının Giriş bölümünde, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor ‒Komünizm hayaleti. Eski Avrupa’nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları” diyorlardı. Aradan geçen 161 yıl bu gerçeği değiştirmemiş gibidir. Bugün de burjuvazinin ve sömürücü sınıfların anti-Stalinizm biçimini almış olan anti-komünizm kampanyası; her tür ve renkten küçük-burjuva milliyetçileri, sosyal-demokratlar, revizyonistler, pasifistler, Trotskistler, dinsel gericiler, sol liberaller, devrim dönekleri, burjuva aydınları, reformistlerin yanı sıra küçük-burjuva devrimcilerinin bir bölümü tarafından destekleniyor. Dolayısıyla, başını emperyalist burjuvazinin çektiği anti-Stalinizmin; sömürücü ve mülk sahibi sınıfların farklı katmanlarını temsil eden farklı siyasal eğilimlerin üzerinde birleştiği bir platform olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Görünen o ki “Stalin hayaleti”, dünya burjuvazisini korkutmaya devam etmektedir ve edecektir. Bu bağlamda, devrim ve sosyalizm davasına sırt çeviren örgüt, çevre ve kişilerin işe bir “Stalin eleştirisi”yle başlamalarının adeta evrensel bir gelenek haline gelmiş olmasının hiç de şaşırtıcı olmadığını belirtmek gerekir. Bu ritüel, burjuvaziye güven vermenin en şaşmaz ve kestirme formülü olarak yerleşmiştir.

Burjuvazinin akademyadaki ve yazılı ve görsel basındaki paralı uşakları bizlere neredeyse her gün bu kişinin “ne denli kana susamış bir canavar” olduğunu, “ne kadar çok insanı katlettiğini”, “ne büyük suçlar işlemiş olduğunu” vb. anlatıp duruyorlar. Kuşkusuz, yakın tarihin yalan ve dezenformasyon üzerine kurulu bu en uzun süreli ve en kapsamlı propaganda kampanyasının ‒aşağıda değineceğim– köklü sınıfsal ve siyasal nedenleri bulunmaktadır. Bir örnek olması bakımından, bu iğrenç yalanların en yaygın olanlarından bir tanesini ele alalım. Burjuva, Trotskist ve revizyonist yazar, tarihçi ve araştırmacıların hemen hemen hepsi, papağan gibi yineledikleri şu temelsiz savı tartışma götürmez bir gerçeklik gibi dayatmaya çalışırlar: “İkinci Dünya Savaşı öncesinde Kızılordu’da yapılan ve başta Mareşal Tuhaçevski gelmek üzere çok sayıda komutanın haksız yere ihanetle suçlanarak tasfiye ve idam edilmesi ülkenin savunma gücünü zayıflatmıştır. Kızılordu’nun Haziran 1941’de başlayan Alman saldırısı karşısında ilk aylarda ağır yenilgilere uğramasında bu tasfiye operasyonu ve onun üst kademelerine atanan yeni komutanların yetersiz ve deneyimsiz olması belirleyici bir rol oynamıştır.”

Oysa Mareşal Mikhail N. Tuhaçevski’nin gerici ve anti-sosyalist eğilimi ve onun bilimsel sosyalizmi ve Bolşevizmi bir Yahudi komplosu olarak değerlendirdiği gerçeği, daha 1928’de kendisinin kısa bir biyografisini yazmış olan ünlü Fransız gazeteci Remy Roure’ın (Le Chef de Larmée Rouge: Mikhail Toukatchevski, Paris, Fasquelle, 1928) kitabında açıkça dile getirilmişti. Daha da önemlisi, Tuhaçevski ve kafadarlarını savunan emperyalist propaganda odakları onun bu özelliklerini, pro-Nazi duygularını ve bir askerî darbe tezgâhlama planlarını ve Alman Genelkurmayının, Kızılordu Genelkurmayı ile ilişkilerini kullanarak Sovyet iktidarını devirme planları yaptığını daha o günlerde biliyorlardı.[1]

Şunu da ekleyeyim: Tanınmış Marksist araştırmacı Prof. Grover Furr’ın 1986’da kaleme aldığı “New Light On Old Stories About Marshall Tukhachevskii: Some Documents Reconsidered” (=“Mareşal Tuhaçevski’ye İlişkin Eski Öykülere Yeni Bir Bakış: Bazı Belgelerin Yeniden Değerlendirilmesi”) başlıklı yazısında aktardığına göre Hitler’in en yakın çalışma arkadaşlarından ve kötü ünlü SS örgütünün şefi Heinrich Himmler 4 Ekim 1943’te Posen’de yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:

“Moskova’da, sanırım 1937 ya da 1938’de o büyük göstermelik yargılamalar olduğu ve sonradan Bolşevik bir general olan eski Çar ordusu askerî öğrencisi Tuhaçevski ve diğer generaller idam edildiği zaman, biz (Nazi Partisi ve SS’dekiler) de içinde olmak üzere Avrupa’da herkes, Bolşevik sistemin ve Stalin’in, en büyük hatalarından birini işlediği kanısına varmıştık. Biz durumu böyle değerlendirmekle kendimizi adamakıllı aldatmış olduk. Bunu içtenlik ve güvenle söyleyebiliriz. Bence, eski Çarlık yanlısı generallerini muhafaza etmiş olması halinde –şimdi savaşın üçüncü yılında bulunan– Rusya asla iki yıldan fazla dayanamazdı.” (Trial of the Major War Criminals before the International Military Tribunal [Nuremberg, 1949], Cilt. 29, s. 111)

Hitler’in bir başka yakın çalışma arkadaşı ve Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanı Goebbels, güncesine 8 Mayıs 1943’te düştüğü bir notta Führer’in de Himmler’in değerlendirmesini paylaştığını belirtiyordu:

“Führer Tuhaçevski olayını anımsadı ve Kızılorduya o şekilde davranmak suretiyle Stalin’in onu mahvettiğine inanmakta tamamen hatalı olduğumuz yolunda görüş belirtti. Oysa, bunun tersi doğruydu: Stalin Kızılordu içindeki bütün muhalefetin kökünü kazıdı böylelikle yenilgiciliğe son verdi.” (Joseph Goebbels, The Goebbels Diaries: 1942-1943, editör & çevirmen Louis P. Lochner (Garden City, New York, Doubleday, 1948, s. 355)

Peki Trotski’nin bu konuya ilişkin tutumu neydi? Ludo Martens, Another View of Stalin (=Stalin’e Bir Başka Bakış) adlı yapıtında Trotski’nin şu değerlendirmesini aktarıyor: “Generaller Stalin’in kişisel güvenliğine karşı Sovyetler Birliği’nin güvenliğini savunmak için uğraş verdiler.” (“L’armée contre Staline”, 6 Mart 1938, L’appareil, s. 201) Görüldüğü gibi Trotski, başka birçok konuda olduğu gibi bu konuda da en aşırı gericilikle, faşizmle aynı konumda durmaktadır.

Stalin’e ve Stalin dönemi Sovyet rejimine yöneltilen en büyük suçlamalardan biri de, hiçbir bilimsel ve ciddi kaynak gösterilmeksizin özellikle 1930’ların ikinci yarısında milyonlarca ve milyonlarca siyasal muhalifin zorunlu çalışma kamplarına doldurulduğunun ve bunların pek çoğunun öldürülmüş olduğunun ileri sürülmesidir. 1930’larda Sovyetler Birliği’nde böylesi zorunlu çalışma kamplarının olduğu ve buralarda siyasal mahkûmların yanı sıra adi mahkûmların da tutulduğu doğrudur. Ancak, başını Robert Conquest’ın çektiği anti-komünist sözde araştırmacıların bu kamplarda tutulan ve idamla cezalandırılan kişilerin sayılarıyla ilgili verdikleri rakamlar bütünüyle hayal ürünüdür. Örneğin, kendisi de bir Stalin muhalifi olan Roy Medvedev, On Stalin and Stalinism (=Stalin ve Stalinizm Üzerine) adlı kitabında, Sovyet arşivlerine dayanarak yaptığı ayrıntılı çalışmada, bu dönemde siyasal suçlardan ötürü idam edilenlerin sayısını 1.461 olarak hesaplamıştır. Bunların büyük çoğunluğunun da kendilerine yöneltilen suçları işlemiş olduğunu ve Sovyet Rusya’nın bir bölümü Parti ve devlet aygıtının içine kadar sızmış –ve bu arada kasıtlı olarak adli hataların işlenmesine de yol açmış iç ve dış– düşmanların kuşatma, sabotaj ve saldırısı altında olduğu koşullarda bu rakamın hiç de büyük olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Mario Susa’nın “Sovyetler Birliği’nin Tarihine İlişkin Yalanlar” adlı çalışmasına (stalinkaynak.com) bakılmalıdır. Devam edelim.

Aslında burjuvazinin kurmaylarının, köklü sınıfsal içgüdülerinin de yardımıyla Jozef Stalin’i ve onun kişiliğinde simgelenen sosyalizmin kapitalizm karşısındaki üstünlüğünü, genel olarak işçi sınıfının ve diğer ezilen katmanların devrimci öncülerinden bile daha ya da çok daha iyi tanımış ve kavramış olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta bu tanıma ve kavrama yetisi bazı momentlerde onların, Stalin’in liderlik yetisini ve Stalin’in başında bulunduğu Sovyetler Birliği’nin dünyanın faşizm belasından kurtuluşunda oynadığı belirleyici rolü; revizyonistler, devrim dönekleri ve Trotskistlerden çok daha objektif bir biçimde tanımlamalarını ya da itiraf etmelerini de sağlamıştır. Örneğin, ABD tekelci burjuvazisinin yayım organlarından Time dergisi O’nu 1942’de yılın adamı seçmiş olduğu yazısında şunları kaydetmişti:

“Alman lejyonları çelik dirençli Stalingrad’ı süpürüp geçmiş ve Rusya’nın karşı-saldırı gücünü yok etmiş olsalardı, Hitler sadece yılın adamı olmakla kalmaz, Avrupa’nın tartışma götürmez efendisi olur ve gözlerini fethetmek için diğer kıtalara çevirirdi. (Bu durumda – G.A.) o, en az 250 zafer kazanmış tümenini Asya ve Afrika’da yeni işgallere girişmek için ayırabilirdi. Ama Jozef Stalin onu durdurdu.” (Time Magazine, “Joseph Stalin: Die, But Do Not Retreat”/ “Jozef Stalin: Öl, Ama Geri Çekilme”)

Emperyalist burjuvazinin en deneyimli temsilcilerinden Winston Churchill ise 1943’te Stalin ve Sovyetler Birliği hakkında şunları söylüyordu:

“İnsanlık tarihinde şimdiye dek kurulmuş hiçbir hükümet, Hitler’in Rusya’da açtığı kadar derin ve dayanılmaz yaralarla ayakta kalmayı başaramamıştır… Rusya yalnızca hayatta kalıp bu korkunç yaraları iyileştirmekle kalmamış, Alman ordu aygıtına dünyanın hiçbir gücünün indiremediği kadar öldürücü darbeler indirebilmiştir.” (Aktaran M. Sayers-Albert E. Kahn, Sovyetler’e Karşı Büyük Komplo, 1917-1947, İstanbul, 1990, s. 368)

Friedrich Engels’in dediği gibi “Pudingin kanıtı onun yenmesindedir.” 1922’de Stalin’in SBKP Genel Sekreterliğine getirildiği sırada Avrasya’nın en geri ülkelerinden birisi olan Sovyet Rusya, O’nun yaşama gözlerini yumduğu 1953’de dünyanın ekonomik, siyasal ve askerî bakımdan ikinci güçlü devleti haline gelmişti. Daha da önemlisi; Marx, Engels ve Lenin’in öğretisi ilk kez Jozef Stalin’in SBKP’nin başında bulunduğu dönemde ete kemiğe bürünmüş, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırıldığı ve iktidarın işçi sınıfının ve diğer sömürülen yığınların elinde olduğu bir toplumun sadece kurulmasının değil, yaşaması, sosyalizmi inşa etmesi ve büyük zaferlere imza atmasının olanaklı olduğu gösterilmişti. Sovyet Rusya işçi sınıfı ve halkları tarihte ilk kez, hem de geri bir ülkede insanın insanı sömürmediği ve ezmediği “yeni bir toplum”u kurmuşlardı. Bir de bunun hangi koşullarda başarıldığını anımsamakta yarar var.

Çarlığın katıldığı emperyalist savaş mezbahasında Rusya 3 milyon insanını yitirmiş ve bitkin düşmüştü. Ekim Devriminin ardından emperyalist burjuvazinin doğrudan ve dolaylı desteğine sahip Rusya burjuvazisi ve toprak ağalarına, yani Beyaz Muhafızlara karşı verilen İç Savaşta (1918-20) ise 7 milyon insan ölmüş, ülke ekonomisi çöküşün eşiğine ve işçi ve emekçi yığınları açlıkla yüz yüze gelmişti. İç Savaşın sona erdiği 1920 yılında tarım üretimi Birinci Dünya Savaşı öncesininkinin yarısından azdı. Sanayi, ulaştırma ve madencilik sektörleri daha da kötü bir durumdaydılar; örneğin büyük-ölçekli sanayinin üretimi savaş öncesininkinin yedide biri kadardı; hammadde ve yarı-işlenmiş madde stokları tükenmişti. Teknolojik düzeyin son derece geri olduğu ülkenin büyük kentlerinin dışında elektrik yoktu; nüfusun ezici bir çoğunluğu eğitimsizdi ve sağlık hizmetlerinden yoksundu. Sovyet iktidarı 1921’de Kronstadt’ta ve 1924’te Gürcistan’da olduğu gibi bazı yerel isyanlarla boğuşmak zorundaydı. 1920’lerde ve 1930’larda önde gelen emperyalist devletlerin ekonomik ambargosu, kuşatması ve diplomatik izolasyonu altında olan Sovyet Rusya aynı zamanda onların istihbarat örgütlerinin beşinci kol etkinliklerinin hedefi durumundaydı; eski egemen sınıfların kalıntılarının, burjuva aydın ve uzmanlarının, kulakların Sovyet iktidarına karşı direnişi, özellikle son derece yaygın ekonomik sabotaj ve yıkıcılık etkinlikleri ve giderek artan terörist saldırıları biçimini alıyordu. 1929’dan itibaren tarımın kollektifleştirilmesine ve –Rusya’nın geniş topraklarında sıfırdan başlanmak kaydıyla dev sanayi kentlerinin ve merkezlerinin kurulmasının yolunu açan– Birinci Beş Yıllık Planın uygulanmasına geçiş, bu direnişi adeta yeni bir iç savaş düzeyine çıkaracaktı. Dahası, bu çok yönlü saldırı, Parti ve devlet aygıtı içindeki yalpalayan, yenilgici ve süreç içinde bir bölümü bütünüyle sınıf düşmanının safına geçen açık ve gizli revizyonist lider ve kadroların ve onların örgütlediği hiziplerin varlığı ve zaman içinde sabotaj, yıkıcılık ve terörizme evrilen muhalefeti koşullarında sürdürülüyordu. Örneğin, bir süre Sovyet Rusya’da çalışan Amerikan mühendis John Littlepage In Search of Soviet Gold adlı kitabında, tanık olduğu sabotaj eylemlerini Ağır Sanayi Halk Komiseri Yardımcısı konumunda bulunan Trotskist Yuri L. Piyatakov’a anlattığını, ancak onun, bu tür eylemleri önlemek için hiçbir önlem almadığını belirtir. Piyatakov 1937’de yapılan yargılamasında suçunu itiraf edecek ve sabotaj ve terörizm suçundan idama mahkûm edilecekti.

