Ana SayfaKürsüİbrahim Kaypakkaya Yaşasaydı

İbrahim Kaypakkaya Yaşasaydı

Sunuş

“Kaypakkaya be o!”

“Çok mu korkuyor! Yok be hocam, korkunun hani zerresi yok. Sıkıntı tamam. Ama durumu son derece normal görüyorum. Sanki bu benim normal işimmiş gibi. Hocam, öyle bir duygulanım içindeyim. Böyle bir şey olabilir mi ya? İnsan böyle bir durumda öyle hisseder mi? Sanki kırk yıllık işimmiş gibi. Hani ne bileyim bir amele… çok ağır işte çalışan bir amele gibi. Bezer canından, yorulur, nefes nefese kalır, bir yerleri acır ama korkmaz, niye korkacak, bu onun işidir çünkü. Böyle bir şey olabilir mi? Oradan anlıyorum ki, bu rüya gibi bir şey. Böyle bir şey olmamış. Veya ben yaşamamışım. Sadece onları gördüğümde bana olur mu, bir daha bunun aynısını ben kendim yaşar mıyım, diye korkuyorum. Korku, o geçtikten sonra bende oluyor yani. Yoksa başka bir şey değil.”

“Gülümsemeye çalıştım.

“Adam işini yapıyor demek. İşi buysa neden korksun, doğru…” (s. 143)

Devletin eline geçmiş Kaypakkaya’yı reenkarne olarak yaşayan kahramanına Kaypakkaya’nın iç dünyasını böyle anlattırıyor Kaan Arslanoğlu romanında.

Kapağında İbrahim Kaypakkaya’nın Mustafa Kemal ve Enver Paşa ile resmedildiği bir roman Reenkarnasyon Kulübü.

“İbrahim’i buldum, ötekileri de bulur muyum? İbo’yu yazsam nasıl yazardım yeniden? Ben öyle yazınca o da değişir miydi yazdığım yönde?” (s. 159) diyor Arslanoğlu.

Kaypakkaya’yı konu ederek önemli bir sorgulama yapıyor Arslanoğlu: “Ve İbo bu puştluklardan habersizdi, safı safına girdi savaşa ve girer girmez kaybetti. Ve acaba öyle miydi? Ve acaba asıl muradı bunu anlamak mıydı rüyamın? Puştluk etmeden başarmak olanaksızsa, ki öyle görünüyordu, buradaki ölçümüz, sınırımız ne olmalıydı? İbo bana bir ipucu verebilir miydi o manada?” (s. 197)

Kaypakkaya’yı yaşayan roman kişisi konuşuyor: “Benim etrafımda bir jelatin zar var sanki. Beni herkesten farklı kılıyor bu. [] Sadece onlardan farklı olduğum manasına değil. Beni acılardan da koruyor o zar. Sadece kendi acılarımdan ama. Ben her şeye katlanabilirim, ama başkalarının maruz kaldıkları, o zarı geçiyor. Acı çeken her varlık içimi acıtıyor.” (s. 208)

Anlatıyor Arslanoğlu yaşanan açmazı ya da aykırılığı:

“Şu anda çevremdeki insanlar, kimi keyifli, kimi düşünceli, gündelik yaşamları içinde kendilerince anlamlı bir hayat yaşayan, bazen bunalıma düşüp o anlamı sorgulayan, ama dikine bir anlamı kesinkes gündemlerine sokmayan… [] Belki doğa düşkünüdürler. Belki de solcudurlar hatta. Bir bakıma yakınlar bana, bir bakıma ne kadar çok uzak. [] Konuştuklarımızla çevremizde konuşulanlar arasındaki zıtlık komik miydi demeliyim, yoksa acı verici mi? [] Ne yazık ki hangi kesimden, hangi semtten, hangi sınıftan insanlar arasında otursak, sonuç değişmeyecekti…

“Benimse karşımda İbo!” (s. 209-210)

Arslanoğlu’nun biz Kaypakkayacıların katılmayacağı görüşleri var; ama olsun, şu söz bile yeter bizim için:

“Kaypakkaya be o, Kaypakkaya, nasıl bilmez!” (s. 215)

*

Kaan Arslanoğlu’ndan Kaypakkaya üzerine yazmasını rica ettik. Ne düşünüyorsa onu yazacaktı elbette.

Reenkarnasyon Kulübü’ne dikkatimizi çeken Verba Yayınları editörü Faruk Temizaltın’a teşekkür ederiz.

– Reenkarnasyon Kulübü, İthaki Yay., İstanbul 2011.

***

İBRAHİM KAYPAKKAYA YAŞASAYDI?

“Reenkarnasyon Kulübü” adlı romanımda ülkeye damga vurmuş birkaç şahsiyeti ele aldım. Konu Mustafa Kemal Atatürk, Enver Paşa, Mustafa Suphi ve İbrahim Kaypakkaya çevresinde gelişiyordu. Daha doğrusu bu insanların ruhları şimdiki Türkiye’de beden bulsa nasıl kişilikler olarak karşımıza çıkabilirdi? Kitabın kapağından ötekilerin yanında İbrahim Kaypakkaya’nın da gölgesi bakıyordu. Zaten benden bu konuda görüş istenmesine vesile olan da bu kitaptır.

Kaypakkaya Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ile birlikte 68 dönemi radikal devrimciliğinin üç büyük simgesinden biridir. Öteki ikisinin yanında adı çok daha az bilinen, çok daha az tanınan…

Bu niye böyle? O niye çok daha az tanınmakta, daha az anılmakta? Bunu incelediğimizde ötekilerden farklarını da görürüz.

Mahir Çayan ve arkadaşları ülkede daha çok Latin Amerika tarzı bir devrimi savunuyordu. Sovyetler’e karşı eleştireldiler, mesafeliydiler, ama yine de aynı blokta yer alıyorlardı. Mustafa Kemal’in Kurtuluş savaşını devrim olarak görüyorlardı ve yozlaşmış, Amerikancılaşmış Kemalizm’e ve sağa karşı ikinci bir kurtuluş savaşı verme iddiaları vardı. Daha çok şehir gerillasına dayanarak. Deniz Gezmiş ve arkadaşları “halk savaşı”nı daha ön plana çıkarmakla birlikte aşağı yukarı aynı görüşteydiler. Teoriye pek fazla önem vermez görünümdeydiler. Her iki kanat da Marksizm, Leninizm, Kemalizm ve zamanın güncel devrimci sol kuramlarının basit bir karmasından oluşan teorik çizgideydi.

İbrahim Kaypakkaya ise büyük oranda Çin devrimini ve kırlardan, köylerden şehirlere yolunu benimsemişti. Alın işte farklı olmanın iki temel nedeni. Sovyet bloğuna karşı Çin tercihi, şehir yerine köy tercihi. Onun yeterince tanınmamasının, hatta ona soğuk bakılmasının birçok nedeninden öne çıkan ikisi. Bir başkası Kemalizm’e daha o dönemde en sert tavır alan hareket olması. Bunun olumlu yanları da vardı ama olumsuz yanları bence ağır bastı. Faydacı açıdan ise ötekilerin kazandığı popülist destekten mahrum bıraktı.

Ben 76-82 döneminde “Halkın” ile başlayan gruplardan önce Çayan’ın geleneğinden gelenlerle, sonra da Gezmiş’in geleneğinden gelenlerle yakın oldum. Ancak o dönemde ben ve arkadaşlarım Kaypakkaya’yı iyi bilir, sayar ve severdik. Özellikle onun kahramanlığı, işkencede direnişi aramızda destan gibiydi. Sanmıyorum ki Kaypakkaya “Halkın” ile başlamayan hareketler içinde bu kadar biliniyordu ve ondan gıptayla bahsediliyordu.

Ancak o dönem bile onun tuttuğu yolu teorik olarak doğru bulmazdık. Niye? Nedenlerden birisi: O ve onun izinden giden, bazılarını bire bir tanıdığımız insanlar büyük çoğunluğu itibariyle güzel insanlardı, yiğittiler; ama bize göre gereğinden çok fazla şiddet peşindeydiler. Bizim hareketler de şiddeti ilke olarak reddeden hareketler değildi, hatta sık sık bu yola başvurulurdu. Ancak kuramsal olarak şiddetin öncü rol oynayamayacağı, birçok bakımdan sakıncalı olduğu, ancak zorunlu durumlarda başvurulabileceği savunulurdu. Bu ilkeye sadık kalındı mı? Hayır. Onlarda da gereksiz ve aşırı şiddet yolu pratikte nadir sayılamayacak oranda tutuldu. Ancak bu konuda Kaypakkaya çizgisindeki arkadaşlar çok daha aşırıydı ve birçoğu daha o dönemde çatışmalarda hayatını kaybetti.

Geriye baktığımızda, İbrahim Kaypakkaya’nın ölümüne de gereksiz şiddetin, zararlı şiddetin yol açtığını biliyoruz. Ne var ki bu benim değerlendirmem. Genel olarak solda ve genel olarak devrimciler arasında o dönem, sonrasındaki geçmişte ve hatta bugün, onun daha az benimsenmesinin nedeni bu değildir. Maşallah bizim solda hastalıklı bir şiddet aşkı hep oldu ve şimdi de devam etmekte. Tabii ki “solcuların” büyük çoğunluğu için sadece oturduğu yerden. Öyle ki, ki kitle katliamlarına kadar giden sözde “sol” şiddet bile kınanmıyor, açık veya gizli alkışlanıyor. O ayrı konu. Ben bugünden (uzun zamandır) baktığımda bu yolun sola hiçbir zaman başarı getirmediğini, aksine sürekli hezimet yarattığını görebiliyorum. Üstelik sadece bu şiddet aşkı bile solu sol olmaktan çıkarıyor, halk çizgisinden uzaklaştırıyor. Etik ve felsefi yanı ise ayrı bir korkunç yara. Oralara çok uzayacağı için girmiyorum.

Dedik ki, Kaypakkaya’nın genel olarak solda yeterince tanınmamasının, ötekiler kadar sevilmemesinin bir nedeni Sovyet-Çin saflaşması ve Kaypakkaya’nın bu saflaşmada Sovyetler’e soğuk bakmasıdır. Evet, başka bir neden de onun kır, köy tercihidir. Daha Doğu’ya gitmeden önce Batı’daki köylerde anket ve saha çalışmaları yaparak bu yöndeki kararını pekiştirdi. Kaypakkaya ve izinden gidenler köy tercihleri nedeniyle kırsal kesimden gelen, özellikle Dersim yöresinden (Dersim’i sadece Tunceli olarak değil, çevre illeri kapsayan geniş bir Zaza coğrafyası olarak kullanıyorum) hayli militan ve sempatizan kazandılar. Gerçi şaşılacak şekilde şehirlerin hayli zengin burjuva ailelerinin çocuklarından da önemli sayıda eleman kazandılar. Ancak yine de öteki hareketler açık ara daha şehirliydi. Küçük burjuva ailelerinin öğrenci çocukları ana kaynaklarıydı öbürlerinin. Sonrasında yoğun olmasa da şehir işçilerinden, esnafından da yandaşlar kazandılar. İşte bu genel sol, devrimci kitleye köy, kırsal, Dersim tercihi pek sıcak gelmiyordu.

Peki bu yeğleme, kır, köy, Dersim yeğlemesi doğru muydu? Bizim solumuz ne yazık ki bazı zayıf kalan özgünlük gayretlerine karşın şablonculuktan kurtulamıyor. Kaypakkaya’nın yolu da büyük ölçüde Çin ve Uzak Doğu şablonuydu. Ülkenin (feodalliği baskın) yarı-feodal bir ülke olarak değerlendirilmesi? O gün için, Doğu için doğru gibi görünüyor. Sadece gibi. Aradan daha 50 yıl bile geçmedi. Ülke ekonomisinin, ülke çalışanlarının kaçta kaçı feodal ilişkiler içinde? Biz de yanılmıştık o zaman, öngörülerimiz yanlış çıktı.

Hadi feodal diyelim. Burası Çin, Vietnam, Kamboçya kırsalı mı? İnsan aynı insan mı? Devrim ateşini yakınca yüz binler peşinizden mi gelecekti? Ne büyük yanılgılar… Ne değerler ne hayallerle heba oldu. Kaldı ki şiddete tekrar geliyoruz. Zorla güzelliğin sonucu ne oldu, ne oldu şimdi o Çin, o Kamboçya? Nerede sosyalizm? İnsanı hiç tanımadan insanı değiştirmeye kalkmışız.

Peki 68 kuşağının bu üç önemli figürü başarabilirler miydi her şeye rağmen? Binde bir ihtimal. Diyeceklerdir ki, aynı bölgede, yine şiddet yöntemiyle PKK başardı! PKK neyi başardı? Tam bir fiyaskodur onlar ve onlara yandaş sol açısından. Yüz binin üstünde insan kaybı, bitmeyen bir savaş, on binlerce masum kurbanın dağlara sığmayan ahı! Kaypakkaya “patron ağa devleti”ne savaş açmıştı. PKK ise ilk döneminde devletten örtülü örtüsüz destek gördü. Birçok ağa ve patron onu finanse etti, ona omuz verdi. Bu patron ağa dayılığı devam etmekte. Sonra onu Suriye himaye etti. 1990’dan itibaren de Amerikan ordusunun korumasında. Avrupa devletlerinin yakın himayesinde. Buna başarı desek bile bu Kaypakkaya’nın kesinlikle ona karşı savaşacağı bir başarıdır.

İbrahim Kaypakkaya şimdi yaşasaydı? Karakteri büyük ölçüde yine benzer çıkacaktı. Ancak büyük olasılıkla bambaşka bir yol yeğleyecekti. Ya da değişen zaman ve koşullar onu kendi yaşamında bile birbiriyle çelişen seçimlere zorlayacaktı, ama doğru, ama yanlış… Mutlak doğru diye bir şey zaten yoktur.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar