Ana SayfaKürsüBİR FAŞİZM GÜZELLEMESİ

BİR FAŞİZM GÜZELLEMESİ

 

“Faşist ithamı solun sembolik şiddetinin nadide bir örneğidir ve boş gösterendir” (H. Etil)

Bu yazı, “yersiz, yetersiz, saptırıcı bir kitap kritiğinin” başarılı ve yeterli bir diğer örneğinin sunulması maksadıyla yazılmıştır. Buna “kişisel husumeti”, ad hominem’i de eklersem kombinasyonu tamamlayacağımı murad ediyorum. Ayrıca hasmıma bir de dolaylı yoldan para ödemiş olmamak için (zaten devletin ideolojik aygıtları, gerek TRT kanalıyla gerek kütüphaneler için İslamcı yayıncılardan toplu alımlar şeklinde, belediye/vakıf seminerleriyle bunu yapıyorlar) eleştiri, kitabın fiziki kopyası üzerinden değil, oluşturulduğu ve YÖK sistemi üzerinde erişilebilen kopyası üzerinden yapılmıştır. Okuyucuya da tavsiye ederim. Tez, Hüseyin Etil’in geçen senenin sonlarında Küre Yayınları tarafından “İsmet Özel ve Partizan” başlığıyla kitaplaştırılan yüksek lisans çalışması.

 

*

Yıllar önce -TEKEL eylemleri sonrası, 2010 yazı olmalı- Vefa Saygın Öğütle ile Güney Çeğin’in “Toplumsal Sınıfların İlişkisel Gerçekliği” kitabının ikinci baskısına dair eleştirimi yazdığım Birgün gazetesi kitap ekindeki yazıya[1] -anladığım kadarıyla o yıllarda bu hocaların Dokuz Eylül Üniversitesi’nden lisans düzeyinde öğrencisi olan[2]– Hüseyin Etil cevap yazma gereğini duyarak; kitap eleştirisini neden E.P. Thompson üzerinden yaptığımı, sanki Türkiye akademisinde politik Marksizm türevleri baskınmış gibi, Thompson-Althusser çekişmesinin temeli olmayan bir çevrimini yinelemeye çalıştığımı –lisans öğrencisine yakışır pervasız ve alaycı olmaya çalışan bir üslupla- sorgulamıştı. Ben “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu”nu okuyup mest olan (çoğunlukla orta-üst sınıf) sosyal bilimler öğrencisinden bahsederken, o da “aheste çek kürekleri” diye kendince laf sokmaya çalışıyordu. Ben öznel gözlemlerimi yazdığımı söylerken, herhalde muarızın daha farklı deneyimleri olacağını ve de Birgün’de yazdığına göre, sol gelenekten olabileceğini düşünerek, üzerinde bol bol yazılıp çizilmiş bir konuyu uzatmayı gereksiz buldum. Halbuki adımı da yanlış yazmıştı! Hasan-Hüseyin fark etmez, belki gazete editörlerin hatasıdır (dipnotları da sayfaya yerleştiremediklerinden dolayı kesmişlerdir) diyerek unuttum.

Unutabildim mi? Hayır. “Babam’dan aldığım feraseti hocalarımdan aldığım akademik kaygıyı, aristokratik bir asalet ile orada taçlandırdım” diye yazan Etil kadar olmasa da, ben de bir dönem tıfıl ve narsist bir akademisyen adayı olarak, entelektüel muhatabımın kim olduğunu merak ediyordum açıkçası. Thompson’ı böylesine savunan devrimci ya da akademinin ve sosyal bilimlerin namusunu korumaya çalışan Bourdieu’cu kimdi? İleriki zamanda görece üretken bir hıza ulaşan Etil hakkında doneler de çoğaldı. Hangi cemaate ya da gruba ait olduğunu bilmediğim Umran dergisinde küçük burjuva sola hakiki solculuk öğretiyor, Gezi’yi “sosyolojikman” itibarsızlaştırıp burun kıvırıyor (Kemalist elitlerin lümpenleşmesi ve faşistleşmesiymiş!), akademisyen bildirileri üzerinden akademinin radikalleşmesine itiraz ediyor, RTE’yi öven diğer yazarlarla paylaştığı sayfalarda Zeki Demirkubuz vs. üzerinden sinema yazılarıyla küçük burjuva, komprador aydınlarla hesaplaşıyor, asaletini Ahmet Davutoğlu’nun Bilim ve Sanat Vakfı’nda taçlandırıp kemale ve hidayete eriyordu. Marksist kimi yazarlardan devşirdiği birtakım kavramsal alet edevatı kullanması (E.P. Thompson’ın sınıf anlayışını Gezi’de orta sınıflara uygulamak, Badiou’nun “olay” kavramının alımlanmasındaki yanlışlık üzerinden “Gezi üzerine konuşan angaje entelektüelin kurduğu tarih anlatısı, kendi pratiğine aşık olmanın narsizmini” ortaya çıkarmak, Gramsci’den, Fanon’dan vb. çıkarımlarla “AK Parti” iktidarını meşrulaştıracak “objektiflikte” sosyolojik çıkarımlar yapmak filan) alışılagelmiş muhafazakar entelektüel yavanlığından uzaktı aslında. Kim bilir, belki de biyografisinde, çoğunlukla böylelerinde olduğu gibi, solculara küsüp sola düşman olma durumu da vuku bulmuş olabilir. Tam öyle bir “tipoloji”ye yakın çünkü. Tipoloji dedim, çünkü yakın çevresinin sosyoloji anlayışı bu tür “somut sosyal tip” inşa etme üzerine kuruludur. Sol şiddet üzerine Öğütle ile yazdıkları başka bir çalışmada “partizan” tipolojisi oluşturmaya çalışıyorlardı[3]. Orada, sosyolojideki toplumsal hareketler teorileri yardıma koşuluyordu. Bunun yanında, henüz okunmamış olacak ki, doğrudan Carl Schmitt’in partizan anlayışına değil, sadece “Siyasal Kavramı” kitabı üzerinde dost-düşman ayrımına kısaca yer veriliyordu. Herhalde, Schmitt’in kitabına ek olarak sunduğu “Partizan Teorisi” de okunmuş olacak ki, İsmet Özel’le ilgili tez çalışmasının modeli bulunabilmiş.

Ernst Jünger ve Carl Schmitt

*

Yalnız ortada büyük bir gariplik var. Nazilerin hukukçusu Carl Schmitt, üstün zekasını kötülüğün emrine vermiş olsa da, yazılarında hayranlık uyandıracak şekilde açıktır -açık olmaya çalıştığını intibasını vermekte başarılıdır diyelim. Hukukçu kimliğiyle, kullandığı kavramları analitik bir titizlikle ve somut halde tanımlamaya çalışır. Teorisyenin görevi şeyleri adıyla çağırmaktır, der. Schmitt’in bahsettiği partizan da somut, kanlı canlı partizandır. Şöyle uyarıyor okuyucuyu/dinleyiciyi:

“Eline silah almayı düşünsün veya düşünmesin, herhangi bir yalnız [loner] ve uyumsuz kişiye partizan denilebilir. Metafor olarak kullanılabilir; ben de etkili birçok tarihsel figürü ve durumu karakterize etmek için bu şekilde kullandım[4]. Bu metaforik anlamıyla, insan olmak, mücadele etmekten, kendiyle tutarlı kişisel kavgalarını, cesareti ölçüsünde riski üstlenerek yürütmekten başka bir şey olamaz. O zaman, zaten kendi partisinin partizanı [Parteigänger] olmuş olur. Böylesi kavramsal değişimler, daha geniş değerlendirmeler yapılmayı gerektiren, çağın kayda değer işaretleridir[5]. Burada amaçlanan partizan kuramı içinse birkaç kriter göz önünde bulundurulmalıdır ki, konumuz soyut bir genellik içinde dağılmasın. Bu kriterler, düzensizlik, aktif çatışmada hızlanmış hareketlilik, yüceltilmiş siyasi bağlılıktır. Sahici bir partizan için dördüncü bir kriterde ısrar etmek istiyorum; o da Jover Zamora’nın tellürik [toprağa bağlılık] dediği karakteridir.”[6]

Burada izah edilen, kişisel versus kolektif husumet durumu değildir. Husumetteki öldürme potansiyelinin ötesine geçildiği, artık ele silah alınmış durumdur. En azından bu çalışmada Schmitt’in kavramı metaforik olarak kullanmamaya çalıştığı ayan beyan ortada. Verdiği örnekler, Napolyon ordularına karşı çarpışan İspanyol, Rus, Prusyalı halklar, Lenin’in, Mao’nun, Che’nin partilileri, sömürge karşıtı savaşçılar, Cezayir politikaları nedeniyle hükümetlerine başkaldıran Fransız subayları vs. hepsi elinde silah olan savaşçılar. Etil şunu yazmış: “Şiddet biçiminde savaşın somut gerçekliği partizanın esas koşulu değildir, düşmanın bizzat varlığıdır.” Hemen sonra kullandığı dipnotun gösterdiği gibi de İsmet Özel’i bu yolla partizana dahil etmeye olanak sağlamak istiyor. Dost-düşman ayrımına dayalı, kişisel olmayan her husumeti partizanlık sayabiliriz böyle düşünürsek… Ne kolay, hem ele silah alacak cesaret de gerektirmiyor! Hasbelkader “Partizan” (1965) başlıklı şiir de yazmışsanız, dizelerinize bir iki partizan lafı serpiştirmişseniz işimiz daha kolay.

Denilecektir ki, herkes istediği kavramsallaştırma modelleriyle iş görebilmede serbesttir. Bağlantı kurma, temel zeka belirtisidir. Bir edebiyat teorisi/sosyolojisi (?) tezinde, kuşak ve aydınlar sosyolojisi çalışmasında, uluslararası hukuk, siyaset teorisinden ilham alınabilir, kim ne der ki?

Buradaki meramım disiplinler arası bir bekçilik yapma derdi ve işgüzarlığı değil. Alınan model, tüm noktalarıyla peşinen hakikat sayılıp, araştırılan nesne ve ilişkiler buna uydurulmaya çalışılmış. Schmitt’teki her karşıtlık, ikilik ve kavrayışın bu taraftaki karşılığı aranmış. Oysa somuttan yola çıkmak, yapay soyut ikilikleri aşmak gibi koca koca sosyolojik iddia ve heves sahibiydiler kendileri (ya da sadece hocaları?); tüm o ilişkisel sosyoloji, eleştirel gerçekçilik lafları demek ki sonunda sol popülistlerin ve neo-con, neo-nazi, “alt-right” sağın yeniden parlattığı bir Nazi artığının tartışılır teorisinin imanla kabulü ve hayatta aranmasına varabilmiş. Yazık; o kadar teorik “okuma”dan sonra çıkabilen pratik bu ise… Mücahit Bilici’nin İsmet Özel üzerine bir yazısında kullandığı değerlendirmeye benziyor: onca “büyük teorik ve felsefi tahkikat neticesi ulaşılan milliyetçi-mukaddesatçı kabalık… yontulmamış Türk-İslamcı cühela kabalığı.”[7] Tam da bu işte! Vara vara, sosyolojiye giriş ders kitaplarında bile uyarılacak bir özcülüğe, kimlikçiliğe demir atış…

*

Ben de kabaca özetlersem, Schmitt, önceki yüzyıllardaki devletler arasında geçerli bir Avrupa Kamu Hukukunun (ius publicum Europaeum) savaşın insanileştirilmesi adına, yeni emperyal güçler açısından, yirminci yüzyılda düşmanın bir “suçlu”ya dönüştürüldüğünü; bununsa aksine savaşları daha yıkıcı hale soktuğunu söylüyor. Savaşın insanileştirilmesi adı altında kriminalize edilmesi, düşmanı insanlık-dışı bir “mutlak düşman”a çeviriyordu (sanki milyonlarca insanı tarihin gördüğü en sistematik barbarlıkla, gamsızlıkla öldürenler bizzat Naziler değilmiş gibi[8], Nazilerin iktidara geldikte sonra çıkardıkları safkan ırk yasalarını, Almanya’daki “parazitleri” ortaya çıkarması açısından alkışlayan Schmitt değilmiş gibi). Sosyalistler ve liberaller, savaşı ve aynı şekilde iç ve dış siyaseti, etik ve evrensel formlara sokmak, biçimlendirmek istiyordu. Savaş sonu yenik çıkan Schmitt’in istediği, savaşların devletlerin salt kendi “karar”larıyla süreceği, etik ve evrensel kısıtlamalardan, yasadan kurtulmuş o eski güzel günlere dönmekti –ABD ve SSCB’nin dayattığı evrensellikler değil de, Almanya’nın kendisinin saydığı Avrupa’da kendi halinde at koşturmasına izin verilecek daha geniş kıtasal nüfuz alanları (Großraum) şeklinde. Partizan da toprağa dayalı egemenlik türünün evrensele karşı zamane bir direniş göstergesiydi. Etil’in sözleriyle partizan “‘nomos’unu yitiren bir dünyada ‘nomos’un; ‘düşman’ını yitiren bir dünyada ‘düşman’ arayışının tipik bir figürü olarak karşımıza çıkmaktadır… partizan savaşı, toprak ve egemenlik, siyasal birlik ve siyasal dışlanma sürecinin parçası olarak politik varoluşun bir imkanı olarak gündeme gelir.” Fakat burada ölçüyü kaçırmamak gereklidir. Schmitt, Etil’in yaptığı gibi, partizanı fazla da romantize etmez; bilir ki partizan ile devrimci iç içedir. Katolik ve faşist bir düzen adamının düzensizliği savunması zaten işin doğasına aykırıdır -kerhen olabilir, o da ancak Almanya işgale uğramışsa[9]. Çünkü aslında partizanlık bir küresel düzensizlik gidişatının semptomudur[10]. Partizanın düzensizliği de ilelebet sürdürülemez, bir noktada ya kendi düzenini kuracak güce erişebilmeli ya da dış bir aktör tarafından tanınmalı ve desteklemelidir. Schmitt nihayetinde eski centilmence devletler-arası düzene benzer bir gelecek istemektedir. Ayrıca Etil, Schmitt’in devlet egemenliğinin hızlıca yok olduğuna dair abartılı savını itirazsız kabullenip partizan figürünü iç ve dış politikanın merkezine koymaktadır. Oysa Schmitt’in, başkaldıran Fransız subayların, “yasal” gücü halen elinde tutan Fransa devletine boyun eğişinde gösterdiği gibi, devlet yasallığı halen farklı “meşruiyet” iddialarına karşı gücünü korumaktaydı. 

Şimdi, tezin ilk kısmı, mutat olduğu üzere Schmitt’in görüşlerinin, en ufak bir eleştirellikten uzak bir şekilde[11], Türkçe kaynaklar üzerinden özetlenişi şeklinde. Schmitt’in özellikle jeopolitik kavramlarının Üçüncü Reich ve sonrası dönemde bağlamsal (ve nihayetinde eskatolojik anlamda Deccal’in geliş zamanının geciktirilmesi hedefindeki) kullanım amaçlarını göz ardı edip, sanki zararsız ve günümüz dünyasında kullanışlığının ve cazibesinin olduğunu varsayan bir okuma[12]. Örneğin, aslında Afrika topraklarının Avrupa ile eşit sayılmasının getirdiği bir evrenselleştirici etki nedeniyle Avrupa-merkezci bir kolonyalizmin tarihe karışmasına üzülen bir kafayı, bugünün “evrenselci” yapı ve ideolojilerine karşı anti-emperyalist mücadelede model olarak görmek/göstermek gibi[13].

İsmet Özel, Erbakan’la

Asıl konu olan ikinci kısımda İsmet Özel’in partizan bayrağını alışı ve dalgalandırışı -fantazi düzeyinde kalsa da- anlatılıyor. Kitabın alt başlığına da yansıdığı şekilde, entelektüel geçmişinin farklı dönemlerinin hepsinin altında yatan temel özelliğin partizanlık olarak tarif edilebileceği savı var: “İsmet Özel’i, İsmet Özel yapan temel karakterize edici unsurdur partizanlıktır.” Bana kalsa ve söylediğim temel eleştiriye bakılırsa, İsmet Özel partizanlığın değil, partizan olamamanın verdiği “hıncın” bilincidir. Partizan düzenli silahlı güçlere karşı gerçekten savaşır; iddia edildiği gibi, yeni sömürgecilik koşullarında kendisi gizlileşmiş emperyal bir yapıya bilinçte ve şiirleriyle muhalefet etmekle yetinmez.  Niçin partizan olamadığı şu durumda bizi ilgilendirmez; korkmuş olabilir, 71 müdahalesiyle dizgilerinden boşalan devlet şiddetinden ürkmüş olabilir, ortamını bulamamış olabilir, vs. Mitralyöz bulup da yıkamamıştır çevresini. Mecrasını bulamayan heves içe dönüp megalomaniye seyretmiştir. Hayatı dönüştüremeyen şair, kendi zihinsel dünyasında habire dünyayı yıkıp durmuş, olmadığında ise metafiziğe sığınmıştır. Edip Cansever’in isabetle tespit ettiği ve Özel ve Etil’in reddetmekle bu kadar çabaladığı sözdeki gibi, şiirinde “partizan kelimesi yerine haziran kelimesi koysa hiçbir şey değişmez.”

Schmitt’in, aralarından bir Byron çıkartamamış Alman romantikleri için söylediği gibi, somut hayat karşısındaki pasiflik/acziyet (efemine pasiflik, der), onları sanat ve edebiyat eserleri yoluyla politika yapma şeklindeki yanılsamaya götürmüştü. Estetik üzerine sonu gelmez münazalarının, aslında depolitize olan liberal düzene boyun eğmekten ve sahih bir politik tavır takınamamaktan başka ne anlamı olabilirdi ki!? Schmitt’in partizan (ya da kısmen romantik politikacı) yerine, romantik şairler hakkında yazdıklarına başvurulsaydı eminim İsmet Özel için daha isabetli bir kavrayış yolu açılabilirdi: “Tutarlılık yokluğu ve her yeni izlenim karşısında kapıldıkları ahlaki acziyet, romantiğin estetik üretkenliğinin temelinden doğar. Siyaset de, tıpkı ahlak ve mantık kadar kendisine yabancıdır.”[14]

Etil’in partizanlıkta neden ısrar ettiğini aslında Schmitt üzerinde kurulan kavram çiftleri üzerinden, yereli ve somutu savunmaya elverir bir araç sunmasında görüyoruz. Buna göre evrensel (universe), soyut, ütopik, rasyonalist, insancıl, teknolojik, ideolojik, (aslında buraya, diğerlerinin hepsini kendinde toplayan “Yahudi figürü” de eklenebilir), şematik vs. şeylere karşıt olarak; yerel, tellürik, toprağa bağlı, nomos, somut, canlı, otantik, özgüllük, çokluk, farklılık (pluriverse)  konulur. Kitaptaki bütün olay, bu anlatının İsmet Özel eserlerine ve daha geniş kapsamda Türk siyasal/edebiyat tarihine uydurulmasıdır. Etil’in alıntıladığı (ama esas önemli kısımlarını es geçtiği) Tuncay Birkan’ın İsmet Özel’deki yerlilik üzerine Birikim’deki yazısı[15], karşıtlığın nasıl kurulduğunu iyi özetler:

“Türk aydınlarının özellikle 1960-80 arasında, içinde yaşadıkları somut vatan yerine farazi, soyut bir vatan, bir yok-ülke uydurduklarını, bu ülkede yaşamayı göze almak yerine ‘tasarıların yurdu’nda yaşamanın rahatlığını seçtiklerini söyler. Türkiye hakkında gerçek bilgi edinmek için ideolojik saplantılardan kurtulup bu ülkenin ‘nomos’u, yani ‘namus’u üzerinde anlaşmak gerekir, der. Bu ‘nomos’ ona göre İslam’dır. Yani, bu memlekette, İslam dışında herhangi bir kaynaktan beslenen bütün düşünceler (başta da sosyalizm) ‘ideolojik’tir, ‘batıl’dır, ‘sahih’ değildir; ‘yabancı’ ve ‘yabancılaştırıcı’dır.”

Özel için Türkiye’nin nomos’u İslam’dır. Nomos’u Schmittyen anlamda “kılıç hakkı” olarak çevirmek bence daha doğru olabilir. Nomos, toprak düzeni (zapt etme/bölüşme/üzerinde üretme) ve ona bağlı yaşayış kuralları setidir. Birebir, yazılı ya da yazısız yasalar (fıkıh, örf, görenekler gibi) değil de, hepsinin kökenindeki ilk, kurucu ur-edimdir. Özel, sosyalistken de bunu savunuyormuş: “Sosyalist olmak bana yurtseverliği, yani toprağı ve insanıyla kendi ülkemin benimsenişini getirmişti” sözünden bunu çıkarmalıymışız. 1960’ların sonuyla Türkiye solunun “evrenselci”, “bilimsel sosyalizm” yörüngesine girmesiyle Özel yolunu ayıracaktır. “Bugünden bakıldığında ‘devrimci sol’, ‘sosyalist sol’, ‘profesyonel devrimcilik’ biçiminde tasnif edilen yeni bir militan tipi neşv-ü nema[16] bulacaktır. Bu modernist, Batıcı ve en önemlisi doktriner sol karşısında, modernist olmayan ve ‘Türkiye’e özgü bir sosyalizm’ anlayışı giderek marjinalleşecek, evrenselci, şematik modeller solun egemen dili haline gelecektir.” Buna karşılık İsmet Özel de, “bilimsel sosyalizm”in soğuk, teknik ve ideolojik jargonu karşısında, “nomos”un sıcak, güvenli ve sağlam zeminini tercih edecektir.

Dikkat edilirse, burada da, ta E.P. Thompson meselesinden gelen yerli, milli (Schmitt için daha çok homojenlik anlamında) ve somut vurgusu karşımızda. Yerlilik, somutluk, otantiklik, deneyimin öncelliği bir kavram fetişizmi haline sokuluyor. Lebensphilosophie’nin soyut aklın aracılığına, katı rasyonalizme karşı somut yaşantıya, Erlebnis’e, dolayımsız bir deneyime yüzünü dönmesine benziyor. Sormak lazım, nomos denen şey nasıl bu kadar somut olabilir? Bunun hakikatine, ideolojiden ayrılığına, iman dışında nasıl karar verilecek? Gerçi yerlilik ve somutluk arasında da bir gerilim, uyuşmama ihtimali var. “Onun mekanı, içinde somut insanların yaşadığı otantik tecrübenin gerçekleştiği mekandır; ne öklidyen yasaların uzaysal dünyasıdır, ne de nostaljik bir geçmiş hatırasıdır.” O zaman, her anı, birbiriyle alakasız karar veriş silsilesi olarak yaşayalım… Yine, Etil üstünkörü geçiştiriyor fakat “Üç Mesele”nin medeniyet karşıtlığı, Kuran ve sünnet dışında, kültürel ve geleneksel kaynakları reddeden tavrı partizanlığa nasıl yerleşiyor acaba? Böylesi bir kök-İslamcılığın toprakla, coğrafyayla bağı nerede kalıyor peki?

Etil’e göre altmışlarda Türkiye’de neşet eden sol düşünce halkta karşılık bulmaya başlamıştı. “Kula kulluk etmemeyi” vaaz eden inançla da örtüşen, başlangıçtaki bu yol daha sonra saptırılacaktı. Etil herhalde Türkiye’de sosyalizmin 19. yüzyılda başlangıçtaki en geri pozisyonlara takılı kalmasını daha makul buluyor ve öğütlüyor. Bize “yerli”, “milli” sosyalizm gibi saçmalıkları bulunmaz Hint kumaşı gibi pazarlıyor. Sosyalizmin evrensel anlayışı bu topraklara yabancı olduğu farz edildiği için, yerli olmak resmen dayatılıyor. Tuncay Birkan’a dönelim tekrar: “Sağ, insanların kendi seçmedikleri bu kimlikleri bütün olarak yücelten ya da hor gören mutlaklaştıran bir kollektivite tasavvurudur. Sol ise bu tür zorunlu kimlikleri bir bütün olarak ne yüceltir ne de hor görür… Solun kollektivite tasavvuru, mutlaklaştırılmayan gönüllü birlikteliklere, deyim yerindeyse bir ‘dostluk modeli’ne dayanır.” Solcular için birliktelikte, gönüllülük esastır; baskı ve zorlama değil. Evrensellik-yerellik ilişkisini “insanlığı” bir kategori olarak tümden reddeden Schmitt gibi ele almazlar. Doğrudur, temelde liberalizm gibi sosyalizm de evrenselliği esas görür. Schmitt’in yazıştığı ünlü Hegel yorumcusu A. Kojeve’nin kurguladığı derecede keskin bir kozmopolitanizm şeklinde olmasa bile, Marksist evrenselcilik, politikanın ve devletlerin sönümlendiği, savaşların son bulduğu, alt kademe birimleriyle ilişkileri ne şekilde düzenlenirse düzenlensin, nihai bir tek dünya tasavvuru içerir[17]; yani Schmitt için Deccal’in geleceği kıyamet distopyası. Artık kiminin ütopyası, kiminin distopyası oluyor…

İster antropolojik ister ahlaki bir noktadan ele alınsın, İsmet Özel’in de dediği gibi “İnsan için sınırlarını aşamayacağı bir yaşama biçimi yoktur, ama sınırları aşmak da aşmamak da insanın elindedir.”[18] Solcular evrenselliği utangaçca da savunmazlar, gür sesle ortaya koydukları kimlikleri memlekete yabancılaşmalarını gerektirmez. Yabancılık ithamı sağcıların dilindeki retorik bir saldırı malzemesidir. Nomos denen şey, değişmediğine ve değiştirilemeyeceğine iman edilen, teslim olunması gereken bir şey olarak da görülemez.

Etil gibi yazarlarda görülen bu yerlilik takıntısı/saplantısı, “tellürik fantezi”nin, bir yere bağlanma arzusunun hikmeti ne acaba? Hakikati ararken, Cemil Meriç’in yıllar önce hemşehrim bir gençle karşılaşıp aydınlanmasında olduğu gibi, neden illa bir kolektiviteye, cemaate bu denli teslimiyetle, sorgusuz sualsiz mensup olma ihtiyacındalar? Kafayı bu kadar taktıkları “küçük burjuva aydın” eleştirisi oldukça bağlantılı görünüyor. Kendi küçük burjuva habituslarında yakalayamadıkları bir otantiklik, yerlilik arzusu var gibi. 20. yüzyılın İsmet Özel’e öğrettiği bir şey varsa, o da “her gösterişin bir sahtekarlık olduğunu anlaması”[19] ise eğer; öyle yerlilik, yerlilik diye yırtınan yazarlarından da –ahlak, ahlak diyenlerin en çok da açıklarını kapamak isteyenler olması gibi- yer takıntılı kayıplar olduğunu varsaymamızda bence yanlış bir şey yok. Dışarıdaki hayatta, kendinin doğrulanmasını ve deneyimlenmesini sağlayacak okazyonlar (occasio –yine Schmitt’in ifadesi) arayan ruh, elbet somut ve verili olanı bu derece kutsar, onsuz yapamadığı kimliğini bulur. Bunu rasyonalize ederken, kendine varoluşsal açıdan taban tabana zıt açıklamalardan medet umabilir. Thompson’ın izahatı, böyle rate kişiler elinde, deneyim yoluyla önü açılan kabileciliğin (tribalism), kimlik politikalarının, yerlilik, yerellik (nativism) böbürlenmelerinin eline malzeme yapılabilir. Nitekim on yıl önceki öngörüm doğrulanmış gözüküyor. Thompson’da suç yok muydu peki? Tabii ki vardı, ama bunu tartışacağımız insanlar –Marx’ı, Bourdieu’yu vs. okumadan bilmekle övünen, bunları sola karşı kullanmak dışında amacı olmayan- böyle karikatür tipler değil.

*

Teze dönersek, ikinci bölümdeki tarihsel sosyo-ekonomik bağlama odaklanış, üçüncü ve son kısımda yerini poetik ve edebiyat tarihi bağlamına bırakıyor. Tüm tez boyunca, okunan her kitabın içeriğinin teze boca edilmeye çalışılması şeklinde beliren malumat-füruşluk bu kısımda zirveye ulaşmış. “Teorik çerçeve sağlama” adı altında kullanılan ama kısılsa ya da atılsa temel tezi hiç ama hiç etkilemeyecek olan bir tür teori tepelemesinin üçüncü tekil şahıs ağzıyla aktarımı (Bloch şöyle der, Moretti böyle der, Karatani öyle der…) şekliyle ilerliyor. Genelde bu tür akademik ihtiraslı yazılar bir editör elinde tıraşlanarak kitaplaştırılır; okuyucusu adına, umarım ki Küre Yayınları bunu biraz yapmıştır. Bu kısımda, Özel’in şiiri neye karşı ortaya koyduğunu açığa çıkarmak için Tanpınar’dan referansla Divan edebiyatından Garip’e, Garip’ten İkinci Yeni’ye (tabii ki, başkalarının yazdıklarının aktarımı üzerinden) gidiliyor. Uzun lafın kısası, İkinci Yeni “ben” içinde sıkışıp kalınca, İsmet Özel de dışa doğruyu, başkalarına, “halka doğru”yu temsil ediyormuş. Halbuki, bu kadar aşikar ve aleni bir çıkarım için bu kadar fazla lafa gerek yoktu (amaç edebiyat tarihi yinelemek değildi ise). Zaten, Özel’in kendi beyanları bu yönde. Etil de Özel’i mot-a-mot doğrulamak açısından bu kadar zahmet çekmiş. Ama insan örneğin şu ethos/pathos saçmalamalarına (Türk şiirinde iki damar varmış falan filan) karşı biraz eleştirel bir okuma görmek istiyor. Sadece iki yerde, alıntıladığı yazara zıt bir nokta belirtiyor: Cansever’den başka Cemal Süreya’nın Özel’in şiirini değerlendirişi tasvip edilmemiş. Oysa bakın Süreya’ya ait bu “hatalı tespit” ne kadar da doğru:

“Daha önce de belirttiğim gibi, hep aynı şiiri yazmaya koyuldu (…) İsmet Özel her seferinde aynı şiirin aynı kopyasını, biraz daha silik bir ‘suret’ini çıkarıyordu. Bu duygu ve düşüncenin tekrarına götürdü. ‘Şair kendini övüp duruyor, ya da yurdunu, halkını övüp duruyor’ (…) ‘Topu-tüfeği, kanı-bıçağı, fırtınayı-gürültüyü şiirine tıka basa doldurup duruyor. Şiirde aynı söz kalıpları donup kalmıştır. Sözgelimi bir Behçet Necatigil’in, bir Oktay Rıfat’ın, bir Edip Cansever’in, bir Ahmet Arif’in şiirine bakılarak toplumsal kanıtlar, halkımız, ülkemiz üstüne ipuçlarını çıkarabiliriz. Oysa İsmet Özel sadece hücum borusu çalıyor.”

Son değerlendirmede, yapılan çıkarımların tümüyle, seçilen imge, dize ve kelimelerden oluşturulmuş bir “wishful thinking” kıymet-i harbiyesinde, gönülden geçenler olduğunu düşüyorum, beğenip beğenmemek okura kalmış. İsmet Özel’in yazılarını tasvip edenler bunu da muhtemelen aynı şekilde değerlendireceklerdir; çünkü şimdiye dek okumadıkları bir şeye rastlamayacaklar.

Son olarak, İsmet Özel’e değineyim. Kendisinin de sezdiği gibi İsmet Özel ciddiye alınacak bir edebi şahsiyet değil. Zaman kaybı. Gündeme gelişi, yakın döneminde iyice sıklaşan ırkçı beyanları yüzünden. Etil’in en başta alıntıladığım sözünde kısmi bir haklılık payı var. Sol, faşizm ithamını bol kepçeden dağıtmaya fazla meyil ederek, sözü anlamsızlığa yaklaştırdı –bu tarife uyan hal ve hareketlerin çoğalışını gözden kaçırmamak şartıyla. Sol güçsüzleşip, dağıttığı faşist damgası -haklı ve haksız- çoğaldıkça, itham edilende çıkması arzulanan utanma ve kendini, durumun vehametini sorgulayış olasılığı da yok olma noktasına geldi. Faşist ithamının boş gösteren olma noktasına gelişine zil takıp oynamaları bu yüzden.

Peki, İsmet Özel’e faşist derken abartıyor muyuz? Faşizmin tüm özelliklerini kendi bünyesinde toplama zorunluluğu yok, fakat en bilinen alametleri onda bulacağımızdan da şüphemiz yok. Düşman figürü, ona eşlik eden varoluşsal tehdit ve teyakkuz hissiyatı, çoğu durumda utanmaz bir ırkçılık, pek tasvip ettiği Jünger’deki gibi bir fronterlebnis (cephe deneyimi) algısı, militarizm, savaş/şiddet övücülüğü, Sorel’deki gibi bir yıkıcılık (/Yıkmak, kutsal kini yürekli olmanın/), erkek maçizm… “Kafirle çatışmaya göze ala Müslüman’a Türk denir” tanımıyla ifadesini bulan, artık farklılığın yüceltildiği, küffara savaşın ağzından kan damlayan sözlerle methinin, eskiden dilinde ara ara yer bulan sevgi lafını tümüyle gömdüğünü söyleyebiliriz. Şunu başka nasıl anlayalım?

“İnsan olmak aslında Müslüman olmakla eşdeğer bir şeydir. Bu manada ayrıca bir insan tarifi getirmemize lüzum yok. Eğer Müslüman değilse ona insan-benzeri diyebiliriz. Din farkı önemli değildir; önemli olan insanlık diyorlar ya, hiç öyle bir şey yok. İslam’dır insanı insan yapan.”[20]

Ben de, insanı faşist yapanın bu olduğunu rahatça söylerim –Özel’in laf atmaya yeltendiği, büyük şair ve ama en başta büyük “insan” Can Yücel’in herkesçe bilinen ifadesini kullanmaya gerek kalmadan…

*

Başkalarına bunca laf söyledim, biraz da kendimize dokundurayım: Teori ve Politika dergisi, 2018 Şubat’ında Carl Schmitt’in şu meşum lafını tweetlemiş:

https://twitter.com/teorivepolitika/status/961339212246155264

“İnsanlık bir savaş yürütmez. Çünkü düşmanı yoktur; en azından bu gezegende. İnsanlık kavramının kendisi düşman kavramını dışlar, çünkü düşman da öte tarafta insan olmayı sürdürmektedir.”

Eğer siz Schmitt’in dost/düşman ontolojisini kabul ederseniz, evrenseli ve insanlığı ancak bir partikülerin hegemonyası şeklinde anlamak durumunda kalırsınız. Oysa, evrenseli partiküler için heba edemezsiniz, bir yana da itemezsiniz, yok sayamazsınız. Kavramlaştırmayı, aslında Schmitt’te adı olup da kendisi olmayan, ama Tuncay Birkan’ın değindiği dostluk anlayışında, kimliğinin bu kadar önemsenmediği bir gelecek modelinde aramak gerekir. Aynı şekilde, derginin yayın hayatına başladığından beridir üstünde durduğu Aydınlanma eleştirisinin daha dikkatli, tafsilli ve Schmitt gibi modernleşme karşıtı gericilerle ayrımın ortaya konularak yapılmasını istemek, gerekli midir bilemiyorum. Liberalizmi eleştirmek için, sahte-evrensellik iddialarıyla karşımıza çıkan emperyalizm karşısında çok-kutupluluğu ya da ulus-devleti savunmak (?!) için  bir Nazi’yi yardıma çağırma durumuna düşmüşsek vay halimize…

“Sosyalistler, Aydınlanmaya karşı gerici bir konum almaktan ve Schmitt’in yaptığı gibi liberalizm ve demokrasiyi mantıksal hasımlar şeklinde ele almaktan ziyade, Aydınlanma projesinin içkin bir eleştirisiyle ve liberalizmin hem radikal hem de gerici potansiyelinin diyalektik değerlendirilmesiyle uğraşabilirler (en azından böyle yapılabilir ve yapılmalıdır). Sosyalist teoriyi yeniden düşünmek için –muhafazakar devrimci, faşist ve sola düşman olan- Schmitt’ten faydalanma girişimi, onu bir muarazacı haline sokar. Her iyi Schmittçi’nin bileceği gibi, bu tehlikeli bir politik manevradır. Eğer Schmitt’in bize öğrettiği bir şey varsa, o da düşman ve dostumuzu iyi bilmemiz gerektiğidir; yirminci yüzyıl bize bir şey öğretmişse, o da faşizm ve destekçilerinin düşmanımız olduğudur. Kendi emniyetimiz hilafına bunu unutuyoruz.”[21]

Hasan Keser

[1]  https://www.goodreads.com/review/show/91866451?book_show_action=true&from_review_page=1

[2] “Hiç K. Marx’ı okumadan Marx’ı, hiç P. Bourdieu’yü okumadan Bourdieu’yü kendilerinden meşk ettiğim değerli hocalarım ve baki dostlarım Vefa Saygın Öğütle’yi ve Güney Çeğin’i hassaten anmak durumundayım. Sosyoloji zanaatını, bu iki değerli akademisyen-entelektüel sayesinde, onların dostane ocaklarında meşk ettim diyebilirim. Kaynak gösteremiyor ancak konuşabiliyordum. Bilmiyor ama yapıyordum.” diye yazılmış tezin ithaf kısmına.

[3]  V.S. Öğütle ve H. Etil, “1970-73 Türkiye’sindeki Devrimci Şiddet Momentinin Politik ve Sosyal Bilimsel Bir Analizi”, G. Çeğin ve İ. Şirin (der.) Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları, İletişim Yayınları, 2014, s.300

[4]  Dipnotta Bruno Bauer, Max Stirner ve Jean-Jacques Rousseau için kullandığı notu bulunuyor.

[5]  Buradaki dipnotta da kendinde önceki ya da eşzamanlı diğer partizan teorilerine değinilir: Rolf

Schoers, Gerhard Nebel, Ernst Jünger gibi. Onların daha metaforik sayılabilecek çalışmalarından kendisininkini ayırmaktadır. Yeri gelmişken, İsmet Özel kendisinden alıntı yapacak şekilde,  Schmitt’in yakın dostu, militarist Jünger’i benimser gözüküyor: “Ernst Jünger şöyle demiş bir yerde: II. Dünya Savaşı’nı Almanlar kaybettiği zaman bütün milletler savaşı kaybetti. Bunun anlamı şu: Bundan böyle milletlerin millet olarak savaş yürütebilecekleri saha tahrip olmuştur. Dolayısıyla 1945’ten itibaren dünya nizamı birinci planda başrolü milletlerin oynamadığı, örgütlerin oynadığı bir saha olmuştur. Bu örgütlerin en etkilileri finans örgütleridir.”

[6]  C. Schmitt, Theory of Partisan: A Commentary/Remark on the Concept of the Political, çev: A.C. Goodson, Michigan State University Press, 2004, s.13 (Kendi çevirim)

[7]  “İsmet Özel ve Donald Trump” https://www.ilkehaber.com/yazi/ismet-ozel-ve-donald-trump-14777.htm

[8]  Schmitt’te soykırıma dair tek bir satır yoktur. Dahli olduğu Nazi dönemindeki suçlardan dolayı nedamet göstermeyi bile reddetmiştir.  Halen kendini ve Almanya’sını asıl kurban görmekteydi. Schmitt’e ihtiyatlı övgüler düzen muhafazakarların duayen ismi Raymond Aron bile, ortada Schmitt’in kullandığı şekilde bir “mutlak düşmanlık”tan bahsedilecekse, bunun ne Versay antlaşmasında ne Marksist-Leninistlerde ne de II. Dünya Savaşı galipleri arasında aranabileceğini söyler. Bu tipe sadece, Hitler’in yaptığı türden katliam ve soykırım uygun görülebilir (aktaran Jan-Werner Müller,  A Dangerous Mind: Carl Schmitt in Post-War European Thought, Yale University Press, 2003, s.100-101)

[9]  Örneğin pek sevgili ikinci ülkesi olan, tatillerini geçirdiği ve büyük bir ihtimamla ağırlandığı İspanya’da 1962’de sunduğu “Partizan Teorisi”nde, 1950’lerin başlarına dek Pireneler’den Franco rejimine karşı yürütülen gerilla savaşındaki partizanlardan bahsetmez. J. Booth & P. Baert, The Dark Side of Podemos? Carl Schmitt and Contemporary Progressive Populism, Routledge, 2018, s.28-29

[10]  R.J. Bernstein, “The Aporias of Carl Schmitt”, Constellations, 18(3), 2011, s.423. Bu makalesinde yazar, Schmitt’in hem politikayı ahlaktan, normatiflikten ayırma iddiasına değinir; hem de aslında kullandığı kavram çiftlerinin altında yatan ahlaki zemini gösterir. Dost-düşman ayrımında olduğu gibi, toprağa bağlılık, tellüriknomos’a  dayalı vb. kutbu tercihinin altında da aslen Katolik anlayıştan doğan normatif bir değer yargısından başka bir şey yoktur. Leo Strauss’un başından beri söylediği noktadır bu.

[11]  Sanki Nomos’ta anlatıldığı haliyle uluslararası ilişkiler tarihi, Schmitt’in yorumuna, daha doğrusu teolojik masalına uyuyormuş gibi… Schmitt’in polemiksel bir “kavramlar tarihçesi” olarak sunduğu anlatıdaki tarihsel sosyoloji boşlukları ve çarpıklıkları için bak. B. Teschke, “Carl Schmitt’s Concepts of War: A Categorical Failure”, J. Meierhenrich & O. Simos (der.) The Oxford Handbook of Carl Schmitt, Oxford University Press, 2016, s.367-400. Teschke’nin önceki tarihli benzer bir makalesine de başvurulabilir: “Fatal attraction: a critique of Carl Schmitt’s international political and legal theory”, International Theory, 3(2), 2011, s.179-227

[12]  Bu tür bir cezbeye ikaz için bak. S. Elden, “Reading Schmitt geopolitically: Nomos, territory and Großraum”, Radical Philosophy, 161, Mayıs-Haziran 2010, s.24

[13]  Schmitt, “Partizan Teorisi” konuşmasından birkaç gün sonra yaptığı konuşmasında, anti-kolonyal mücadeleyi “Avrupa-karşıtı bir propaganda”ya indirgeyecektir. Üçüncü Dünya’dan yükselen her ses, Avrupalı olan her şeyin defansa geçmesini getirmektedir! Konuşmasını yaptığı enstitünün salonunda, karşısındaki dinleyiciler arasında Batı Sahara’da hala tutunmaya çalışan İspanyol faşistleri vardı. Pek model bir anti-emperyalist topluluk gibi durmuyor açıkçası… A. Toscano, “Carl Schmitt in Beijing: partisanship, geopolitics and the demolition of the Eurocentric world”, Postcolonial Studies, 11(4), 2008, s.428

[14] C. Schmitt, Political Romanticism, çev.: G. Oakes, MIT Press, 1986, s.146

[15] Yerlilik dosyası içinde. T. Birkan, “Sol: Evin Reddi”, Birikim, 111-112, Temmuz-Ağustos 1998, https://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5231/sol-evin-reddi

[16]  Bu “neşv-ü nema” türedi, eğreti, özenti, eski kelime kullanıcıları da çok “tipolojik” ama şimdilik bir yana bırakalım.

[17]  Bu ölçek konusunda Teori ve Politika için yazdığım son yazılara bakılabilir. Ayrıca, bak. T. Burns “Hegel and global politics: Communitarianism or cosmopolitanism?”, Journal of International Political Theory, 10(3), 2014, s.325-344.

[18] İ. Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, TİYO, 4. baskı, 2016, s.25. Bu sözleri Agamben’le beraber okuyabilir miyiz? “Etik hakkında her söylem insanın bir özü, bir tarihsel ya da tinsel uğraşı, bir biyolojik kaderi olmadığı, olması da gerekmediği ya da, bunları gerçekleştirmek gibi bir hedefi olmadığı gerçeğinden yola çıkmalıdır… Olanaklığı ya da gücüllüğü olarak insanın kendisinin var oluşunun yalın gerçekliğidir.” (Gelmekte Olan Ortaklık, çev.: Betül Parlak, Monokl Yayınları, 2012, s.61-2). Şiirden (ve güzel şiirden) çok, kitaplar boyu şiir üzerine “çenebazlık” yapmış İsmet Özel’den her teoriye uyacak, her türlü laf çıkarılabilir esasen.

[19]  İ. Özel, a.g.e, s.110

[20]  İ. Özel, a.g.e., s.226

[21]  M. Neocleous, “Friend or enemy? Reading Schmitt politically”, Radical Philosophy, Ekim-Kasım 1996, s.21

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar