14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının ‒bizce küçük bir yön dışında‒ temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü değerlendirdiğimiz yazılarına yer veriyoruz. (Altınoğlu yazılarının editörlüğünü Nazım Taban yürütmektedir.)
TvP
3 Ağustos 2016
Recep Maraşlı dostum, 2 Ağustos’ta kaleme aldığı “Kardeşimdir, Kardeşimdir Alnı Secdeye Gelen!…” başlıklı yazısında, 12 Eylül günlerine değinirken şunları söylüyordu:
“Alnı secdeye gelmeyen kardeş değildir, ‘Ne Mutlu Türküm diyene’nin bir başka versiyonu. Böylece Türk-İslam sentezi oluyor…
“AKP iktidarının da, Gülen Cematinin de, IŞİD, Hizbullah benzeri vurucu yapıların da üzerinde geliştiği siyasal alan bu dönemlerde açılmıştı.
“Bugün yapılan ‘şu yapı, bu yapı, ne zaman oldu, nasıl oldu!’ sorularının cevaplarını ararken buraya da bakılmalı. Sosyalist, devrimci hareket tırpanlandı, ezildi. Şimdi alternatif olarak birbirleriyle boğazlaşıyorlar.”
Maraşlı’nın da işaret ettiği gibi, “Alnı secdeye gelmeyen kardeş değildir!” sözlerinde anlatımını bulan anlayış, “Ne Mutlu Türküm diyene!” söyleminin temsil ettiği anlayışın bir başka versiyonudur. Kemalist gericilikle Türk siyasal İslamı ve bu iki eğilimi temsil eden siyasal parti ve gruplar arasında yer yer daha da yoğunlaşan kavga ve sürtüşmeler şimdiye kadar, ezilen sınıf, milliyet ve mezhepler açısından olsa olsa taktiksel bir önem taşıyordu. Ama bugün yaşananlar, bu kavga ve sürtüşmelerin taktiksel öneminin, kendini yadsıyarak stratejik bir nitelik kazanabileceğini gösteriyor. AKP iktidarına gelene değin Türk büyük burjuvazisi ve devletinin, Türk-İslam sentezi olarak nitelendirebileceğimiz bu temel anlayışının iki öğesinden bazen biri, bazen de diğeri öne çıkıyor ya da ağır basıyordu. Örneğin, kabaca 1925’ten 1940’ların başlarına kadar uzanan dönemde bu sentezin Türk milliyetçiliği yanı ağır basarken, Erdoğan kliğinin iktidarı büyük ölçüde ele geçirdiği 2010 sonrasında İslam öğesi öne çıktı. (Bu bağlamda Tayyip Erdoğan’ın, Türk milliyetçiliği de içinde olmak üzere her tür milliyetçiliği ayaklar altına aldığını söylemesini anımsayabiliriz.) Tabii İslam öğesinin öne çıkması, dünya ölçeğinde sosyalizmin güç yitirmesi ve İslam dünyasında devrimci ve sol-milliyetçi akım ve rejimlerin yozlaşması, bir umut olmaktan çıkması ve kitleler katında çekicilik ve etkisini yitirmesiyle de yakından ilintili.
Sarkacın hangi yöne doğru salınacağını, bir yandan ülke içindeki ve bir yandan da uluslararası ortamdaki siyasal gelişmeler ve güç dengeleri belirleyecektir ve belirlemektedir. Bugün gelinen noktada, maceracı ve saldırgan bir politika izleyen Erdoğan kliği, karşısında ne devrimci ve ne de burjuva bir muhalefetin olmamasından yararlanarak Türk-İslam sentezi sarkacını bütün gücüyle İslam yönüne savuruyor. O ve yakın çevresi, 1908’den bugüne kadar uzanan dönemi “yüzyıllık parantez”, yani boşa harcanmış yıllar olarak görüyor ve bu parantezi kapatmak gerektiğini ileri sürüyorlar. Burjuva devlet aygıtının gereken “düzeltme”yi ya da “ayarlama”yı yapamadığı bu koşullarda, ucundaki ağırlığın kopması sonucu sarkaç kırılabilecek, yani Türkiye’yi radikal Sünni bir İslam cumhuriyetine dönüştürme yolundaki çabalar artarak sürecektir. Bunun ne anlama geldiğini ya da geleceğini ise biliyoruz: Türkiye toplumunun böylesi bir deli ceketinin içine hapsedilemeyeceği göz önüne alındığında bu çabaların sonucu Türkiye Cumhuriyetinin; Türk-Kürt, Sünni-Alevi ve şeriatçı-laik ikilemleriyle anlatılan geleneksel fay hatları doğrultusunda parçalanması olasılığının giderek artması olacaktır. 2023’e gelindiğinde yeni bir cumhuriyetin kurulacağını ilan etmiş olan Erdoğan kliğinin 15-16 Temmuz başarısız darbe girişiminden hem önce ve hem de o günden bu yana yaptıkları onun, özellikle son yıllarda girdiği rotayı sürdürmekte kararlı olduğunu gösteriyor. Altını çizerek “HEM ÖNCE” diyorum; çünkü 15-16 Temmuz darbe girişiminden Erdoğan ve AKP için bir mağduriyet gerekçesi ve yeni bir meşruiyet kaynağı üreten pek çok belkemiksiz yazar ve aydın, Erdoğan kliğinin bu darbe girişiminden önce yaptıklarını, işlediği sayısız suçu, insan kıyımlarını ve ülkeyi gerici bir iç savaşa ve bir Ortadoğu savaşına sürüklemek için fazla mesai yaptıklarını unutmuş gözüküyorlar. Yani, 15-16 Temmuz’dan önce, önemli bir bölümü Erdoğan kliğinin suçlarını, hukuksuzluklarını, hırsızlıklarını, İslami terör örgütleriyle iç içe oluşunu vb. işleyen bu bay ve bayanlar şimdi adeta “Erdoğan’a bakma, Gülen’e bak!” moduna girmiş gibidirler.
Bu bağlamda, en azından objektif olarak Erdoğan kliğine az çok anti-emperyalist bir rol biçen ve onun Türkiye’yi ABD-İsrail-NATO rotasından çıkarıp Rusya-Çin-İran eksenine yakınlaştıracağını söyleyen ya da ima edenlerin derin bir yanılgı içinde olduklarını söyleyebiliriz. (ABD, NATO ve İsrail’in hedefi konumunda olan Rusya ile İran’ın Türkiye ile Batı arasındaki çatlaklardan yararlanmak için yaptıkları diplomatik nitelikli açıklamalara çok büyük önem yüklememek gerekir.) Buna, böyle düşünenlerin, sanki bilinmeyen bir şeymiş gibi, Fethullah Gülen’in bir CIA ajanı olduğu tekerlemesini bıkkınlık verecek tarzda ve yeniden ve yeniden dile getirmeleri eşlik ediyor. Öyle ki, ilkokul dördüncü sınıf öğrencilerinin düzeyine yaraşan bu ilkel anti-emperyalizm tiyatrosunu izleyenler ve Türkiye’nin tarihini bilmeyenler, Türkiye’de CIA ajanlığının ‒ya da daha doğru bir anlatımla ABD-İsrail-NATO eksenine bağımlılığın‒ sadece bu bay ve çevresiyle sınırlı olduğunu sanabilirler. Dolayısıyla onların, Gülen hareketine karşı sürdürülen tasfiye operasyonunun Türkiye’nin bağımsızlaşması yönünde adımlar atılması anlamına geldiği aptalca yanılsamasına düşmeleri de kaçınılmaz olmaktadır. Örneğin Hakan Aksay, 22 Temmuz tarih ve “Darbede ‘Amerikan parmağı’ ve Rusya ile hızla ısınan ilişkiler” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Erdoğan darbe süreciyle birlikte ABD’ye ve AB’ye karşı sert tutum alıyor.
“Batı’dan kopmakta olan, elinde dost ve müttefik olarak pek bir şey kalmayan Türkiye’nin yönelebileceği en önemli uluslararası güçler arasında Rusya öne çıkıyor…
“Hatta bakarsın, AB’yle neredeyse vedalaşan Ankara, NATO’yla arasına da mesafe koyar…
“O zaman Kremlin’in çabalarıyla Avrasya Ekonomik Birliği’nden (AEB) Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) kadar bütün kapılar yavaş yavaş Türkiye’ye açılır.”
Her şeyden önce, Türkiye gibi geri ve bağımlı bir ülkenin nerede durduğunu ve nereye doğru gittiğini anlamak için esas olarak ve öncelikle, liderlerinin söylemlerine değil, eylemlerine ve bu eylemlerinin taktiksel değil, stratejik etki ve sonuçlarına bakmak ve yapılacak değerlendirmeleri işte bu analiz zemini üzerine oturtmak gerekir. Şimdi artık pek çok kişi unutmuştur; ama Erdoğan kliği, 2011 öncesinde de yer yer ABD’nin onamadığı ve hatta rahatsız olduğu bazı politikalar izliyordu. Bunlar arasında Türkiye’nin; Putin Rusya’sı ile ekonomik ve siyasal ilişkilerini geliştirmesini, Ağustos 2008’de yaşanan Gürcistan-Güney Osetya-Rusya savaşında ABD’ye mesafeli ve Rusya’ya yakın bir tutum almasını, Türkiye’nin İran’ın nükleer enerji alanında yürüttüğü çalışmaları bahane ederek bu ülkeye bir ABD-İsrail askeri saldırısı yapılmasına, Brezilya ile birlikte karşı durmasını ve ABD’nin karşı çıkmasına rağmen Mayıs 2010’da bu sorunun barışçı yoldan çözümüne katkı sunmasını, ABD ile İsrail’in hedefinde olan Suriye’yle iyi ilişkiler geliştirme yolundaki çaba harcamasını (Şengen’e karşı Şamgen söylemi, ortak bakanlar kurulu toplantıları vb.) belirtebilirim. Öyle ki, Türkiye’nin “Batı”dan bir ölçüde uzaklaşması, 2008 sonlarında Amerikalı Türkiye uzmanı Graham Fuller’ı “Türkiye’nin artık ABD’nin bir bağlaşığı olmadığı” biçiminde abartılı bir saptama yapmaya bile götürmüştü. Yani aptallık, siyasal miyopluk ve yüzeysellik Türkiye halkı, aydınları ve devletine özgü değil. O günlerde yayınlanan bir haberde bu konuda aynen şöyle deniyordu:
“… Fuller, ‘yüzyıldır ilk defa Türkiye’nin büyük bölgesel güç haline geldiğini’ belirtti…
“Türk-Amerikan dış politika çıkarlarının birbirine uymadığını belirten Fuller, Türkiye; Suriye ile, İran ile radikal İslamcı gruplarla çalışmak istiyor. Açılım yaratmak, İran’ı dünyaya getirmek, dünyanın o bölümüyle müzakerede bulunmak istiyor…
“Tarihte iki büyük düşmanken Türkiye ile Rusya’nın, ‘pürüzsüz, rahat bir çalışma ilişkisi’ içinde bulunduğuna işaret eden Fuller, ABD’nin ise bölgede, ‘Rusya ve İran’dan Batı’ya petrol gelmemeli’ yönünde kapıları kapatan bir politika izlediğini söyledi.” (Graham Fuller, “Türkiye Artık Bir Amerikan Müttefiki Değil”, Yeni Şafak, 30 Ekim 2008)
İkincisi, Erdoğan kliğinin söylemlerinin değil, eylemlerinin hâlihazırdaki içeriğine ve bu eylemlerin olası etkisine baktığımızda ne görüyoruz? Şunu: Bu klik, Türkiye’nin yukarda değinmiş olduğum fay hatlarını germek ve ülkede gerici bir iç savaşı kışkırtmak ve Suriye ve Irak’a vb. İslami terör ihraç etmek suretiyle, bölge ölçeğinde İsrail’in ve dünya ölçeğinde de ABD’deki en gerici ve en saldırgan çevrelerin, yani neo-con olarak adlandırılan neo-faşist fraksiyonun çıkarlarına hizmet ediyor. (Bu koşullarda şu ya da bu neo-con yazarın yaptığı Erdoğan karşıtı bir açıklama ya da yorum fazla bir önem taşımaz.) Herhalde İsrail’in stratejik hedefinin Ortadoğu’daki tüm devletlerin emperyalist işgal, bölge devletleri arasında savaşlar, iç çatışmalar, mezhep savaşları gibi metotlar kullanılmak suretiyle parçalanması, zayıflatılması ve birbirlerine düşürülmesi olduğunu anımsatmama gerek yok. Okuduğunu anlama yetisine sahip herkesin rahatlıkla kavrayabileceği bu İsrail gerçekliğini dikkate aldığımızda, Erdoğan ve borazanlarının ABD, Batı Avrupa, NATO, BM’ye karşı yaptıkları yaygaranın ve demagojik açıklamaların değerinin hiç mesabesinde olduğu anlaşılır. Buna Türkiye’nin, 15-16 Temmuz darbe girişiminden kısa bir süre önce, yani 27 Haziran’da, İsrail’le olan iyi ilişkilerini daha da üst bir düzeye çıkaran bir anlaşma imzaladığı ve ABD’nin Ortadoğu politikasının esas olarak İsrail’in çıkarlarına göre biçimlendiği gerçeklerini ekleyebilirim.
Burada Erdoğan ve ‒Gülenciler de içinde olmak üzere‒ ortakları/ rakipleri olan diğer Türk siyasal İslamcılarının öteden beri, özelde Kürt halkını ve genelde Ortadoğu ve Balkanlar’ın Müslüman halklarını etkilemek için İslami bir söylem kullandıklarını ve “ümmet birliği” düşüncesini yaygınlaştırmaya çalıştıklarını anımsamamız gerekiyor. Onlara bakılırsa, Kürt halkının haklarının gözardı edilmesi, bu halkın hiçe sayılması ve ezilmesinin esas ve hatta tek sorumlusu İttihatçı-Kemalist milliyetçiliğidir. Örneğin, AKP yanlısı bir Kürt olan Mehmet Emin Ekmen, Osmanlı despotizmini yücelten ve Osmanlı geçmişine güzellemeler düzen Türk siyasal İslamcılarının görüş açısını yansıtan bir yazısında bunu şöyle dile getiriyordu:
“Türkiye, yüz yıllık parantezi kapatırken, yüz günü aşkın süredir kan akmıyor. Yeniden tarih sahnesine çıktığımız bu dönemin en önemli kazanımlardan biri de; Kürt Meselesinin doğurduğu, zamanla meselenin kendisinden bağımsızlaşan, şiddet sorununa son vermek olacaktır. Terör/şiddet sorununu çözmüş bir Türkiye, yeni bir başlangıç yapacak, ardından hummalı bir faaliyetle Birinci Meclis ruhuna geri dönecektir…
“Kurtuluş savaşında, Çanakkale’de var olan ruh, Misak-ı Milli sınırlarının coğrafyasına sığacak bir ruh değildir. Bu ruhun yansımalarını Afrika’da da bulabilirsiniz, Beyrut ya da Halep’te de. Bu ruh Türk veya Kürt’ten müteşekkil olmadığı gibi, salt Müslümanlardan da ibaret değildir. Bu ruh Osmanlı’nın altı yüz yıl başarı ile uyguladığı; Hakkaniyet, Adalet, Eşitlik, Özgürlük ve kendini yönetme hakkının yarattığı bir ruhtur. ” (“Yüz yıllık akıl tutulmasından bin yıllık umuda”, Star, 9 Mayıs 2013) Halkların ve gençlerin kanının akmaması elbette olumlu; ancak bu masum ve haklı gerekçeyi kullanarak ve ona dayanarak yeni bir Osmanlı oyunu tezgâhlama ve Kürt halkı ve ulusal hareketini Türk gericilerinin yeni-Osmanlıcı ihtiraslarının aleti haline getirme çabaları hiç de masum ve haklı değil.
Bugün özellikle Erdoğan kliği Kürt halkını ve Kürt ulusal hareketini bir yandan devlet terörü ile cezalandırırken bir yandan da ‒M. Emin Ekmen örneğinde olduğu gibi‒ onları yeniden, “Sünni İslam temelinde birlik” tuzağına çekmeye çalışıyor. Sopanın yanı sıra sunulan bu havucun özü, Türklerle Kürtler (ve Araplar vb.) arasında yeni-Osmanlıcılık temelinde birliktir. Bu çizginin temsilcilerinden Hasan Celal Güzel yıllar önce, Radikal gazetesindeki köşesinde şöyle demişti:
“Ortadoğu’da ve Osmanlı Coğrafyası’nda barışın tesis edilmesi ve terörün engellenebilmesi, ancak bu bölgedeki halkla tarihî, dinî ve kültürel beraberliği olan Türkiye’nin önderliğinde gerçekleştirilebilir. ABD’nin süper güç olması, Irak örneğinde görüldüğü gibi, zorla barış ve huzuru sağlayarak terörü önlemesi için yeterli değildir. Lâkin, bu konuda Türkiye’nin de kararlı, azimli, cesaretli ve hazırlıklı olması lâzımdır. 1 Mart Tezkeresi esnasında sergilenen şaşkın ve mütereddit [=kararsız, duraksamalı] politikalarla, Türkiye’nin yeniden ‘Osmanlı vizyonu’na sahip olması imkânsızdır.
“ ‘Büyük Ortadoğu Projesi’, ancak ‘Büyük Osmanlı Projesi’ hâlinde düşünülürse barış ve huzurun sağlanması mümkün olabilir. Bunun için de, ilk merhalede [=evrede] ‘Osmanlı Milletler Topluluğu’nun kurulması şarttır. Bu topluluğa, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ve Güney Doğu Asya’dan üyeler sağlanabilecek; bu yeni oluşum, hem Türkiye’ye lâyık olduğu statüyü kazandıracak, hem de dünya barışına katkıda bulunabilecektir.” (“Osmanlı Milletler Topluluğu”, Radikal, 16 Mayıs 2008)
Ancak Kürt halkını, İslamı kullanarak kendi uysal hizmetçileri haline getirme metodunun hiç de yeni olmadığı, en azından bazı işbirlikçi Kürtlerin “Bave Kurdan” (=Kürtlerin babası) diye adlandırdıkları II. Abdülhamit’ten bu yana Türk gericilerinin, özellikle zorlandıkları koşullarda bu metodu devreye soktukları biliniyor. Hamidiye Alayları’nı ve Aşiret Mektepleri’ni kuran II. Abdülhamit Panislamizmi az çok sistemli bir biçimde kullanmaya yönelen ilk Türk yöneticisi oldu. Onu, İttihat ve Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında, düşman konumdaki Britanya, Fransa ve Çarlık Rusya’sının boyunduruğu altındaki Müslüman halkları emperyalist Almanya ile Osmanlı’dan yana tutum almaya çağırma yolundaki etkisiz girişimleri izledi. Mustafa Kemal’in de, kendisinin ve kendi kliğinin konumunu güçlendirene kadar Hilafeti ve Osmanlı padişahını kurtarmak için savaştığını belirtmeye ve Türklük adına değil, İslam adına konuşmaya özen gösterdiğini biliyoruz. Örneğin Mustafa Kemal, 1 Mayıs 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmasında aynı düşünceleri dile getirecekti:
“[BMM’yi] teşkil eden zevat [=oluşturan kişiler] yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir [=meydana gelen İslâm öğeleridir], samimi bir mecmuadır [=topluluktur].”
Ama yöneticileri ister milliyetçi ve isterse İslami demagojiye yönelsinler, Türkiye artık gerçek bir yol sapağına hızla yaklaşmakta gibidir. Enver Paşa ve kafadarlarının Panislamizm sosuna batırılmış Pantürkist maceracılığı Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını ve yıkılışını hızlandırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın acı deneyiminden hiç, ama hiçbir şey öğrenmemiş gözüken Tayyip Erdoğan ve kafadarlarının izlemekte oldukları Panislamist maceracılık, yani Ortadoğu’ya egemen olacak bir yeni Osmanlı İmparatorluğu düşü de Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılışını ve parçalanmasını hızlandıracaktır.