Bütün bunlara, dünya burjuvazisinin öncü gücü Nazi Almanyası’nın 1941’de Sovyet Rusya’ya saldırısı ve bu saldırının püskürtülmesi sırasında verilen inanılmaz boyuttaki kayıplar eklenmeli: Kaynaklar, İkinci Dünya Savaşında Britanya’nın toplam (asker ve sivil) kaybının 332.000’den ve toprakları işgal ya da askerî saldırıya uğramayan ABD’nin toplam kaybının 298.000’den ibaret olmasına karşılık, 13.600.000’i asker olmak üzere en az 21 milyon Sovyet yurttaşının can verdiğini gösteriyor. Stalin bunların 3 milyonunun komünist kadrolar olduğunu söylemektedir.

Bu savaşın başlarında, SSCB’nin ekonomik bakımdan en gelişmiş bölgelerinin, yani Avrupa Rusyası’nın Alman faşizminin işgali altına girmesi yüzünden Sovyet halklarının, SBKP’nin ve Kızılordunun karşılaştıkları güçlükler çok büyüktü. Dünya emperyalizminin öncüsü ve koçbaşı rolünü oynayan, işçi sınıfının anayurduna ve sosyalizme derin bir sınıf kini duyan Hitler kliğinin yönettiği Nazi sürülerinin Sovyet savaş tutsaklarına, ele geçirdikleri partizanlara ve sivil halka yaptıkları zulüm ve Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirdikleri yağma ve maddî yıkım akıl almaz düzeydeydi. Andrew Rothstein, A History of the USSR adlı yapıtında, savaş boyunca Sovyet Rusya’da fabrika, devlet çiftliği ve Makine Traktör İstasyonlarının hemen hemen yarısının yanı sıra 236.000 kollektif çiftlikten 98.000’inin yok edildiğini ve yağmalandığını, onbinlerce demiryolu istasyonu, okul, klinik, hastane ve kitaplığın yakıldığını ya da havaya uçurulduğunu, milyonlarca at, sığır, davar ve domuzun öldürüldüğünü ya da Almanya’ya götürüldüğünü, toplam 4.700.000 konutun yıkıldığını söylüyor. Sovyetler Birliği’nde 3 Kasım 1942’de kurulan Nazi Vahşetini Saptama Olağanüstü Komisyonu’nun yıllar süren titiz çalışması sonucunda hazırladığı ve 13 Eylül 1945’te yayımladığı sonal rapora göre, yukarda belirtilen vahşet eylemlerine ek olarak Nazi saldırganları 82.000’den fazla ilkokul ve orta öğrenim kurumunu, 600’den fazla araştırma enstitüsünü ve yüzlerce yüksek öğrenim kurumunu yakmış ve yıkmış ve buralardan çok büyük boyutlarda donanım, arşiv elyazmaları ve diğer eşyayı çalmışlardı. Onlar, sadece okullarda ve kitaplıklarda bulunan 100 milyondan fazla kitabı yok etmiş, içindeki değerli bilimsel donanımı yağmaladıktan sonra Leningrad’daki Pulkovo ve Kırım’daki Simeiz ünlü gözlemevlerini havaya uçurmuş, yüzlerce müze ve sanat galerisi ile 44.000 dolayında tiyatro ve kulübü yağmalamış ve tahrip etmişlerdi. Leningrad yakınındaki eski İmparatorluk Sarayı, Puşkin ve Tolstoy müzeleri, Çaykovski’nin evi, Novgorod ve Çernigov’da bulunan 12. yüzyıldan kalma kilise ve manastırlar, Moğol istilası dönemi öncesine ait eski Slav mimari yapılarının yanı sıra çok sayıda kilise ve sinagog da Nazi vahşetinden payını almıştı.

Ama savaşın ardından tarih, yakılıp yıkılmış ve milyonlarca ve milyonlarca insanını yitirmiş olan Sovyetler Birliği’nin yeniden dirilişine tanık olacaktı. 1945-49 yılları arasında Sovyet Rusya işçileri ve halkları savaşın yerle bir ettiği ekonomilerini yeniden inşa ettiler. Ve bu, Alman, İtalyan ve Japon faşistlerinin yerini alan ABD’nin ve bağlaşıklarının Sovyetler Birliği’ne –ve Halk Demokrasisi ülkelerine– karşı bir ‘Soğuk Savaş’ başlattığı, onu kuşatmaya giriştiği / tehdit ettiği, Batı Avrupa’yı üsleri ve askerleriyle doldurduğu koşullarda gerçekleştirildi. Stalin 1953 yılında öldüğünde Sovyet Rusya, içinden geçmek zorunda bırakıldığı inanılmaz ve olağanüstü güçlüklere rağmen açlığın, cehaletin, işsizliğin olmadığı, bütün yurttaşların parasız sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlandığı ve önüne, birçok alanda ABD’ne yetişme hedefini koymuş bir ülkeydi. Dünyanın bir dizi ülkesinde (Doğu ve Güneydoğu Avrupa, Çin, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam) devrimci hükümetler iktidara gelmiş, Komünist Partileri Fransa ve İtalya’da en büyük parti konumuna ulaşmış, sömürgelerde güçlü bir ulusal kurtuluş hareketi boy vermeye başlamıştı. Sadece 1945-49 yılları arasında Birmanya, Endonezya, Hindistan, Pakistan, Laos, Libya, Seylan, Ürdün ve Filipinler bağımsızlıklarına kavuşmuştu. Bütün bu gelişmeleri sadece ya da esas olarak Stalin’in hanesine yazmıyorum; ancak burada, tarihi kitlelerin yaptığını söyleyen Marksizm-Leninizmin büyük tarihsel kişiliklerin son derece önemli rolünü asla reddetmediğini bir kez daha anımsamamız gerekir. Stalin’in bu sürece katkısının çok büyük olduğu ve Parti’nin, ideolojik tutarlılık, siyasal uzak görüşlülük, devrimci irade ve önderlik yeteneği bakımından O’ndan hayli geride olan diğer Marksist-Leninist liderlerden hiçbirinin, ama gerçekten de hiçbirinin, örneğin bir Molotov’un, Kaganoviç’in, Malenkov’un vb. Stalin’in oynamış olduğu rolü oynayamayacağı açıktır. Devletin ve Partinin; Zinovyev, Kamenev, Buharin, Rikov ve Trotski gibi –Sovyet Rusya işçi sınıfı ve halklarının kapitalist kuşatmaya karşı koyabileceğine ve sosyalizmi inşa edebileceğine inanmayan– sözde önderlerin çizgisini izlemiş olması halinde ise, bu ülkede belki sosyalizmin inşasına bile başlanamayacağı ve kapitalizmin çok daha erken bir tarihte restore edileceği ve daha da kötüsü ülkenin faşist Almanya, militarist Japonya gibi ülkelerin sömürgesi ya da yarı-sömürgesi haline geleceği hemen hemen kesin gibidir.

Dünya burjuvazisinin kurmayları şunu çok iyi biliyorlar: Sovyet Rusya işçi ve emekçilerinin, Çarlığın bıraktığı geri ekonomik ve toplumsal miras zemini üzerinde ve ileri ülkelerin işçi sınıfının güçlü ve kapsamlı bir desteğine sahip olmaksızın akıl almaz bedeller ödemek, eşi görülmemiş engeller aşmak suretiyle dünyanın altıda birinde sosyalizmi inşa etmesi ve 1941-45 yılları arasındaki Büyük Yurtsever Savaş’ta dünyanın o zamana kadar gördüğü en büyük ve korkunç savaş makinasını, yani –işgal ettiği Avrupa ülkelerinin insan ve materyal kaynaklarından da yararlanan– Alman ordusunu yenilgiye uğratması ve militarist Japonya’nın yenilgisine önemli bir katkıda bulunması, başlı başına bir ‘mucize’ydi. Aynı niteleme bu savaştan çok büyük insansal ve maddî kayıplarla çıkan Sovyetler Birliği’nin birkaç yıl içinde yaralarını sararak ayağa kalkması için de geçerlidir. Ve yineliyorum: Tüm dünya işçi ve emekçilerinin gözleri önünde gerçekleştirilen, onları derinden etkileyen ve yüzlerini işçilerin ve emekçilerin anayurduna daha da fazla çevirmelerine yol açan bu ‘mucize’nin Jozef Stalin gibi bir lider olmaksızın gerçekleştirilmesi neredeyse olanaksızdı. Bu bakımdan Jozef Stalin adı, Sovyet Rusya işçi ve emekçilerinin 1920’lerden 1950’lere kadar olan dönemde elde ettikleri ve her biri kapitalist-emperyalist sistemin ve onun temsilcilerinin suratlarına ağır birer şamar gibi çarpan devasa başarı ve zaferlerin ve bu başarı ve zaferlerin de etkisi altında büyüyen “komünizm tehlikesi”nin bir özeti, simgesi gibidir. Trotskist tarihçi olan Isaac Deutscher bu ‘mucize’nin bir yüzünü ve dolayısıyla örtük bir biçimde de olsa Stalin’in olumlu rolünü şu sözlerle itiraf etmektedir? “Rusya’nın başarısı her şeyden önce, Doğu bölgelerindeki süratli sanayileşme ile mümkün olmuştu. Bu sanayileşmenin büyük bir kısmı, barışta hazırlanmış esaslar üzerinde ama savaş içinde gerçekleştirilmişti… 1943 ile 1945 arasında yılda ortalama 30.000 tank ve savaş aracı ile aşağı yukarı 40.000 uçak imal edildi. Birinci Dünya Savaşında ise, Rusya’da, bunların hiçbiri imal edilmiyordu. Yıllık top imali 120.000’di. Oysa 1914-17’de her yıl 4.000 top imal ediliyordu. Her yıl Rusya’da yapılmış 450.000 makinalı tüfek sağlanıyordu orduya. Çarlar zamanında ise bu miktar sadece 9.000’di… Kızıl Ordu, Volga’dan Elbe’ye kadar, kendi yurdunda yapılmış silahlarla savaşarak ilerlemişti.” (Stalin II, İstanbul, Ağaoğlu Yayınevi, 1969, s. 312).

Bütün bunları söylerken Sovyet deneyimini idealize etmiş, Lenin-Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde adeta kusursuz bir sosyalist toplumun yaratılmış olduğunu mu söylemiş oluyorum? Tabii ki hayır! Üretici güçlerin hayli geri, işçi sınıfının çok küçük, genel olarak halkın eğitim ve kültür düzeyinin çok düşük olduğu Rusya’nın, yüzyıllardır “Çar baba”nın, Ortodoks Kilisesi’nin ve toprak soylularının gerici ve despotik boyunduruğu altında inlemiş olduğu için demokratik gelenekleri neredeyse hiç bulunmayan halkının, yoğun ve kesintisiz iç ve dış saldırılarla yüz yüze olduğu bir ortamda inşa edeceği sosyalist bir toplumun bir yere kadar bütün bu objektif faktörlerin izlerini taşımaması olanaksızdı. Zaten sosyalist toplumu “ekonomik, törel, entellektüel bütün bakımlardan henüz bağrından çıktığı eski toplumun izlerini taşıyan bir toplum” (Gotha Programının Eleştirisi) olarak tanımlamış olan Karl Marx, Köln işçilerine hitap ederken,

“Sadece varolan ilkeleri değiştirmek için değil, ama aynı zamanda kendi kendinizi değiştirmek, siyasal iktidarı sürdürecek yeteneğe sahip olabilmek için onbeş, yirmi, elli yıl süren iç savaşlar ve uluslararası savaşlardan geçeceksiniz” (Köln’de Komünistlerin Yargılanması Üzerine Açıklamalar) dememiş miydi?

Ekim Devriminden sonra Sovyet Marksist-Leninistlerinin böylesi geri bir maddî ve entellektüel toplumsal tabana dayanmak zorunda kalması, işçi sınıfının sosyalist devletin günlük işleyişine katılımını frenlemekle ve sosyalizmin inşasını güçleştirmekle, pahalılaştırmakla ve karmaşıklaştırmakla kalmadı. İşçi sınıfının eğitim ve kültür düzeyinin göreli geriliği ve buna bağlı olarak Sovyet devletinin ekonominin ve devlet yönetiminin bir dizi alanında güvenilmez, hatta sosyalizmin gizli ya da açık düşmanı olan burjuva ve gerici uzmanların ve aydınların hizmetlerinden yararlanmak zorunda kalması, kapitalist kuşatmanın son derece önemli basıncıyla birleşerek bürokratizmi besledi. (Örneğin, Mario Susa’nın “Sovyetler Birliği’nin Tarihine İlişkin Yalanlar” adlı önemli çalışmasında belirttiğine göre, 1930’da Kızılordu’da görev yapan Çarlık dönemi subaylarının sayısı 4.500’ü, yani toplam subay sayısının yaklaşık yüzde 10’unu buluyordu.) İdeale daha yakın koşullarda, örneğin Rusya’daki proleter devriminin Almanya, Fransa gibi birkaç gelişmiş kapitalist ülkede meydana gelebilecek proleter devrimlerinin aktif destek ve dayanışmasından yararlanabilmiş olması halinde sosyalizmin inşası çok daha hızlı ve verimli bir biçimde sürdürülebilecek ve komünizm ve dolayısıyla devlet aygıtının sönümlenmesi hedefine çok daha çabuk erişilebilecekti. Stalin 2 Aralık 1923 tarihli “Parti’nin Görevleri” başlıklı raporunda şöyle diyordu:

“1917’de hızla Ekim’e doğru ilerlemekte olduğumuz sırada bir Komün, emekçi halkın özgür bir birliğini kurabileceğimizi, hükümet kurumlarındaki bürokrasiyi çok yakın gelecekte olmasa da iki ya da üç kısa dönem içinde ortadan kaldırabileceğimizi, devleti emekçi halkın özgür bir birliği haline getirebileceğimizi düşlüyorduk. Ancak pratik, bunun uzak bir ideal olmaya devam ettiğini, devleti bürokratik öğelerden arındırmak, Sovyet toplumunu emekçi halkın özgür bir birliğine dönüştürmek için halkın yüksek bir kültür düzeyine sahip olması gerektiğini, çevremizde, büyük harcamalar ve hantal yönetim birimlerinin varlığını zorunlu kılan ve varlığı bütün diğer devlet kurumlarına damgasını vuran büyük bir sürekli orduyu ayakta tutma gereğini ortadan kaldıran barış koşullarının oluşmasının bütünüyle güvence altına alınmasının zorunlu olduğunu gösterdi. Devlet aygıtımız önemli ölçüde bürokratiktir ve oldukça uzun bir süre böyle kalacaktır. Partili yoldaşlarımız bu aygıtın içinde çalışmaktadırlar…” (J. V. Stalin, Works, Cilt 5, Moskova, 1953, s. 368-69) Trotskistlerin ve diğer revizyonistlerin sunmaya çalıştığının tam tersine bürokrasiye ve bürokratizme karşı adeta kesintisiz bir savaşım vermiş olan Stalin, eğitim ve kültür düzeylerinin geliştirilmesi yoluyla işçilerin ve köylülerin devletin günlük yönetiminde ve ekonominin inşasında daha fazla rol ve inisiyatif alması, özellikle tabandan eleştirinin ve özeleştirinin geliştirilmesi, yani Sovyet toplumunun daha da demokratikleştirilmesi için çaba harcamıştı. Örneğin O, 13 Nisan 1928’de Moskova’da yaptığı bir konuşmada, varlıklı sınıflar olmalarından ötürü toprak ağalarının ve kapitalistlerin kendi çocuklarını ülkeyi ve devleti yönetmelerini sağlayacak bilgi ve becerilerle donatabilecek konumda olduklarını, ancak varlıklı bir sınıf olmayan işçi sınıfının bu işe ancak iktidara geldikten sonra başlayabildiğini belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Yeri gelmişken, kültür devriminin bizim için böylesine keskin bir sorun olmasının nedeninin tam da bu olduğunu belirtmeliyim. Doğru, on yıllık iktidar süresi içinde SSCB işçi sınıfı bu alanda toprak ağalarının ve kapitalistlerin yüzlerce yıl içinde başardığından daha fazlasını başardı. Ancak, uluslararası ve iç durum, elde ettiğimiz sonuçları son derece yetersiz kılıyor. Dolayısıyla, işçi sınıfının kültür gücünün gelişmesini teşvik edecek bütün araçlar, işçi sınıfının ülkeyi ve sanayiyi yönetme beceri ve yetisinin gelişmesini kolaylaştıran bütün araçlar, bu kategorideki bütün araçlar tarafımızdan sonuna kadar kullanılmalıdır.” (J. V. Stalin, “Merkez Komitesi ile Merkezî Denetim Komisyonu’nun Nisan Ayı Ortak Plenumu”, Works, Cilt 11, Moskova, 1954, s. 41)

Evet, objektif koşullara ve Sovyet Parti ve devletinin hatalarına bağlı olarak Sovyetler Birliği’nde bürokrasi ve bürokratizm vardı; ancak Stalin ve Sovyet Marksist-Leninistleri, “komünist bürokratizm” de içinde olmak üzere bu hastalığa karşı kesintisiz bir savaşım yürütüyorlardı. Dolayısıyla, hakiki ve karşı-devrimci bürokratları, yani Kruşçov’ları, Gorbaçov’ları vb. kucaklayan ve yücelten Trotskistlerin ve sosyalizmin diğer düşmanlarının Stalin dönemi yönetimini “Stalinist kliğin yönettiği bir bürokratik diktatörlük” olarak betimlemeleri gerçeklerle hiçbir biçimde bağdaşmamaktadır. Geçerken gerek Lenin ve gerekse Stalin döneminde proleter diktatörlüğü rejimini kapitalist kuşatma ve saldırganlığa karşı korumak için Sovyet Rusya’nın bir Kızılordunun yanı sıra güçlü bir istihbarat örgütüne sahip olmasının pek çok haksız eleştirinin konusu olduğuna kısaca değinmek isterim. Bu kitapta ve başka yerlerde anlatılanların bu kurumların neden gerekli olduğunu yeterince ortaya koyduğunu sanıyorum. Sovyetler Birliği’nde gerçek bir asker ve polis rejimi kuranlarsa Kruşçov ve onu izleyen revizyonist yöneticiler olmuştu. Mikael Gorbaçov işbaşına geldiğinde güvenlik kuvvetlerinin toplam sayısı Stalin döneminde olduğunun tam dört katıydı; ama her zamankinden daha zayıf ve eski halinin adeta gölgesi olan Sovyet Rusya birkaç yıl sonra iskambilden bir şato gibi yıkılıverecekti.

Tam da burada, –Bill Bland’ın araştırmalarında ortaya çıkarmış olduğu gibi– Stalin’in asla mutlak otorite sahibi bir yönetici ya da Sovyet Rusya’da ve dünya komünist hareketi içinde her istediğini yaptıran bir diktatör olmadığı çıplak gerçeğinin altını çizmemiz gerekir. “Kişiye tapınma”nın gerçek mimarı olan Kruşçovcuların ve ortaklarının uydurduğu ve burjuva propagandistlerinin, Trotskistlerin yardımıyla yaydığı söylencenin aksine, Sovyetler Birliği ve dünya işçi sınıfı ve halkları katında son derece büyük ve fazlasıyla hak edilmiş bir saygınlığa sahip bir yönetici olmakla birlikte Stalin, SBKP Politbürosu ve Merkez Komitesi’nin önde gelen bir üyesiydi, o kadar. Hatta O, 1920’lerin sonlarından itibaren revizyonist çoğunluğun egemen olduğu bir Politbüro ve Merkez Komitesi’yle birlikte çalışmak zorunda kalmıştı. Her tür ve renkten anti-komünist yazar ve propagandistlerin sistemli yalanlarının aksine kendisini hiçbir zaman kusursuz bir önder, yanılmaz bir komutan gibi görmeyen ve her zaman “Lenin’in bir öğrencisi” olarak değerlendiren Stalin, kendi etrafında bir “kişiye tapınma” da oluşturmamıştı. Tersine O’nun fazlasıyla alçakgönüllü olduğunu bile söyleyebiliriz. Örneğin O, Haziran 1926’da katıldığı bir toplantıda şöyle diyordu:

“Yoldaşlar; hakkımda söylenen övücü sözlerin yarısını bile hak etmediğimi mutlaka söylemem gerek. Söylenenlere bakılırsa ben Ekim Devrimi’nin bir kahramanı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin lideri, Komünist Enternasyonal’in lideri, efsanevi bir savaşçı-şövalyeyim ve daha neler nelerim. Yoldaşlar; bunlar saçma ve tümüyle gereksiz abartmalar. Bunlar genellikle yaşamını yitiren devrimcilerin mezarlarının başında söylenen şeyler. Ama benim şimdilik ölmeye niyetim yok…

“Ben Tiflis demiryolu atelyelerinin ileri işçilerinin öğrencilerinden biriydim ve hâlâ da öyleyim.” (J. V. Stalin, Works, Cilt 8, Moskova, 1954, s. 182)

Dahası, aradan geçen yıllar ve onyıllarda kazandığı başarılar ve haklı olarak edindiği büyük saygınlık O’nun bu tutumunu zerrece değiştirmedi. Ekim 1952’de, yani ölümünden, daha doğrusu öldürülmesinden sadece 4.5 ay önce yapılan bir Merkez Komitesi toplantısında Molotov’un, kendisini Stalin’in sadık bir öğrencisi olarak tanımlamasına verdiği şu yanıt O’nun “kişiye tapınma”yla hiçbir ilgisinin olmadığını bir kez daha göstermiştir:

“Benim hiçbir öğrencim yok. Biz hepimiz büyük Lenin’in öğrencileriyiz.” Küçük dünyamızın ve ne yazık ki devrimci hareketin, kazandıkları çok sıradan başarıların ardından kendilerini dev aynasında görmeye başlayanlarla dolup taştığını dikkate aldığımızda, 20. yüzyılın tarihine yön vermiş birkaç kişiden biri olan Stalin’in devrimci alçakgönüllülüğüne hayran olmamak elde değil.

Bir kez daha yinelemek gerekir: Tüm olumsuz objektif ve subjektif koşullara, iç ve dış düşmanların dolaylı ve doğrudan saldırılarına, açık ve gizli revizyonistlerin Parti ve devlet aygıtı içinde ve ekonomi ve dış politika alanlarında oynadıkları frenleyici, zararlı ve yıkıcı role rağmen Sovyet Rusya işçi sınıfı ve halkları, başında Lenin’in ve Stalin’in bulunduğu Sovyet Marksist-Leninistlerinin önderliğinde üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermeyi, mülk sahibi sınıfları iktidardan uzaklaştırmayı ve sosyalizmin inşasında büyük adımlar atmayı başardılar.

Lenin-Stalin dönemi Sovyet Rusyası’nın en büyük başarılarından biri de, tarihte ilk kez ulusal sorunu çözmüş ve bir halklar hapishanesi olan bu engin ülkeyi halkların kardeşliğinin kurulduğu ve bu kardeşliğin pratiğin ateşinde sınandığı bir Sovyet cumhuriyetine dönüştürmüş olmasıdır. Başında Stalin’in bulunduğu SBKP, proleter enternasyonalizmi temeline dayanan bu milliyetler politikası sayesinde, bazıları devrim öncesinde alfabeleri bile olmayan, maddî yaşam koşulları son derece geri, ulusal kültürlerini geliştirme olanağından yoksun, hatta düpedüz yok olma tehlikesiyle yüz yüze pek çok ezilen ulus ve milliyetin yeniden yaşama döndürülmesi olanaklı oldu.[2] Çarlık Rusyası döneminden bu yana bu ülkeyi gözlemleyen ünlü İngiliz burjuva tarihçisi Bernard Pares bu saptamayı şu sözlerle doğruluyordu:

“Sovyetler Birliği’nde Rusça zorunlu ikinci dil olmakla birlikte her (ulusal – G.A.) birim, okullarında ve mahkemelerinde kendi dilini kullanır. Sovyet oryantalistleri onları oluşturana kadar (bu ülkedeki – G.A.) 180’i aşkın ulusal birimden bir haylisinin yazılı dilleri bulunmuyordu. Orta Asya, genç Rus yöneticileri için büyük bir okul işlevi gördü. Burada bile, devrimden sonra neredeyse sıfıra yakın olan okuma-yazma oranı yüzde 70.6 oranına çıkarılmış bulunuyor. Hindistan’daki İngiliz yöneticilerimiz için ne parlak bir örnek!

“Her türden dine karşı olan önyargıyı bir yana koyacak olursak, sanat ve kültür alanında ulusal gelenekleri geliştirmek için elden gelen her şey yapılmaktadır…” (Russia and the Peace, s. 52, Harmondsworth, 1944)

Bu olgular SBKP’nin, Çarlık döneminde ezilen ulus ve milliyetlerin ulusal gereksinimlerine karşı duyarsız olduğu, daha da kötüsü Sovyet Rusya’nın bu dönemde ayrıntıya ilişkin bazı değişikliklerle Çarlığın şovenist politikasını sürdürdüğü ve Lenin-Stalin dönemi Rusyası’nda Rus-olmayan halkların Çarlık dönemi benzeri bir ulusal zulüm altında yaşadığı yolundaki karaçalmaların gerçeklerden ne denli uzak olduğunu gösterir. Geçerken, İkinci Dünya Savaşı koşullarında Volga Almanları ve Kırım Tatarları gibi bazı etnik gruplara karşı alınmış olan zorunlu yeniden yerleştirme önlemlerinin, bu etnik grupların görece geniş kesimlerinin işgal kuvvetleriyle işbirliği yapma eğiliminde olmasından kaynaklanan savunma amaçlı önlemler olduğunu anımsatmak gerekir.

Önlerinde, –sadece birkaç ay yaşamış ve enerjisinin tümünü kendisini gericilerin saldırılarından korumaya hasretmek zorunda kalmış olan 1871’in Paris Komünü’nü saymazsak– hiçbir deneyim, hiçbir tarihsel örnek bulunmayan Rusya komünistlerinin ve ileri işçilerinin, daha sonraki komünist kuşakların kaçınabileceği bazı önemli hatalar işlemiş olmaları, nesnelerin doğası gereğiydi. Tersine, bunun böyle olmaması şaşırtıcı olurdu. Herhalde günümüzün hakiki devrimcilerine ve sınıf bilinçli işçilerine düşen, Sovyet Marksist-Leninistlerinin ve işçi sınıfının bu olağanüstü zor koşullarda neden bu tür hatalar yaptıklarını sorarak hayıflanmak değil, onların, bu olağanüstü zor koşullarda bu denli büyük başarılara imza atmış olmalarından gurur duymak, onların irade gücünü, özveri ruhunu, çalışkanlık, yaratıcılık ve gözüpekliğini rehber edinmek ve onların ilk olmanın getirdiği ve bir yere kadar kaçınılmaz olan hatalarından gereken dersleri çıkarmaktır.

Burjuvazi, 1789’un ‘donsuzlar’ının monarşiyi, aristokrasiyi ve Kiliseyi hedef almakla yetinen, yani sınıflı toplumu ortadan kaldırmayı amaçlamayan devrimci-demokratik çıkışını bile bugüne kadar bağışlamamıştır. Peki bu sömürücü sınıfın “gökleri fethetmeye”, yani üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermeye ve sınıfsız bir toplum yaratmaya koyulan Rusya işçi sınıfı ve halklarının bu görkemli atılımını dünya işçi sınıfının kollektif belleğinden silmeye, bu deneyimin kendisini ve onun en başta gelen mimarı ve simgesi olan Stalin’i şeytanlaştırmaya çalışmasında şaşılacak bir yan olabilir mi? Elbette olamaz. Sömürücü sınıfların temsilcilerinin; ölümünün üzerinden 56 yıl geçmiş olmasına ve O’nun, Sovyet Marksist-Leninistleri ve Sovyet Rusya işçi ve emekçileriyle birlikte yarattığı yapıtın çoktan yıkılmış olmasına rağmen, bugün de Jozef Stalin’e ve onun mirasına saldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmamalarının en önemli nedenlerinden biri tam da budur. Dahası var: Mülk sahibi sınıfların bugün Stalin’e ve “Stalinizm”e karşı yürüttüğü histerik kampanya, işçi sınıfının ve diğer sömürülen yığınların er ya da geç gelecek olan yeni devrimci atılımına, bugünün ve çok yakın geleceğin belirleyici ve acımasız sınıf savaşımlarına şimdiden hazırlanma çabasından başka bir şey değildir. Demek ki burjuvazinin, O’nun anısını dünya işçi ve emekçilerinin zihninden silmek, bu alçakgönüllü ve büyük insanı, tüm yaşamını işçi sınıfının ve ezilen halkların kurtuluşuna adamış olan bu büyük devrimciyi eli kanlı bir tiran, paranoyak bir diktatör, acımasız bir canavar gibi göstermek için yürüttüğü ideolojik-psikolojik saldırının kendi sınıf çıkarları açısından son derece mantıklı nedenleri vardır.

Burjuvazinin kurmayları, kendi engin deneyim ve sınıfsal içgüdüleriyle, savaşların ve sınıf savaşımlarının önce zihinlerde kazanıldığını ve komünist hareketin ve devrimci işçi sınıfı hareketinin tasfiye edilmesi için bugün kavranacak halkanın ideolojik alanda verilen kavga olduğunu –ve tabii bu kavganın işçi sınıfının bütün sınıfsal örgütlerinin dağıtılmasıyla el ele yürütülmesi gerektiğini– çok iyi biliyorlar. Bu bağlamda, Mayıs 2005’te, yani İkinci Dünya Savaşının SSCB’nin ve anti-faşist kampın görkemli zaferiyle sona erişinin 60. yıldönümü kutlamaları sırasında, emperyalist burjuvazinin Stalin’e ve sosyalizme olan kinini bir kez daha kusmuş olmasının nedeni buydu. ABD ve Batı Avrupa emperyalist burjuvazisinin şefleri, o günlerde düzenlenen törenlerde Jozef Stalin’i Adolf Hitler’le kıyaslama biçimindeki geleneksel rezilliklerini bir kez daha yinelemekle kalmamış, 20 milyondan fazla insanını feda ederek dünyayı faşizmin boyunduruğundan kurtaran SSCB’nin İkinci Dünya Savaşından sonra Doğu Avrupa’yı, faşist blokunki kadar karanlık bir rejimin boyunduruğu altına soktuğunu ileri sürebilmişlerdi. Burada sadece anımsatmakla yetinelim: 1940’ların ortalarından itibaren kurulan Halk Demokrasisi rejimleri, Nazi işgali ve terörüne karşı savaşan bütün sınıfların ve siyasal güçlerin birleşik cephe iktidarlarıydı; Komünist Partileri, Sovyetler Birliği’nin büyük etki, saygınlık ve gücü ve kendilerinin anti-faşist direnişte oynadıkları rol nedeniyle bu rejimlerde çok önemli bir yer edinmişlerdi. Stalin dönemi Sovyetler Birliği’ni Hitler Almanyası’yla kıyaslamaya cüret eden bu bay ve bayanların pratiğine gelince. Onların atalarının, en azından İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar olan süre içinde SSCB’ne ve dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına karşı Hitler’in, Mussolini’nin ve Hirohito’nun yanında yer aldıkları, 1930’larda militarist Japonya’nın Çin’e, faşist İtalya’nın Etyopya’ya, bu sonuncusunun ve Nazi Almanyası’nın Cumhuriyetçi İspanya’ya saldırılarını destekledikleri, SSCB’ne saldırmaya teşvik etmek istedikleri Nazi Almanyası’nın Avusturya ve Çekoslovakya’yı yutmasını el altından destekledikleri, Sovyet Rusya’nın 1934’ten itibaren faşizm ve savaş tehlikesine karşı bir barış cephesi kurulması için yürüttüğü çabaları sistemli bir biçimde reddetmek ve baltalamak suretiyle İkinci Dünya Savaşının patlak vermesine çanak tuttukları vb. unutulmadı. Tabii bu savaştan sonra ABD’nin önderliğinde başlattıkları ‘Soğuk Savaş’ta bir kez daha Nazizmin ve faşizmin kalıntılarıyla anti-komünist bir kutsal bağlaşma içine girdikleri, yerini aldıkları bu sınıf kardeşlerinin 1930’larda ve 1940’larda işlemiş oldukları suçları kendilerinin İkinci Dünya Savaşı-sonrası dönemde işlemeye devam ettikleri de. Bu alçakça yaygaraları koparanlar bugün tüm dünyayı, faşist blokun İkinci Dünya Savaşı döneminde gerçekleştirdiğinden daha vahim ve daha kanlı bir emperyalist savaş, militarizm ve neo-faşizm girdabına sürüklüyorlar. Böyle bir tarihsel momentte, emekçi insanlık, büyük devrimci Jozef Stalin’e, O’nun yaratıcı düşüncesine, ezilen ve sömürülen sınıfların kurtuluşu davasına bağlılığına, örgütleme kapasitesine, stratejik öngörüsüne ve çelikten kararlılığına her zamankinden daha fazla gereksinim duyuyor.

Bir başka örnek, Avrupa Parlamentosu’nun 23 Ekim 2008’de aldığı bir kararla, başında Stalin’in bulunduğu Sovyet rejiminin 1932-33 yıllarında Ukrayna’da “yapay” bir açlık yaratarak 4 ila 10 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan bir insanlık suçu işlediğini ileri sürmüş olmasıdır. Avrupa tekelci burjuvazisinin organı Avrupa Parlamentosu bunu yapmakla; Amerikan faşistlerinin, Nazilerin ve onların işbirlikçisi konumundaki Ukrayna şoven milliyetçilerinin 1930’lardan bu yana sürdürdükleri dedikodulara, başka yerlerde çekilmiş fotoğraflara, sahte belgelere ve gerçeklerin tümüyle çarpıtılmasına dayanan gerici ve anti-komünist propagandasına ortak olmuş oldu. 1932-33’de Ukrayna’da ve Sovyetler Birliği’nin başka bazı bölgelerinde kurbanlarının sayısı asla milyonları bulmayan bir açlık yaşandığı doğru; ancak bu açlık, o dönemde yaşanan kuraklığın yanı sıra, esas olarak, mülksüzleştirilmekte olan kulakların ve Beyaz Muhafızların kalıntılarının ve onların Parti ve devlet aygıtı içindeki destekçilerinin tarımın kollektifleştirilmesine, sosyalizmin inşasına karşı giriştiği, Sovyet rejimini, komünistleri, kollektif çiftlik yöneticilerini ve yoksul köylü önderlerini hedef alan ve yer yer bir iç savaş düzeyine yaklaşan sabotaj, yıkıcılık ve terör kampanyasının ürünüydü. 1928-33 yılları arasında, Sovyetler Birliği’ndeki atların sayısının 30 milyondan 15 milyona, sığır sayısının 70 milyondan 38 milyona, koyun ve keçi sayısının 147 milyondan 50 milyona düşmesi, ürün stoklarının, çok sayıda tarım makina ve aracının ve kollektif çiftlik binasının yakılması da bu kampanyanın bir parçasıydı. Bu süreçte SBKP’nin ve onun kadrolarının, Stalin’in “Başarıdan Sarhoş” başlıklı yazısında dile getirilen türden taktiksel hataları olmuştur kuşkusuz. Ancak sorunun ve açlıktan ölümlerin esas nedeni, ortadan kalkmakta olan bir mülk sahibi sınıfın, yani kulakların varlıklarını, yani tarım işçilerini ve yoksul köylüleri sömürme “hak”larını ölümüne savunmaları ve bu amaçla Sovyet devletine karşı direnişe geçmeleriydi. Kendisi de mülk sahibi sınıfların temsilcisi olan Avrupa Parlamentosu’nun, 1930’larda mülksüzleştirilmiş olan sınıf kardeşlerinin başına gelenleri bir “trajedi” gibi algılaması, onlara sempatisini dile getirmesi ve onları mülksüzleştirenlere karşı öfke ve nefretini dile getirmesi, nesnelerin doğası gereğidir.

Peki, barikatın öte yanında durum ne? Kendisini devrimci, hatta Marksist-Leninist olarak gören pek çok kişi ve örgütün Stalin konusunda ciddi bir kafa karışıklığı yaşadığı ve burjuvazinin, Trotskizmin, modern revizyonizmin ve sivil toplumculuğun demagojik propagandasından şu ya da bu ölçüde etkilendiği biliniyor. Daha da kötüsü, işçi sınıfının ve diğer ezilen sınıf ve katmanların çıkarlarını savunan ve burjuvazinin Jozef Stalin’e ve onun mirasına karşı yürüttüğü kampanyaya direnen –daha sınırlı sayıdaki– devrimci öncünün bu yaşamsal konuya ilişkin ideolojik ve teorik donanımının da genel olarak hayli ya da son derece yetersiz olmasıdır. Gerek ülkemizde ve gerekse dünyanın pek çok köşesinde Jozef Stalin’in mirası ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası sürecinin sunduğu deneyim birikimi konusunda büyük bir bilgi kıtlığının ötesinde bir cehalet hüküm sürmektedir. (Bunda, Stalin dönemine ilişkin arşiv belgelerini özenle gizleyen ve yerine göre çarpıtan Sovyet modern revizyonistlerinin özel bir sorumluluğunun olduğunu kaydetmek ve 1991 sonrasında bile Sovyet arşivlerinin ancak görece küçük bir bölümünün araştırmacılara açıldığı gerçeğinin altını çizmek gerekir. Dünyanın hemen hemen her yerinde ‘ilerici’ yayınevlerinin bile her tür ve renkten revizyonist, Trotskist, sivil toplumcu, reformist içerikli kitaplara kapılarını sonuna kadar açarken, Jozef Stalin’i savunan kitap ve yayınlara karşı açık-gizli ve sistemli bir sansür uygulamakta olmaları da aynı doğrultuda etki yapmaktadır.) Bu bilgi kıtlığı ve cehalet; genelde burjuvazinin yalan, demagoji ve çarpıtma üzerine kurulu anti-Stalinist sözde tarih yazımının etki alanının genişlemesine ve özelde pek çok içtenlikli devrimci işçi ve gencin Trotskizmin, revizyonizmin ve anarşizmin çıkmaz sokaklarına sürüklenmesine yol açmıştır ve açmaktadır. Emperyalist burjuvazinin anti-Stalinizm yaygarası, bir yalanın ne kadar çok yinelenirse gerçeğin yerini o kadar kolay alacağı yolundaki Nazi ve kapitalist propaganda yöntemini esas almaktadır; ancak yaşam ve sınıf savaşımı güneşin balçıkla sıvanamayacağını, burjuvazinin ve onun paralı ve gönüllü uşaklarının cehalet, bilgisizlik, demagoji, çarpıtma üzerine kurulu “tarih” anlatısının, mimarlarının olağanüstü çabalarına rağmen çökmeye mahkûm olduğunu göstermektedir ve göstermeye devam edecektir. İşçi sınıfının devrimci öncü güçlerinin, burjuvazinin çok yönlü saldırısı ve özellikle revizyonist ihanet ve yozlaşmaya bağlı olarak zayıflayan, dejenere olan ya da silinen örgütlülüğü ve kollektif belleği, yaşanmış olan bu son derece önemli deneyim ve derslerin neredeyse tümüyle unutulmasına yol açtı. Bu kollektif bellek yitiminin ve devrimci kuşaklar arasındaki iletişim kopukluğunun onarılmasının, önceki devrimci kuşakların deneyim birikiminin arkadan gelen devrimci kuşaklara aktarılmasının ve özellikle Sovyet Rusya işçi sınıfının sosyalizmin inşası alanındaki deneyimlerinin, önümüzdeki devrimci yükseliş koşullarında işçi sınıfının ve onun kurmaylarının çok yönlü eğitimi ve hazırlığı için yaşamsal önem taşıdığı ve taşıyacağı açıktır. İşte Britanyalı Marksist-Leninist Bill Bland’ın onyıllar boyu adeta iğneyle kuyu kazarcasına yürüttüğü ve bir bölümünü bu kitapta sunduğum çalışmanın ürünlerinin değeri de burada yatıyor. Burjuvazinin anti-Stalinizm kampanyası nasıl bu sınıfın, geleceğin belirleyici ve acımasız sınıf savaşımlarına şimdiden yaptığı bir hazırlıktan başka bir şey değilse, Stalin’in mirasına ilişkin gerçekleri ortaya çıkaran Bland gibi Marksist-Leninist araştırmacıların çalışmaları ve bu çalışmaların sonuçlarının yaygınlaştırılması da işçi sınıfının devrimci öncülerinin, geleceğin bu kaçınılmaz sınıf savaşımlarına şimdiden yapmaları gereken hazırlığın vazgeçilmez ve son derece önemli bir bileşeni olacaktır.

Kaynak: Garbis Altınoğlu, “Giriş”; William B. Bland, Jozef Stalin: Söylence ve Gerçek, Derleyen ve Çeviren Garbis Altınoğlu, Su Yayınevi, İstanbul 2009.


[1] Aslında bu ilişkilerin kökeni, her ikisi de Birinci Dünya Savaşından zaferle çıkan Batılı emperyalistler tarafından diplomatik izolasyona mahkûm edilen Almanya ile Sovyet Rusya arasında 1922’de imzalanan Rapallo Anlaşmasıyla başlayan askerî işbirliğine dayanıyordu. Bu koşullarda, diğer şeylerin yanısıra iki tarafın üst düzey komutanları arasında düzenli sayılabilecek görüşmeler yapılıyor, Kızılordu gelişmiş Alman savaş endüstrisinin ürünlerinden yararlanıyordu. Ancak “Bolşevizmi yıkmayı” hedef alan Nazilerin 1933’de iktidara gelmelerinin ardından, sözkonusu işbirliğinin sürdürülmesi Sovyet Rusya’nın çıkarlarıyla bağdaşmaz hale geldi. Artık kendi sınaî temelini kurmuş olan Moskova ise 1934’ten itibaren, faşist saldırganlığa karşı, “demokratik” ya da saldırgan-olmayan emperyalist devletlerle kollektif güvenlik temelinde ilişkilerini geliştirmeye yönelirken, aralarında Mareşal Tuhaçevski’nin de bulunduğu bazı Kızılordu komutanları Alman Genelkurmayı ile ilişkilerini daha da derinleştirme yolunu tuttular.

[2] Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Sibirya’nın kuzeyinde yaşayan Nenz halkının durumudur. Bir kaynakta şöyle deniyor:

“Nenz halkını korkunç bir son tehdit ediyordu. 1899 yılından kalma bir sözlüğe başvurursanız orada, Nenzler üzerine şunları okuyabilirsiniz: ‘Nesli tükenmekte olan bir kabile, nüfusu 16.000.’ Ve sözlüğün 1913’deki baskısında ‘Nesli tükenmekte olan bir kabile, nüfusu 2.000.’

“Nenz halkı Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ve bölgede Mayıs 1919’da Rus halkının yardımıyla kurulan Sovyet iktidarı sayesinde kaçınılmaz yok oluştan kurtuldu…

“… Bölgede büyük balık konserve işletmeleri kuruldu. Bu işletmeler çevresinde, avlarını varılan anlaşmaya göre bu işletmelere teslim eden büyük balık kollektif ekonomileri örgütlendi…

“Bu kutup bölgesinde, toprağın ebediyen donmuş olduğu bu bölgede, halkın sebzeyi görmediği bu bölgede, açık havada ve seralarda tarıma başlandı…

“Çar iktidarı döneminde yerli halk arasında okur-yazar yok denecek kadar azdı. 1931 yılında bölgenin 6 ilkokulu ve 1 tane de yedi-yıllık okulu vardı. 1943’de ise ilkokul sayısı 37, yedi yıllık okul sayısı 12 ve on-yıllık okul sayısı 7 olmuştur… “Bölgede bir ulusal öğretmen okulu, bir ren geyiği okulu, bir kooperatif okulu, bir meslek okulu, bir ren geyiği hastalıklarını araştırma istasyonu ve de bölgesel tarım istasyonu var. Bölgede bir vatan müzesi, 10 kütüphane, 13 okuma yeri, 5 kültürevi vardır. 6 gazete ve 150 duvar gazetesi yayınlanmaktadır. Nenzler’in ulusal kültürleri de gelişmeye başlamıştır.” (V. A. Karpinski, SSCB Toplum ve Devlet Düzeni (1917-1947), İstanbul, 1991, s. 49-50)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar