Yüz Yıl Öncesinden Öğrenilmeyen Siyaset Dersleri
Garbis Altınoğlu
14 Temmuz 2015
Hüseyin Kazım Kadri’nin, 10 Temmuz İnkılabı ve Netayici (=10 Temmuz Devrimi ve Sonuçları) adlı yapıtını okurken bazı şeylerin zaman içinde ne kadar az değiştiğini ya da neredeyse hiç değişmediğini bir kez daha farkettim. II. Abdülhamit dönemini (1876-1908) sona erdiren ve İkinci Meşrutiyet dönemini açan 1908 devriminin önde gelen kişiliklerinden olan yazar, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce kaleme aldığı kitabının bir yerinde şöyle diyordu:
“… memleketi yaktık, yıktık, ordular sevkederek sürülerle adam öldürdük, ocaklar söndü, aileler perişan ve vatan harap oldu… Ne çare ki bütün bu işler su üzerine resim yapmak kabilinden kaldı. Geldik, vurduk, öldürdük, harap ettik ve sonra çekilip memleketi yine eski halinde bıraktık… Sonra yine yattık uyuduk… Bu bizim alışkanlığımızdır. Müzmin (=süreğen, kronik- G.A.) hastalıklarda sert ilaçlar vermeyi bünye ve mizaç bilgisi olan bir hekim hatırına bile getirmez. Daha doğrusu iltihap halinde olan bir hastalık tedavi bile edilmez. Biz böyle mi yaptık?… Hâlâ bu tarz tedavi etmenin fenalığını gördük ve anlamadık mı?… Nasıl adamlarız bilemem. Ne saadetten yararlanır ve ne de felaketten ibret dersi alırız.” (s. 116)
Öncelikle, “İttihat ve Terakki” kavramıyla “devrim” kavramının yanyana getirilmesini yadırgayabilecek olan genç ve/ ya da tarih bilgisi yetersiz okurlar için şu notu düşmek zorundayım: Eski tarihle 10 Temmuz ve yeni tarihle 23 Temmuz’da meydana gelen ve İttihat ve Terakki Fırkası’nı iktidara getiren siyasal eylem ‒zayıf ve güdük de olsa‒ bir burjuva-demokratik devrimdi. Lenin, halk devrimleriyle 1908 devrimi türünden devrimleri karşılaştırırken 1905-1908 döneminde bir dizi kitle eyleminin eşliğinde II. Abdülhamit kliğinin feodal-monarşist rejimini yıpratan ve yıkan 1908 devriminin bu karakterini şöyle anlatıyordu:
“Örnek olarak 20. yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin her ikisi de ‘halk’ devrimi değildir; çünkü halk yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde görünmezler.” (Devlet ve İhtilal, s. 50) Tahmin edilebileceği üzere çok geçmeden 1908 burjuva-demokratik devrimi tersine dönecek ve Osmanlı devletini dağılmaya ve Anadolu halklarını felakete sürükleyecek olan İttihat ve Terakki kliğinin diktatörlüğünü doğuracaktı.
Hüseyin Kazım Kadri yukarda sunduğum alıntısında İttihat ve Terakki’nin Arnavutluk politikasının dargörüşlü ve aptalca niteliğini eleştiriyordu. Bu partinin, Arnavutlar’ın çok alçakgönüllü dil ve özerklik taleplerini kabul etmemesi ve yüzyıllardır silah taşımış olan Balkanlar’ın bu gururlu halkını silahsızlandırmaya kalkması 1910-12 döneminde bir çatışmaya dönüşmüş ve Osmanlı’nın Balkanlar’daki bu en sadık bağlaşığının yitirilmesine yol açmıştı. Ama Kadri’nin, İttihat ve Terakki’nin Arnavutluk politikası ve bu ülkede yaptıkları hakkında söyledikleri, bu kliğin Osmanlı’nın boyunduruğu altında yaşayan diğer halklara karşı yaptıkları için de geçerlidir. Doğru olan bir şey daha varsa o da yukarda Kadri’den aktardığım paragrafın son tümcesidir: “Nasıl adamlarız bilemem. Ne saadetten yararlanır ve ne de felaketten ibret dersi alırız.” Evet, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın o dönemde yaşadıklarından neredeyse hemen hemen hiçbir ders almamış gibidir; Türkiye Cumhuriyeti devletinin ‒sadık bağlaşık‒ Kürt halkına karşı politikası, İttihat ve Terakki’nin ‒sadık bağlaşık‒ Arnavut halkına karşı politikasının ikinci bir basısı gibidir. Çok alçakgönüllü dil, ulusal kimlik ve özerklik talepleri kabul etmemekte diretme, bu talepleri silah zoruyla bastırma, kendine yabancılaştırma ve böylece kendi bindiği dalı kesme politikasının sonucu, Kürt halkını adeta zorla kendisinden koparma olmuştur. Zaten Öcalan’ın ve diğer PKK/ KCK önderlerinin, Türk burjuva devletinin, ‒sadık bağlaşık‒ Kürtler’e davranışından sürekli olarak yakınmalarının özü tam da bu değil midir?
Hüseyin Kazım Kadri İttihat ve Terakki’nin, 400 yıl boyunca Osmanlı’nın boyunduruğu altında kalmış olan Suriye’ye karşı izlediği politika için de şu hayli öğretici saptamaları yapıyordu:
“Avrupa ile Asya’nın birbiriyle karşılaştığı bir noktada yaşayan bir hükümetin birçok medeni ve insani vazifeleri vardır. Bunlardan gaflet etmek onulmaz dertler açar. Fakat kısa görüşlü adamlar ellerinde kalan hükümetler, kendi hayatlarını ve geleceklerini ordularında, donanmalarında, kendilerine zorda bulunma ve tepeleme hakkını kazandıran kanunlarında görürler… Bu hükmün en açık bir misalini Suriye’de görebilirsiniz. Burada ilme, sanayiye, hüner ve marifete… en kısa tabirle insanlığa ait her ne varsa Frenklerin malıdır ve onların hamiyyetleriyle (=çabasıyla- G.A.) vücude gelmiştir. Biz Arapçadan başka bir lisanı olmayan bu memleketin resmi haberleşmesinde, mahkemelerinde bu lisanın kullanılması lüzumunu itiraf için henüz tereddütte olduğumuz zamanlarda, Frenkler Arapçanın biz Müslümanlarca tamamiyle meçhul (=bilinmez- G.A.) kalan tarihinde, edebiyatında ve felsefesinde ne kadar değerli eserler vücuda getirmişler ve bu memlekete feyz (=bolluk, bilgelik- G.A.) ve hayat vermişlerdi. Suriye’nin hangi tarafına bakmış olsanız, orada Frenkliğin sayılamayacak kadar ilim ve irfanının ürünlerini, mekteplerini, hastanelerini görürsünüz. Suriye halkı insanlığın, medeniyetin, tekamülün (=ilerlemenin- G.A.) kendi vatanlarına, onun görünüşte sahipleri olan Türkler tarafından değil, belki, Avrupalıların çaba ve çalışmalarıyla geldiğini görecek olurlar ise, siz Allah için söyleyiniz, hangi tarafa temayül ederler? (=eğilim gösterirler- G.A.)… Sonra siz bu memlekete halkı soymaktan başka bir şey düşünmeyen cahil ve adi adamları vali diye gönderiniz; Suriye’yi kaçakçıların, haramilerin, aşağılık insanların eline bırakınız; halk insaf ve adalet yüzü görmesin; memleket yoldan, köprüden, ulaşım araçlarından yoksun kalsın… Bir vapurunuz bile şu memlekete uğramasın; şimendiferleri, limanları Fransızlar; tramvayları Belçikalılar yapsın; şehirlerin elektrikle aydınlatılmasını da onlar düşünsün; suyunuzu bir İngiliz şirketi getirsin… Allah için söyleyiniz bu memlekette ne hükmünüz ve ne haysiyetiniz ve itibarınız kalır?… İşte biz Türkler Suriye’yi soymakla meşgul olduğumuz bu kıymetli zamanlardan yararlanarak Frenkler, bu yabancılar gelmişler ve bu memleketleri muharebesiz ve gürültüsüz alıp götürmüşlerdir.” (aynı yerde, s. 183-84)
Okur bu satırları, Türkiye Cumhuriyeti’nin 20. ve 21. yüzyıldaki Suriye politikasının ışığında değerlendirmelidir. Ankara rejimi sadece 1938-39 döneminde, Suriye’yi sömürge boyunduruğu altında tutan Fransa ‒ve Britanya‒ ile birtakım sinsi pazarlıklar yapmak ve halkına terör uygulamak suretiyle Antakya (=Hatay- G.A.) ilini kendi topraklarına katmakla ve 1950’lerin ikinci yarısında ABD’nin teşvikiyle bu ülkeyi işgale hazırlanmak ve bu amaçla sınıra asker yığmakla kalmamıştır. Bu rejim; Mart 2011’de başlayan ve zamanla yozlaşarak Suriye’yi İslami-faşist çeteler eliyle parçalama ve yıkma amaçlı bir emperyalist-Siyonist operasyona dönüşen ayaklanmaları tüm güç ve olanaklarıyla desteklemiş, Suriye’de yüzbinlerce insanın yaşamını yitirmesine ve yaralanmasına, milyonlarcasının evlerini ve topraklarını terk etmesine yol açmış ve Suriye’nin ekonomik altyapısını, fabrikalarını, doğal kaynaklarını ve kültür hazinelerini bu çetelerle birlikte yağmalamış ve tahrip etmiştir.
Yazar kitabına 1919’da yazdığı Ek bölümünde, 1914-18 savaşı sırasında Osmanlı devletinin Suriye halkına nasıl eziyet ettiğini, bu halkı nasıl korkunç bir zulme mahkûm ettiğini şu etkili tümcelerle anlatır:
“Savaş devam ettiği müddetçe Suriye’de kalmaya mecbur olmuştum. Bu memlekette birçok zulümlerin, gafletlerin ve felaketlerin tanığı oldum ve insanlığın talihinin sefaletine ağladım. Çatışmanın ilk günlerinde Suriye halkı arasında Türkler’e karşı bir eğilim görüldü. Ne çare ki Suriye’ye musallat edilmiş olan cahil ve gafil (=özensiz, habersiz- G.A.) memurlar bundan yararlanmak yollarını bilemediler ve aksine geniş çapta zulüm ve yolsuzluklara hız vermekle herkesi kendilerinden ve hükümetten nefret ettirdiler. O derecede ki, son günlerde Müslüman, Hristiyan istisnasız, İngilizlerin veya Fransızların gelip memleketi almalarını heyecanla bekliyor olmuştu… Valilerimizin çoğunluğunun işlerini ve uygulamalarını zulüm, yolsuzluk, sefahet (zevk ve eğlenceye düşkünlük- G.A.) ve kumarbazlık gibi birkaç sözle özetlemek mümkündür.” (aynı yerde, s. 220-21) Yazar sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Mükellefat-ı harbiye (savaş özel vergileri) adıyla halktan gasbedilen mallar savaşın ilk etkileri altında unutulup gitmiş idi ki, hükümetin ilgilenmemesi yüzünden, bir kat daha etkisini arttıran müthiş bir açlık hüküm sürmeye başladı. Halkın sefaletinden istifade etmek (=yararlanmak- G.A.), fukaranın açlığıyla doymak, ölümüyle hayat bulmak… memlekette alışkanlık halini aldı ve bu çığırı açan da hükümetin büyük memurları oldu. O zaman her tarafta binlerce günahsız adamın, kadın ve çocukların en feci bir halde düşüp öldükleri görüldü. Yalnız şu bedbaht (=talihsiz- G. A.) Lübnan’da hükümetin suikastından kurban olup giden zavallıların adedi yüzelli ikiyüzbine çıkar!.. Satılmadık ev, rehin edilmedik tarla, lekelenmeyen ırz, ayağa düşmemiş namus kalmadı… Zavallı kadınlar donlarından ırzlarına kadar her şeylerini sattılar, sonunda tasvir edilemez bir sefaletin içinde ölüp gittiler Çocukların düştükleri gelişme geriliğinin derecesini tarife muktedir değilim. Kurumuş vücutlar, kollar, çarpılmış bacaklar, derine gitmiş gözlerle talihlerinin felaketine ağlayan yüzlerce, binlerce insanları gördük… O zaman tifüs, açlığın vücut verdiği sefalet yüzünden etkisini arttıran melun (=lanetli- G. A.) bir hastalık da, müthiş bir tarzda tahribata başladı. Yalnız Haleb şehrinde ve tifüsün ilk dalgasında ölen adamların onsekizbinden ziyade olduğunu, bana güvenilir kişiler söylediler. Suriye’nin çöllerine kadar sürülen Ermeniler’den, yerlilerden, askerden tifüsün öldürdüğü insanların miktarı herhalde ikiyüzbine yakın olmalıdır.” (aynı yerde, s. 222-23) İnsanı ağlatan bu satırlar, başında Enver-Talat-Cemal triumvirasının bulunduğu Türk gericilerinin yüzyıl önce Suriye halkına çektirdiklerinin, bugün başında Erdoğan kliğinin bulunduğu Türk gericilerinin yüzyıl sonra günümüzde Suriye halkına İslami-faşist çeteler eliyle çektirdiklerinden hiç te az olmadığını gösteriyor.
Hüseyin Kazım Kadri, aynı Ek bölümünde, İngiliz ordusunun Beyrut’a varışından sonra üst rütbeli bir İngiliz yetkiliyle yaptığı görüşmeye değinmektedir. Bu yetkili kendisine şunları söyler:
“Dünya siyasetini anlayan adamlarınız, Avrupalılar’ı pek yakından tanıyan diplomatlarınız, alimleriniz… her sınıftan pek çok adamınız olduğu tabii inkar edilemez. Bütün bu insanları, koca bir milleti herkesin görüp bildiği gerçeklerde gafil saymak doğru olamaz. Diğer taraftan da birkaç adamın memleketinizi yıkıma doğru sürükleyip götürdükleri meydanda olduğu iken, nasıl oldu da bir itiraz sesi olsun duyulmadı. Varlığınızı tehlikeye düşüren milyonlarca insanları açlıkla öldüren bu korkunç şahsiyete niçin isyan etmediniz? Nasıl bir hükümet olursa olsun, bütün bir memleket halkını körü körüne ve gafilane bir itaata mecbur edecek kadar istisnasız herkesi korkutmuş ve ya her şahsa büyük büyük menfaatler sağlayarak kendilerine taraftar etmiş olduğu iddia edilebilir mi? Diğer taraftan da alimlerinizin, ediplerinizin, düşünürlerinizin müthiş bir ahlak bunalımı içinde yüzdüklerini ve yazdıkları eserlerle daha ziyade zihinleri bulandırmaya çalıştıklarını görüyorduk.” (aynı yerde, s. 215)
Evet, Türkiye Birinci Dünya Savaşı mezbahasına, sadece birkaç kişinin verdiği kararla sürüklenecekti. Alman emperyalistleri, İttihat ve Terakki’nin iktidarı tam olarak ele geçirdiği Ocak 1913’ten itibaren İttihat ve Terakki, ordu ve özellikle de Enver Paşa üzerindeki nüfuzları sayesinde Türkiye’yi kendi savaş arabalarına bağlayabilmişlerdi. Oysa 1914 yılının Osmanlı devleti; Yemen (1910-11) ve Arnavutluk (1910-12) isyanları Libya’daki İtalyan işgali (1911), Birinci ve İkinci Balkan Savaşları (1912-1913) nedeniyle iflasın eşiğine gelmişti. Ordusu çökmüş, hazinesi boşalmış ve çok daha büyük bir savaşın gerektirdiği donanım, altyapı ve maddi ve manevi hazırlıktan tümüyle yoksun bulunan Osmanlı devletinin böyle bir savaşa girmesi, çılgınca bir kumardan, hatta bir siyasal intihardan başka bir şey değildi. Ama bu durum Osmanlı devletinin, sadece dört üst düzey yöneticinin ‒Sadrazam Sait Halim Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa, Savaş Bakanı Enver Paşa ve Mebusan Meclisi Başkanı Halil Bey‒ kararıyla savaşa girmesine engel olmayacaktı. Bunda, görüşlerini Osmanlı yöneticilerine adeta zorla dayatan ve onları azarlamaktan çekinmeyen Alman elçisi Hans von Wangenheim ile daha 32 yaşında savaş bakanı yapılan ve 1914’te başkomutan vekili sıfatıyla ordunun başında bulunan Enver Paşa belirleyici bir rol oynayacaktı.
2 Temmuz 2015 tarih ve “Suriye’ye Karşı Savaş Türkiye ve Kürdistan Halklarına Karşı Savaş Demektir” başlıklı yazımda, başını Erdoğan kliğinin çektiği Türk gericilerinin, 2011 sonlarından bu yana Suriye’ye karşı dolaylı bir savaş yürüttüklerini belirtmiş, Türk gericilerinin son haftalarda sınıra askeri yığınak yaptığına ilişkin haberlere ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuyu ele alan saldırgan yorumlarına değinmiştim. Bu yazımda ayrıca, bu savaş yaygarasının esas olarak AKP gericiliğinin ülke içindeki hesaplarıyla ilişkili olduğunu belirtmiş ve Türkiye’deki devrimci ve ilerici grup, çevre ve kişilerin Türk burjuva devletinin Suriye’nin içişlerine en kaba bir biçimde karışmasına yeterli bir tepki vermekten çok uzak olduğunu söylemiştim.
Ama iş bu kadarıyla bitmiyor. Aynı tepkisizlik ve kayıtsızlık; burjuva partileri, devlet bürokrasisi, iş çevreleri, burjuva aydınları, burjuva basını, sivil toplum kuruluşları vb. için de geçerli. Bütün bu siyasal öznelerin, Türk burjuva devletinin; dolaylı da olsa bu savaşa hem de gırtlağına kadar katılması olasılığı ve bunun bir dizi güncel ve potansiyel olumsuz sonuçları karşısında üç maymunu oynamaları, 1914’ten 2015’e kadar uzanan zaman diliminde fazla bir şeyin değişmediğini gösteriyor. Kendi askeri birliklerini Rojava’ya ve Suriye’ye karşı savaşmak üzere sınır ötesine göndermesi, Türkiye açısından çok daha vahim sonuçlara yol açacak, Türk-Kürt sorununu ağırlaştıracak, kan dökümünü ve insanların yerlerinden ve yurtlarından edilmelerini daha da hızlandıracak, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini daha da kötüleştirecek ve belki de ülkenin parçalanmasının yolunu döşeyecektir. Bu husus, sözünü ettiğim tepkisizlik ve kayıtsızlığı daha da çarpıcı kılıyor. Zihni, kendini koruma içgüdü ve refleksleri felce uğramış bir insan görüntüsü veren Türkiye’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi hiçbir ciddi birikimi olmayan üçüncü sınıf bir burjuva politikacısının böylesine belirleyici rol oynayabilmesi şaşırtıcı olmuyor. Eğer Erdoğan’ın Türkiyesi, Enver Paşa’nın Osmanlı devletinin izinden gider ve Türkiye halklarını büyük bir felakete sürüklerse, bu ülkenin ya da ondan geriye kalacak olan siyasal yapının devlet kurumları, burjuva ve devrimci muhalefeti, burjuva aydınları vb. daha sonra, yukarda sözü edilen İngiliz yetkilisinin Hüseyin Kazım Kadri’ye söylediği şu sözlerin benzerlerine muhatap olabileceklerdir:
“… birkaç adamın memleketinizi yıkıma doğru sürükleyip götürdükleri meydanda olduğu iken, nasıl oldu da bir itiraz sesi olsun duyulmadı. Varlığınızı tehlikeye düşüren milyonlarca insanları açlıkla öldüren bu korkunç şahsiyete niçin isyan etmediniz?”
Bazı şeyler gerçekten de zaman içinde çok az değişiyor ya da neredeyse hiç değişmiyor.