Ana SayfaGüncel YazılarCan korkusu politikası!

Can korkusu politikası!

Mitinglerin ve kalabalık toplantıların iptal edilmesini anlarız. Üstelik, halkını korumaya alan devlet, bunları yasakladı. Fakat, “paniğe gerek olmadığı”na ilişkin bildiriler yayınladığı gün kapısına kilit vuran kuruluşların olduğu, çok kıymetli canını devletin önlemlerini yetersiz bularak özel mi özel yöntemlerle korumaya almış ‘birey’lerin, ‘bireylik’lerin egemen olduğu bir solcular ortamında bulunuyoruz. Öte yandan, aynı solcular âleminde kıyamet senaryoları yazılıyor durmaksızın.

‘Yeni korona virüsü’, geniş solcu topluluklarda iki şeyi bir kez daha açığa çıkardı. Dayanışmacılık ya da toplumculuk kamuflajı altındaki kendine hayran ve tapan bireycilik ve muhaliflik görüntüsü altındaki kendiyle oyalanan hayalcilik. Ama her halükârda politiklik ve gerçekçiliğe pek az rastlanıyor solcular âleminde.

Politik özne değil malzeme olmak

Politika, üçüncü tarafları etkileme, değiştirme ve onlar üzerinde kudret kurma uğraşıdır. Bu uğraşın ön koşulu, her koşulda bağımsız kalabilen bir öznenin varlığıdır. Hiçbir koşulda hiçbir şeye teslim olmayan bir bağımsızlık, her şeyi ama her şeyi ‘büyük dava’nin dolayımından geçirerek yaşamaktır bu. Oysa canının derdine düşmüş birilerinin herhangi bir öznelik vasfından da düşmüş olacağı açıktır. Karşılaştığı bir olay karşısındaki tepkisi can kurtarma derdi olan bir varlık özne olamaz. Can korkusuna düşmüş bir topluluk, can korkusuna kapılmamışların malzemesi olmaya hazır ve layıktır. Korona salgını karşısında “Hayatta kalmaya dönük bireysel panik”e indirgenmiş tutumlar sergileyen bir solcular topluluğu egemenlerin politikası için ham malzemedir sadece.

Peki, can derdine düşmemek mümkün müdür? Bu sorunun devrimler ve karşı-devrimler, savaşlar ve mücadeleler tarihi okumuş birilerine ya da Türkiye’nin son elli yılının devrimci mücadele tarihinin herhangi bir dilimini yaşayan birilerine sorulması açıkça saçmadır. En ağır işkenceler altındayken can derdine düşmeyen bir devrimci ile, hiçbir insan bireyinin bu işkencelere direnemeyeceğine adı gibi inanan birileri arasındaki kadim mücadeleye ilişkindir bu.

“Dünya nüfusunun yarısının öleceği bir savaşa var mısınız?” diyen “gözünü kan bürümüş” Mao ile onu dehşetle dinleyen barış havarisi sosyalist devletlerin liderleri arasındaki mücadelenin meşruiyetine ilişkindir bu soru.

Salgın

Ortadaki, kendi haline bırakılsa bile ağır sayıda ölümlere yol açmayacağı uzmanlarınca söylenen bir salgındır. İnsan toplumlarının tarihi bundan çok ağır salgınlara sahne olmuştur ve daha da olacaktır.

Dünyada 8 binin üzerinde kişinin öldüğü bir hastalıktan söz ediyoruz. Oysa yeryüzünde her dakika çok daha fazla yoksulun tam da yoksulluktan dolayı öldüğünü biliyoruz. Bu gerçeği nasıl unutabiliriz.

Dehşete düşüyorlar ve ölüm edebiyatı yapıyorlar bol bol. Bir insanın yakınlarından ayrı ölmesi ne kadar ağırmış! Doktorların hasta seçmek durumunda kalması ne kadar insanlık dışıymış! Kapitalizmin sağladığı refahın uyuşturduğu, kapitalizmin sağladığı olanaklara yaslanarak bizatihi kapitalizme karşı olduğunu ‘deneyimleyen’ bireyler topluluğunun ayağına değen ilk taşa, kapısına dayandığını sandığı ilk riske tepkisi bir tür çıldırı olmaktadır.

Bunlarla ilgilenmek gerekmiyor. Bugün yapılması gereken, içinde olduğumuz türden gelip geçici olayları, gelecekteki gerçek ve ağır olaylar karşısında davranış modeli oluşturmak için değerlendirmek, bunu bir prova haline getirmektir.

‘Ben’ ölsem ne olur?

Kendimizin ya da en yakınlarımızın ölebileceği üzerinden bir dünya kavrayışı oluşturmak ilkel bir bencilliktir. Hiçbirimiz yeri doldurulmaz kıymette varlıklar değiliz. Yakınlarımız için kıymetimiz ölçülemez ama her yakınımızın vaktinde ya da vakitsizce gidebileceğini de biliriz.

Sol âlemin yükselen değeri, indirgenemez bireydir. Kendi bireyliğinin ölçülemez kıymetinin öznelliği ile dünyaya bakan biri iğrenç bir bencildir ve ondan, ne karşımızdakiler bakımından vatana-millete ve devlete, ne de devrim davasına bir hayır gelir. Bireycilik, Gramsci’nin bir yerde dediği gibi, tehlikeli ve hayvanî bir politika dışılıktır ve günümüzün geniş muhalif kesimlerinin ve sol âleminin yakalandığı asıl tehlikeli salgın hastalık bireyciliktir. Bu hastalığın çaresi gayet net bir şekilde bilinmesine karşın henüz etkin tedavisine başlama aşamasından ne yazık ki henüz uzakta olduğumuz görülüyor. Tedavi hastalığa yakalananlara dönük olmayacak, onların bulaşığından korunmayı hedefleyecektir; bireycilik illetine yakalanmış olanları “sosyal olarak yalıtmak”, onları düzene karşı muhalefet alanlarından uzaklaştırmaktır çare.

Zaten bu bireyler, neredeyse geri dönülemezcesine derin bir bilinçle, kendilerini hiçbir davaya adamaz, kendi varlığı dışında hiçbir şeye hakikaten inanmaz olmuşlardır. Paradoksal olan, bir sorun hissettiğinde dehşetli bir korkuyla kendini korumaya alıveren bu bireylerin dayanışmayı, kollektiviteyi, örgütlenmeyi gözeten girişimlerin su başlarında epeyce miktarda birikmiş olmasıdır.

“Ya yok oluş ya sosyalizm” mi?

“Ya orman kanunu ya komünizm”, “ya yok oluş ya sosyalizm” diyor dehşete kapılmış solcular. Bu şiarlar, küresel Marksist entellektüellerin ve devrim örgütlerinin yükselttiği bayrakta yazıyor korona salgını günlerinde. Yaşadığımız salgının bu türden bir dramatik ikiliğe yol açtığına hükmediyorlar hemencecik. Eski kıyametçilik inanışlarından gelen bu yaklaşımı haklı çıkaracak bir halde miyiz gerçekten? Sol toplulukların ayakları yerden kesildikçe hayalleri büyüyor, imkânsızı gördükçe burada ve şimdi gerçekleşmeyi umuyorlar. Yaşadıkları neredeyse her önemli sorun dehşete kapılmalarına yetiyor, ölüm-kalım düşüncesine kapılıveriyorlar. Kapitalist üretim tarzının sonunun gelmesi için daha çok mücadele edilmesi gerekeceğine kanaat edemiyorlar.

Hayır; korona salgını ne insanlığı yok edecek bir niteliğe sahiptir ne de kapitalizmi çökertecek… Kıyametçilerin hiç kuşkusu olmasın, kapitalizm bu krizin de üstesinden gelecektir.

Çin faktörü

Çin’in salgına karşı önlemleri dünya çapında dikkat çekti. Bu ülke, onmilyonları karantinaya alma dirayetini gösterdi, salgınla örgütlü bir şekilde mücadele etmeyi başardı. Bunda Çin’in sosyalist geçmişi ya da güncel sosyalist niteliğinin rolü üzerine imaları bile görmeye başladık. Üstelik bu imalar, Çin’i vahşi kapitalizminden dolayı ağır eleştirilerin konusu yapan sosyalistlerden geliyordu.

Biz Çin’in “politik sosyalist” değil “tarihsel sosyalist” bir ülke olduğu görüşündeyiz, ama salgına karşı başarılı olduğu anlaşılan mücadelenin sosyalist nitelikle değil, devlet niteliğiyle ilgili olduğu kanısındayız. Devletler bütün ülkelerde en büyük gerçek örgütlerdir ve Çin devleti, onyıllar boyu kontrol altında bir kapitalizm geliştirmesinde görüldüğü gibi, kontrol altında bir mücadele de yürütebiliyor bir salgın hastalıkla.

Devlet ve örgüt zorunlu

Bu türden günler, dev örgütlenmelerin neden ve nasıl büyük yararları olduğunun koca birer kanıtı oluyor. Devletler dev örgütlerdir ve Çin devleti, büyük, kudretli ve dinamik varlığıyla karşısındaki ‘düşman’a karşı başarı kazanmaktadır bugün. Bu basit olayın bile, devletlerin ne kadar gerekli varlıklar olduğunu göstermiş olması beklenir. Gelip geçecek bu salgını, geniş muhalif kesimlere ve sol âleme ağır bir hastalık gibi çöken örgüt düşmanlığına karşı bir mücadele gerekçesi yapmak gerekiyor.

Kimileri salgının neo-liberalizme karşı mücadelenin bir kaldıracı olduğunu sanıyor. İspanya’da özel hastanelerin kamulaştırılması kararının da arasında olduğu kamusal birçok önlemi sosyalizmin zaferi olarak ilan ediveriyorlar. Sosyalizmle “sosyal refah kapitalizmi”ni ikiz kardeş kabul edenlerin ayranı kabarıyor hemen. Bu olayda kamuculuk torbasını doldurma gerekçesi buluyorlar. Kapitalist devletlerin gerçek tarihiyle ilgili liberal öğretiye fazlaca inananların bir aldanmasının eseridir bu yanılsama. Devletler kapitalizm boyunca esas olarak tek taraflı bir iradeyle geriye çekilmiş ve ileri atılmıştır. Ayrıca bütün büyük –ya da küçük– savaş yıllarında her kapitalist devlet ekonomiye güçlü olarak el atmış ve devlet kapitalizmine yönelmiştir. Olayın tek açıklaması budur ve kapitalist devletin kamulaştırma önlemlerinin sosyalizmi andırdığını ya da meşrulaştırdığını söyleyenlere öncelikle güçlü devlet kapitalizmiyle Nazi Almanya’sını hatırlatmak gerekir. Buna karşılık, İngiltere’nin tutumunu bu naif yaklaşıma cepheden karşı çıkışın yine devlete ait iradenin bir örneği olarak almak gerekiyor.

Bununla birlikte, bu bağlamda, karşı tarafta olan hiçbir şey argümanlarımızın kanıtı değildir. Yapmamız gereken küresel muhalefet hareketini boydan boya kat eden örgüt düşmanı bireyci virüse karşı mücadele vesilesi yapmaktır korona salgınını.

Aynı gemide olmak

Evet, düşmanlarımızla aynı gezegende yaşıyor, aynı havayı soluyor ve aynı hastalıklara yakalanabiliyoruz. Aynı biyolojik varlıklarız onlarla. Bu maddi bir gerçek. Buna karşılık, maddi gerçeğimizin tamamı bunlardan ibaret değil. Toplumsal ve politik bakımdan da maddi varlıklarız ve burada düşmanlarımızla aynı gemide olmaklığa direnmek zorundayız. Devlet, gücünden kaynaklanan önlemleriyle, örneğin bütün Türkiye solunu bu günlerde kendi toplumsal gemisine çekmiştir; “devletin Türkiye toplumu”na dahiliz hep birlikte bugün. Bu arada can derdine düşenler ise aynı geminin gönüllü fareleri olmuştur.

Yapılması gereken, devletliyle aynı biyolojik, ama karşıt politik ideolojik varlıklar olduğumuzu birbirinden ayırmak ve iki ayrı boyutu birbirine indirgemeden hareket edebilme uğraşı vermektir. Burada yapılacak olan en vahim hareket, biyolojik ortaklık ile politik karşıtlıktan birini ötekine uygulamak olacaktır.

Salgın şimdilik politik değil

Koronaya karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleymiş! Hayır; korona salgınının suçlusu kapitalizm değildir. Korona salgını, ne kapitalizmin kötülüklerinden ne de ekolojik felaketten kaynaklandı. Yarın pekâlâ bir başka salgın tam da kapitalizmden kaynaklanabilir, ama bugün olanın suçlusu kapitalizm değildir. Teknolojik olanaklar salgının daha hızlı yayılmasına yol açtı sadece. Koronayla kapitalizmin özdeşleştirilmesi, Lenin’in deyimini izlersek, solculuğun çocukluk hastalığıdır. Hiçbir yola çıkmayacak basit bir indirgemedir. Fakat bu solcuların sorunu, Lenin’in eleştirdiği türden öncü politik savaş yürütmeyi öngören devrimcilerle hiçbir ortak yanları olmaksızın, kapitalist iradenin önlemlerine harfiyen uymak, muhtemelen evinde yalıtık şekilde oturmak ve solcu çocukluğu sözden ibaret kılmaktır.

İnsan toplumları önceki binyıllarda şimdiki salgının devede kulak olduğu türden küresel salgınlarla karşılaştı ve bundan sonra da karşılaşacaktır. Biyolojik varlıklar oluşumuz nasıl toplumsal varlıklar oluşumuza öngeliyorsa, biyolojik cinsiyet ve ‘ırk’ nasıl üretim tarzları dışındaysa, eşitsizlik nasıl salt kapitalizme özgü değilse, virüsler de biyolojik varlıklar oluşumuza ilişkin bir gerçekliktir ve teknoloji henüz bu gerçekliği toplumsallaştıramamıştır. Evet, bu bakımdan, korona virüsü, ezen ya da ezilen tanımaksızın biyolojik varlıklar olarak insanlara ‘saldırmakta’dır. Fakat, toplumsal alanda savaşımız sürdükçe hiçbir başka düzlemin toplumsal alandaki antagonizmayı geçersizleştirmesine izin vermemeliyiz.

Salgın elbette içinde yaşadığımız toplumsal gerçekte yaşanmaktadır ve böylece ‘dışsal’ politik ve ideolojik boyutlar taşımaktadır. Muhalefet hareketinin salgına ilişkin politikası da bu dışsal alan üzerinden ortaya çıkacaktır. Ancak bugün salgın ortamını politik bir mücadeleye dönüştürecek herhangi bir potansiyel güç yok. Bu yüzden, hem de can derdine düşmüş solcuların dile getirdiği güya kitleler nezdinde kapitalizme karşı “bilinç yükseltme” anlamına gelecek politik projelerin hiçbir değeri ve karşılığı bulunmuyor.

Salgının kapitalizmi ağır ve önü alınamaz bir krize sürükleme olanağı ise bugünün gündemi olmaktan henüz çok uzak.

Salgına ilişkin önlemler

Politika öncesi boyutuyla salgına ilişkin önlem almak elbette gerekiyor. Önlemin toplumsal sınırını muktedir güç olması bakımından devlet çizecektir ve burada devlete karşı nasıl bir mücadele hattı tutturmak gerekeceğini değerlendirmek devrimcilere düşecektir. (Türkiye’nin, TTB gibi uzman kurumların ölçülü eleştirilerinden anlaşıldığı kadarıyla, başarılı ve etkin önlemler aldığı söylenebilir.) Ama politik olmayan boyutuyla salgına ilişkin ölçütümüzü, referans kabul edeceğimiz uzmanların belirlemesine bırakmalıyız. Uzmanlığın son derece kritik bir husus olduğu gözden kaçırılamaz. Uzmanların yaşadığı körlük örneklerinin ne kadar yaygın olduğunu tarihsel verilerden biliriz. Fakat, ne olursa olsun, bu biyolojik olguda uzmanlık bilgisi esastır ve bu bilgiyi bizlerin dışarıdan, bilgi kabul edilmesi mümkün olmayan yaklaşımımız değil, ancak başka bir uzman bilgisel olarak eleştirebilir.

Buna karşılık, uzmanların önerisini en küçük ölçüde aşan her önlem çabası dehşete düşmüş insancık olmaya açılan bir kapıdır ve bu kapının gösterdiği yol vahşi ve bencil bireyciliktir.

Salgını politikleştirmek bakımından yapılacaklar, gerçekte salgın öncesinden özel bir ayrım göstermeyecektir. Bu, günlük reform taleplerinden devrimin acil taleplerine ve komünizm propagandasına kadar geniş bir yelpazedir. Ama bu koşullarda kategorik olarak uzak durulması gereken önde gelen bir yönelim, herhalde, halka maddi yardım konusunda devletle yarışmaya kalkmak olacaktır. Bazı kuruluşların şimdiden “toplumun sağlık ve beslenme ihtiyaçlarını karşılama”ya yönelik niyetler beyan ettiğini görüyoruz. Bu heveskâr girişimler, komüncülüğün karikatürleri olmaya adaydır ve hiçbir başarı olasılığı yoktur. Olur ya azıcık başarı emaresi görülmesi durumunda ise daha ağır bir tabloyla karşılaşılacak ve küçücük başarıdan sarhoş olacak topluluklar komün tipi örgütlenmelerle bol bol oynayacak ve değeri yadsınamaz bu formu hovardaca harcayacaklardır.

Biz de ‘savaş cephesi’ndeyiz!

Sözlerimize, devrimin silahlı cephesinde olan devrimcilerin tepkisi oldu öteden beri; üstelik bir yönüyle haklıydılar. Onlar savaşıyordu terimin fiziksel anlamında, biz savaşmıyorduk.

Fakat şimdi, şu günlerde, sığınaklarına kaçışan solcu topluluklar ne kadar maruz kalıyorsa ‘düşmanın virütik saldırısına’, biz de o kadar kalıyoruz. Ne eksik ne fazla! Dolayısıyla, nihayet kimsenin bize mücadelenin ateşi içinde olmama eleştirisi getirme hakkının bulunmadığı bir konjonktürdeyiz.

Buna karşın ayrımlar sürdürüyor varlığını…

Salgın sırasında kapitalizme karşı mücadele ettiğimiz vehmine kapılmayacağız. Devlete karşı mücadelenin yeni özgül mevzilerinin açılması olanaklarını değerlendireceğiz. Biyolojik bir gerçek olan salgını bir kısa devreyle politikaya indirgemeyeceğiz. Salgınla dehşete düşmeyecek, salgının bizi çil yavrusu gibi dağıtmasına izin vermeyeceğiz. Küçücük canımıza indirgenemez paha biçmeyeceğiz. Politik olanın özgüllüğünü bilinçli bir uğraşla koruyacağız. Melankolik ya da coşkulu kıyamet kâbuslarına ya da komünizm düşlerine kapılmayacağız.

Biz, devletler muktedir konumlarıyla işlem yaparken, moral artırıcı “sosyal sorumluluk” projelerine yönlendirilen şevkli çocuklar olmayacağız. Biz, kendilerini balkonlarda “çav bella” söyleyen İtalyan halkıyla özdeşleştirenlerden değiliz ve olmayacağız.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar