Ana SayfaGüncel YazılarCem Somel’in Kaypakkaya Anlatımı

Cem Somel’in Kaypakkaya Anlatımı

Sunuş

Aşağıdaki kısa metin, Cem Somel ile 21 Mart 2023’te Ankara’da Mülkiyeliler Birliğinde yapılan mülakatın gözden geçirilmiş hali.

Cem Somel, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisinde örgütlüyken gittiği Beyrut’ta TKP(ML)’ye katılma kararı verdi ve 1972 yaz aylarında Türkiye’ye döndü. Bir süre Kürecik’te kaldıktan sonra İstanbul’a geçti, Nisan 1973’te yakalandı. TKP(ML)’nin Koordinasyon Komitesi üyesiydi ve yargılamada iki numaralı sanıktı.

Somel, sorgudaki tutumunu etik bir değerlendirmeye tabi tutarak örgütlü politikadan uzaklaştı. Aynı davanın sanıklarından Ali Taşyapan’ın Duvarın İki Yakası’ndaki anlatımıyla;

“Derin çözülüşünün ardından mahkemede siyasal tavır takınma hakkını kendinde görmedi. Mahkeme sorgusunda Cem, tahliye yatırımı için düzene yaranıcı laflar etmedi, kara çalmaksızın geçmiş devrimci faaliyetlerini özetledi, siyasal bir savunmaya girmeksizin bazı hukuksal avantajlara atıf yaptı. ‘Mücadeleyi bıraktı ama dürüstlüğü bırakmadı.’”

***

Sıkıyönetim ilân edilmeden önce Bora Gözen beni gizli TİİKP’ye üye yaptı. Sıkıyönetimin ilanından sonra İstanbul’da TİİKP çalışması yapmağa başladım. Bir gün Doğu Perinçek beni Ankara’ya çağırdı. Ankara’da yanına vardım. Çin Komünist Partisi’nin Türkiye halkının temsilcisi olarak TİİKP’yi tanımış olduğunu müjdeledi. Beni TİİKP’nin Beicing’deki bürosunu kurmakla görevlendirdi. (O tarihte 21 yaşındaydım. İnandım.) Perinçek bana Şam’a gideceğimi, Şam’daki Çin Elçiliği’ne müracaat ettiğimde Çinlilerin beni Beicing’e ulaştıracaklarını söyledi.

Şam’a vardım. O sırada Cengiz Çandar sanırım tesadüfen geçici olarak Şam’da bulunuyordu. Ona görevimi söylediğimde şüpheyle karşıladı. Cengiz’in sonradan anlattığına göre, bir tarihte Perinçek Cengiz’e mektup göndererek Şam’daki Çin Elçiliğine gitmesini, elçilikten TİİKP’ye Türkiye’de dağıtmak üzere bilmem kaç sayıda Mao’nun özdeyiş kitabının (Küçük Kızıl Kitap) verileceğini bildirmiş. Cengiz Çandar kitapları teslim almak için elçiliğe gitmiş. Çinliler, öyle bir şey yok demiş… Bunlar ben oraya varmadan olmuş. Bu ve benzer bazı olaylar nedeniyle Cengiz benim görevlendirilme hikâyemi kuşkuyla karşıladı.

Cengiz, şüphesine rağmen ısrarım üzerine beni Çin Elçiliği’ne götürdü. Elçiliklerin bulunduğu El-Ekrad mahallesinde cadde üzerinde bir binaydı. Cengiz biraz ötede durdu. Kapıyı çaldım. Kapıyı, o zamanlar tüm Çinlilerin giydiği standart kıyafetli bir genç Çinli açtı. Kendisine derdimi anlattım: Benim TİİKP temsilcisi olarak Çin’e gideceğimi vs. vs.. Adam bir dakika bekleyin deyip kapıyı kapadı. Sonra daha yaşlı başka bir Çinli kapıyı açtı. “Yazışmalarımıza baktık, öyle bir talimat yok” dedi. Sonra bana “Neden Ankara’daki Çin Elçiliği’ne müracaat etmiyorsunuz?” diye sordu…

Oradan şaşkınlık içinde ayrılırken Cengiz, “gördün mü?” dedi… Bana Beyrut’taki TİİKP’li gruba katılmamı önerdi; belki askeri eğitim görebilirdim. Kabul ettim. Cengiz Çandar ile Şam’dan Beyrut’a geçtik. Filistinlilerin Burc el-Baracne mülteci mahallesinde bulunan TİİKP grubuna katıldım. TİİKP’li grupta sanırım yedi-sekiz kişiydik.

Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin mahallenin ortasında kurulmuş cephane deposunda ikamet ediyorduk. Silahlı nöbet tutarak depoyu koruyorduk.

Beyrut’taki TİİKP grubu, TİİKP yönetiminin geçmişte El-Fetih ile ilişki kurmağa çalıştığını, El-Fetih’in TİİKP ile ilişkiyi reddettiğini; bunun üzerine TİİKP’nin Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi ile ilişki kurduğunu, bu şekilde bu örgütün kamplarında askeri eğitimden istifade ettiğimizi öğrenmişti. TİİKP’li grup, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin Irak Devleti tarafından desteklenip beslendiğinin ve aslında Filistin direniş hareketinde bölücü bir rol oynadığının da farkındaydı.

Beyrut’taki TİİKP’li grup, bu deneyimler ve gözlemleri tartışa tartışa TİİKP yönetimine güvenini yitirdi. Henüz Ali Mercan Beyrut’a gelmeden önce, grupta hepimiz Türkiye’de doğru devrimci mücadeleyi İbrahim Kaypakkaya’nın yürüttüğü kanaatine varmıştık. İbrahim’in yazılarını görmemiştik ama onun Doğu’daki köylerde çalıştığını ve TİİKP’nin savunduğu programı uygulamağa çabaladığını biliyorduk. İbrahim köylerde çalışmakta deneyimliydi. Zaten sıkıyönetimden önce de Proleter Devrimci Aydınlık hareketinin (Beyaz Aydınlıkçıların) kırsaldaki legal çalışmalarını o yönetmişti.

Ali Mercan Beyrut’ta bize ulaştı ve İbrahim’in yazılarını getirdi. TİİKP’li gruba İbrahim’in kendisiyle çalışmak üzere Türkiye’ye dönme davetini iletti. Hatırladığım kadarıyla Kaypakkaya’nın üç yazısını okuduk. Daktiloda karbon kâğıtla birkaç kopya hâlinde yazılmış metinlerdi. Yazılar Kemalizm, Kürt sorunu gibi konuları işliyordu… Bugün Cumhuriyet tarihine ilişkin, tarihçilerin rahatlıkta eleştirel işleyebildiği birçok konu o zamanlar tabu idi. Devrimciler de bu konulara genelde Kemalist açıdan bakıyordu. İbrahim’in yazılarında bu konular gerçekçi ve eleştirel işleniyordu. Bu kadarını hatırlıyorum.

Böylece Türkiye’ye dönme seçeneği ortaya çıkmıştı. Bu, aramızda ihtilafa yol açtı. Arkadaşların çoğu, Türkiye’de tüm devrimcilerin yakalandığını veya öldürüldüğünü, yurtta devrimci mücadele yürütmenin koşullarının kalmadığını, Lenin gibi yurt dışında mücadele yürütmemiz gerektiğini öne sürdüler. Sonunda gruptan ben dâhil üç kişi, Ali Mercan’la birlikte Türkiye’ye dönmeğe karar verdik. Ötekiler Beyrut’ta kaldı.

Biz dört kişi Türkiye’ye döndük. İbrahim ile Antep’te havuzlu bir çay bahçesinde buluşup görüştük.

Antep’ten Malatya’ya gittim, Kürecik’te köylerde çalışma yapan Ali Taşyapan’a katıldım. Geceleri köyden köye geçiyor, gündüzleri saklanıyorduk. Şehir çocuğu olduğum, üstelik gözlerim de iyi görmediği için geceleri dağda dolaşmakta zorlanıyordum. Günün birinde sarılığa yakalandığımı anladım. Ali ile, benim şehre dönmemin doğru olacağına karar verdik. İstanbul’a gittim.

İstanbul’da arkadaşlarımı buldum. Üsküdar’ın kenar semtlerinde kalıyorduk. Perhiz ederek iyileştim.

Bir konuşmamızda İbrahim’in, muhtar olayını kast ederek, “Yakalanmamam lazım, yakalanırsam idam edilirim” dediğini hatırlıyorum.

Hatırladığım başka bir sohbette İbrahim, bir öğretmeninin, devletin Güneş Dil Teorisi’ni geliştirme programı çerçevesinde “hoca” ve “duhuliye” kelimelerinin öz Türkçe olduğunu tespit etmekle görevlendirildiğini anlattığını söyledi. Öğretmeni “hoca” kelimesinin Türkçe “koca” kelimesinden dönüşümle ortaya çıktığını saptamış. “Duhuliye” kelimesine gelince bunun da “dıhılmak” (tıkılmak) fiilinden türetilmiş olduğunu öne sürmüş. Tabii gülmüştük.

Bu konuşmanın nerede geçtiğinden şimdi emin değilim. Sanki konuşma ben Kürecik’ten İstanbul’a vardıktan sonra, Ümraniye’de kaldığımız bir evde oldu gibime geliyor. Ama çok daha önce, İstanbul’da Proleter Devrimci Aydınlık’ın bürosunda da olmuş olabilir.

İbrahim, çok zeki, güler yüzlü, arkadaş canlısı bir insandı.

Sonunda bir gece Muzaffer Oruçoğlu ile kaldığımız evi polisler kuşattı. Megafonla teslim ol çağrısı yaptılar. Evde bir tabanca vardı. Teslim olma ya da silahı kullanma konusunda tereddüt yaşadık. Kararı Muzaffer’e bıraktım. Teslim olduk.

Doğrudan MİT’e götürdüler. Gözlerimi bağladıklarından nerede olduğunu görmedim. Harbiye’de Birinci Ordu Komutanlığı’nda olduğunu sonradan öğrendim. Orada işkenceyle ifade alma sürecinde bana bir ara Muzaffer’i bileklerinden asılıyken gösterdiler.

Ben bir süre sonra çözüldüm. Sorgucular çeşitli yollarla beni etkilemeye çalıştı. Ailemi bana hatırlatıyorlardı.

Muhtemelen beni etkileyeceğine kani oldukları bir-iki kitap verdiler. Biri Attila İlhan’ın Hangi Sol’uydu. Bir başkasının Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun Ordu ve Politika’sı olduğunu hatırlıyorum.

MİT’in hücrelerinden sonra bir süre, hangar gibi bir yapının içinde kurulmuş, her birine tek bir yatağın ancak sığdığı, bitişik inşa edilmiş daracık hücrelerden oluşan bir nezarethanede tutuldum. Her hücrenin tavanında küçük bir madeni ızgaralı pencere vardı ve hücrelerin tavanının üzerinde bir silahlı asker dolaşıyor, ızgaralı pencerelerden tutukluları gözetliyordu. Hücrede gece gündüz ışık yanıyordu. Tuvalete gitmek gerektiğinde bunu bir şekilde bildiriyorduk, bir asker hücreden çıkarıp tuvalete götürüyordu. Anladığım kadarıyla burası da Birinci Ordu Komutanlığındaydı. Cumhuriyetin ilanının 50. yılı idi. Nezarethanede radyoda o yıldönümü münasebetiyle bestelenmiş marş çalınıyordu: “Müjdeler var yurdumun toprağına taşına…”

Buradan sonra beni Kasımpaşa’daki Donanma Komutanlığı Askeri Cezaevine götürdüler. Koğuşumda çeşitli devrimci örgütlerden tutuklu subaylar vardı.

Kasımpaşa’dan sonra Selimiye Kışlasındaki askeri cezaevine götürüldüm. Bir tepede inşa edilmiş olan kışlanın çepeçevre temellerini oluşturan çok kalın taş duvarların içinde, eskiden at ahırları olduğu söylenen loş koğuşlarda tutuluyorduk. Yaklaşık kırk kişilik koğuşlardı. Tüm devrimci örgütlerden yargılanmakta olan tutuklular vardı. Havalandırmaya çıktığımızda diğer koğuşlardaki arkadaşlarla görüşebiliyorduk. Mahkeme salonları da Selimiye Kışlasında idi. Bizim TİKKO davasının yargılaması sürüyordu.

Sanıyorum buradayken, başka bir koğuşta kalan Muzaffer Oruçoğlu’na havalandırmada, baskına uğradığımız evde neden direnmeyi seçmeyip teslim olduğumuzu sordum. Evde bizden başka, bir yoldaşımızın kardeşi vardı; Muzaffer ona zarar gelmesini istemediği için teslim olmayı seçtiğini söyledi. Yine bir keresinde havalandırmada, 1968-1970 yıllarında sıkı arkadaşlık ettiğim Nail Satlıgan ile karşılaştım. Hatırladığım kadarıyla Nail TİİKP davasında yargılanıyordu. Nail, Doğu Perinçek’in, İbrahim’in hareketine katılmamdan ötürü bana kızdığını söyledi.

Bu sıralarda babam geldi. Babam Almanya’da başkonsolostu o sıralar ve beni babamla Birinci Ordu komutanı Faik Türün’ün odasında görüştürdüler. Ona sağ olduğumu gösterdiler. Babam perişandı tabii.

Daha sonra diğer tutuklular gibi Selimiye Kışlasındaki cezaevinin yüksek bir kattaki kısmına çıkma sıram geldi. Burası da kalabalıktı. Koğuşlarda dışarıyı gören pencereler vardı, aydınlıktı. Yılmaz Güney bu koğuşlardan birinde kalıyordu. Kendisini koridorda görüyordum. Bir defa koğuşun bulaşığını tuvaletteki muslukta yıkama sırası bendeyken Yılmaz Güney’i de kendi koğuşunun bulaşığını yıkarken gördüm.

Yargılama sürüyordu. Selimiye’den Kartal Maltepe’de İkinci Zırhlı Tugay’daki cezaevine götürüldüm. Burada Ertuğrul Kürkçü ile tanıştım. Bizim davadan da Ali Taşyapan ve başka arkadaşlar da vardı.

İkinci Zırhlı Tugay’daki cezaevi komutanının biz devrimci tutuklulara belirli bir sempati ile baktığı kanısına vardığımızı hatırlıyorum.

İki buçuk yıl yani 30 ay hapislikten sonra Ecevit hükümetinin çıkardığı genel af ile birçok kişi tahliye oldu. Savcının “feri fail” olarak benim için talep ettiği hapis cezasını, affın süre indirimi artı 30 aylık yatmışlığım aştığından, beni de tahliye ettiler.

Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndan devrimci arkadaşlarımı sevgi ve saygıyla hatırlarım.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar