Tel Aviv’de yapılan bir sokak röportajında mikrofon uzatılan genç İsrailli kadın şöyle diyordu: “Birçok ülke başka ülkeleri işgal etti, onları yerinden etti. Ama sadece İsrail’in yaptığı eleştiriliyor. Bu antisemitizmdir.” Genç İsrailli kadın antisemitizme karşı İsrail’in sömürgeleştirme hakkının meşruiyetini elde etme mücadelesi veriyor!
İsrail, ABD ve Avrupa devletlerinin en azgın temsilcileri ve medyaları, İsrail’in 70 yıldır süregelen sömürgeci faaliyetlerine, işkencelerine, katliamlarına, apartheid rejimine ve son olarak Gazze’deki katliamına karşı çıkmanın antisemitizm olduğunu söylüyor. İnsan, bu derece bayağı bir söylemin alıcısı olmayacağına, bunun cevap vermeye bile değer görülmeyeceğine, aksine bu tür söylemlerin Batı’nın yalanlar ve çıkarlar üzerine kurulu değerler sistemini ayyuka çıkaracağına inanmak istiyor. Fakat öyle olmuyor. Antisemitizm kavramı başarıyla araçsallaştırılıyor. İsrail ve Batı devletleri, kendileriyle saf tutanlara konumlarını ilkelerle süsleyerek göğüslerini gere gere savunma araçları sağlıyor, Filistin gündeminde egemenlere teslim olmayan birçok insanı ise antisemitizm suçlamalarına cevap vermek zorunda bırakıyor ve Filistin davasını ikincilleştiriyor.
İş gülünç noktalara varıyor, Fransa’da Assemblée National’in eski başkanı Yaël Braun-Pivet’in İsrail’e destek gezisini eleştiren Jean-Luc Mélenchon “Katliamı teşvik etmek için Tel Aviv’e kamp kuruluyor” dediği için antisemitizmle suçlanıyor. Meğer “kamp” kelimesi Nazi kamplarını akla getiriyormuş…
Eski başbakan Dominique de Villepin, Fransız medyasının Filistin gündemini objektif habercilik değerleriyle ele almadığı çünkü büyük medya sermayesinin baskısı altında hareket ettiğini söylediği için “gizli” antisemitizmle suçlanıyor. Meğer, patronların Yahudi olduğu ima ediliyor ve “para sahibi Yahudi” önyargısı terkrarlanıyormuş.
*
“Sol’un Antisemitizmi” başlıklı satırların yazarı Meriç Gök adındaki kişinin bu yaygın araçsallaştırma politikasından haberi olmayabilir mi? Bilakis, bu kişi açıkça araçsallaştıranların safında ve içinde yer alıyor. Bu kişi, bize, sömürgecilik ve katliam üzerine kurulu İsrail devletinin varlığının sorgulanmasını yasaklamak istiyor. Meriç Gök adlı kişinin tarafı ve sözü belli: İsrail sömürgecidir demek yanlıştır. Bu kişiye göre, Hamas’ın 7 Ekim’de yaptığı, “1945’ten beri en büyük Yahudi katliamı”, İsrail’inki ise Filistin halkına karşı İsrail iktidarınca yürütülen politikalarmış.
Önce antisemitizmi arı Yahudi nefretiyle motive olan, siviller dahil bütün Yahudilere karşı bir tutum olarak ortaya koyuyor Meriç Gök adlı kişi, fakat sonra sol’un antisemitizmine örnek olarak İsrail devletini ve askerini ya da devrimci önder Mahir Çayan ve yoldaşlarının yaptığı gibi diplomatik/politik temsilcilerini hedef alan eylemlerini veriyor. Ezilenlerden yana olanların, Solcuların düşmanı olan bu kişi, açıkça, sivil Yahudi halkına değil, İsrail devletine bir zarar gelmesin istiyor. İsrail askerinin ayağına taş değmemesi için kutsallarına yakarıyor; Siyonist düşmanı gebertenlere lanet okuyor. Yazıda antisemitizmin, tarihsel analizi ve güç ilişkilerinin analizini dışarıda bırakarak, hem politik hem ahlâkî hem düşünsel açıdan son derece sorumsuz bir şekilde ele alınması, bu satırları kaleme alan kişinin kendini teslim etmiş bir taraftar olmasından başka bir ihtimalin olmadığını gösteriyor.
*
Sartre’ın “Antisemitizm bir Yahudi sorunu değil, bizim bir sorunumuzdur” cümlesinin söylendiği dünya ile bugünkü dünya, o zamanki Yahudi sorunu ile bugünkü Yahudi sorunu bir midir? Yahudilerin ezildiği, katledildiği ve ezenlerine (Nazi Almanya’sı ve onun uydu devletlerine) yönelik her türlü direnişlerinin meşru olduğu bir tablonun sıcaklığını koruduğu bir dönemle, İsrail’in en güçlü ülkelerin desteğine ve güçlü bir ordu ve ekonomiye sahip bir ülke olarak var olduğu, ABD ve Avrupa’da İsrail vatandaşlarının ve Yahudilerin güvenliğinin devletler tarafından garanti edildiği bir dönem aynı mıdır?
Tahakküm ilişkilerini ele alırken devletleri ve büyük güçler arası ilişkileri görmezden gelen, tahakkümü ikili ilişkilerde arayan kör yaklaşım, bugün Batı’da genelde Müslüman kişiler tarafından Yahudilere yönelik söylemsel saldırılardan meydana gelen ve Batılı devletler tarafından anında katı biçimde cezalandırılan antisemitik faaliyetlerin ciddiyetini İkinci Dünya Savaşındaki pogromların ciddiyetiyle kıyaslıyor.
Moda olan “tahakküm her yerde” ezberini tekrarlayıp duranların ne diyeceğini önemsemeden söyleyelim: Bugün dünyada antisemitizm diye yakıcı bir sorun yoktur.
Bugünün antisemitizmi (kimi akılsız ya da antisemitik Müslümanların sözlü veya fiziksel saldırıları), bırakalım İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin maruz kaldığı antisemitizmin ya da bugün Filistinlilerin yaşadıklarının yanına yaklaşamamayı, örneğin Fransa’daki Arap ve Müslümanların maruz kaldığı ırkçılık ve devlet baskısının yanına bile yaklaşamaz.
Tarihsel analiz ve güç ilişkileri analizi olmadan toplumsal analiz bir hiçtir. Bu nosyonları kaybeden, gerçek sorunlara söylemsel çözümler üretmeye çalışır. 80 yıl öncesinin sorununu bugünde arar, bugünün sorununun çözümünü dünde arar. Ayrımlar yapmayı, karmaşık ve kapsamlı bir akıl yürütmeyi beceremez. Dünyanın en yakıcı sorunları hakkında genel kalıplarını uygulamaya çalışır; farklı, somut ve özel hiçbir açıklama getiremez.
Evet, çarpıcı gerçek şudur: 80 yıl önce tarihin en büyük aşağılamalarından birine maruz kalmış bir halkı siyasi olarak temsil etme iddiasında olan bir devlet dünyanın en büyük katliam ve sömürge politikalarından birini yürütmektedir bugün. Yahudilerin 80 yıl önce maruz kaldığı aşağılama ve soykırım, bugün İsrail devletinin yürüttüğü soykırım politikalarına meze yapılmaktadır. Dün ile bugün, gerçek devletli güç ile hatıra ve söylem arasındaki farkı ayırt edemeyen Meriç Gök, Gazze’de yaşanan katliam ve yerinden ettirmeye soykırım adını bile layık görmüyor, soykırım terimini kıskançlıkla Yahudiler için saklı tutuyor; hayır, biricik önemde olan Yahudilerin yaşadığıdır, onların hatırasını canlı tutalım, Gazze önemli değil diyor.
Siyonistlere yaltaklanan bu kişi, anlaşılan, 7 Ekim operasyonunu da Sartre’ın antisemitizm tanımı içinde ele alıyor.
Sartre şöyle diyor: “Bir kişi, yurdunun mutsuzluğundan ya da kendi özel talihsizliğinden toplumdaki Yahudi elemanları sorumlu tutar, bu kötülükleri ortadan kaldırmak için Yahudilerin bazı haklarını kısmak, onları kimi ekonomik ve sosyal görevlerin dışında bırakmak; yurttan kovmak ya da büsbütün yok etmek gerektiği düşüncesini savunursa, o kişinin antisemitçe ‘görüşler’ beslediği söylenir… [O] bir görüş değildir; o, bir deneyim değildir ve o, tarihsel gerçeklere dayanmaz.” Sartre, “Antisemitizm”in insanları yok etmeyi amaçladığı ve tartışmalarda ele alınabilecek bir değeri ifade etmediği için bir “görüş” sayılamayacağını, fakat her şeyden önce onun bir nefret duygusu, bir tutku olduğunu vurgular.
Hamas ve diğer devrimci örgütler hiçbir sebep yokken, safi Yahudi nefretiyle Yahudileri yok etmek mi istiyor? Bu, okuyucunun aklıyla ve tarih bilgisiyle dalga geçmekten başka hiçbir şey değildir. Filistinlilerin İsrail’e saldırmak için (ya da İsrail yanlısı devlet ve medyanın kullandığı bir terimi ters çevirelim, İsrail’e karşı kendini korumak için) sonsuzca gerçek sebebi var. 1945 ve yazan kişinin 1945’ten beri en büyük Yahudi katliamı dediği şey arasındaki dönemde sayısızca Filistinli en az bu kadar katliam, işkence, tecavüz, aşağılama, mülksüzleştirme ve zorunlu göç yaşamıştır. Fakat bu açık gerçeğe ek olarak, birçoğumuzun önyargılarını kıracak şekilde, Hamas ve diğer devrimci örgütler, 7 Ekim günü ne yaptılarsa, gayet rasyonel bir mantıkla, asıl olarak Filistin davasını politikleştirmek ve dünya gündemine getirmek, asker öldürmek ve mahpus değişiminde kullanmak üzere esir almak için yapmışlardır.
Eğer sivil ölümü ilkesel olarak reddedilecekse bugüne kadar yürütülmüş olan bütün sömürge karşıtı hareketlerin de reddedilmesi gerekir. (Bu sözün, bu anti-solcu Siyonist yazıya sayfalarını açan Yeni Yaşam gazetesine olduğunu belirtmek gerekiyor.) Bunun yanında, resimlenmiş bir iki örnek dışında (ki bunlar da verili kabul edilmemelidir), operasyonu gerçekleştiren devrimci örgütlerin militanlarının sistematik olarak davalarından başkaca işlerin peşinde koştuklarına, sistematik tecavüz ve çocuk katliamı yaptıklarına dair hiçbir sağlam gösterge bulunmamaktadır.
Yeri gelmişken belirtmeliyiz; söz konusu tecavüz iddialarını feminist “kadının beyanı” çerçevesinde ele alanlar yukarıda bahsettiğimiz güç ilişkilerine ve egemenlerin yakın tarihine kör olan yaklaşımları örneklemektedir. Bu konjonktürde bu ilkeyi devreye sokmak, açıkça dünyanın makro düzlemde nasıl işlediğine, yakın tarihe, ABD ve İsrail’in yalanlarının “dünya kamuoyu” tarafından defalarca suçüstü yapıldığına dair hiçbir bilgiye değil ilgiye sahip olunmadığı anlamına gelmektedir.
*
Bitirmeden önce yazının başlığındaki çok önemli bir detaya da değinmek istiyorum. “Sol’un Antisemitizmi”…
2000’lerde başlayarak ve 2010’larda tavan yaparak, sol liberalizmin etkisinin artmasıyla, sol’un cinsiyetçiliği, sol’un homofobisi, sol’un militarizmi, sol’un Kemalizmi, sol’un x hastalığı, sol’un y hastalığı diye uzayıp giden bitimsiz bir sol ve örgüt ifşası moda oldu. Bu satırları okuyanlar arasında Boğaziçi Üniversitesi gibi sol liberal üniversitelerde öğrencilik etmiş olanlar varsa, hocalar ve öğrenciler arasında yaşanan bu tür sol’un sorunlarını sıralama sahnelerini kolayca hatırlayacaklardır.
Bu “eleştiri” modasının çok önemli birkaç özelliği oldu. Birincisi, çoğu zaman bütün sol örgüt ve oluşumlar, aralarındaki önemli ayrımlara rağmen sorumsuzca ve bu ayrımlar hakkında bilgi edinme ihtiyacı taşımadan tek bir sıfatla adlandırıldılar: “sol”. İkincisi, bu modaya kapılanlar, ilkelleşmiş, arkaikleşmiş, bayağı bir sol ve Marksist düşünce karşısında, “büyük düşünürler”i takip eden sofistike, prestijli ve zamana uygun bir düşünce trendini temsil ettikleri hissini yaşadılar doya doya. Emperyalizm, devlet, iktidar, örgüt, disiplin, sorumluluk, üretim ilişkileri, devrimci şiddet, materyalizm gibi terimler sağlam teorik eleştiriler sunmaya bile değer görülmeyen ilkel, komik nosyonlar olarak algılandı. Sol ya da Marksizm tarafından sunulan teorik açıklamalar hakkıyla analiz edilmedi, onlara akıl yürütmelerle ve başka teorik açıklamalarla cevap verilmedi, onun yerine söylem analizine yaslanarak “altta yatan”, “özde bulunan” cinsiyetçi, tektipçi, totaliter vesaire mekanizmalar bulunup ifşa edilmeye çalışıldı büyük bir psikanalist edayla.
Sonuç olarak bu moda büyük bir entelektüel ve politik sorumsuzlukla, çoğu zaman çarpıtmalarla ve özensizliklerle birlikte geldi. Sol ve Marksizmin eleştirilerden öğreneceği çok şey olabilir, ana akım feminizmin zayıf birçok fikri yanında Marksizme ve kadın mücadelesine katkı yapabilecek önemli feminist fikirler olduğu gerçeği gibi. Fakat bu modayla parlayan birçok fikir, kuşkusuz, düşünsel önemden mahrum olmak yanında, Marksizmin düzeyinden çok aşağıdaydı.
“Sol’un Antisemitizmi” başlıklı yazının da aynı modaya yaslandığı açık. Yazı sorumsuzluktan, özensizlikten, çarpıtmalardan ve cehaletten oluşuyor. “Sol” olarak çok hatamız ve çok fazla öğreneceğimiz şey var, ama Meriç Gök gibilerden öğreneceğimiz hiçbir şey yok. Dünyayı açıklamak bakımından en zayıf, en geçersiz düşüncemiz bile bu tiplerin fikir diye saçtıklarından fersah fersah ileridedir.