Napolyon’un 1812’de Rusya steplerindeki bozgununda doğanın rolünden “General Kış” olarak söz edilir. Ama savaş, General Kutuzov’un doğanın darbesiyle dağılan düşman ordusunu süpürmesiyle bitecektir. Bakalım General Deprem’in gücü Türkiye’de neye yetecek?
6 Şubat’ta Maraş ve civarı kentlerde yaşanan deprem, Tayyip Erdoğan iktidarını darbeledi ve sarstı. Baş düşman kendini toparlamaya çalışıyor. Deprem Türkiye’de özel bir konjonktür yarattı ve konjonktürün gerçeğinde ülkedeki çelişkiler keskinleşti. Henüz zayıf da olsa kutuplaşma şeklinde tanımlanabilecek bu ayrım, baş düşmana karşı olan güçleri de nesnel olarak yakınlaştırdı.
Kılıçdaroğlu ve Demirtaş
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, depremin ilk günlerinde bölgeden yayınladığı bir videoda ve depremin 15. günü, 21 Şubat’ta, partisinin Meclis’teki grubunda yinelemeyle şöyle konuştu:
“Erdoğan ile siyaset üstü hizalanmayı reddediyorum dedim. Ne kendisiyle, ne Saray’ıyla ne de çeteleriyle hizalanacağım. Ne siyaset üstüne ne siyaset altına, ne ölümüne ne dirimine, ne de milleti için var olmayan bir devlet yapısıyla hizalanacağım. Milleti için var olmayan bir yapıyı yüceltmeyeceğim. Dayanışacaksam da milletimle dayanışacağım.”
HDP’nin eski genel başkanı ama bu partinin ve çevresindeki geniş kesimlerin yüreğinin sesi olmayı büyük bir başarıyla temsil eden Selahattin Demirtaş, 21 Şubat günü şu sözleri duyurdu:
“Yürü Emek ve Özgürlük İttifakı! Yürü Sosyalist Güç Birliği! Yürü Millet İttifakı! Yürü Bay Kemal! Yan yana yürüyün. Birleştirin, barıştırın ve yeniden inşa edelim, yıkılan bu ülkeyi. Başka çaremiz yok, başaracağız.”
*
Ne oluyor? Demirtaş’ı “Bay Kemal”e selam gönderten nedir? Kılıçdaroğlu’nu, bu ülkedeki devrimcilerin, sosyalistlerin, demokratların, özgürlükçülerin, ilericilerin ortak baş düşmanını önceki zamanlardan farklı olarak bir rakip değil sanki bir düşmanmış gibi tanımlamaya iten etmen nedir?
Bu etmen elbette “General Deprem”dir.
*
CHP, devrimci konumdan, düşman bir politik partidir ve nice eski devrimci ve solcu bu partinin kulislerinde hâlâ sosyalist oldukları yanılsamasıyla kaybolmuştur. Buna karşılık ve bununla birlikte, bu partinin başkanlığını yürüten Kemal Kılıçdaroğlu uzunca yıllardır düşe kalka ama sebat ve kararlılıkla bir politik tarz tutturmaya gayret ediyor. CHP’nin izlediği politikanın Türkiye’de bir “alaturka demokrasi” arayışı olduğunu söyleyebiliriz.
Büyük bir devrimci mücadelenin ve toplumsallığın ürünü olsa da kendi başına görece bir varlık olan HDP, düzen-içi demokrasiyi temsil eden bir partidir ve bu niteliğiyle yüzüncü yılında olduğumuz TC’nin, yüz yıl boyunca bizzat onun politik rejimi sonucu, onun yasaları mucibince karşısına çıkmış ve bir türlü bertaraf edemediği bir belasıdır. Demirtaş, bu partinin parlak temsilcisidir.
Fakat bu nitelikler bu partilerin her konjonktürde –alaturka ya da gerçek‒ demokrasi mücadelesi yolunda olmasına yetmiyor. Kılıçdaroğlu ile Demirtaş, 15 Temmuz 2016 konjonktüründe Tayyip Erdoğan’ın teatral demokrasi şemsiyesinin altına tıpış tıpış girmişler ve baş düşman tarafından kovuluncaya kadar orada tutunmanın matah bir şey olduğunu sanmışlardı. Sadece iki hafta içinde, yedikleri tekmeyle dışarı atılmaları bile, bu iki şahsiyetin temsil ettiği partilerin 15 Temmuz konjonktüründe kendi açılarından da ne kadar yanlış bir taktik izlediğinin açık kanıtıydı. HDP için aynı açık yanlışlık 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası oynanan oyunun figüranı olmaya razı olduğunda da söz konusuydu. (Oyunun güldürü boyutu ise bakanlıkta koltuk bile verilmeyen iki zavallının çevresi tarafından “sayın bakan” diye hitap edilmesinden pek hoşnut olmasıdır.)
Suçlu
Ancak şimdi başka ve bize göre safların uygun dizilmeye yöneldiği bir konjonktürdeyiz. Politikayı, konjonktürler içinden yürütülen taktikler olarak anlamayı Lenin öğretti bize: Tarihte, süreçte, dönemde değil, son derece dar bir zaman aralığı anlamına gelen “belirli bir an”da kavranılacak halkayı saptamak ve onu yakalamaya uğraşmak.
6 Şubat’ta Türkiye’de düzen içi ve dışı mücadele güçleri bakımından yeni bir güç devreye girdi ve konjonktürü bu gücü hesaba katarak çözümlemek gerekiyor. Muhtemelen yüz bini aşkın kişinin ölüme, milyonlarca kişinin maddi yaşam koşullarından yoksunluğa sürüklendiği bir olay her ülke bakımından “çok önemli” kategorisindedir. Deprem, özgüllüğü son derece güçlü bir konjonktür olarak belirdi ve halen bu konjonktürün içindeyiz. Doğa, toplumsal varlığa ani ve çok etkili bir güç olarak müdahale etti. Kılıçdaroğlu’nun sözünü keskinleştiren ve Demirtaş’ı da Kılıçdaroğlu’na el uzattıran etmen bu gücün ta kendisidir.
15 Temmuz darbe girişiminde güya “siyaset üstü” bir mesele olarak ele alınan darbe karşısında demokrasi şemsiyesi altına girmekte duraksamayan iki parti, bugün, siyaset üstü olmak bakımından 15 Temmuz’la kıyaslanmayacak deprem olayı karşısında tek şemsiye altına girmeyi bir an bile düşünmeden neden reddettiler? Çünkü baş düşmana yönelmiş gayet politik bir girişim olan darbeyi politikleştiremediler ama doğanın gücünü kıyas kabul etmez bir çabuklukla politikleştirmeyi başardılar. Doğanın politik dolayım konusu olmasını Meral Akşener’in ‒22 Şubat’ta partisinin grubuna hitabındaki‒ şu sözü gayet yalın ve berrak bir dille ortaya koyuyor: “Bu afetin felaketle sonuçlanmasının sorumlusu bizzat Erdoğan’dır.”
Akşener’in sözünün tartışılacak, üzerinde düşünülecek herhangi bir yönü zerrece yok. Depremin tek ve tam sorumlusu Tayyip Erdoğan’dır.
Depremin suçlusu ne hırsız müteahhit, ne rant ve yolsuzluğa batmış belediyelerdir; suçlu Baş Düşmandır.
Depremin suçlusu ne sermaye düzeni ve kapitalizm, ne de neo-liberalizmdir; suçlu Baş Düşmandır.
*
Biz, depremin yarattığı felaketin suçlusunun teşhisi konusunda, Demirtaş’a ek olarak Kılıçdaroğlu ve Akşener gibi tarihsel düşmanlarımızı temsil eden figürlerle benzer görüşteyiz, ama sosyalistlerin çoğuyla bu konuda ayrı düşüyoruz. Sosyalistlerin genel görüşüne göre suçlu kapitalizmle, burjuvaziyle, neo-liberalizmle, rant düzeniyle birlikte Tayyip Erdoğan’dır.
Deprem konjonktürü bakımından ele alırsak, kapitalizmin ‒buna neo-liberal türü dahildir‒ felaketin suçlusu sayılması isabetsizdir ve gerçek dışıdır. Dünyadaki birçok kapitalist ülke depremin toplumsal felaket yaratması sorununu ilke olarak çözebilmiştir. Kapitalizm tarihsel olarak suçlu sayılamaz; ama politik olarak suçlu sayılması da uygun değildir. Kapitalizm bu konjonktürde dolaysızca düşman değildir. Dolayısıyla, deprem konjonktüründe kapitalizmden bahsetmeyen Kılıçdaroğlu ve Akşener sosyalistlerin kahir ekseriyetinden daha yakındır politik gerçeğin konjonktürel doğasına.
Buna karşılık Kılıçdaroğlu, 21 Şubat’taki grup konuşmasında, 1970’lerdeki Ecevit’ten tevarüs ettiği “düzen değişmelidir” şiarı doğrultusunda zeminini derinleştiriyor ve genişletiyor. Bir burjuva politikacısı için ileri bir adım. Ama Kılıçdaroğlu, açık ve kesin önceliğin Erdoğan olduğunu hiçbir şekilde karartmıyor.
Sosyalist ya da komünist olmak, sabah-akşam kapitalizm düşmanlığı sayıklamak değildir. Marksist bir komünistin yükümlülüğü, içinde bulunduğu konjonktüre ilişkin olarak, karşı tarafın zırhının hangi noktadan ve nasıl çatlayacağını hesaplamak ve sözleri ile eylemini buna yoğunlaştırmaktır. Günlük dilin ideoloji ve öğretinin işgalinde olması bir inanç ya da kimlik belirtisi değil, aksine zaaf işaretidir.
Depremin suçlusuna ilişkin en soldaki saptama sadece ve yalnızca baş düşmana işaret edendir ve bunun dışındakiler, yani suçlunun kapitalizm, sermaye düzeni, burjuvazi ve neo-liberalizmle birlikte baş düşman olduğu önermeleri yeterince solcu değil ya da sağcıdır. Baş düşman ile kapitalizmi ve kapitalistleri ayrım gözetmeksizin hedef tahtasına koymak, dikkatin ve darbenin yöneleceği odağı bozacak, beri tarafta ise, güçlerin dağılması sonucunu yaratacaktır.
Baş düşman darbelendikten sonra kapitalizm ve burjuvazinin yerli yerinde duruyor olması, devrimci bir konumdan açık bir başarısızlık anlamına gelmeyecek midir? Devrimci mücadelenin tek ve büyük bir darbeden ibaret olduğunu sananlar bakımından bu taktiğin sonucunun kuşkusuz açık bir başarısızlık, hatta olanca gücün baş düşman dışındaki düşmanlara ve burjuvaziye, düzeltilmiş kapitalizme armağan edilmesi olacağı açıktır. Fakat devrimci mücadele bazı tarihsel konjonktürlerde görece kolay tek ve büyük darbeyle devrimci iktidarın kurulabileceği olasılığını içerse de içinde bulunduğumuz konjonktürün bunu uzaktan bile andırmadığını söyleyebiliriz. İçinde bulunduğumuz konjonktürün “ideal hedef”i bakımından şimdiki baş düşman bertaraf edilecektir; düşmanlar arasındaki ayrımların ne olduğuna başka konjonktürlerin içinden ayrıca bakacağız. Daha kötü olasılık, içinde bulunduğumuz konjonktürün baş düşman bertaraf edilmeden sonlanmasıdır. Bu durumda, kapitalizmi hedeflemeyerek uğradığımız büyük kayıplar ya da hatta suçlar gündeme getirilebilecek ve taktik politika anlayışının ne kadar tehlikeli olduğu ileri sürülecektir.
Buna karşılığımız, politik mücadelenin konjonktürel gerçekler üzerinden yapılması dışında bir yolu olmadığı ve bu bağlamdaki sorunların gerçek sorunlar, oysa genel politika anlayışının sorunlarının saymaca sorunlar olduğunu söylemek olacaktır. Tarih’i konjonktürel uğraklar dışında yakalama olanağı yoktur.
Konjonktürel politika
Tarihten âna gelinmez; politika belirli bir anda kavranılacak halkalarla yapılır ve politik ömrün uzun zamanları tek tek anlarda politik öznenin kendini taktiğiyle yeniden kurması işlemi olarak geçer. Ansal gerçek, sürecin yapısal dizili dilimlerinden biri değildir, ve –Türkiye’de yaşadığımız gerçeği gibi ontolojik zeminin veri varlığında‒ iki an arasındaki tek bağlantı metafizik atlamadır. Her bir konjonktürde ‒ontolojik zemin dışında‒ dünya yeniden kurulur ve her bir özne, yeni konjonktürde yeniden oluşur. Nice komünistin bir sabah komünizm dışına düşmesinin öyküsü burada saklıdır. Devrim, andan tarihe (tarihsel ân’a) sıçranılan kısa devredir.
İçinde bulunulan an olarak konjonktürler sürecin oluşturucu öğesi değildir. Süreç ile konjonktür arasında ve birbirini izleyen konjonktürler arasında indirgenemez ayrımlar vardır ve bir zaman dilimi konjonktür olmak hakkını da bundan alır. Konjonktürün süresi nedir? Buna ilişkin önsel hiçbir şey söylenemez. Öznesine göre, bir konjonktür günler sürebileceği gibi aylar hatta yıllar boyu da sürebilir.
Sosyalistler, genel olarak, politikayı politikaya aykırı bir anlayışla yürütüyor. Elbette bu işlem de politik oluyor ama bir öznenin kendini politik âna dayatması olarak değil, bir eylemli varlığın neredeyse kendiliğinden süredurumsal hareketi olarak anlarda var olmak şeklinde… Sosyalistler genel olarak karşıdaki somut suçluyu gizleyen tarzda hareket ediyor ve ortada olmayan, elle tutulup gözle görülemeyecek bir tarihsel suçlu arayarak, politikanın yakıcı ve vurucu gerçeğine ve doğasına aykırı hareket etmiş oluyor. Her şeyi ama her şeyi somutlamaya dönük olmayan işlem politika değildir; dünya görüşüdür, ideolojidir, teoridir ve başka bir şeydir, ama politika değildir.
Konjonktürel bağlaşım
Türkiye’nin içinde bulunduğumuz koşullarında HDP gibi devrimci güçlerle bağlantılı bir demokrasi gücüyle düzenin egemenlerinin zayıf ve titrek demokrasi güçleri nesnel olarak yan yanadır ve Kılıçdaroğlu ile Demirtaş bu gerçeği başarıyla ifade etmektedir. Millet İttifakının demokratik niteliğine ilişkin hiçbir yanılsamaya gerek yok. Önemli olan ve vurgulanması gereken, Kılıçdaroğlu’nun Tayyip Erdoğan’la teması reddetmesidir. (Reddin, bir politikacının ötekiyle selamı sabahı kesmesi anlamında bir gerginlik olmadığı açık olsa gerektir.) Bu, HDP ile, Kılıçdaroğlu şahsında Millet İttifakının “nesnel ittifak”ını yeterince gösteriyor. İttifakın nesnelliğinin ne ölçüde öznelliğe dönüşeceği de belirsiz olan ve öznelerince gayet dikkatle izlenmesi ya da yürütülmesi gereken bir başka husustur. Fakat gayet dikkatle yürütülmesi gerekmeyen herhangi bir taktiğin olabileceği düşüncesi bile taktiğin ne olduğuna ilişkin fikri olmayan ilkecilerin zihniyetinin ürünü olabilir.
Ne olursa olsun, ittifakın koşulları deprem öncesine göre açık şekilde güçlüdür. İttifak şu ya da bu şekilde eşit güçler arasında olur ve Kılıçdaroğlu ile ittifaka hazır tek güç HDP’dir. Bu partinin büyük ve hazmedilemeyen bir toplumsal zemine dayanması düzenin engin deneyim ve güce sahip unsurlarıyla aşık atmak için yeterli güvence sağlayamaz. HDP’nin bir anlamda garantörü ya da sigortası devrimci bir güç ile kopmaz bağıdır. (Bu, bizler için de HDP üzerine akıl yürütmeye olanak veren yegâne etmendir.) Türkiye’de düzen içi ya da dışı demokratik ya da devrimci öznelerden başka hiçbiri buna yeter-ölçekte değildir. Vurguluyoruz; sözlerimizin tamamı, depremin bir özel ve yeni güç olarak varlığı koşullarında geçerlidir. Konjonktürü tanımlayan etmen depremdir. Deprem, vaktini kestiremeyeceğimiz bir süre sonra artık ölü bir güç haline gelecek ve o zaman başka bir konjonktürde olacağız.
Düzen güçleriyle nesnel ittifakı özel vurguyla ifade eden geniş sosyalist kesimler her zaman vardı. Bu kesimlere göre, burjuvazinin ilerici ya da demokratik kanadıyla zaten tarihsel olarak aynı kulvarda yer alıyoruz ve dolayısıyla onları desteklememiz, konjonktür aşırı tarihsel bir yükümlülüktür. Bizim ifade etmeye çalıştığımız yaklaşımın dayandığı mantık bundan tamamen ayrı olmasına karşın, deprem konjonktüründe bu anlayışın izleyicisi sosyalistlerle birlikte yürümenin de hiçbir sakıncası olamaz.
Devlet
Depremde, baş düşmanda somutlanan devletin yokluğu açık bir gerçekti. Depremde devlet, birbirine bağlı nedenler yüzünden yeterince müdahaleyi hem edemedi hem etmedi. Edemedi; çünkü TÜSİAD başkanının geçen aylarda yetkiyle ifade ettiği gibi, Tayyip Erdoğan, devletin yeni kurumlaşmasını başaramıyor ve devlet belirgin şekilde “kurumsuzlaşıyor”. Her bakımdan kifayetsiz baş düşmanın oluşturmaya çalıştığı devlet, tarihsel nedenler sonucu ve basit rasyonel yolların izlenememesi yüzünden kurulamıyor bir türlü. Tarihsellik ve rasyonalite baş düşmanı reddetmeye eğilimli, ama baş düşman paradoksal olarak tarihselliğin yetmezliğinde kendine varlık alanı buluyor. Bu gerilimli dinamik öteden beri baş düşmanın biyolojik varlığına bağlı hale gelmiştir, ve adeta, baş düşman tarafından sündürülmüş bir lastiğin, onun yokluğunda hızla merkeze gideceğini ve tarihsel kurumsal devletin neredeyse kendiliğinden belireceğini öngörebiliriz. Bu anlamda, bir politik parti değil çıkar çeteleri koalisyonu olan AKP adındaki şey de varlığını tamamen baş düşmana borçlu. Devlet istese de müdahale edemedi; amaca göre örgütlenmenin basit rasyonalitesinden uzaklaşmış Kızılay’ın yeterli çadır stokunun olmaması, kaynak yağmasının bir bahanesi halinde örgütlenmiş ve bu arada amacına uygun ancak zayıf bir varlığı olan, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı açık adlı AFAD’ın, yaşanılan afet ve acil durumu yönetmenin yanına bile yaklaşamaması kurumsuzlaşmanın açık birer göstergesidir. Bugünkü devlet, tarihsel kurumsal varlığı dışında, büyük çıkar şebekesinin dolaysız ihtiyaçları dışında var olmaya gerek görmediği, buna aklı yetmediği için depreme müdahalede bu kadar aciz ve yetersiz kaldı. Öte yandan, baş düşman, depreme müdahale etmedi. Bunun, Abdülhamit’in donanmayı Haliç’te çürütmesine benzer nedenleri olabilir. Ordunun ânında müdahale edebilecek bir güç olmasına karşın kışlalarda tutulmasının baş düşmanın vehimlerine bağlı olduğu çıkarsanabilir. Devlet, baş düşmanın kurumsuzlaştırma operasyonlarıyla hem nesnel olarak bu tür olaylar karşısında hazırlıklı bir organizma olma hüviyetini kaybetti hem de baş düşmanın öznel tutumuyla felç hale geldi. Deprem karşısında baş düşmanın bu hali, konjonktürün tanımlayıcı öğelerinden biridir.
Depremin üçüncü haftasına geliyoruz ve devlet, depremle karşılaşmak bakımından ilk günkü halini kategorik olarak aşmış değil. Devlet hâlâ toparlanamadı ve bir yandan ölçüsüz malzeme yığıyor, aynı zamanda başka bazı yaşamsal ihtiyaçları karşılamada tamamen yetersiz ve eşgüdümsüz oluşunu sürdürüyor. Buna karşılık, baş düşmanın devleti, hazır olduğu alanda, ikinci günden itibaren sahada tüm azametiyle yerini almıştı. (Ancak bu iki günlük yokluk kimilerine büyük devletsizlik düşleri gördürmeye yetti!)
Baş düşman, deprem gibi bir “düşman”ı öngörecek, ona karşı hazırlık yapacak çap ve zihniyetten kategorik olarak yoksundu. Rant ve dünyalık birikimi için dolaylı olan her yol ona boş geliyordu. Oysa bir varlığı devlet kılanın da bu olduğu açıktır. Devlet, çıkar ilişkilerini dolaylama mekanizmalarıyla işleten bir aygıttır. TC’nin bir türlü yok edemediği tarihsel kurumsal varlık zemini üzerinde tepindiğini unutmamamız gereken baş düşmanın bu dolaylama sürecine tahammülü ve kültürü yok. (Buna Aydınlanmacı solcular ve burjuvalar müştereken, akıl yoksunu, bilim düşmanı, hurafeci gerici İslamcılık diyorlar ve konjonktürde bu açıklamanın da hiçbir sakıncası yok.) Deprem vergilerinden elde edilen kaynağın, başka alanlarda kullanıldığının, üstelik övünülerek yol yapımına harcandığının açıklanması, baş düşmanın dünyalık birikimi önceliğinin küçük esnaf muhasebe ölçülerinde itirafıdır. Her bir kilometre karayolunun yapımına ayrılan kaynağın hangi oranının baş düşmanın servetine yönlendirildiğini, kısmet olursa, ileriki yıllarda öğreneceğiz. TC’nin tarihsel kurumsal geleneğinde bu oranı Menderes’in bir bakanının halk arasında “Mister yüzde 10” olarak anılmasından beri biliyoruz, ama baş düşmanın bu konuda aşama kaydettiğinin kesin olduğunu da tahmin edebiliriz. Baş düşman rejiminde devletin –deyim gayet uygundur‒ çivisi çıkmıştır. Devletin, baş düşmanın istediği şekilde yönetilemez olduğu deprem ile daha belirgin hale gelmiştir.
Buna bağlı olarak, deprem alanlarında devleti göreve çağıran solcular bir ilkesel hata ediyor değillerdi, onların yaptığı esasen bir teşhirdi ve devletin, kendine bahşettiği azametli varlığını bozan bir işlev görüyordu bu çağrı.
Sosyalist hareketin büyük değeri
Türkiye devrimci ve sol hareketi, çok küçük varlığına karşın, toplumun derinlerine nüfuz edebilen örnekler verdi. “Haklıyız kazanacağız” sloganının, muktedir tarafından uğradığına inandığı haksızlık karşısında sağcı etkilenmeler içinde olan sokaktaki sıradan insanın ağzına gelen ilk sözlerden biri olması bunun bir kanıtıdır. Türkiye’nin küçük sol ve sosyalist örgütlerinin bir seferberlik ruhuyla deprem bölgesine koşması halkların belleğine kazınan bir imaj yaratması bakımından bile çok önemlidir.
Fakat bütün bunlar, devrimciler başta olmak üzere sosyalist hareketin zihniyetini ve politika anlayışını eleştirmenin engeli olmamak bir yana, zorunluluğudur. Sol hareketin politika yapma tarzı ve zihniyeti gerçeğin kendisiyle başarıya dönük ilişkiler kurmaktan kategorik olarak uzak bir tablo sunuyor. Sol hareket, genel olarak, bir amaç için olması gereken eyleminin kendisini bir tanım ve amaç konusu haline getiriyor. Üstelik, içinden buna karşı uyarılar yapılmasına karşın, bizzat uyarı sahipleri nezdinde bile işliyor bu süreç.
Komünalizm tehlikesi
Deprem günlerinde sol çevrelerde önemli teorik boyutları olan değerlendirmeler yapıldı. Bir devrimci yayında, büyük bir vukufla, derinlere itilmiş komünallikten bahsedildi: “Toplumsal yaşamın bastırılan ve en derine itilen kolektif ve komünal nitelikleri böyle zamanlarda yeniden tarih sahnesinde yerini alır.”[1] Başka bir yazıda, aynı temayı izleyerek, halkın direniş eğilimlerinin “komünist ruhlu bir toplumsal seferberlik olarak sahnede” yer aldığı söylendi.[2] Bir yazar, “Ne kadar boğsalar öldüremedikleri, ne kadar yaksalar küllerinden yeniden doğmasını önleyemedikleri insanî enerjinin tezahürleri”nden söz etti.[3]
Böyle bir görü ve duyunun değerini teslim etmeliyiz. Fakat depremin üzerinden geçen günlerden sonra, komünalliğin, politik uzanımları başka bir konjonktüre kalmak üzere, bir teorik konum alış mertebesinde kaldığını söyleyebiliriz. İnsan toplumlarının, üzerine binen uygarlık katmanlarının doğanın gücü sonucu sıyrılmasıyla açığa çıkan komünalliğinin yatağına çekilmesine, uygarlığın başat gücü devletin sahaya girmesiyle, üç-beş gün yetmiştir. Dolayısıyla, depremin ilk birkaç gününün havasından içinde bulunduğumuz konjonktür için bir model çıkarmaya yönelmek, anakronik olmak yanında, politik bakımdan tehlikelidir. Devlet denilen dev örgütlü gücün arzı endam ettiği bir ortamda komünalliğin komünallik olarak yaşama şansı yoktur. Komünallik ancak uygun mekanizmalarla politikleştiği yani devlete karşı, onun alanında onu geriletecek bir güç haline dönüştüğü zaman gerçek bir varlık olur. Deprem konjonktürü, ilk iki günün şu ya da bu şekilde gerçek bir yönü olan devletsiz boşluğuyla değil, devletin geldiği günleri esas alarak tanımlanmak zorundadır. Komünallik olasılığı artık tamamen yok olmuştur. Buna bağlı olarak, hâlâ komünallikten bahsetmek ve bunun üzerine bir hareket tarzı geliştirilebileceğine ilişkin görüşler yaymak tamamıyla tehlikelidir. Ancak, sosyalistlerin belli kesimlerinin bu tehlikenin ta içinde olduğunu gözlüyoruz.
Depremle birlikte sol ve sosyalist harekette ortaya çıkan tehlikeli eğilim komünalizmdir. Fakat komünalizm deprem bölgesinde peydahlanmamıştır; asıl sorun, sosyalistlerin komünalist ideolojiyi bedenleriyle birlikte bölgeye taşımalarıdır. Komünalizm, devlet-öncesi insan toplumlarının temel bir niteliğinin devletlerin varlığı koşullarında da yaşanabileceğine ilişkin ağır yanılsamalı bir düşüncedir ve gerçekte, hiçbir zaman “barbar insan”ın komünalliği olarak ortaya çıkmamakta ve “uygar insan”ın uygarlığın çelişkileri ortamında yapıntı bir uygarlık ideolojisi olarak belirmektedir.
Özgürlükçülüğün geniş yelpazesinin belirimlerinden biri olan komünalizm uzun yıllardan bu yana sosyalist hareket içinde dolaşıyor. 1999’daki 17 Ağustos depremi sonrasında da yükselmişti böyle eğilimler. Solcularımız, deprem bölgesindeki halkla kurdukları ilişkiler ortamında yeni bir komünal toplumu inşa edeceklerdi! İnşa edilen kendileri oldu ve modern toplumun aşağıda durmayı ve kalmayı ilkeselleştiren politika dışı akımlarını beslediler sadece. Komünalizm, Gezi Ayaklanması günlerinde de gelişmişti. Gezi Parkında yaratılan piyasasız, parasız, doğrudan demokrasili komünal evciklerinden görüyorlardı bütün dünyayı. Ta ki bir sabah gerçek dünyanın polisleri tarafından pek de zahmet etmeden süpürülünceye kadar… Bu, guruları ve inananlarıyla giderek yayılan bir tarikat olarak bugün de aramızda dolaşan bir oyun komünizmiydi.
Tehlikeli olmasına karşın, komünalizmin saf biçimleriyle uğraşmak görece kolay, ama Marksizmle ve / veya devrimcilikle karışık olarak ortaya çıkan melez komünalizmin daha da tehlikeli olduğunu görüyoruz.
Sosyalistlerin deprem bölgesindeki birkaç günlük pratiklerine ne kadar gömülü olduklarının, kendileriyle ne kadar dolu olduklarının, gerçeğin kendisiyle ilişkilenmeyi ne kadar Leninizm-dışı ‒eş deyişle, kudretli olmamak üzere‒ kurduklarının tipik kanıtı olan şu değerlendirmeler arasında hiçbir ayrım yok. Deprem bölgesinde bir “komünizmin belirdiği” ifadesiyle, aynı bölgedeki “siyasal otorite boşluğunu toplumsal dayanışma ve solun siyasal inisiyatifi[nin] doldurdu”ğu görüşünün, iki ayrı sözcü tarafından seslendirilse de, tek bir ideolojik argüman olduğundan emin olmalıyız. Bu sosyalistlere bakılırsa, “halkın öz örgütlenmeleri karşı hegemonya odakları ve siyasal otorite merkezleri inşa etme olanağı” sağlıyor! “Ezilen ve sömürülen toplumsal sınıfların büyük bir bölümü devlete şirk koşuyor”muş.
Kanlarını dökmeyi bilen en ciddi devrimci kesimlerden geliyor bu değerlendirmeler. Bunlar esas alınsa, devrimciliğin ancak hayalcilere, düşler âleminde kaybolanlara özgü olduğu sanılabilir. Hayır; devrimcilik, hele özellikle Marksist devrimcilik, gerçeğin çıplak ve ezici gücüyle onun tarzında ilişkilenmeyi bilenlerin başarabileceği bir şeydir. Ütopyaya gömülmüş başarısız devrimciliklerin çok zengin örnekleriyle doludur devletli toplumlar tarihi.
Hayal dünyasında inşa edilen “komünizm”in, “devletin boşluğunda doldurulan politik inisiyatif”in devlet açısından bir üfürüklük canı vardır. Deprem bölgesinde devletin müdahale ettiği bir inisiyatife, devlet güçlerinin gaddar şiddet uygulamalarına bir örnek olsun eylemli karşı koyuldu da biz mi duymadık?
Bu mu hedeflediğiniz komünizm, bu mu politik inisiyatif yeterlik eşiğiniz! Böylece, iktidar olmak istemeyen, iktidardan sıtkını sıyırmış komünalizmin saflarına Marksist birtakım görüşleri de katarak dahil olduğunuzu fark etmiyor musunuz? Böylece, şu yetersiz gerçeğinizle pembe bir barış sözleşmesi imzaladığınızı anlamıyor musunuz?
*
Anlıyoruz ve görüyoruz; sizden çok farklı bir dünya anlayışındayız. Anladığımız Marksizm sizinkiyle çok farklı. Bir yandan Kılıçdaroğlu ile temas kurmayı savunabilecek kadar küçük menzillere sahibiz, beri yandan “devlet başa” dışında hiçbir başarıdan tatmin olmayacak denli büyük hesaplar içindeyiz. Bu teması bugün savunuyoruz, çünkü HDP gibi devrimcilikle kopmaz bağı olan bir özneyi izliyoruz. Büyük gerçekle temasın önkoşulunun yeterli fiziksel güç olduğunun derinden ayırdındayız. Biz, Marksizmin, geçen yüzyıla damgasını vurmuş kudretli tarihinin vazettiği politikayı ve Marksizmin engin teorisinin gösterdiği dünyayı savunuyoruz. Marksistler, düşler dünyasıyla gerçeği karıştırdıkları ya da düşlerini gerçek sandıkları için değil, çıplak ve kanırtıcı gerçeğin içinde ve bilincindeyken düşler kurabildikleri ve o gerçeğe düşleri doğrultusunda güçlerini hesap ederek müdahale edebildikleri için zaferler kazandı. Büyük gelecek hedefimizi bir an bile gözden kaçırdığına ilişkin en küçük bir kuşkumuz olmayan Lenin’in, içinde bulunduğu an ile ilgili eylem ve yönelimleri için nasıl somut hesaplar yaptığını, kendi örgüt birimlerini ve düşmanın güçlerini nasıl ölçüp biçtiğini unutmayalım.
Yoldaş Deprem değil
Halk yığınlarını ikna etmek sadece genel oya başvuran seçimli rejimlere özgü değildir. Egemen kanatlar arasındaki mücadelede halk yığınlarını kazanmak tarihin her aşamasında önemli olmuştur. Bunu gayet iyi bilen baş düşman, deprem bölgesine ilk gidişinden başlayarak halk yığınlarını kendi bildiği yoldan kazanmaya dönük sözler etmeye başladı. Baş düşman için halk yığınları parayla satın alınabilirdi ve insanlar sokaktayken, on binlerce kişi enkaz altındayken, baş düşman, para verileceğini “müjde”ledi. Sonraki günlerdeki müjdeleri de hep aynı mahiyetteydi.
Çoğumuz haklı olarak isyan ettik; adeta alay ediyordu acılı insanlarla! Oysa baş düşman, pratik deneyiminden gayet iyi bildiği bir hal çaresi izliyordu. Yirmi yılı aşkın süredir aynı yol sayesinde iktidar olabilmişti. Halk yığınlarının bir yönü de acılarını ve ölülerini parayla satmaya razı olabilmeleriydi. Baş düşmanın tarzı elbette paradan ibaret değildi ama paranın baş aktör olduğu bir yordamdı onunki. Baş düşmanın dinselliği kullanması dinin özüne değil tarihselliğine ilişkin bir husustur. Halk yığınları bütün uygarlık tarihi boyunca bizzat uygarlık tarafından bu yönleriyle satın alınmak üzere eğitildi. Şimdi bunu tepe tepe kullanmak baş düşmana kalmış oluyor.
Buna karşılık, halk yığınlarının, yine uygarlık tarihi boyunca sürdürdüğü başka bir yönü de vardı. Bu, her zaman ayrımları gizlemeyi ve sahteliği barındıran uygar insan değerlerine, toplumsal dayanışmaya ilişkindi. (İlkel kandaş dayanışmacılığının bir seçenek olamayacağını koyduğumuzu kabul ediyoruz.) Muhalefetin seslendiği yön işte buydu. Kılıçdaroğlu’ndan Demirtaş’a, Akşener’den Karamollaoğlu ile Babacan ve Davutoğlu’na kadar muhalefet elinde dağıtacağı para olmadığı için mi vurguyu buna yapıyor? Ellerinde para olsa da bu geniş kesimin halk yığınlarıyla içinde bulunduğumuz konjonktürde kuracağı ilişkinin modelinin bu olduğunu ileri sürüyoruz.
Model eski tarihlerde ‒insan kardeşliğini reddetmeyen yönleriyle‒ daha çok din kardeşliğine dayanabilirken, modern çağlarla birlikte ‒bir kez daha insan kardeşliğini reddetmeyen bir tarzda‒ yurt kardeşliği olarak beliriyordu. Artık kesin ayrımlarıyla zengin ve yoksul sınıflar, ezen ve ezilen kesimler değil “yurttaşlar” vardı. Aydınlanma, bu tarihin son belli başlı düğüm noktası oldu.
Rasyonelliği toplumsallıkta bulan ve insan bireyine, sınıfsal ayrımları bu sayede gizleyen bir sahteliği barındırarak seslenen bu tarzın önemli politik karşılığının CHP’den başladığını, TKP’ye bir dikkat odağı olarak uğradığını (TKP’nin “Yurttaş Sözü” adıyla bir kampanya başlatması ve yurttaş terimini kullanması gayet bilinçli şekilde bu yönelime oynadığını gösteriyor) ve sol hareketin devrimci ya da devrimciliğe yakın kesimlerine kadar ulaştığını saptamalıyız. Konjonktürün gerçeği olarak bunun hiçbir sakıncası yok; sol hareketin geniş kesimlerinin acı ve yıkım yaşayan yığınlarla acil dayanışmasının oluşan tarzını seçecek zamanda değiliz. Fakat, konjonktürün Tarihin son durağı olmadığını bilmek zorunda olan, yükümlülüğü Tarihi yakalayacak konjonktürün öznesi olmak olan devrimcilerden bunun hesabını yapması beklenir. Devrimcilik dayanışmayı içerir ama devrimciliği tanımlayan asıl etmen politik devrimciliktir.
Bugün bizler, tarihsel olarak burjuvazinin bir kesimine ait olan ama tarih levhasına insanlık adına yazılan bu model üzerinde olmak durumundayız. İçinde bulunduğumuz konjonktür, baş düşmanın ‒her anlamda berbat‒ “uygarlığın ekonomik çıkar insanı” modeline karşı, yalancı bir zemine oturan “uygarlığın toplumsal insanı” modelini öne çıkaranlarla birlikte olmayı gerektiriyor. Nitekim, sol hareketin çocuksu “deprem komünizmi”, konjonktürde olumlu bir işlev gören bu uygar toplumsallığın renkli bir parçası olarak beliriyor ancak.
Çünkü içinde bulunduğumuz konjonktürdeki büyük varlık “Yoldaş Deprem” değil, baş düşmanı darbeleyen “General Deprem”dir. Bu tarafta bir General Kutuzov da yok ve paradoksal olarak baş düşmanın General Kutuzov olma ihtimali var. Gerçeğimiz bu.
*
İçinde bulunduğumuz konjonktürde, “Kahrolsun kapitalizm” ve “Tek yol devrim” şiarıyla biten açıklamalar, sadece ideolojik propaganda yapmakla yetinildiğinin, politik an ile ilişki kurulmadığının ibretlik kanıtıdır.
Kahrolsun Baş Düşman!
[1] http://etha49.com/haberdetay/depremin-devrimci-durumuna-yaslanmak-174054?s=08 (17 Şubat 2023)
[2] https://sendika.org/2023/02/enkaz-uzerinde-sinif-savaslari-her-sey-yeniden-kurulacak-677458/ (18 Şubat 2023).
[3] Ümit Kıvanç, https://www.gazeteduvar.com.tr/fasistlerin-kara-gunleri-makale-1602921 (11 Şubat 2023)