14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının -bizce küçük bir yön dışında- temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü değerlendirdiğimiz yazılarına Kürsü köşemizde yer veriyoruz.
Teori ve Politika
“Paris Ayaklanması” ve Ülkemiz Solundaki Yankıları
Garbis Altınoğlu
26-27 Kasım 2005
Gerek dünyanın başka yerlerindeki ve gerekse Türkiye’deki devrimci grup ve kişilerin ezici çoğunluğu, 27 Ekim’de, yani bundan bir ay önce, polisten kaçan iki Kuzey Afrikalı gencin elektriğe kapılarak ölmelerinin ardından Paris’in banliyölerinde patlak veren ve daha sonra Fransa’nın başka kentlerine de yayılan ve daha çok araba yakma biçimini alan olayları, genel olarak oldukça subjektif bir tarzda değerlendirdiler.
Bu subjektif değerlendirme, genellikle varoşların yarı-proleter ve lumpen-proleter nitelikli gençliğinin âdeta tümüyle kendiliğinden-gelme bir nitelik taşıyan eylemini idealize etme, bu gençliğe hâlihazırda sâhip olmadığı bir devrimci nitelik yükleme biçimini aldı. Doğal olarak bu abartma furyası, Fransız burjuvazisi ve devletinin göreli istikrar ve gücünü ve bir dizi devrim ve devrim girişimi içinde oluşmuş sınıf bilinci ve deneyimini küçümseme biçimini de aldı. Oysa özellikle, önüne kapitalist-emperyalist sistemi yıkma, bir sınıfın bir başka sınıfı ezdiği ve sömürdüğü kapitalizmin yerine sosyalizmi geçirme ve giderek komünizme doğru ilerleme savıyla ortaya çıkan grup ve kişilerin, gerçekliğe diyalektiksel ve tarihsel materyalizmin ışığında dosdoğru ve cesaretle bakma, onu objektif olarak algılama ve bu somut gerçeklikten hareketle politika oluşturma ve tarih yapmaya girişme yükümlülüğü var. Ama ne yazık ki, sınıf düşmanını ve kapitalizmi yeterince tanımaktan uzak olan Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerinin çoğu en ciddi sorunlara bile bir ajitatör edasıyla yaklaşma, bilimsel analizin yerine ajitasyonu geçirme alışkanlığından, yani ilkellikten bir türlü yakalarını kurtaramamış durumdalar.
Kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı çürümeye rağmen, bazı istisnalar bir yana bırakılacak olursa en azından 1980’lerin sonlarından bu yana, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin devrimci kitle hareketi ülke, bölge ve dünya çapında görece zayıf bir konumda kalmaya devam ediyor; dünya komünist hareketinin ve sosyalizmin kitleler katındaki etkisinin en düşük düzeylerde seyrettiği bu dönemde anti-emperyalist direnişler, eskiden olduğu gibi Marksist-Leninist ya da “Marksizm-Leninizmden esinlenmiş/ etkilenmiş” grupların değil, İslâmî ve/ ya da burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi eğilimli grupların önderliği altında sürdürülmekte. Dolayısıyla, büyük devrimci kitle hareketlerinin oldukça seyrek gözüktüğü koşullarda, devrim özlemi taşıyan grupların ve insanların “Paris ayaklanması” karşısında heyecana kapılmalarını ve böylesi subjektif değerlendirmeler yapmalarını anlayabilir, hattâ bir yere kadar meşru da görebiliriz. Ancak, bu subjektif ve anti-Marksist anlayışlarla bir devrime önderlik etmek şöyle dursun, ortaya çıkan kitle hareketleri üzerinde herhangi bir anlamlı etki oluşturulamayacağı gibi, bu hareketlerin peşinden sürüklenmek, onların basit bir eklentisi derekesine düşmek de kaçınılmaz olur.
Kendine güvenen ve adına lâyık bir proleter devrimci öncü, sömürülen ve ezilen kitlelerin devrimci eylemini ve cüretini elbette alkışlamalı ve desteklemelidir; ama o, bu kitlelerin eyleminin siyasal içeriğini doğru değerlendirebilecek bir kavrayış düzeyine, onların hatalarını, yanılsamalarını ve ‒son Paris örneğinde olduğu gibi‒ siyasal gericiliğin değirmenine su taşımaya yatkın taktiklerini ve eylem metotlarını açıkça eleştirebilecek cesarete de sâhip olmak zorundadır. Ne var ki, Marksizmin oldukça yüzeysel bir biçimde kavrandığı ülkemizde proletaryayı ve diğer emekçileri idealize etme ve onlara kendiliğinden-gelme bir devrimcilik yükleme ve devrimci öncünün misyonunu gözardı etme, yani kendine herhangi bir rol biçmeme tutumu son derece yaygındır. Bu, yer yer devrimci iradeye yapılan abartılı vurgulara rağmen böyledir.
Öte yandan, Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerinin ezici çoğunluğu Marksizmi/ Marksizm-Leninizmi kendisine referans aldığını ileri sürerler. Ama sıra Marksist analizler yapmaya, pratikte Marksist taktikler izlemeye ve Marksizmin gereklerini yerine getirmeye gelince, yıllardır yazılıp çizilenler ve söylenenler bir anda unutuluverir; işçi sınıfının yerine kolaylıkla ne idüğü belirsiz bir varoş devrimciliği geçiriliverir. Son “Paris ayaklanması”nın, kökü derinlerde yatan bu hastalığın bir kez daha depreşmesine vesile olduğunu gördük. İşçi sınıfından kopukluk ve küçük-burjuva devrimciliğiyle karakterize edilen Türkiye devrimci hareketinin yıllardır yaşamakta olduğu ve onu yok oluşun eşiğine getirmiş bulunan tasfiyecilik ve onun görünümlerinden biri olan kendiliğinden-gelmeliğin önünde kölece boyun eğme ya da kuyrukçuluk, Paris olayları karşısında ortaya konan tepki ve değerlendirmelerde kendisini bir kez daha göstermiş bulunuyor. Birkaç örnek üzerinde duralım:
“Bugün Paris’ten başlayan isyan, 19. yüzyıldaki mücadele ile önemli farklılıklar taşımaktadır. Ancak, Fransa’dan başlayan diğer hareketler ile bu isyanın bir ortak yönü vardır ki o da sömürüye, yoksulluğa, sefâlete karşı sistemi hedef alan bir içerik taşımasıdır.” (1)
“Bir kıvılcımın bile Paris’i, Fransa’yı, kısmen de olsa Avrupa’yı yangın alanına çevirmesi ise isyana yol açan sorunların had safhaya ulaşmasının göstergesi.” (2)
“Ama Fransız Cumhuriyeti, Fransız burjuva sistemi ağır bir yara almış durumda, ve bunun devrimci onuru da paryaların, baldırı çıplakların göğsünde parıldıyor.” (3)
“Paris’in asi çocukları bir kez daha, ‘isyan’ diyip, sokaklara döküldüler… Paris’te, her dönemin kendince ‘asi’ olan çocuklardan ‘baldırı çıplakların’ isyanı ile, kapitalizm bir kez daha potansiyel bir başkaldırıyı hep içinde taşıyan toplumsal yapıdaki bunalım ile yüz yüze geldi. Ve, bir kez daha şaşırmış görünmenin ötesinde, bu isyanı anlamakta ve bastırmakta ‘çaresiz’ kaldı.” (4)
“Fransız yoksulları, emperyalizmin kendilerine onyıllardır reva gördüğü ekonomik, siyasî, kültürel, fiilî şiddete; aynı şiddetle cevap verme özlemiyle yanıp tutuşmaktadırlar. Bu, siyasî ve ideolojik kanallarına ‒en azından yansıyan bilgiler dâhilinde‒ henüz akamamış, ama özünde sınıfsal bir öfkenin ifadesidir.” (5)
“İsyan ateşiyle dolu savaşkan varoş gençlerinin yeri enternasyonalist komünizmin saflarıdır.” (6)
“Okulu, hastanesi, çalışacak işi kıt, karakolu, mafyası bol bu mahalleler, devrimci bir kitle hareketinin ocaklarına dönüştü. Ezilen göçmenler, on yılların biriktirdiği öfke ve nefreti bir kez eyleme döktüklerinde, önünde durulmaz bir nehir gibi aktılar… Göçmenlerin devrimci kitle şiddeti dalgası, emperyalist Avrupa’nın yüreğini ağzına getirdi, tir tir titretti. Kurulu düzen, hiçbir şeyi olmayanların yıkıcı gücü karşısında sarsıldı.” (7)
Bu cepheye, “Paris’te bir hayâlet dolaşıyor!” başlıklı yazısıyla ÖDP Genel Başkanı Hayri Kozanoğlu da katıldı. Marks ile Engels’in, Komünist Manifestosu’nun girişindeki “Avrupa’da bir hayâlet dolaşıyor – Komünizm hayâleti” biçimindeki anlatımına göndermede bulunan Kozanoğlu yaptığı açıklamada, “Paris’in varoşları ayakta!” diyordu.
Daha da çoğaltılabilecek bu örnekler, ülkemizde yaşanan bunca deneyime rağmen Türkiye devrimci hareketinin büyük bir bölümünün, kendiliğinden-gelmeliğe boyun eğme hastalığından ve kolay devrim hayallerinden kurtulamamış olduğunu belgeliyor. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yıllardır pompalanan bu “sol” görünümlü kolay devrim hayallerinin katı gerçeğin duvarına çarptıktan sonra nasıl özüne döndüğünü ve karamsarlık, tasfiyecilik ve tükeniş olarak karşımıza dikildiğini, özellikle son yıllarda yeterince görmüş bulunuyoruz. Ne yazık ki bazıları, Paris olaylarının ardından hâlâ bu söylemi yinelemeye, aynı traji-komediyi sahnelemeye cüret edebiliyorlar.
Lenin, gerilla savaşı konusunu ele aldığı “Gerilla Savaşı” adlı yazısında, bu eylem biçiminin “sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle yüceltilme”si gerektiğini söyledikten sonra bu koşul hakkında şunları söylüyordu:
“Ve bu sonuncu koşul olmaksızın, burjuva toplumu içindeki savaşımın tüm, kesinlikle tüm yöntemleri, proletaryayı, altında ve üstündeki proleter-olmayan çeşitli katmanlara yakınlaştırır ve olayların kendiliğinden akışına bırakılırsa yıpranır, yozlaşır ve rezilleşir.” (8)
Gerçekten de, kendi semtlerinde yaşayan diğer yoksul emekçilerin arabalarını yakan, onların evlerine, okullarına, çocuk yuvalarına, hattâ dinsel tapınaklarına saldıran Paris banliyö gençliğinin eylemini devrimci bir eylem gibi görmek ve göstermek, ya da bu eylem biçiminin görünüşteki radikalliğinin etkisiyle kendinden geçmek; sınıf savaşımının yasalarından ve Marksizm-Leninizmden habersiz olmak anlamına gelir. Hele, 1789, 1830, 1848, 1871, 1944, 1968 devrimci ayaklanma ve direnişlerinin deneyimlerinin birikimini taşıyan Fransız tekelci burjuvazisinin, bu son “ayaklanma”dan ürkeceğini, paniğe kapılacağını sanmak, kapitalizmi zerrece tanımamış ve son 200 yılın sınıf savaşımları tarihinden hiçbir şey öğrenmemiş olmak anlamına gelir. Bazılarının sandığı gibi bu son Paris olayları ne Fransız (ve Avrupa tekelci) burjuvazisini tir tir titretmiş, ne de onun yüreğini ağzına getirmiştir. Tam tersine, Fransız hükümeti, banliyö gençliğinin hedefsiz ve bilinçsiz şiddet eylemlerine pek fazla müdahale etmemeyi yeğlemiş, hattâ bu eylemlerin uzamasından pek de rahatsız olmamıştır. Böyle davranmakla o, iki gencin ölümünün ve onun hemen ardından başlayan protesto eylemlerinin kamuoyunda yarattığı sempati ve dayanışma havasının eylemcilerin kendi elleriyle yok edilmesini sağlamış ve devrimci öncüsünden ve sosyalist bilinçten yoksun Fransız işçi sınıfının ana gövdesiyle Kuzey Afrika kökenli gençler ve emekçiler arasındaki mesafeyi daha da genişletmiştir.
Öte yandan hükümet, bu fırsattan yararlanarak 1955’ten bu yana uygulanmayan bir yasaya dayanarak valilere bölgelerinde sokağa çıkma yasağı koyma hakkı tanımış ve ardından terörle savaşım yasasını sertleştiren bir yasa tasarısını tartışmaya başlamış, böylece Fransız işçi sınıfıyla önümüzdeki dönemde girişeceği sınıf savaşımları için mevzilerini bir ölçüde pekiştirmiştir. (9) Dahası, Fransız (ve ABD) burjuva medyası, eyleme geçen Kuzey Afrikalı gençlerin Arap ve Müslüman kimliğini öne çıkarmak ve Fransız halkının sömürgeci ve İslâm-karşıtı önyargılarını kaşımak suretiyle, Paris’in özel olarak ABD-İsrail-Britanya ekseninin, Suriye’ye ve İran’a karşı izlediği saldırgan politikaya ve genel olarak bu şer ekseninin İslâm halklarına karşı giriştiği gerici haçlı seferine verdiği desteğin üstünü bir ölçüde örtme olanağı bulmuştur.
Tam da burada, sözkonusu eylemleri gerçekleştiren gençliğin, kısmen yarı-proleter, ama esas olarak lumpen-proleter bir karakter taşıdığının altı çizilmelidir. Bir bölümü belirli sürelerle geçici işlerde ücretli işçi olarak çalışmış bulunan/ çalışan ve anne-babaları genellikle işçi olan ya da kısa ya da uzun süredir işsiz işçi olan bu gençler, esas olarak sosyal yardımlarla geçinmekte, üretim sürecinin dışında bulunmakta ve oldukça yaygın bir biçimde hırsızlık, soygun, uyuşturucu satıcılığı, vandalizm gibi küçük suçlara bulaşmaktadırlar. Bu gençlerin 27 Ekim sonrası dönemde büyük ölçekli bir biçimde gerçekleştirdikleri türden eylem metotlarının, aslında kendilerinin gündelik yaşamlarında birbirlerine, komşularına ve diğer emekçilere karşı oldukça sık başvurdukları davranış biçimlerinin uzantısı olduğu, bu gençlerin önemli bir bölümünün “gayrimeşru” işlerle haşır neşir olduğu, banliyölerdeki yaşamı az çok gözlemleme fırsatı bulan herkesin bildiği bir olgu.
*
Şu gerçeklerin altını çizmemiz gerekiyor:
a) Bu yığınların sözünü ettiğim yaşama mahkûm edilmesinin esas sorumlusu, özel olarak Kuzey Afrika’daki ve genel olarak Afrika’daki (ve Güneydoğu Asya’daki) sömürgelerindeki halklara karşı büyük katliamlar gerçekleştirmiş ve pek çok savaş ve insanlık suçu işlemiş bulunan, bugün de yeni-sömürgecilik metotlarıyla Batı Afrika’daki eski sömürgelerini yağmalamaya devam eden, eski sömürgelerden Fransa’ya göç etmiş olan emekçileri onyıllardır azgın bir biçimde sömürmüş ve onları hep ikinci ya da üçüncü sınıf yurttaş olarak görmüş olan Fransız burjuvazisidir.
b) Kapitalizmin, ‘küreselleşme’nin ve neo-liberal ekonomik politikaların yoğunlaşmasıyla daha da keskinleşen ekonomik bunalımı, sosyal harcamaların kısıtlanması ve Fransız tekelci burjuvazisinin sınaî işletmelerinin önemli bir bölümünü başka ülkelere taşımasıyla artan işsizlik, en çok banliyölerde oturan emekçi katmanları ve dolayısıyla onların çocuklarını etkilemiştir.
c) 11 Eylül 2001 sonrasında, ABD’nin başını çektiği dünya emperyalizminin, özellikle İslâm halklarını ve onların direnişlerini hedef alan “teröre karşı savaş” söylem ve stratejisine paralel olarak, Fransız burjuvazisinin artık daha açık bir biçimde dile getirdiği geleneksel, sömürgeci, ırkçı ve İslâm-karşıtı tutum ve politikaları, özellikle Afrika kökenli halk ve gençliğin saflarında, özünde haklı bir tepki doğurmaktadır.
d) Son çözümlemede Fransa’nın ve dünyanın sömürülen ve ezilen yığınlarının çektiği acı ve sıkıntıların ve banliyö gençliğinin yaşamak zorunda bırakıldığı depolitizasyon ve dejenerasyonun esas sorumlusu kapitalizmdir.
*
Ancak, işaret ettiğim bu temel olgular önümüzdeki gerçekliği değiştirmiyor. Giriştikleri devrimci-olmayan ve hatalı şiddet eylemlerini, pek de gerçekçi olmayan bir biçimde, kendilerini ifade etmenin biricik yolu (!) ilân eden, İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin istifasının ötesinde ciddi bir talepleri olmayan, Fransız işçi sınıfının (ya da gençliğinin) ana gövdesiyle ilişkiye girme yönünde herhangi bir girişimde bulunmayan, Filistin ve Irak halklarının direnişine destek olmak için yapılan eylemlere bile hemen hemen hiçbir ilgi göstermeyen ve dahası herhangi bir örgütlülüğü, temsilcileri olmayan ve böylesi örgütlülükler oluşturmak, kendi sesini temsilcileri aracılığıyla duyurmak için çaba harcamayan bir ‘kitle’yle karşı karşıyayız.
Gerek objektif koşulların ve gerekse de Fransız burjuvazisinin bilinçli çabalarının katkısıyla toplumun tortusu hâline gelmiş olan bu kitlenin en azından bir bölümü, içinde bulunduğu durumdan, kendisine dayatılan lumpen-proleter statüsünden ve vahşi kapitalizmin sonuçlarından rahatsız olduğunu duyumsatıyor dünyaya. Yüksel Akkaya bu ‘kitle’ için şu doğru saptamayı yapıyor:
“Ne var ki, bir kuşağın bu büyük öfkesi, ilkel bir tepki olup, plânlı, programlı, örgütlü olmaktan uzaktır. Bütün bunların ötesinde bu öfkeyi kapitalizme karşı bir isyana dönüştürecek bir siyasal önderlik ile bağı yoktur, bu bağı sağlayacak bir bilinç ve donanım yoktur. Böyle olduğu için de, Paris isyanı ilkel bir tepkinin ötesine geçememiş, öfke sağlıklı olarak örgütlenip, düzene yönlendirilememiştir.” (10)
O zaman şunu da dikkate almak zorundayız. Burjuvazi, böyle bir topluluğun öfkesini, çok da büyük güçlük çekmeksizin etkisizleştirebilir, sahte kanallara akıtabilir ya da iç çekişmelerini kışkırtarak bastırabilir; hattâ şimdi belirli ölçülerde yapmaya çalıştığı gibi karşı-devrimci amaçları için kullanmaya da girişebilir. O hâlde, Fransız proletaryasının devrimci öncüsüne düşen görev; bu bilinçsiz ve kör isyanın öne çıkaracağı banliyö gençliğinin en iyi öğelerini, özellikle yarı-proleter ve emekçi banliyö gençliğini kendi yedeğine almaya ve komünizmin saflarına çekmeye çalışmak, sınıfın kapitalizme karşı sürdürdüğü savaşıma sosyalist bir nitelik kazandırmaya çalışmaktır. Bunun da ötesinde o, banliyö gençliğine yönelik polis vahşetine, eylemlere katılanların cezalandırılmalarına karşı çıkmak, onun kriminalize edilmesine engel olmaya çalışmak, banliyö halkının yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çaba harcamak, Fransız işçi sınıfının İslâmofobi ve şovenizmle zehirlenmesi yolundaki çabalara karşı durmak ve Fransız burjuvazisinin ABD, Britanya ve İsrail’in Arap ve İslâm halklarına karşı giriştiği saldırgan savaşlara verdiği desteği geri çekmesi için savaşım vermekle yükümlüdür. Ama, sözkonusu öncünün bütün bu görevleri yerine getirebilmesinin yolu da onun, Fransız proletaryasının ve özellikle onun siyasal bakımdan ileri kesimlerinin saflarında gerçek bir güç olmasından, olabilmesinden geçmektedir.
Marks ve Engels, 1848’de kaleme aldıkları Komünist Parti Manifestosu’nda lumpen proletarya için şöyle diyorlardı:
“ ‘Tehlikeli sınıf’, toplumsal tortu, eski toplumun en alt tabakaları tarafından fırlatılıp atılmış olduğu yerde çürüyen bu yığın, şurada burada, bir proleter devrimi ile, hareketin içine sürüklenebilir; ne var ki, kendi yaşam koşulları onu daha çok gerici entrikaların paralı âleti olmaya hazırlar.” (11)
Bundan iki yıl sonra Marks, 1850’de kaleme aldığı Fransa’da Sınıf Savaşımları adlı kitabında, daha o tarihte Fransız burjuvazisinin, proletaryanın saflarındaki çatlaklardan nasıl yararlandığını ve lumpen proletaryayı, devrimci proletaryaya karşı nasıl kullandığını şöyle anlatıyordu:
“Şubat devrimi, orduyu, Paris’in dışına atmıştı. Ulusal muhafız örgütü, yani çeşitli nüanslarıyla burjuvazi, tek gücü oluşturuyordu. Bununla birlikte, gene de, tek başına kendini proletaryadan güçsüz hissediyordu. Üstelik, her ne kadar en zorlu direnci göstermeden yapamasa da, binbir çeşit engel çıkarmadan yapamasa da, saflarını yavaş yavaş açmak ve kısmen, silâhlı proleterlerin bu saflara katılmasına izin vermek zorunda idi. Geriye bir tek çıkış yolu kalıyordu: proleterleri birbirine düşürmek.
“Geçici Hükümet, bu amaçla, her biri 15-20 yaşlarında gençlerden oluşmuş, biner kişilik 24 gezgin muhafız taburu kurdu. Bu gençlerin çoğunluğu lumpen proletaryadan geliyordu: evet, büyük kentlerde sanayi proletaryasından kesinlikle ayırdedilen bir yığın oluşturan lumpen-proletarya, toplumun çöplüklerinde yaşayan her çeşitten hırsızlar, cânîler fideliği, belli bir mesleği olmayan sokak serserileri, gens sans aveu etsans feu, (evsiz barksız kimseler -ç) ait oldukları ulusun kültür derecesine göre başka başka, ama hiçbir zaman lazzaroni (12) niteliğini yalanlamayan insanlar. Geçici Hükümet bunları çok genç yaşta silâh altına aldığı için, kolayca etki altına alınabilecek, en rezilce haydutlukları yapabilecek ve en pis pazarlıklarla satın alınabilecekleri gibi, en yüksek, kahramanca yararlıkları ve en coşkunca özveri örnekleri de gösterebilecek durumda idiler. Geçici Hükümet onlara günde birbuçuk frank ödüyordu, yani onları satın alıyordu. Onlara özel bir üniforma veriyordu, yani onları dıştan bakışta, gömlekli işçilerden ayırdediyordu. Kumandan olarak, başlarına, ya sürekli ordudan alınan subaylar verildi ya da kendileri, vatan uğruna ölüm ve cumhuriyete canla başla bağlılık üzerine palavraları ile gözlerini kamaştıran genç burjuva çocuklarını seçiyorlardı.
“İşte böylece, Paris proletaryasının karşısında, gene onun kendi ortamından çekip çıkarılmış, genç, güçlü-kuvvetli, pekgözlü, atak 24,000 adam kuvvetinde bir ordu vardı. Gezgin muhafız ordusunu, Paris sokaklarından geçerken, proletarya yaşasın!’larıyla selâmladı. Onları, barikatlar üzerindeki kendi öncü savaşçıları olarak görüyordu. Gezgin muhafızları, burjuva ulusal muhafızlarına karşı proleter muhafızlar sayıyordu. Yanılgısı, bağışlanmaz bir yanılgı idi.” (13)
Paris’in banliyölerinde eyleme geçen gençliğin bütünüyle lumpen-proleter bir karakter taşımadığını unutmaksızın Marks’ın bu sözlerini Ferhat Kentel’in bu gençlere ilişkin bir gözlemiyle karşılaştıralım:
“Sistemin o kadar dışındalar ki, ve bu ‘siyasetleri’ o kadar dışarıda ki, sosyal mücadele alanından da düşüyorlar. 8 Mart’ta liseler arasındaki eşitsizliği protesto eden 9,000 liseli gencin yürüyüşüne 1,000 kişilik bir güruhla saldırarak gösteriyorlar bunu. Bu gösteride, kendileri gibi banliyölerden gelmiş, sosyal adâletsizliğe karşı seslerini duyurmak isteyen, yani aslında onların da haklarını arayan, ama özellikle beyaz, sarışın öğrencilere saldırıyorlar.” (14) Demek oluyor ki, işçi sınıfı devrimcileri, Fransa’da ya da başka yerlerde burjuvazinin, proleter devrimine karşı, kendisini devletin terör aygıtının yanı sıra lumpen proletarya saflarından devşirecekleri güçleri de seferber etmek suretiyle korumaya çalışabileceğini asla unutmamakla yükümlüdürler.
Ancak, en iyi olasılıkla bile, Fransa’da ya da hattâ Türkiye gibi kapitalizmin ve siyasal gericiliğin ekonomik-toplumsal temellerinin Fransa’da olduğundan daha/ çok daha zayıf olduğu ülkelerde, burjuvazinin iktidarı sadece varoş gençliğinin ve emekçilerinin ayaklanmasıyla ne yıkılabilir, ne de ciddi bir sarsıntı geçirebilir; böyle düşünenler ve hele varoş halkına ve genel olarak toplumun birçok bakımdan en geri kesimini oluşturan lumpen proletaryaya olmadık misyonlar biçenler, kendilerini ve kendileri gibi saf olanları aldatmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Kendi yapısı gereği örgütlenme ve disipline uyma yeteneği son derece düşük olan bu katmanın girişeceği ayaklanmalar, en iyi olasılıkla bile kendiliğinden ve ani patlamalar olmanın ötesine geçemezler. Böylesi ayaklanmalar; ancak keskin bir ekonomik-siyasal bunalım ortamında işçi sınıfının devrimci kitle savaşımıyla birleştikleri ya da bu savaşımın yoğunlaşmasına yol açan/ vesile olan bir fünye işlevini gördükleri zaman belki anlamlı bir devrimci faktör olabilirler.
Peki, böylesi bir yaklaşım varoşlardaki geniş yarı-proleter gençliğin ve emekçilerin, hattâ lumpen proleter öğelerin sınırlı ve koşullu devrimci potansiyelini küçümsemek ya da hesaba katmamak anlamına gelir mi? Asla! Bu sadece, adı geçen katmanların siyasal olarak ileri ve duyarlı öğeleri sosyalizmin ışığıyla aydınlatılmadan, özellikle de proletaryanın ileri kesimleri anti-kapitalist bir bilinç edinmeden ve bu en devrimci sınıf siyaset sahnesine ağırlığını koymadan, sözkonusu ‘kitle’nin eylem potansiyelinin gerçekten devrimci bir içerikle harekete geçirilemeyeceği anlamına gelir.
Notlar
(1) Özgür Müftüoğlu, “İsyanlar şehri Paris”, Evrensel.
(2) “Fransa’da isyan dinamikleri yerli yerinde duruyor”, Kızıl Bayrak, Sayı: 45, 19 Kasım 2005.
(3) “Fransa’da baldırıçıplaklar ayaklanması”, İşçi Cephesi.
(4) Yüksel Akkaya, “Paris’i yıkmayan ‘isyana ben isyan demem!..”, www.sendika.org, 15 Kasım 2005.
(5) “Fransa ve Yoksulların Tercümanı Olabilmek”, Yürüyüş, 10 Kasım 2005.
(6) “Devrimci Marksizmle Aydınlan Bolşevizmle İlerle!”, Marksist Tutum.
(7) “Kardeşim! Göreceksin Devrim Olacak”, Atılım, 10 Kasım 2005.
(8) Lenin, Marx, Engels, Marxism, Peking, Foreign Languages Press, 1978, s. 196.
(9) Gerek yarı-sömürge ülkelerdeki ezilen halklara ve gerekse metropol ülkelerdeki sömürge kökenli ikinci/üçüncü sınıf yurttaşlara uygulanan baskı ve apartheid politikaları karşısında sessiz kalmak suretiyle, metropol proletaryasının, kendi zincirlerini sağlamlaştırdığının, herhâlde bundan daha berrak bir kanıtı olamazdı.
(10) “Paris’i yıkmayan ‘isyana ben isyan demem!..”
(11) K. Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar 1, s. 143.
(12) Lazzaroni- İtalya’da deklase, lumpen-proleter öğelere verilen ad; Lazzaroni, gerici-monarşist çevreler tarafından liberal ve demokratik hareketlere karşı kullanılıyordu.
(13) K. Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar 1, s. 266-67.
(14) “Paris Yanmıyor”, 10 Kasım 2005.