12-14 Temmuz 2006
“Filistin’in bölünmesi gayrımeşrudur.
Biz bu kararı asla tanımayacağız…
İsrail halkı Eretz İsrail’i yeniden ele geçirecektir.
Tümünü. Ve sonsuza kadar.”
Menahem Begin, 1948
“Devlet, kılıcı, … moralini yüksek tutmanın ve ahlaksal gerilimini muhafaza etmenin biricik değilse de, esas aracı olarak görmelidir. Bu amaçla o, tehlikeler icat edebilir, hatta etmelidir ve bunu yapabilmek için de provokasyon ve intikam metodunu benimsemelidir.”
İsrail’in 1948-1956 yılları arasındaki ilk dışişleri bakanı ve 1954-1956 yılları arasındaki başbakanı Moşe Şaret’in Güncesinden.
“Bu bir diyetisyenle yüz yüze gelmek gibi bir şey. Onları (=Filistinli’leri- G. A.) iyice zayıflatmalıyız; ama açlıktan öldürmemeliyiz.”
Dov Weissglas, İsrail hükümetinin baş siyasal danışmanı, Haaretz, 16 Şubat 2006
Halk Direniş Komiteleri ve İzzeddin el-Kassam Tugayları’na bağlı Filistinli direnişçilerin 25 Haziran’da Kerem Şalom kibbutzunun bitişiğindeki tank üssüne karşı yaptıkları gözüpek eylemde iki İsrail askerini öldürmeleri ve birini de kaçırmalarının ardından yaşananlar ve onların yankıları, daha adil ve daha insani bir dünyayı özleyen ve bunun için çalışan herkes için bir kez daha gerçek bir rahle-i tedris işlevi gördü ve görmeye devam ediyor. Filistinli’lerin eyleminin ardından İsrail işgal kuvvetleri 28 Haziran’da Gazze’ye karşı, halihazırda sürmekte olan “Yaz Yağmurları” operasyonunu başlattılar. Bu yaşananların yeni bir şey olmadığı, dünyanın bu acılarla yoğrulmuş köşesinde 1930’lardan bu yana, yani yaklaşık olarak üç çeyrek yüzyıldır Siyonist teröre karşı savaşan ve yaklaşık 60 yıldır Siyonist işgal altında yaşayan Filistin halkının haklı kavgasının, kapitalist-emperyalist sistemin anti-demokratik, gerici, saldırgan karakterinin yanı sıra ve ikiyüzlülük ve sahteliğini fazlasıyla sergilediği haklı olarak söylenebilir. Ancak böyle bir itiraz yerinde olmayacaktır. Olmayacaktır; çünkü, özellikle dünya ölçeğinde devrimci öncü güçlerin son derece zayıf olduğu ve buna bağlı olarak işçi sınıfı ve ezilen halkların savaşım deneyimlerinin unutulduğu ve unutturulduğu ve burjuva-demokratik yanılsamaların son derece yaygın olduğu günümüz koşullarında, bu derslerin yeniden ve yeniden öğrenilmesi gerekiyor.
Anımsanacağı üzere bu yılın Ocak ayında yapılan ve dürüstlüğü ve saydamlığı konusunda hiç kimsenin aleyhinde tek sözcük söyleyemediği Filistin genel seçimlerinden zaferle çıkan HAMAS oldu. Bunun ardından ise, Siyonist burjuvazi ve onun aletleri ve borazanları, HAMAS’ın oluşturduğu Filistin hükümetini devirmek, Filistin halkını cezalandırmak ve Filistin’deki farklı gruplar (özellikle Fatah ile HAMAS) arasında bir iç savaş çıkarmak için kolları sıvadılar. Yıllardır iktidarı kimseyle paylaşmayan ve büyük ölçüde yozlaşmış ve bürokratlaşmış olan ve daha Yaser Arafat döneminde İsrail’in polisi rolünü oynamaya gönüllü olduğunu gösteren Fatah’ın bir kanadı da gerilimi kışkırtmak suretiyle, bir kez daha Filistin halkının düşmanlarının yanında saf tuttu.
Peki, İslam dünyasına “demokrasi” getirme aşkıyla bu ülkelere askeri saldırıda bulunma ve halklarına terör uygulama hakkına sahip olduğunu ileri süren Amerikan neo-faşistlerinin ve onların kuyruğunda sürüklenen “çok uygar ve demokrat” Batı Avrupa emperyalistlerinin tepkisi ne oldu? Tek sözcükle, kendisi de bu sonuçlardan şaşkınlığa düşmüş olan Siyonistlerin, zaten büyük çoğunluğu sefalet koşullarında yaşayan Filistin halkını daha büyük ölçüde açlığa mahkûm etmelerine ve terörize etmelerine yardımcı olmak. Halbuki, Ocak 2006 öncesinde, başka bir amaçla değil, Filistin halkını kötülemek, aşağılamak ve teslim almak amacıyla, başını önce Yaser Arafat’ın ve ardından Mahmut Abbas’ın çektiği kokuşmuş Fatah yönetimini ikiyüzlü bir biçimde yiyicilikle ve yolsuzlukla suçlayan da bu bay ve bayanların ta kendileriydi. Görünüşe bakılırsa onların, yiyiciliğe ve yolsuzluğa bulaşmamış olan HAMAS’ın seçimleri kazanmasına sevinmeleri ve İslam dünyasının en demokratik seçimlerini gerçekleştirmiş olan Filistin halkının siyasal olgunluğunu alkışlamaları gerekirdi. Ama çoğu zaman Telaviv’den yükselen nağmelere uyarak danseden bu güçler onyıllardır izledikleri pro-Siyonist, anti-demokratik ve sömürgeci rotadan sapmadılar. İsrail, Ocak seçimlerinden hemen sonra, günlük cinayetlerinin yanı sıra, İşgal Altındaki Topraklarda yaşayan Filistin halkına karşı bir yiyecek ve ilaç ambargosu başlatmıştı bile.
Buna paralel olarak AB emperyalistleri, Ocak 2006 seçimlerinden kısa bir süre sonra Filistin yönetimine sundukları sınırlı mali desteği kestiler. Ama iş bununla kalmadı. ABD tehdit ve yaptırımları nedeniyle uluslararası bankalar Arap devletlerinin, Mart ayından itibaren −Washington’daki terörist elebaşlarıyla işbirliklerini gizlemek için− sözümona bu talihsiz halka yardım için topladıkları fonları Filistin’e aktarmayı reddettiler. İsrail, HAMAS’ın seçimleri kazanmasından bu yana Filistinli’lere ait ve ayda yaklaşık olarak 55 milyon dolar tutarındaki vergi gelirine korsanca el koymaya başladı. Dahası, 23 Mayıs 2006’da ABD Temsilciler Meclisi 361’e karşı 37 oyla Filistin halkına ek yaptırımlar uygulanması yolunda bir karar aldı. Bütün bu önlemler, demokratik bir seçim yapmış ve kendi özgür iradesini ortaya koymaya cüret etmiş olduğu için Filistin halkının, “uluslararası topluluk”, yani ABD ve AB emperyalistleri ve onların kuyruğunda sürüklenen devletler ve uluslararası kuruluşlar tarafından Siyonist burjuvazi yararına bir kez daha kollektif bir biçimde cezalandırılmasından başka bir şey değildi. Uzun sözün kısası onlar, Ocak 2006’da yapılan demokratik seçimleri kazanan ve Mart ayı sonunda oluşturulan Filistin hükümetini kuşatmak ve devirmek ve Filistin halkının yaşamını yeniden cehenneme çevirmek için elinden geleni ardına koymayan İsrail’i her yolla desteklediler.[1]
Dahası, ABD ve Almanya başta gelmek üzere emperyalist devletler, zaten tepeden tırnağa silahlı olan ve yüzlerce nükleer savaş başlığına sahip bulunan Siyonist devlete, Filistinli çocukları, kadınları ve erkekleri katletmek için her yıl yeni silah sistemleri armağan ediyor, onu mali, siyasal ve diplomatik bakımdan koruyor, Filistin halkının haklı savaşımını kötülüyor ve onun sesini kısıyor ve böylelikle Siyonist katillerle suçortaklığı yapıyorlar. Filistin onyıllardır, dünyanın her yanında olduğu gibi, Ortadoğu’da da en gerici ve anti-demokratik rejimleri işbaşına getiren ve/ ya da destekleyen ABD ve AB emperyalistlerinin militarist ve gerici yüzlerini sergileyen en önemli savaş alanlarından biri olmuştur ve görünür gelecekte öyle olmaya devam edecektir. Bu da nesnelerin doğası gereğidir. Lenin’in dediği gibi,
“Emperyalizm, hem dış, hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm söz götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin ‘inkârı’dır, onun taleplerinden sadece bir tanesinin, ulusal kendi kaderini tayin etmenin değil.” (Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, İstanbul, Koral Yayınları, 1991, s. 47-48)
25 Haziran-sonrası dönem, uluslararası hukuk denen şeyin boş bir laftan, alçakça bir demagojiden başka bir anlam taşımadığını, uluslararası anlaşmalara ancak güçlülerin çıkarlarına ters düşmediği ölçüde uyulduğunu ve uyulacağını, BM türünden uluslararası kurumların, öndegelen kapitalist devletlerin çoğu zaman ezilen sınıfları ve halkları oyalamak ve arkadan vurmak için kullanılan bir araç işlevi gördüğünü bir kez daha gösterdi. Siyonistlerin, onyıllardır BM’nin ve diğer uluslararası kurumların Filistin konusunda aldıkları, ama arkasında durmadıkları pek çok kararı ya da yaptıkları tavsiyeleri ellerinin tersiyle bir yana ittikleri bilinen bir olgu. Bunun en son örneklerinden biri, Lahey’deki Uluslararası Adalet Mahkemesinin, İsrail’in inşaatını tamamlamak üzere olduğu ‘Apartheid Duvarı’ ile ilgili 9 Temmuz 2004 tarihli kararı. İsrail, 670 kilometre uzunluğundaki bu yasadışı duvarı inşa etmek suretiyle, tüm dünyanın gözleri önünde yüzbinlerce Filistinli’nin yaşadığı geniş bir alana, Batı Yakası’nın yüzde 40’ına el koyuyor. Duvar tamamlandığında Batı Yakası ve Gazze’de yaşayan Filistinli’ler “tarihsel Filistin” topraklarının sadece yüzde 12’lik bölümüne sıkışmış olacaklar.
İsrail ordusu, Filistin direnişinin haftalardır Gazze’yi top ve tank ateşiyle döven ve bu arada çok sayıda sivili katleden Siyonistlere karşı gerçekleştirdiği başarılı bir operasyonla Gilad Şalit adlı İsrailli onbaşıyı kaçırmalarına “Yaz Yağmurları” operasyonunu başlatmakla yanıt vermekle kalmadı; o 29 Haziran’da görülmemiş bir küstahlıkla Filistin hükümetinin 8 bakanını ve aralarında milletvekillerinin de bulunduğu 56 diğer HAMAS üyesi yetkiliyi kaçırdı ve daha fazlasını yapma tehdidini savurdu. Nazi Almanyası’nın tarzını anımsatan ve Filistin halkını aşağılamayı ve yönetimini devirmeyi hedefleyen bu korsanca eyleme karşı BM’nin ya da sözümona demokrasi ve parlamentarizm savunucusu “büyük” kapitalist devletlerin ağzından bir tek göstermelik protesto sözcüğü bile çıkmadı. Tabii, şu alışılagelmiş ve mide bulandırıcı “iki tarafa da itidal tavsiye” eden sözümona açıklamaları saymazsak. Aynı husus, Siyonist haydutların Gazze’deki üç ana köprüyü havaya uçurmaları, bölgedeki tek elektrik santralini füzelerle vurarak tahrip etmeleri ve böylelikle Gazze halkını susuz ve elektriksiz bırakmaları, İsrail Savunma Kuvvetleri gibi tuhaf ve grotesk bir ad taşıyan İsrail ordusunun Gazze’ye karşı giriştiği bombardımanda şu ana kadar birçoğu çocuk 80 dolayında Filistinli’yi öldürmesi ve yüzlercesini yaralaması ve yüzlerce konutu oturulamaz hale getirmesi, İsrail buldozerlerinin Han Yunus’un doğusundaki tarımsal alanları yoketmesi, Siyonistlerin Gazze’nin giriş ve çıkışlarını tutarak Filistin halkının gereksinim duyduğu yiyecek maddesi ve tıbbi malzeme akışını engellemesi vb. için de geçerli. 25 Haziran’dan bu yana yaşananlar, sadece ve sadece güce boyun eğen ve eğecek olan tekelci burjuvazinin ve gericiliğin her siyasal bunalımda, güçsüz ve örgütsüz olan emekçi yığınları hukuka, yasalara, insan haklarına, demokrasiye vb. ilişkin gevezelikleri bir yana atarak nasıl acımasızca ayakları altına aldığını ve alacağını bir kez daha gösterdi. Bu, “uluslararası hukuk”a ilişkin liberal ve burjuva-demokratik yanılsamalardan kurtulmaları gereken ezilen sınıf ve ulusların önünde, tek, ama bir tek yol olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor: İşçi sınıfının komünist öncüsünün rehberliğinde örgütlenmek, geniş emekçi yığınları seferber etmek ve mutlaka ve mutlaka gerçek bir siyasal güç olmak.
Stalin’in Şubat 1931’de sanayi yöneticilerine hitaben yaptığı bir konuşmada dediği gibi,
“Sömürücülerin yasası, geri ve zayıf olanların ezilmesini buyurur. Bu kapitalizmin orman yasasıdır. Siz gerisiniz, zayıfsınız, demek oluyor ki siz hatalısınız; o halde siz dövülebilir ve köleleştirilebilirsiniz. Siz güçlüsünüz, demek oluyor ki siz haklısınız; o halde sizden çekinmeliyiz.” (“The Tasks of Business Executives”, Problems of Leninism, Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1940, s. 365-66)
Öte yandan 25 Haziran sonrasında yaşanan gelişmeler, ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin, özellikle Filistin-İsrail sorunu sözkonusu olduğunda ırkçılığa varan bir ayrımcı tutum sergilediklerini ve en bayağı türünden bir çifte standart uyguladıklarını bir kez daha ortaya koydu. Onbaşı Gilad Şalit’in kaçırılmasının ardından karşı-devrimci ve emperyalist burjuva medyasının kopardığı Goebbelsvari yaygara bunun en çıplak göstergesidir. Bu bay ve bayanlar, onyıllardır Filistin’i işgal altında tutmakla kalmayıp, 25 Haziran’dan önce de Filistin topraklarını sayısız kez bombardıman eden, dahası çok sayıda Filistinli’yi katleden, yaralayan ve korsanca kaçıran bu sömürge ordusunun bir elemanına karşı askeri bir eylem yapılmasını, neredeyse kabul edilemez bir şey ve görülmemiş bir “insan hakkı ihlali” gibi göstermeye çalışıyorlar. Onlar, bu meşru askeri eylemi, “savaş ilanı”, “çatışmanın tırmandırılması”, “terörist bir eylem” vb. biçiminde niteleyerek kendi anti-demokratik, gerici ve sömürgeci karakterlerini ve dahası sahtekârlık ve yalancılıklarını bir kez daha ele veriyorlar. Kendilerine, çatışmaları tırmandırmakla suçladıkları HAMAS’ın askeri kanadının, İsrail iç istihbarat örgütü Şin Bet’in raporunun da doğruladığı gibi 18 aydır tek yanlı olarak bir ateşkes sürdürdüğünü ve bunu ancak İsrail’in 9 Haziran’daki plaj katliamından sonra bozma kararı aldığını anımsatmam gerekecek. Ve tabii Siyonist saldırganların bütün bu süre boyunca Filistin halkına karşı cinayetler ve bombalamalar da içinde olmak üzere çeşitli savaş suçları işlemeye devam ettiklerini.
Şalit’in kaçırılmasından bir gün önce İsrail komandoları Refah’tan Mustafa ve Usame Muammer adlı iki kardeşi silah zoruyla kaçırmışlardı. Kendisinden beklendiği gibi tekelci burjuva medyası bundan hiç söz etmedi.
Tabii tekelci burjuva medyasının sözünü etmediği daha bir dizi Siyonist saldırı eylemi vardı. Örneğin, 8 Haziran’da, bir İsrail savaş uçağından atılan füze Halk Direniş Komiteleri’nin lideri olan ve HAMAS önderliğindeki Filistin hükümeti tarafından içişleri bakanlığı genel denetmenliğine getirilen Cemal Ebu Samadana ile üç arkadaşının ölümüne ve yedi kişinin de yaralanmasına yol açmıştı.
Tekelci medya, 9 Haziran’da Beyt Lahiye açıklarında konuşlanmış İsrail savaş gemisinin plajda piknik yapan Filistinli’leri hedef aldığını, bu bombardıman sırasında 7’si aynı aileden ve 3’ü çocuk olmak üzere 8 kişinin öldüğünü, 35 kişinin yaralandığını ve onu izleyen katliamları da el çabukluğuyla geçiştirdi. Beyt Lahiye katliamından hemen sonra devreye giren İsrail dezenformasyon mekanizması olayı kapatmaya, hatta ölüm ve yaralanmaların sorumluluğunu Filistin direnişinin üzerine yıkmaya çalışmaya başlamıştı bile. Onlara göre, patlamalar, Filistin direnişinin sahile yerleştirdiği mayınlardan kaynaklanmıştı! Ne var ki, gerek görgü tanıkları ve gerekse Human Rights Watch örgütünün patlayıcı madde uzmanları bu yalanı açığa çıkardılar.
Birkaç gün sonra, yani 13 Haziran’da bir İsrail savaş uçağının fırlattığı füzeler, 2’si öğrenci olmak üzere 10 Filistinli’nin ölümüne ve en az 30 Filistinli’nin yaralanmasına yol açtı. Görgü tanıkları, ilk füzenin bir kamyoneti vurduğunu, aralarında çocukların da bulunduğu bazı Filistinli’lerin ve yakındaki bir hastaneden gelen sağlık görevlilerinin kamyonettekilere yardım etmek üzere toplandığı anda, İsrail uçağının kalabalığa ikinci bir füze fırlattığını söylediler.
20 Haziran’da bir Filistinli’yi öldürmeye çalışan İsrail ordusunun Gazze’de düzenlediği füze saldırısında 3 Filistinli çocuk (6 yaşındaki Muhammet Cemal Şükrü Ruka, 5 yaşındaki Mahmut Ziyat el-Şerif ve 16 yaşındaki Bilal Caser el-Hissi) öldü ve 15 kişi yaralandı.
İsrail’deki insan hakları örgütlerinden B’Tselem, 21 Haziran’da İsrail uçaklarının Gazze Şeridine fırlattığı füzenin Han Yunus’taki bir eve isabet etmesi üzerine Fatma Ahmet adlı 35 yaşındaki hamile bir kadının ve onun 48 yaşındaki kardeşi Zekeriya Ahmet’in öldüğünü ve 6’sı çocuk olmak üzere 11 kişinin yaralandığını açıkladı.
Bu savaş suçlarının tümünü, İsrailli onbaşının kaçırılmasından önce gerçekleştirildi.
Eski bir İsrail askeri olan, ama şimdi Courage to Refuse (=Reddetme Cüreti) adlı burjuva-demokrat karakterli savaş karşıtı bir örgütün başında bulunan Arik Diamant, “Look who’s been kidnapped!” (“Bak Kim Kaçırılmış!”) adlı yazısında kendisinin de katıldığı ve 10 yıl önce Nablus’da bir Filistinli’nin kaçırıldığı eylemi anlattıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Hiçbir gazete bu olaydan sözetmedi. Ona yardımcı olmak için Avrupalı diplomatlar da çağrılmadı. Ne de olsa, bu Filistinli gencin kaçırılması sıradan bir olaydı. 40 yılı aşkın işgal sırasında biz, tıpkı Gilad Şalit olayında olduğu gibi binlerce kişi kaçırdık.
“Bu işi Filistinli’ler yaptığında biz o eylemi ‘terör’ olarak niteliyoruz. Biz yaptığımızda ise, bu baskı eylemini aklamak için fazla mesai yapıyoruz.”
Filistin direnişi, İsrailli onbaşının serbest bırakılması için İsrail zindanlarında tutuklu bulunan ve çürütülen 9,400 Filistinli tutsağın serbest bırakılmasını istiyor. Gilad Şalit için yaygara koparan emperyalist ve Siyonist Goebbels taslakları ise bir bölümü çocuk ve kadın olan ve zorla ve yasadışı bir biçimde kaçırılmış ve hapse tıkılmış olan bu tutsak ordusunun neredeyse adını bile anmıyorlar.
Öte yandan Başbakan Ehud Olmert 22 Haziran’da, Filistinli’lerin Kassam adlı ilkel füzelerinin ulaşabildiği Sderot kentinin[2] sakinleriyle ilgili olarak şunları söylemişti:
“Ben Gazze sakinlerinin durumuna yürekten üzülüyorum; ama Sderot sakinlerinin yaşamları ve refahları Gazze sakinlerininkinden daha önemlidir.” (abç) Bu diplomatik sözlerin, Ehud Olmert’le Mahmut Abbas’ın, Ürdün’ün Petra kentinde Kral Abdullah’ın organize ettiği ve kendilerine Nobel ödülü dağıtılmış bazı kişilerin −Siyonist yazar ve aktivist Elie Weisel ve kötü ünlü anti-komünist Dalay Lama vb.− katıldığı bir toplantı sırasında söylendiği de unutulmamalıdır. (Siyonist gericiliğin şeflerinin, kendi aralarında yaptıkları toplantılarda Filistinliler için çok daha aşağılayıcı sıfatlar kullandıklarını tahmin etmek hiç de zor değil.) Bu toplantı sırasında yaptıkları ikili bir görüşmede Olmert ve Abbas, Filistin halkının iradesini ve direnişini nasıl kırabileceklerini tartışmışlardı. Yoksa, ister Gazze’den olsunlar isterse Batı Yakası’ndan, Siyonist devletin şeflerinin Filistinli’lerin durumuna gerçekten üzüleceğine kim inanır?
Dahası, hırsından kudurmuş olan emperyalist ve Siyonist burjuvazi, işgale karşı silahlı ve diğer direnişin Cenevre Konvansiyonu ve BM tarafından 10 Aralık 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde bile bir biçimde onaylanmış olduğunu, yani ezilen ve işgal altında tutulan bir halkın silahlı direniş hakkını savunmak için hiç de devrimci ya da komünist bir konumda olmanın gerekmediğini, bu hakkın pekâlâ burjuva demokrasisi çerçevesinde de meşruiyet taşıdığını unutmuştur.[3] Onlara göre; ezilen sınıflar ve halklar ve onların öncü güçleri silahsız olmalı ya da silahsızlanmalı/ silahsızlandırılmalı, ama işçi sınıfı ve halkları ezen gerici ve emperyalist burjuvazi her gün daha da büyüttüğü ve modernleştirdiği silahlı güç tekelini elinden asla ve asla bırakmamalıdır. Oysa, gerçek ve kalıcı barışa giden yol, sömürücü egemen sınıfların ve emperyalistlerin silahsızlandırılmasından, bir başka deyişle onların siyasal iktidarlarının devrilmesinden geçmektedir. Ezilen sınıfların ve halkların kapitalist-emperyalist teröre boyun eğmemesi, gerici egemen sınıflara karşı durması ve kendi kendini yönetme hakkı da içinde olmak üzere haklarını savunması ve özellikle silahlı direniş yolunu tutması; iliğine kadar çürümüş olan ve bir faşistleşme süreci yaşayan tekelci burjuvazi için hem kesinlikle dayanılamaz bir şeydir, hem de onun ödünü koparmaktadır. Varsın koparsın!
İlk bakışta şaşırtıcı gözükse de, 25 Haziran sonrasında yaşananlar, gerek tarih boyunca büyük acılar çekmiş olan Yahudi halkının ve gerekse Siyonist devleti yöneten savaş suçlularının ve teröristlerin kendi deneyimlerinden de pek bir şey öğrenmediklerini gösteriyor. Ne yazık ki, 1930’lardan ve özellikle 1948’den bu yana süren etnik arındırma, katliam, terör ve apartheid uygulamalarına rağmen –bir dizi stratejik ve tarihsel nedene bağlı olarak− Yahudi halkının büyük çoğunluğu, Siyonist burjuvazinin ‘farklı’ fraksiyonlarının Filistin halkına karşı uyguladığı baskıları desteklemektedir. (Geçerken bunda, dünya, Ortadoğu ve Filistin/ İsrail ölçeğinde komünist ve radikal devrimci hareketlerin alabildiğine zayıf ya da neredeyse tümüyle etkisiz oluşunun ve Filistin direnişine egemen olan grupların, sınıfsal karakterlerinden ve ideolojik-siyasal konumlarından kaynaklanan hatalı stratejik ve taktiksel yaklaşımlarının da belli bir rolü olduğunu belirtmek gerekir.) “Kendi” devletinin Filistin halkına karşı onyıllardır sürdürdüğü etnik arındırma vb. uygulamalarına ve komşu Arap ülkelerine karşı yürüttüğü militarizm ve yayılmacılık politikalarına karşı esas itibariyle sessiz kalması ya da pasif/ aktif destek sunması, zaten ötedenberi Avrupalılara özgü bir sömürgeci-ırkçı toplumsal psikolojiyle donanmış bulunan İsrail halkını daha da gericileştirmiş, daha da dejenere etmiştir. Yafa Stratejik İncelemeler Enstitüsü’nün Mart 2002’de yaptığı bir anket, İsrailli’lerin yüzde 46 ila 60’ının Filistin sorununun “sonal çözümü”nün sağlanması için Filistinli’lerin kitlesel olarak göçertilmesini desteklediklerini gösteriyordu. Ünlü anti-Siyonist yazar İsrail Şamir bu anketin sonuçlarını yorumlarken şöyle diyordu:
“Bu tür düşünceler 1938 yılında bile Nazi Almanyası’nda, şimdi Yahudi devletinde olduğu ölçüde yürekten destek bulmuyordu.”
Marks’ın, başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağı yolundaki saptaması, tüm yaşamı ve varlığı savaş, terör, etnik arındırma politikalarıyla belirlenmiş Siyonist devletin ve burjuvazinin ideolojik-siyasal önderliğini ne yazık ki sorgulamamış ya da sorgulayamamış olan İsrail halkı için fazlasıyla geçerlidir. Kendisini emperyalist Batı uygarlığının, Ortadoğu’nun “vahşi ve barbar” halklarına karşı ön cephede savaşan stratejik üssünün askerleri olarak algılayan, önemli bir bölümü Filistin topraklarının tümünün kendilerine Allah tarafından vadedilmiş olduğuna inanan[4], refahını Filistin halkının soyulmasına ve mülksüzleştirilmesine borçlu olan, silah zoruyla çalınan ve muhafaza edilen bu topraklarda kurulmuş olan Apartheid devletinde ve adeta sürekli bir savaş psikolojisi içinde yaşayan İsrail halkı gerçekten özgür olabilir mi?
Öte yandan, Filistin halkına karşı sürdürdüğü acımasız savaşım sürecinin derslerinden bir şeyler öğrendiğini varsayabileceğimiz Siyonist devletin ve onun dünya ölçeğinde ünlü istihbarat örgütlerinin de –farklı bir düzeyde ve kategoride de olsa− aynı öğrenme yeteneksizliğini paylaştığını görüyoruz. Bunun en çarpıcı belirtilerinden birisi, İsrail’in 25 Ocak 2006 seçimlerinden sonra HAMAS’a ve Filistin halkına karşı kokuşmuş ve işbirlikçiliğe yatkın Mahmut Abbas kliğini açıkça desteklemesi, bu klik aracılığıyla farklı Filistinli gruplar arasında bir iç savaş çıkarmak amacıyla sürtüşme ve çatışmaları körüklemesi ve bu amaçla geçtiğimiz Haziran ayında tüm dünyanın gözleri önünde Abbas kliğine çok miktarda silah vermesiydi.[5] Ehud Olmert 13 Haziran’da gazetecilere verdiği demeçte,
“Bunu zaman daraldığı ve Ebu Mazen’e (=Mahmut Abbas- G. A.) yardım etmemiz gerektiği için yaptım” diyecekti. Nitekim, daha Ocak ayından başlayarak Fatah ile HAMAS arasında tırmanan gerilim, daha sonraki aylarda İsrail ajanlarının kışkırtmalarının da etkisiyle silahlı çatışmaya dönüşecekti. Kısmen Batı Yakası’nda, ama esas olarak Gazze’de yaşanan ve yer yer ölümlere de yol açan bu çatışmalar, bir anlamda Filistin’de iktidarın kime ait olduğu ve olacağıyla ilgiliydi ve öyle olmaya devam edecektir. Ancak Filistin halkının sağduyusu, bu çatışmaların büyümesine izin vermedi. Bunda, İsrail zindanlarında yatan değişik örgütlerden (Fatah, HAMAS, İslami Cihat, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi) Filistinli’lerin hazırladıkları ve tarihe “Mahpuslar Belgesi” olarak geçen 11 Mayıs tarihli belgenin yayımlanması da önemli bir rol oynadı. Uzun süre devam eden müzakerelerden sonra Fatah ile HAMAS, 27 Haziran’da sözkonusu belge üzerinde anlaştılar. Bu belge, üstü örtülü bir biçimde de olsa İsrail’in varlığını tanıyor ve HAMAS ile Fatah arasında ortak bir komuta sistemi kurulmasını öngörüyordu. Böylece Siyonist saldırganın demagojik silahlarından biri etkisiz kılınıyor ve onun bir HAMAS-Fatah çatışmasına yol açma hevesi kursağında kalıyordu. İsrail işte bu koşullarda, yani bir Filistin iç savaşı çıkarma planlarının suya düştüğünün ortaya çıktığı anda Onbaşı Gilad Şalit’in kaçırılmasını bahane ederek Gazze’ye karşı saldırıya geçecekti.
Kaldı ki ortaya çıkan –Gazze’ye giren ve Gazze sınırına konuşlanan asker sayısının 3,000’i ve tank sayısının 100’ü bulması gibi− veriler İsrail’in, Şalit’in kaçırılmasından haftalar önce Gazze başta gelmek üzere Filistin topraklarına karşı yeni bir saldırının hazırlıklarını yaptığını gösteriyor. Dahası, İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesinin 30 Haziran tarihli bir haberine göre, İsrail Başsavcısı Menahem Mazuz, HAMAS üyesi bakan ve yetkililerin 29 Haziran Perşembe günü tutuklanmasının, haftalarca öncesinden planlandığını ve 28 Haziran Çarşamba günü kendisi tarafından onandığını belirtmek suretiyle bunu bir başka açıdan doğruluyor. Habere göre, Şin Bet şefi Yuval Diskin aynı gün gözaltına alınacak HAMAS yetkililerinin listesini Başbakan Ehud Olmert’e sunmuştu.
Demek oluyor ki, Gazze’ye karşı gerçekleştirilen saldırının boyutları ve arkaplanı, Siyonist şef Olmert’in “Bizim tek bir amacımız var; o da Şalit’i evine geri getirmek” yolundaki anlatımının düpedüz bir yalan, hem de kuyruklu bir yalan olduğunu ortaya koyuyor.
Esas konumuza dönecek ve bir kez daha yineleyecek olursak Siyonist şeflerin, Filistin halkının onyıllardır süren meşru direnişinin tarihsel deneyiminden bir parça da olsa bir şeyler öğrendikleri, bu düşmanlarını az çok tanıdıkları düşünülebilirdi; onların, siyasal bilinç ve olgunluk düzeyi yüksek olan Filistin halkının bu kaba ve ilkel taktiğin yaşama geçirilmesine izin vermeyeceğini, işgalci güçle işbirliği yapmaya yeltenen herhangi bir “Filistinli” gücün Filistin halkının desteğini kazanma şansının asla olmadığını bilmeleri umulurdu. Ama, öyle olmadığı görülüyor. Evet, bu baylar ve bayanlar 60 yıla yaklaşan işgale, Siyonist devletin bütün bu süre boyunca Filistin halkına karşı uyguladığı vahşet ve barbarlığa, bu halkın gündelik yaşamını cehenneme çeviren kısıtlamalara, “uluslararası toplum”un Filistin halkına karşı çevirdiği dolaplara[6] ve son yıllarda dünya işçi sınıfı ve halklarının siyasal bakımdan ileri kesimlerinin göreli ilgisizliğine vb. rağmen, Filistin gettolarında ve mülteci kamplarında ulusal direniş ruhunun gücünden ve canlılığından hiçbir şey yitirmediğini de görememiş ve anlayamamışlardır. Başbakan Olmert’in 26 Haziran’da yaptığı bir açıklamada, İsrailli onbaşının kaçırılmasından ötürü sadece HAMAS’ın yönettiği Filistin hükümetini değil, aynı zamanda Mahmut Abbas’ı da suçlamasından, onun yaşamından Abbas’ı da sorumlu göstermesinden de görülebileceği gibi sınırsız ihtirasları ve kudurmuş gericilikleri, Siyonist şeflerin beyinlerini kötürümleştirmekte, onların alabildiğine subjektif değerlendirmeler yapmalarına yol açmaktadır. Her halükârda Filistin halkı, bu son saldırıdan çok daha beterlerini görmüş, bir yandan ölülerini gömer ve yaralarını sararken, bir yandan da haklı kavgasını sürdürmüştür. Bu kez de öyle olacaktır.
Ancak, Filistin halkının ve devriminin kendine özgü koşulları dikkate alındığında, bu halkın kurtuluş davasının, tüm Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının demokrasi ve sosyalizm savaşımıyla çok sıkı ve kopmaz bağlara sahip olduğu görülecektir. Bu bağlamda, arkasında ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin tümünün kayıtsız-koşulsuz sayılabilecek desteğini bulan ve dünyanın en güçlü ordularından birine ve “kendi” halkının geniş kesimlerinin desteğine sahip olan Siyonist çete ile geçim kaynaklarına el konmak suretiyle ekonomisi felcedilmiş, önemli bir bölümü topraklarından kovularak mülteci konumuna mahkûm edilmiş, gerici Arap rejimleri tarafından yalnız bırakılmış ve hafif silahların ötesinde askeri donanım edinmesi engellenmiş olan Filistin halkı arasındaki kavganın son derece eşitsiz koşullarda yürütüldüğünün altı çizilmelidir. Bunun, Filistin halkının Siyonist işgalden sadece kendi çabalarıyla kurtulmasını son derece zorlaştırdığı, adeta olanaksız hale getirdiği gözardı edilemez.
Öte yandan, Siyonist devlet, tarihsel deneyimin de pek çok kez gösterdiği gibi, sadece Filistin halkını değil, tüm bölge işçi sınıfı ve halklarını hedef almakta ve özellikle içinde bulunduğumuz konjonktürde Irak, İran ve Suriye başta gelmek üzere bir dizi İslam ülkesine karşı yürütülen ve planlanan emperyalist haçlı seferinde çok önemli bir rol oynamaktadır. Bütün bu faktörler, Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının demokrasi, ulusal bağımsızlık ve sosyalizm savaşımının, Filistin halkının ulusal kurtuluş savaşımıyla etle tırnak gibi iç içe geçtiğini, Filistin kurtulmadan Ortadoğu’nun emperyalist boyunduruktan kurtulamayacağını ve ABD ve İsrail ile doğrudan ya da dolaylı bir işbirliği içinde bulunan “kendi” egemen sınıflarını devirmekle yükümlü olan Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının kapsamlı, aktif ve güçlü desteği olmadan da Filistin halkının Siyonist boyunduruğu kıramayacağını göstermektedir. Bu, bölge ülkelerindeki komünist ve devrimci öncü güçlerin, belki de tarihin görmüş olduğu en enternasyonalist ve devrimci “ulusal kurtuluş savaşı” olan Filistin direnişini, bölge işçi sınıfı ve halklarının demokrasi ve sosyalizm kavgasının organik bir parçası olarak algılaması ve kabul etmesi gerektiği anlamına gelir.
Sonsöz
Bitirirken Filistin direnişinin, 1960’lı yılların bitiminde doğmakta olan radikal Türkiye devrimci hareketinin üzerinde büyük bir etkisi olmuş olduğunu anımsatmak isterim. Siyonizme karşı Ocak 1965’te başlayan Filistin silahlı direnişi, tüm Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’de de zamanla büyük yankı bulmuştu. Dahası, 1960’lı yılların sonunda oluşan üç ana devrimci hareketin –THKO, TKP(M-L) ve THKP-C− lider ve kadrolarından birçoğu Suriye ve Lübnan’daki Filistin kamplarında askeri ve siyasal eğitim görmüş, değişik ulus ve milliyetlerden bir dizi Türkiyeli devrimci o yıllarda ve 1970’lerde Filistin halkıyla omuz omuza Siyonist saldırgana karşı çarpışmış ve bunlardan bir bölümü de şehit düşmüştü. Türkiye devrimci hareketinin ufkunun daralmasına ve bir anlamda içe kapanmasına bağlı olarak 1970’li yılların ikinci yarısında Filistin direnişine olan sempati ve yakınlık duygusu, bir ölçüde azalmakla birlikte hâlâ sürmekteydi. Eylül 1982’de İsrail’in yönlendirdiği Lübnanlı Falanjistler Sabra ve Şatila mülteci kamplarında binlerce Filistinli’yi katlettiklerinde Metris başta gelmek üzere bir dizi askeri cezaevinde siyasal tutsaklar, Filistinli yaralılara kan bağışında bulunmak için cezaevi yönetimlerine başvurmuşlardı. Peki ya şimdi? Eski halinin gölgesi bile sayılamayacak olan Türkiye devrimci hareketinin Filistin’de yaşanan trajediye ilgisinin düzeyi dergi ve gazete sayfalarını aşamıyor; yapılan sözde dayanışma eylemleri ise, hem sayı ve hem de katılım bakımından çok sınırlı ve “dostlar alışverişte görsün” misali eylemler. Bu durumu “utanç verici” olarak nitelemek, herhalde bir abartma sayılmaz. Ne yazık ki bu kara günlerde, yazgısı Türkiye ve Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının yazgısıyla iç içe olan Filistin halkının davasına sahip çıkmak, önemli bir bölümü bu dayanışma gösterilerinden siyasal rant sağlama ve oy potansiyelini arttırma peşinde olan Saadet Partisi gibi İslami renkli akımlara kalmıştır.
Ortadoğu ve özellikle Filistin-İsrail sorunu sözkonusu olduğunda uluslararası bağlamı hesaba katmadan yapılan tüm analiz ve değerlendirmeler eksik ve tek yanlı kalmaya mahkûm olacaktır. Zaten İsrail’in Gilad Şalit’in kaçırılmasından sonra savaş uçaklarını Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın konutunun üzerinden uçurması ve bu yazının kaleme alınması sırasında Lübnan Hizbullahı’nın bir İsrail devriyesine saldırarak 7 İsrail askerini öldürüp 2’sini tutsak almasının ardından Suriye ve İran’ı suçlayan Siyonistlerin Güney Lübnan’a girdiği yolundaki haberler de bunu doğruluyor. Sorunun bu yanını, bu yazının devamı niteliğinde olacak bir başka yazıda ele alacağım.
[1] Siyonist şefler, öteden beri Filistinli liderleri “barış için uygun bir partner olmamakla”, “terörist örgütlere karşı harekete geçmemekle”, “anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmemekle” suçlamışlardır. Dolayısıyla, Siyonistlerin yeni Filistin hükümetini, HAMAS’ın “İsrail’in varlığını kabul etmediği” ve “terörist bir örgüt olduğu” gerekçesiyle reddetmesi hiç de inandırıcı değildir. Yakın geçmişte, İsrail benzer gerekçelerle karargâhını bombaladığı ve daha sonra öldürdüğü Yaser Arafat’ın yanı sıra Mahmut Abbas’ı bile muhatap almayı reddetmiş ve onları da “terör eylemleri”nden sorumlu tutmuştu. Filistinli’lerle herhangi bir anlaşmaya varmayı asla düşünmeyen İsrail’in stratejisi, hep Filistin önderliğini felcetmek ve teslim almak, eğer olanaklıysa Filistinli gruplar arasında bir iç savaş kışkırtmak ve her halükârda kendi uzlaşmaz tutumunun yarattığı ortamdan yararlanmak suretiyle daha ve daha çok Filistin toprağı gasbetmek biçiminde özetlenebilir.
[2] Siyonistler, Ağustos 2005’de Gazze’den çekilmelerinden bu yana İsrail sivil hedeflerine 500’den fazla Kassam füzesi fırlatıldığını ileri sürüyorlar. İsrail’in üzerinde kıyamet kopardığı, fakat ancak Gazze yakınlarındaki küçük bir yerleşim birimi olan Sderot’a ulaşabilen bu ilkel füzeler son 5 yıl içinde topu topu 8 İsrailli’nin ölümüne yol açmış bulunuyor. Oysa BM yetkililerinin verdiği rakamlara göre Ağustos 2005’den bu yana İsrail, Filistinli sivil halkın yaşadığı bölgelere 7,000 ila 9,000 top mermisi atmış ve sadece Onbaşı Gilad Şalit’in kaçırıldığı tarihten önceki bir ay içinde −11’i çocuk olmak üzere− 49 Filistinli’yi öldürmüş ve 259’unu da yaralamıştı.
[3] İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Giriş bölümünde şöyle denmektedir:
“İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmak zorunda kalmaması için, insan haklarının bir hukuk düzeni ile korunmasının zorunlu olduğu,…” (Mehmet Genç, İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri, Bursa, Uludağ Üniversitesi, 1987, s. 239)
[4] İsrail Başbakanı Olmert 24 Mayıs’ta ABD Kongresi’ne hitap ederken şöyle diyordu:
“Ben halkımızın bu toprağın tümü üzerindeki ebedi ve tarihsel hakkına inandım ve hâlâ da inanıyorum.” (abç) Bu sözleriyle öncellerini doğrulayan Siyonist şef böylelikle “barış süreci” diye bir şey tanımadıklarını, sonal amaçlarının “bu toprağın tümü”nü ele geçirmek, yani Filistinli’leri sıkıştırılmış oldukları gettolardan ve bantustanlardan da sürmek olduğunu, onları anayurtlarından tümüyle göçertmek olduğunu kendi ağzıyla itiraf etmiş bulunuyor.
[5] 15 Haziran’da İsrail basını, hükümetin izniyle, Mahmut Abbas yanlısı “güvenlik” güçlerine, Ürdün üzerinden hafif silah ve mühimmat yardımı gönderildiğini yazdı. Haberlere göre silah ve mühimmat Ürdün’den İsrail ordusunun gözetimi altında Batı Şeria’daki Ramallah kentine götürülmüştü. İsrail, Ürdün ve Mısır arasında yapılan görüşmelerden sonra ABD tarafından Abbas kliğine sağlanan silah stoğu, 3,000 M-16 tüfeği ile bunlara ait 1 milyon adet mermiden oluşuyordu.
[6] ABD, AB, Rusya ve BM’den oluşan Dörtlü 30 Ocak’ta yayımladığı bildiride, kan ve irin içinde doğmuş ve tüm yaşamı şiddet ve militarizmle özdeşleşmiş olan Siyonist devlete yönelik tek bir söz etmezken HAMAS’ı ve Filistin halkını şöyle uyarıyordu:
“Gelecekte oluşacak Filistin hükümetinin bütün üyeleri; şiddeti dışlayan bir tutumu, İsrail’in tanınmasını ve yol haritası da içinde olmak üzere daha önceki anlaşma ve yükümlülükleri kabul edeceklerini taahhüt etmelidirler.”
Reuters’in 11 Nisan tarihli haberine göre, −ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin HAMAS’a oy verdikleri için Filistin halkını cezalandırma uygulamasına katılan− BM, HAMAS önderliğindeki Filistin hükümetinin kurulmasından kısa bir süre sonra, Filistinli bakanlarla ve HAMAS’ın üst düzey yetkilileriyle görüşmeme, ancak “operasyonel amaçlarla”, yani insani yardımların koordinasyonu amacıyla alt-düzey Filistinli yetkililerle ilişkileri sürdürme kararı almıştı.
ABD’nin zayıflamakta olmasından yararlanarak Ortadoğu’da eski nüfuzunu yeniden oluşturmayı kuran emperyalist Rusya’nın Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ise Şalit’in kaçırılmasını izleyen İsrail bombardımanı sırasında şu ikiyüzlü açıklamayı yapmakla yetinecekti:
“İsrail hükümetinin, yurttaşlarının yaşam ve güvenliklerini koruma hakkı ve görevi tartışma götürmez. Fakat bu, çok sayıda Filistinli’nin yaşamı pahasına ve sivil halk açısından vahim sonuçlar doğuracak devasa askeri vuruşlara başvurma yoluyla yapılmamalıdır.”
12-14 Temmuz 2006
“Filistin’in bölünmesi gayrımeşrudur.
Biz bu kararı asla tanımayacağız…
İsrail halkı Eretz İsrail’i yeniden ele geçirecektir.
Tümünü. Ve sonsuza kadar.”
Menahem Begin, 1948
“Devlet, kılıcı, … moralini yüksek tutmanın ve ahlaksal gerilimini muhafaza etmenin biricik değilse de, esas aracı olarak görmelidir. Bu amaçla o, tehlikeler icat edebilir, hatta etmelidir ve bunu yapabilmek için de provokasyon ve intikam metodunu benimsemelidir.”
İsrail’in 1948-1956 yılları arasındaki ilk dışişleri bakanı ve 1954-1956 yılları arasındaki başbakanı Moşe Şaret’in Güncesinden.
“Bu bir diyetisyenle yüz yüze gelmek gibi bir şey. Onları (=Filistinli’leri- G. A.) iyice zayıflatmalıyız; ama açlıktan öldürmemeliyiz.”
Dov Weissglas, İsrail hükümetinin baş siyasal danışmanı, Haaretz, 16 Şubat 2006
Halk Direniş Komiteleri ve İzzeddin el-Kassam Tugayları’na bağlı Filistinli direnişçilerin 25 Haziran’da Kerem Şalom kibbutzunun bitişiğindeki tank üssüne karşı yaptıkları gözüpek eylemde iki İsrail askerini öldürmeleri ve birini de kaçırmalarının ardından yaşananlar ve onların yankıları, daha adil ve daha insani bir dünyayı özleyen ve bunun için çalışan herkes için bir kez daha gerçek bir rahle-i tedris işlevi gördü ve görmeye devam ediyor. Filistinli’lerin eyleminin ardından İsrail işgal kuvvetleri 28 Haziran’da Gazze’ye karşı, halihazırda sürmekte olan “Yaz Yağmurları” operasyonunu başlattılar. Bu yaşananların yeni bir şey olmadığı, dünyanın bu acılarla yoğrulmuş köşesinde 1930’lardan bu yana, yani yaklaşık olarak üç çeyrek yüzyıldır Siyonist teröre karşı savaşan ve yaklaşık 60 yıldır Siyonist işgal altında yaşayan Filistin halkının haklı kavgasının, kapitalist-emperyalist sistemin anti-demokratik, gerici, saldırgan karakterinin yanı sıra ve ikiyüzlülük ve sahteliğini fazlasıyla sergilediği haklı olarak söylenebilir. Ancak böyle bir itiraz yerinde olmayacaktır. Olmayacaktır; çünkü, özellikle dünya ölçeğinde devrimci öncü güçlerin son derece zayıf olduğu ve buna bağlı olarak işçi sınıfı ve ezilen halkların savaşım deneyimlerinin unutulduğu ve unutturulduğu ve burjuva-demokratik yanılsamaların son derece yaygın olduğu günümüz koşullarında, bu derslerin yeniden ve yeniden öğrenilmesi gerekiyor.
Anımsanacağı üzere bu yılın Ocak ayında yapılan ve dürüstlüğü ve saydamlığı konusunda hiç kimsenin aleyhinde tek sözcük söyleyemediği Filistin genel seçimlerinden zaferle çıkan HAMAS oldu. Bunun ardından ise, Siyonist burjuvazi ve onun aletleri ve borazanları, HAMAS’ın oluşturduğu Filistin hükümetini devirmek, Filistin halkını cezalandırmak ve Filistin’deki farklı gruplar (özellikle Fatah ile HAMAS) arasında bir iç savaş çıkarmak için kolları sıvadılar. Yıllardır iktidarı kimseyle paylaşmayan ve büyük ölçüde yozlaşmış ve bürokratlaşmış olan ve daha Yaser Arafat döneminde İsrail’in polisi rolünü oynamaya gönüllü olduğunu gösteren Fatah’ın bir kanadı da gerilimi kışkırtmak suretiyle, bir kez daha Filistin halkının düşmanlarının yanında saf tuttu.
Peki, İslam dünyasına “demokrasi” getirme aşkıyla bu ülkelere askeri saldırıda bulunma ve halklarına terör uygulama hakkına sahip olduğunu ileri süren Amerikan neo-faşistlerinin ve onların kuyruğunda sürüklenen “çok uygar ve demokrat” Batı Avrupa emperyalistlerinin tepkisi ne oldu? Tek sözcükle, kendisi de bu sonuçlardan şaşkınlığa düşmüş olan Siyonistlerin, zaten büyük çoğunluğu sefalet koşullarında yaşayan Filistin halkını daha büyük ölçüde açlığa mahkûm etmelerine ve terörize etmelerine yardımcı olmak. Halbuki, Ocak 2006 öncesinde, başka bir amaçla değil, Filistin halkını kötülemek, aşağılamak ve teslim almak amacıyla, başını önce Yaser Arafat’ın ve ardından Mahmut Abbas’ın çektiği kokuşmuş Fatah yönetimini ikiyüzlü bir biçimde yiyicilikle ve yolsuzlukla suçlayan da bu bay ve bayanların ta kendileriydi. Görünüşe bakılırsa onların, yiyiciliğe ve yolsuzluğa bulaşmamış olan HAMAS’ın seçimleri kazanmasına sevinmeleri ve İslam dünyasının en demokratik seçimlerini gerçekleştirmiş olan Filistin halkının siyasal olgunluğunu alkışlamaları gerekirdi. Ama çoğu zaman Telaviv’den yükselen nağmelere uyarak danseden bu güçler onyıllardır izledikleri pro-Siyonist, anti-demokratik ve sömürgeci rotadan sapmadılar. İsrail, Ocak seçimlerinden hemen sonra, günlük cinayetlerinin yanı sıra, İşgal Altındaki Topraklarda yaşayan Filistin halkına karşı bir yiyecek ve ilaç ambargosu başlatmıştı bile.
Buna paralel olarak AB emperyalistleri, Ocak 2006 seçimlerinden kısa bir süre sonra Filistin yönetimine sundukları sınırlı mali desteği kestiler. Ama iş bununla kalmadı. ABD tehdit ve yaptırımları nedeniyle uluslararası bankalar Arap devletlerinin, Mart ayından itibaren −Washington’daki terörist elebaşlarıyla işbirliklerini gizlemek için− sözümona bu talihsiz halka yardım için topladıkları fonları Filistin’e aktarmayı reddettiler. İsrail, HAMAS’ın seçimleri kazanmasından bu yana Filistinli’lere ait ve ayda yaklaşık olarak 55 milyon dolar tutarındaki vergi gelirine korsanca el koymaya başladı. Dahası, 23 Mayıs 2006’da ABD Temsilciler Meclisi 361’e karşı 37 oyla Filistin halkına ek yaptırımlar uygulanması yolunda bir karar aldı. Bütün bu önlemler, demokratik bir seçim yapmış ve kendi özgür iradesini ortaya koymaya cüret etmiş olduğu için Filistin halkının, “uluslararası topluluk”, yani ABD ve AB emperyalistleri ve onların kuyruğunda sürüklenen devletler ve uluslararası kuruluşlar tarafından Siyonist burjuvazi yararına bir kez daha kollektif bir biçimde cezalandırılmasından başka bir şey değildi. Uzun sözün kısası onlar, Ocak 2006’da yapılan demokratik seçimleri kazanan ve Mart ayı sonunda oluşturulan Filistin hükümetini kuşatmak ve devirmek ve Filistin halkının yaşamını yeniden cehenneme çevirmek için elinden geleni ardına koymayan İsrail’i her yolla desteklediler.[1]
Dahası, ABD ve Almanya başta gelmek üzere emperyalist devletler, zaten tepeden tırnağa silahlı olan ve yüzlerce nükleer savaş başlığına sahip bulunan Siyonist devlete, Filistinli çocukları, kadınları ve erkekleri katletmek için her yıl yeni silah sistemleri armağan ediyor, onu mali, siyasal ve diplomatik bakımdan koruyor, Filistin halkının haklı savaşımını kötülüyor ve onun sesini kısıyor ve böylelikle Siyonist katillerle suçortaklığı yapıyorlar. Filistin onyıllardır, dünyanın her yanında olduğu gibi, Ortadoğu’da da en gerici ve anti-demokratik rejimleri işbaşına getiren ve/ ya da destekleyen ABD ve AB emperyalistlerinin militarist ve gerici yüzlerini sergileyen en önemli savaş alanlarından biri olmuştur ve görünür gelecekte öyle olmaya devam edecektir. Bu da nesnelerin doğası gereğidir. Lenin’in dediği gibi,
“Emperyalizm, hem dış, hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm söz götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin ‘inkârı’dır, onun taleplerinden sadece bir tanesinin, ulusal kendi kaderini tayin etmenin değil.” (Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, İstanbul, Koral Yayınları, 1991, s. 47-48)
25 Haziran-sonrası dönem, uluslararası hukuk denen şeyin boş bir laftan, alçakça bir demagojiden başka bir anlam taşımadığını, uluslararası anlaşmalara ancak güçlülerin çıkarlarına ters düşmediği ölçüde uyulduğunu ve uyulacağını, BM türünden uluslararası kurumların, öndegelen kapitalist devletlerin çoğu zaman ezilen sınıfları ve halkları oyalamak ve arkadan vurmak için kullanılan bir araç işlevi gördüğünü bir kez daha gösterdi. Siyonistlerin, onyıllardır BM’nin ve diğer uluslararası kurumların Filistin konusunda aldıkları, ama arkasında durmadıkları pek çok kararı ya da yaptıkları tavsiyeleri ellerinin tersiyle bir yana ittikleri bilinen bir olgu. Bunun en son örneklerinden biri, Lahey’deki Uluslararası Adalet Mahkemesinin, İsrail’in inşaatını tamamlamak üzere olduğu ‘Apartheid Duvarı’ ile ilgili 9 Temmuz 2004 tarihli kararı. İsrail, 670 kilometre uzunluğundaki bu yasadışı duvarı inşa etmek suretiyle, tüm dünyanın gözleri önünde yüzbinlerce Filistinli’nin yaşadığı geniş bir alana, Batı Yakası’nın yüzde 40’ına el koyuyor. Duvar tamamlandığında Batı Yakası ve Gazze’de yaşayan Filistinli’ler “tarihsel Filistin” topraklarının sadece yüzde 12’lik bölümüne sıkışmış olacaklar.
İsrail ordusu, Filistin direnişinin haftalardır Gazze’yi top ve tank ateşiyle döven ve bu arada çok sayıda sivili katleden Siyonistlere karşı gerçekleştirdiği başarılı bir operasyonla Gilad Şalit adlı İsrailli onbaşıyı kaçırmalarına “Yaz Yağmurları” operasyonunu başlatmakla yanıt vermekle kalmadı; o 29 Haziran’da görülmemiş bir küstahlıkla Filistin hükümetinin 8 bakanını ve aralarında milletvekillerinin de bulunduğu 56 diğer HAMAS üyesi yetkiliyi kaçırdı ve daha fazlasını yapma tehdidini savurdu. Nazi Almanyası’nın tarzını anımsatan ve Filistin halkını aşağılamayı ve yönetimini devirmeyi hedefleyen bu korsanca eyleme karşı BM’nin ya da sözümona demokrasi ve parlamentarizm savunucusu “büyük” kapitalist devletlerin ağzından bir tek göstermelik protesto sözcüğü bile çıkmadı. Tabii, şu alışılagelmiş ve mide bulandırıcı “iki tarafa da itidal tavsiye” eden sözümona açıklamaları saymazsak. Aynı husus, Siyonist haydutların Gazze’deki üç ana köprüyü havaya uçurmaları, bölgedeki tek elektrik santralini füzelerle vurarak tahrip etmeleri ve böylelikle Gazze halkını susuz ve elektriksiz bırakmaları, İsrail Savunma Kuvvetleri gibi tuhaf ve grotesk bir ad taşıyan İsrail ordusunun Gazze’ye karşı giriştiği bombardımanda şu ana kadar birçoğu çocuk 80 dolayında Filistinli’yi öldürmesi ve yüzlercesini yaralaması ve yüzlerce konutu oturulamaz hale getirmesi, İsrail buldozerlerinin Han Yunus’un doğusundaki tarımsal alanları yoketmesi, Siyonistlerin Gazze’nin giriş ve çıkışlarını tutarak Filistin halkının gereksinim duyduğu yiyecek maddesi ve tıbbi malzeme akışını engellemesi vb. için de geçerli. 25 Haziran’dan bu yana yaşananlar, sadece ve sadece güce boyun eğen ve eğecek olan tekelci burjuvazinin ve gericiliğin her siyasal bunalımda, güçsüz ve örgütsüz olan emekçi yığınları hukuka, yasalara, insan haklarına, demokrasiye vb. ilişkin gevezelikleri bir yana atarak nasıl acımasızca ayakları altına aldığını ve alacağını bir kez daha gösterdi. Bu, “uluslararası hukuk”a ilişkin liberal ve burjuva-demokratik yanılsamalardan kurtulmaları gereken ezilen sınıf ve ulusların önünde, tek, ama bir tek yol olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor: İşçi sınıfının komünist öncüsünün rehberliğinde örgütlenmek, geniş emekçi yığınları seferber etmek ve mutlaka ve mutlaka gerçek bir siyasal güç olmak.
Stalin’in Şubat 1931’de sanayi yöneticilerine hitaben yaptığı bir konuşmada dediği gibi,
“Sömürücülerin yasası, geri ve zayıf olanların ezilmesini buyurur. Bu kapitalizmin orman yasasıdır. Siz gerisiniz, zayıfsınız, demek oluyor ki siz hatalısınız; o halde siz dövülebilir ve köleleştirilebilirsiniz. Siz güçlüsünüz, demek oluyor ki siz haklısınız; o halde sizden çekinmeliyiz.” (“The Tasks of Business Executives”, Problems of Leninism, Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1940, s. 365-66)
Öte yandan 25 Haziran sonrasında yaşanan gelişmeler, ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin, özellikle Filistin-İsrail sorunu sözkonusu olduğunda ırkçılığa varan bir ayrımcı tutum sergilediklerini ve en bayağı türünden bir çifte standart uyguladıklarını bir kez daha ortaya koydu. Onbaşı Gilad Şalit’in kaçırılmasının ardından karşı-devrimci ve emperyalist burjuva medyasının kopardığı Goebbelsvari yaygara bunun en çıplak göstergesidir. Bu bay ve bayanlar, onyıllardır Filistin’i işgal altında tutmakla kalmayıp, 25 Haziran’dan önce de Filistin topraklarını sayısız kez bombardıman eden, dahası çok sayıda Filistinli’yi katleden, yaralayan ve korsanca kaçıran bu sömürge ordusunun bir elemanına karşı askeri bir eylem yapılmasını, neredeyse kabul edilemez bir şey ve görülmemiş bir “insan hakkı ihlali” gibi göstermeye çalışıyorlar. Onlar, bu meşru askeri eylemi, “savaş ilanı”, “çatışmanın tırmandırılması”, “terörist bir eylem” vb. biçiminde niteleyerek kendi anti-demokratik, gerici ve sömürgeci karakterlerini ve dahası sahtekârlık ve yalancılıklarını bir kez daha ele veriyorlar. Kendilerine, çatışmaları tırmandırmakla suçladıkları HAMAS’ın askeri kanadının, İsrail iç istihbarat örgütü Şin Bet’in raporunun da doğruladığı gibi 18 aydır tek yanlı olarak bir ateşkes sürdürdüğünü ve bunu ancak İsrail’in 9 Haziran’daki plaj katliamından sonra bozma kararı aldığını anımsatmam gerekecek. Ve tabii Siyonist saldırganların bütün bu süre boyunca Filistin halkına karşı cinayetler ve bombalamalar da içinde olmak üzere çeşitli savaş suçları işlemeye devam ettiklerini.
Şalit’in kaçırılmasından bir gün önce İsrail komandoları Refah’tan Mustafa ve Usame Muammer adlı iki kardeşi silah zoruyla kaçırmışlardı. Kendisinden beklendiği gibi tekelci burjuva medyası bundan hiç söz etmedi.
Tabii tekelci burjuva medyasının sözünü etmediği daha bir dizi Siyonist saldırı eylemi vardı. Örneğin, 8 Haziran’da, bir İsrail savaş uçağından atılan füze Halk Direniş Komiteleri’nin lideri olan ve HAMAS önderliğindeki Filistin hükümeti tarafından içişleri bakanlığı genel denetmenliğine getirilen Cemal Ebu Samadana ile üç arkadaşının ölümüne ve yedi kişinin de yaralanmasına yol açmıştı.
Tekelci medya, 9 Haziran’da Beyt Lahiye açıklarında konuşlanmış İsrail savaş gemisinin plajda piknik yapan Filistinli’leri hedef aldığını, bu bombardıman sırasında 7’si aynı aileden ve 3’ü çocuk olmak üzere 8 kişinin öldüğünü, 35 kişinin yaralandığını ve onu izleyen katliamları da el çabukluğuyla geçiştirdi. Beyt Lahiye katliamından hemen sonra devreye giren İsrail dezenformasyon mekanizması olayı kapatmaya, hatta ölüm ve yaralanmaların sorumluluğunu Filistin direnişinin üzerine yıkmaya çalışmaya başlamıştı bile. Onlara göre, patlamalar, Filistin direnişinin sahile yerleştirdiği mayınlardan kaynaklanmıştı! Ne var ki, gerek görgü tanıkları ve gerekse Human Rights Watch örgütünün patlayıcı madde uzmanları bu yalanı açığa çıkardılar.
Birkaç gün sonra, yani 13 Haziran’da bir İsrail savaş uçağının fırlattığı füzeler, 2’si öğrenci olmak üzere 10 Filistinli’nin ölümüne ve en az 30 Filistinli’nin yaralanmasına yol açtı. Görgü tanıkları, ilk füzenin bir kamyoneti vurduğunu, aralarında çocukların da bulunduğu bazı Filistinli’lerin ve yakındaki bir hastaneden gelen sağlık görevlilerinin kamyonettekilere yardım etmek üzere toplandığı anda, İsrail uçağının kalabalığa ikinci bir füze fırlattığını söylediler.
20 Haziran’da bir Filistinli’yi öldürmeye çalışan İsrail ordusunun Gazze’de düzenlediği füze saldırısında 3 Filistinli çocuk (6 yaşındaki Muhammet Cemal Şükrü Ruka, 5 yaşındaki Mahmut Ziyat el-Şerif ve 16 yaşındaki Bilal Caser el-Hissi) öldü ve 15 kişi yaralandı.
İsrail’deki insan hakları örgütlerinden B’Tselem, 21 Haziran’da İsrail uçaklarının Gazze Şeridine fırlattığı füzenin Han Yunus’taki bir eve isabet etmesi üzerine Fatma Ahmet adlı 35 yaşındaki hamile bir kadının ve onun 48 yaşındaki kardeşi Zekeriya Ahmet’in öldüğünü ve 6’sı çocuk olmak üzere 11 kişinin yaralandığını açıkladı.
Bu savaş suçlarının tümünü, İsrailli onbaşının kaçırılmasından önce gerçekleştirildi.
Eski bir İsrail askeri olan, ama şimdi Courage to Refuse (=Reddetme Cüreti) adlı burjuva-demokrat karakterli savaş karşıtı bir örgütün başında bulunan Arik Diamant, “Look who’s been kidnapped!” (“Bak Kim Kaçırılmış!”) adlı yazısında kendisinin de katıldığı ve 10 yıl önce Nablus’da bir Filistinli’nin kaçırıldığı eylemi anlattıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Hiçbir gazete bu olaydan sözetmedi. Ona yardımcı olmak için Avrupalı diplomatlar da çağrılmadı. Ne de olsa, bu Filistinli gencin kaçırılması sıradan bir olaydı. 40 yılı aşkın işgal sırasında biz, tıpkı Gilad Şalit olayında olduğu gibi binlerce kişi kaçırdık.
“Bu işi Filistinli’ler yaptığında biz o eylemi ‘terör’ olarak niteliyoruz. Biz yaptığımızda ise, bu baskı eylemini aklamak için fazla mesai yapıyoruz.”
Filistin direnişi, İsrailli onbaşının serbest bırakılması için İsrail zindanlarında tutuklu bulunan ve çürütülen 9,400 Filistinli tutsağın serbest bırakılmasını istiyor. Gilad Şalit için yaygara koparan emperyalist ve Siyonist Goebbels taslakları ise bir bölümü çocuk ve kadın olan ve zorla ve yasadışı bir biçimde kaçırılmış ve hapse tıkılmış olan bu tutsak ordusunun neredeyse adını bile anmıyorlar.
Öte yandan Başbakan Ehud Olmert 22 Haziran’da, Filistinli’lerin Kassam adlı ilkel füzelerinin ulaşabildiği Sderot kentinin[2] sakinleriyle ilgili olarak şunları söylemişti:
“Ben Gazze sakinlerinin durumuna yürekten üzülüyorum; ama Sderot sakinlerinin yaşamları ve refahları Gazze sakinlerininkinden daha önemlidir.” (abç) Bu diplomatik sözlerin, Ehud Olmert’le Mahmut Abbas’ın, Ürdün’ün Petra kentinde Kral Abdullah’ın organize ettiği ve kendilerine Nobel ödülü dağıtılmış bazı kişilerin −Siyonist yazar ve aktivist Elie Weisel ve kötü ünlü anti-komünist Dalay Lama vb.− katıldığı bir toplantı sırasında söylendiği de unutulmamalıdır. (Siyonist gericiliğin şeflerinin, kendi aralarında yaptıkları toplantılarda Filistinliler için çok daha aşağılayıcı sıfatlar kullandıklarını tahmin etmek hiç de zor değil.) Bu toplantı sırasında yaptıkları ikili bir görüşmede Olmert ve Abbas, Filistin halkının iradesini ve direnişini nasıl kırabileceklerini tartışmışlardı. Yoksa, ister Gazze’den olsunlar isterse Batı Yakası’ndan, Siyonist devletin şeflerinin Filistinli’lerin durumuna gerçekten üzüleceğine kim inanır?
Dahası, hırsından kudurmuş olan emperyalist ve Siyonist burjuvazi, işgale karşı silahlı ve diğer direnişin Cenevre Konvansiyonu ve BM tarafından 10 Aralık 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde bile bir biçimde onaylanmış olduğunu, yani ezilen ve işgal altında tutulan bir halkın silahlı direniş hakkını savunmak için hiç de devrimci ya da komünist bir konumda olmanın gerekmediğini, bu hakkın pekâlâ burjuva demokrasisi çerçevesinde de meşruiyet taşıdığını unutmuştur.[3] Onlara göre; ezilen sınıflar ve halklar ve onların öncü güçleri silahsız olmalı ya da silahsızlanmalı/ silahsızlandırılmalı, ama işçi sınıfı ve halkları ezen gerici ve emperyalist burjuvazi her gün daha da büyüttüğü ve modernleştirdiği silahlı güç tekelini elinden asla ve asla bırakmamalıdır. Oysa, gerçek ve kalıcı barışa giden yol, sömürücü egemen sınıfların ve emperyalistlerin silahsızlandırılmasından, bir başka deyişle onların siyasal iktidarlarının devrilmesinden geçmektedir. Ezilen sınıfların ve halkların kapitalist-emperyalist teröre boyun eğmemesi, gerici egemen sınıflara karşı durması ve kendi kendini yönetme hakkı da içinde olmak üzere haklarını savunması ve özellikle silahlı direniş yolunu tutması; iliğine kadar çürümüş olan ve bir faşistleşme süreci yaşayan tekelci burjuvazi için hem kesinlikle dayanılamaz bir şeydir, hem de onun ödünü koparmaktadır. Varsın koparsın!
İlk bakışta şaşırtıcı gözükse de, 25 Haziran sonrasında yaşananlar, gerek tarih boyunca büyük acılar çekmiş olan Yahudi halkının ve gerekse Siyonist devleti yöneten savaş suçlularının ve teröristlerin kendi deneyimlerinden de pek bir şey öğrenmediklerini gösteriyor. Ne yazık ki, 1930’lardan ve özellikle 1948’den bu yana süren etnik arındırma, katliam, terör ve apartheid uygulamalarına rağmen –bir dizi stratejik ve tarihsel nedene bağlı olarak− Yahudi halkının büyük çoğunluğu, Siyonist burjuvazinin ‘farklı’ fraksiyonlarının Filistin halkına karşı uyguladığı baskıları desteklemektedir. (Geçerken bunda, dünya, Ortadoğu ve Filistin/ İsrail ölçeğinde komünist ve radikal devrimci hareketlerin alabildiğine zayıf ya da neredeyse tümüyle etkisiz oluşunun ve Filistin direnişine egemen olan grupların, sınıfsal karakterlerinden ve ideolojik-siyasal konumlarından kaynaklanan hatalı stratejik ve taktiksel yaklaşımlarının da belli bir rolü olduğunu belirtmek gerekir.) “Kendi” devletinin Filistin halkına karşı onyıllardır sürdürdüğü etnik arındırma vb. uygulamalarına ve komşu Arap ülkelerine karşı yürüttüğü militarizm ve yayılmacılık politikalarına karşı esas itibariyle sessiz kalması ya da pasif/ aktif destek sunması, zaten ötedenberi Avrupalılara özgü bir sömürgeci-ırkçı toplumsal psikolojiyle donanmış bulunan İsrail halkını daha da gericileştirmiş, daha da dejenere etmiştir. Yafa Stratejik İncelemeler Enstitüsü’nün Mart 2002’de yaptığı bir anket, İsrailli’lerin yüzde 46 ila 60’ının Filistin sorununun “sonal çözümü”nün sağlanması için Filistinli’lerin kitlesel olarak göçertilmesini desteklediklerini gösteriyordu. Ünlü anti-Siyonist yazar İsrail Şamir bu anketin sonuçlarını yorumlarken şöyle diyordu:
“Bu tür düşünceler 1938 yılında bile Nazi Almanyası’nda, şimdi Yahudi devletinde olduğu ölçüde yürekten destek bulmuyordu.”
Marks’ın, başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağı yolundaki saptaması, tüm yaşamı ve varlığı savaş, terör, etnik arındırma politikalarıyla belirlenmiş Siyonist devletin ve burjuvazinin ideolojik-siyasal önderliğini ne yazık ki sorgulamamış ya da sorgulayamamış olan İsrail halkı için fazlasıyla geçerlidir. Kendisini emperyalist Batı uygarlığının, Ortadoğu’nun “vahşi ve barbar” halklarına karşı ön cephede savaşan stratejik üssünün askerleri olarak algılayan, önemli bir bölümü Filistin topraklarının tümünün kendilerine Allah tarafından vadedilmiş olduğuna inanan[4], refahını Filistin halkının soyulmasına ve mülksüzleştirilmesine borçlu olan, silah zoruyla çalınan ve muhafaza edilen bu topraklarda kurulmuş olan Apartheid devletinde ve adeta sürekli bir savaş psikolojisi içinde yaşayan İsrail halkı gerçekten özgür olabilir mi?
Öte yandan, Filistin halkına karşı sürdürdüğü acımasız savaşım sürecinin derslerinden bir şeyler öğrendiğini varsayabileceğimiz Siyonist devletin ve onun dünya ölçeğinde ünlü istihbarat örgütlerinin de –farklı bir düzeyde ve kategoride de olsa− aynı öğrenme yeteneksizliğini paylaştığını görüyoruz. Bunun en çarpıcı belirtilerinden birisi, İsrail’in 25 Ocak 2006 seçimlerinden sonra HAMAS’a ve Filistin halkına karşı kokuşmuş ve işbirlikçiliğe yatkın Mahmut Abbas kliğini açıkça desteklemesi, bu klik aracılığıyla farklı Filistinli gruplar arasında bir iç savaş çıkarmak amacıyla sürtüşme ve çatışmaları körüklemesi ve bu amaçla geçtiğimiz Haziran ayında tüm dünyanın gözleri önünde Abbas kliğine çok miktarda silah vermesiydi.[5] Ehud Olmert 13 Haziran’da gazetecilere verdiği demeçte,
“Bunu zaman daraldığı ve Ebu Mazen’e (=Mahmut Abbas- G. A.) yardım etmemiz gerektiği için yaptım” diyecekti. Nitekim, daha Ocak ayından başlayarak Fatah ile HAMAS arasında tırmanan gerilim, daha sonraki aylarda İsrail ajanlarının kışkırtmalarının da etkisiyle silahlı çatışmaya dönüşecekti. Kısmen Batı Yakası’nda, ama esas olarak Gazze’de yaşanan ve yer yer ölümlere de yol açan bu çatışmalar, bir anlamda Filistin’de iktidarın kime ait olduğu ve olacağıyla ilgiliydi ve öyle olmaya devam edecektir. Ancak Filistin halkının sağduyusu, bu çatışmaların büyümesine izin vermedi. Bunda, İsrail zindanlarında yatan değişik örgütlerden (Fatah, HAMAS, İslami Cihat, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi) Filistinli’lerin hazırladıkları ve tarihe “Mahpuslar Belgesi” olarak geçen 11 Mayıs tarihli belgenin yayımlanması da önemli bir rol oynadı. Uzun süre devam eden müzakerelerden sonra Fatah ile HAMAS, 27 Haziran’da sözkonusu belge üzerinde anlaştılar. Bu belge, üstü örtülü bir biçimde de olsa İsrail’in varlığını tanıyor ve HAMAS ile Fatah arasında ortak bir komuta sistemi kurulmasını öngörüyordu. Böylece Siyonist saldırganın demagojik silahlarından biri etkisiz kılınıyor ve onun bir HAMAS-Fatah çatışmasına yol açma hevesi kursağında kalıyordu. İsrail işte bu koşullarda, yani bir Filistin iç savaşı çıkarma planlarının suya düştüğünün ortaya çıktığı anda Onbaşı Gilad Şalit’in kaçırılmasını bahane ederek Gazze’ye karşı saldırıya geçecekti.
Kaldı ki ortaya çıkan –Gazze’ye giren ve Gazze sınırına konuşlanan asker sayısının 3,000’i ve tank sayısının 100’ü bulması gibi− veriler İsrail’in, Şalit’in kaçırılmasından haftalar önce Gazze başta gelmek üzere Filistin topraklarına karşı yeni bir saldırının hazırlıklarını yaptığını gösteriyor. Dahası, İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesinin 30 Haziran tarihli bir haberine göre, İsrail Başsavcısı Menahem Mazuz, HAMAS üyesi bakan ve yetkililerin 29 Haziran Perşembe günü tutuklanmasının, haftalarca öncesinden planlandığını ve 28 Haziran Çarşamba günü kendisi tarafından onandığını belirtmek suretiyle bunu bir başka açıdan doğruluyor. Habere göre, Şin Bet şefi Yuval Diskin aynı gün gözaltına alınacak HAMAS yetkililerinin listesini Başbakan Ehud Olmert’e sunmuştu.
Demek oluyor ki, Gazze’ye karşı gerçekleştirilen saldırının boyutları ve arkaplanı, Siyonist şef Olmert’in “Bizim tek bir amacımız var; o da Şalit’i evine geri getirmek” yolundaki anlatımının düpedüz bir yalan, hem de kuyruklu bir yalan olduğunu ortaya koyuyor.
Esas konumuza dönecek ve bir kez daha yineleyecek olursak Siyonist şeflerin, Filistin halkının onyıllardır süren meşru direnişinin tarihsel deneyiminden bir parça da olsa bir şeyler öğrendikleri, bu düşmanlarını az çok tanıdıkları düşünülebilirdi; onların, siyasal bilinç ve olgunluk düzeyi yüksek olan Filistin halkının bu kaba ve ilkel taktiğin yaşama geçirilmesine izin vermeyeceğini, işgalci güçle işbirliği yapmaya yeltenen herhangi bir “Filistinli” gücün Filistin halkının desteğini kazanma şansının asla olmadığını bilmeleri umulurdu. Ama, öyle olmadığı görülüyor. Evet, bu baylar ve bayanlar 60 yıla yaklaşan işgale, Siyonist devletin bütün bu süre boyunca Filistin halkına karşı uyguladığı vahşet ve barbarlığa, bu halkın gündelik yaşamını cehenneme çeviren kısıtlamalara, “uluslararası toplum”un Filistin halkına karşı çevirdiği dolaplara[6] ve son yıllarda dünya işçi sınıfı ve halklarının siyasal bakımdan ileri kesimlerinin göreli ilgisizliğine vb. rağmen, Filistin gettolarında ve mülteci kamplarında ulusal direniş ruhunun gücünden ve canlılığından hiçbir şey yitirmediğini de görememiş ve anlayamamışlardır. Başbakan Olmert’in 26 Haziran’da yaptığı bir açıklamada, İsrailli onbaşının kaçırılmasından ötürü sadece HAMAS’ın yönettiği Filistin hükümetini değil, aynı zamanda Mahmut Abbas’ı da suçlamasından, onun yaşamından Abbas’ı da sorumlu göstermesinden de görülebileceği gibi sınırsız ihtirasları ve kudurmuş gericilikleri, Siyonist şeflerin beyinlerini kötürümleştirmekte, onların alabildiğine subjektif değerlendirmeler yapmalarına yol açmaktadır. Her halükârda Filistin halkı, bu son saldırıdan çok daha beterlerini görmüş, bir yandan ölülerini gömer ve yaralarını sararken, bir yandan da haklı kavgasını sürdürmüştür. Bu kez de öyle olacaktır.
Ancak, Filistin halkının ve devriminin kendine özgü koşulları dikkate alındığında, bu halkın kurtuluş davasının, tüm Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının demokrasi ve sosyalizm savaşımıyla çok sıkı ve kopmaz bağlara sahip olduğu görülecektir. Bu bağlamda, arkasında ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin tümünün kayıtsız-koşulsuz sayılabilecek desteğini bulan ve dünyanın en güçlü ordularından birine ve “kendi” halkının geniş kesimlerinin desteğine sahip olan Siyonist çete ile geçim kaynaklarına el konmak suretiyle ekonomisi felcedilmiş, önemli bir bölümü topraklarından kovularak mülteci konumuna mahkûm edilmiş, gerici Arap rejimleri tarafından yalnız bırakılmış ve hafif silahların ötesinde askeri donanım edinmesi engellenmiş olan Filistin halkı arasındaki kavganın son derece eşitsiz koşullarda yürütüldüğünün altı çizilmelidir. Bunun, Filistin halkının Siyonist işgalden sadece kendi çabalarıyla kurtulmasını son derece zorlaştırdığı, adeta olanaksız hale getirdiği gözardı edilemez.
Öte yandan, Siyonist devlet, tarihsel deneyimin de pek çok kez gösterdiği gibi, sadece Filistin halkını değil, tüm bölge işçi sınıfı ve halklarını hedef almakta ve özellikle içinde bulunduğumuz konjonktürde Irak, İran ve Suriye başta gelmek üzere bir dizi İslam ülkesine karşı yürütülen ve planlanan emperyalist haçlı seferinde çok önemli bir rol oynamaktadır. Bütün bu faktörler, Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının demokrasi, ulusal bağımsızlık ve sosyalizm savaşımının, Filistin halkının ulusal kurtuluş savaşımıyla etle tırnak gibi iç içe geçtiğini, Filistin kurtulmadan Ortadoğu’nun emperyalist boyunduruktan kurtulamayacağını ve ABD ve İsrail ile doğrudan ya da dolaylı bir işbirliği içinde bulunan “kendi” egemen sınıflarını devirmekle yükümlü olan Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının kapsamlı, aktif ve güçlü desteği olmadan da Filistin halkının Siyonist boyunduruğu kıramayacağını göstermektedir. Bu, bölge ülkelerindeki komünist ve devrimci öncü güçlerin, belki de tarihin görmüş olduğu en enternasyonalist ve devrimci “ulusal kurtuluş savaşı” olan Filistin direnişini, bölge işçi sınıfı ve halklarının demokrasi ve sosyalizm kavgasının organik bir parçası olarak algılaması ve kabul etmesi gerektiği anlamına gelir.
Sonsöz
Bitirirken Filistin direnişinin, 1960’lı yılların bitiminde doğmakta olan radikal Türkiye devrimci hareketinin üzerinde büyük bir etkisi olmuş olduğunu anımsatmak isterim. Siyonizme karşı Ocak 1965’te başlayan Filistin silahlı direnişi, tüm Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’de de zamanla büyük yankı bulmuştu. Dahası, 1960’lı yılların sonunda oluşan üç ana devrimci hareketin –THKO, TKP(M-L) ve THKP-C− lider ve kadrolarından birçoğu Suriye ve Lübnan’daki Filistin kamplarında askeri ve siyasal eğitim görmüş, değişik ulus ve milliyetlerden bir dizi Türkiyeli devrimci o yıllarda ve 1970’lerde Filistin halkıyla omuz omuza Siyonist saldırgana karşı çarpışmış ve bunlardan bir bölümü de şehit düşmüştü. Türkiye devrimci hareketinin ufkunun daralmasına ve bir anlamda içe kapanmasına bağlı olarak 1970’li yılların ikinci yarısında Filistin direnişine olan sempati ve yakınlık duygusu, bir ölçüde azalmakla birlikte hâlâ sürmekteydi. Eylül 1982’de İsrail’in yönlendirdiği Lübnanlı Falanjistler Sabra ve Şatila mülteci kamplarında binlerce Filistinli’yi katlettiklerinde Metris başta gelmek üzere bir dizi askeri cezaevinde siyasal tutsaklar, Filistinli yaralılara kan bağışında bulunmak için cezaevi yönetimlerine başvurmuşlardı. Peki ya şimdi? Eski halinin gölgesi bile sayılamayacak olan Türkiye devrimci hareketinin Filistin’de yaşanan trajediye ilgisinin düzeyi dergi ve gazete sayfalarını aşamıyor; yapılan sözde dayanışma eylemleri ise, hem sayı ve hem de katılım bakımından çok sınırlı ve “dostlar alışverişte görsün” misali eylemler. Bu durumu “utanç verici” olarak nitelemek, herhalde bir abartma sayılmaz. Ne yazık ki bu kara günlerde, yazgısı Türkiye ve Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının yazgısıyla iç içe olan Filistin halkının davasına sahip çıkmak, önemli bir bölümü bu dayanışma gösterilerinden siyasal rant sağlama ve oy potansiyelini arttırma peşinde olan Saadet Partisi gibi İslami renkli akımlara kalmıştır.
Ortadoğu ve özellikle Filistin-İsrail sorunu sözkonusu olduğunda uluslararası bağlamı hesaba katmadan yapılan tüm analiz ve değerlendirmeler eksik ve tek yanlı kalmaya mahkûm olacaktır. Zaten İsrail’in Gilad Şalit’in kaçırılmasından sonra savaş uçaklarını Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın konutunun üzerinden uçurması ve bu yazının kaleme alınması sırasında Lübnan Hizbullahı’nın bir İsrail devriyesine saldırarak 7 İsrail askerini öldürüp 2’sini tutsak almasının ardından Suriye ve İran’ı suçlayan Siyonistlerin Güney Lübnan’a girdiği yolundaki haberler de bunu doğruluyor. Sorunun bu yanını, bu yazının devamı niteliğinde olacak bir başka yazıda ele alacağım.
[1] Siyonist şefler, öteden beri Filistinli liderleri “barış için uygun bir partner olmamakla”, “terörist örgütlere karşı harekete geçmemekle”, “anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmemekle” suçlamışlardır. Dolayısıyla, Siyonistlerin yeni Filistin hükümetini, HAMAS’ın “İsrail’in varlığını kabul etmediği” ve “terörist bir örgüt olduğu” gerekçesiyle reddetmesi hiç de inandırıcı değildir. Yakın geçmişte, İsrail benzer gerekçelerle karargâhını bombaladığı ve daha sonra öldürdüğü Yaser Arafat’ın yanı sıra Mahmut Abbas’ı bile muhatap almayı reddetmiş ve onları da “terör eylemleri”nden sorumlu tutmuştu. Filistinli’lerle herhangi bir anlaşmaya varmayı asla düşünmeyen İsrail’in stratejisi, hep Filistin önderliğini felcetmek ve teslim almak, eğer olanaklıysa Filistinli gruplar arasında bir iç savaş kışkırtmak ve her halükârda kendi uzlaşmaz tutumunun yarattığı ortamdan yararlanmak suretiyle daha ve daha çok Filistin toprağı gasbetmek biçiminde özetlenebilir.
[2] Siyonistler, Ağustos 2005’de Gazze’den çekilmelerinden bu yana İsrail sivil hedeflerine 500’den fazla Kassam füzesi fırlatıldığını ileri sürüyorlar. İsrail’in üzerinde kıyamet kopardığı, fakat ancak Gazze yakınlarındaki küçük bir yerleşim birimi olan Sderot’a ulaşabilen bu ilkel füzeler son 5 yıl içinde topu topu 8 İsrailli’nin ölümüne yol açmış bulunuyor. Oysa BM yetkililerinin verdiği rakamlara göre Ağustos 2005’den bu yana İsrail, Filistinli sivil halkın yaşadığı bölgelere 7,000 ila 9,000 top mermisi atmış ve sadece Onbaşı Gilad Şalit’in kaçırıldığı tarihten önceki bir ay içinde −11’i çocuk olmak üzere− 49 Filistinli’yi öldürmüş ve 259’unu da yaralamıştı.
[3] İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Giriş bölümünde şöyle denmektedir:
“İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmak zorunda kalmaması için, insan haklarının bir hukuk düzeni ile korunmasının zorunlu olduğu,…” (Mehmet Genç, İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri, Bursa, Uludağ Üniversitesi, 1987, s. 239)
[4] İsrail Başbakanı Olmert 24 Mayıs’ta ABD Kongresi’ne hitap ederken şöyle diyordu:
“Ben halkımızın bu toprağın tümü üzerindeki ebedi ve tarihsel hakkına inandım ve hâlâ da inanıyorum.” (abç) Bu sözleriyle öncellerini doğrulayan Siyonist şef böylelikle “barış süreci” diye bir şey tanımadıklarını, sonal amaçlarının “bu toprağın tümü”nü ele geçirmek, yani Filistinli’leri sıkıştırılmış oldukları gettolardan ve bantustanlardan da sürmek olduğunu, onları anayurtlarından tümüyle göçertmek olduğunu kendi ağzıyla itiraf etmiş bulunuyor.
[5] 15 Haziran’da İsrail basını, hükümetin izniyle, Mahmut Abbas yanlısı “güvenlik” güçlerine, Ürdün üzerinden hafif silah ve mühimmat yardımı gönderildiğini yazdı. Haberlere göre silah ve mühimmat Ürdün’den İsrail ordusunun gözetimi altında Batı Şeria’daki Ramallah kentine götürülmüştü. İsrail, Ürdün ve Mısır arasında yapılan görüşmelerden sonra ABD tarafından Abbas kliğine sağlanan silah stoğu, 3,000 M-16 tüfeği ile bunlara ait 1 milyon adet mermiden oluşuyordu.
[6] ABD, AB, Rusya ve BM’den oluşan Dörtlü 30 Ocak’ta yayımladığı bildiride, kan ve irin içinde doğmuş ve tüm yaşamı şiddet ve militarizmle özdeşleşmiş olan Siyonist devlete yönelik tek bir söz etmezken HAMAS’ı ve Filistin halkını şöyle uyarıyordu:
“Gelecekte oluşacak Filistin hükümetinin bütün üyeleri; şiddeti dışlayan bir tutumu, İsrail’in tanınmasını ve yol haritası da içinde olmak üzere daha önceki anlaşma ve yükümlülükleri kabul edeceklerini taahhüt etmelidirler.”
Reuters’in 11 Nisan tarihli haberine göre, −ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin HAMAS’a oy verdikleri için Filistin halkını cezalandırma uygulamasına katılan− BM, HAMAS önderliğindeki Filistin hükümetinin kurulmasından kısa bir süre sonra, Filistinli bakanlarla ve HAMAS’ın üst düzey yetkilileriyle görüşmeme, ancak “operasyonel amaçlarla”, yani insani yardımların koordinasyonu amacıyla alt-düzey Filistinli yetkililerle ilişkileri sürdürme kararı almıştı.
ABD’nin zayıflamakta olmasından yararlanarak Ortadoğu’da eski nüfuzunu yeniden oluşturmayı kuran emperyalist Rusya’nın Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ise Şalit’in kaçırılmasını izleyen İsrail bombardımanı sırasında şu ikiyüzlü açıklamayı yapmakla yetinecekti:
“İsrail hükümetinin, yurttaşlarının yaşam ve güvenliklerini koruma hakkı ve görevi tartışma götürmez. Fakat bu, çok sayıda Filistinli’nin yaşamı pahasına ve sivil halk açısından vahim sonuçlar doğuracak devasa askeri vuruşlara başvurma yoluyla yapılmamalıdır.”