Ana SayfaKürsüYeni Bir Siyasal Dönemin Eşiğinde miyiz?

Yeni Bir Siyasal Dönemin Eşiğinde miyiz?

Türkiye tarihi, bir imparatorluk vârisi olarak, iki çizgi mücadelesi diye adlandırabileceğimiz düzen içi uzun savaşın süreğenliğinde bir siyasal bunalım hâliyle mündemiçtir. Kırılgan ekonomik yapı, demografik/ sosyal çatışmanın her daim sıcaklığı da andığımız bunalımı krizlerle zirve noktalara doğru kısa sayılabilecek aralıklarla taşımaktadır.

Aslında görece sakin addedilen, “yaprak kımıldamayan” bir dönem olarak kodlanagelen Erdoğan iktidarında dahi geriye baktığımızda birçok kriz ve siyasal bunalım sürecini bir çırpıda sayabilmekteyiz. Bunların içinde bir e-muhtıra, bir kapatma davası, tuhaf ve bugünkü politik iklimi hazırlayan bir darbe girişimi, meskûn mahal savaşı ve Türkiye tarihinin en kitlesel/ yaygın halk isyanı bile var.

Yine de Erdoğan/ AKP’nin (başka bir hükümetin, muhatabı olduğunda çabucak devrileceği yahut zayıflayabileceği) bu dinamiklerden başarıyla ve hatta güçlenerek çıktığı açıktır. Bu başarı sayesindedir ki, devlette, Türkiye için alışılageldik olmayan bir yekpârelik sübut etmiş oldu.

Ancak biz bugün iktidara baktığımızda, toplumsal muhalefetteki derinleşmiş ve yerleşmiş durgunluğa karşın, inkâr edilmesi mümkün olmayan bir yıpranma gözlemliyoruz. Bu gerileme trendini 2015 7 Haziran seçimlerinden itibaren not ettik ancak ekledik de: İktidar bu dar boğazdan çıkacak yönteme, becerilere, olanaklara sahiptir ve dağınık muhalefet karşısında mutlak kudreti haizdir.

Burada iktidarın üç önemli avantajı var. Birincisi bizzat Erdoğan’dır. İkincisi parti devleti konseptinin tamamen yerleşmiş olmasıdır. Üçüncüsü ise, zaten devrimci bir muhalefetin olmadığı bir zeminde burjuva muhalefetinin beceriksizlik, benzeşme ve başarısızlıkla malul olmasıdır kuşkusuz. AKP’den memnun olmayan milyonların olduğu, klasik muhalefetin tabanı dışına da taşırarak söylüyoruz bunu, bir sır değil. Lâkin bu hoşnutsuzluk pek çok araç ve yöntemle hâlâ sakinleştirilip geçiştirilebiliyor. Burada salt rejimin kabiliyeti değil, muhalefete duyulan güvensizlik de en az onun kadar devreye giriyor.

Bu noktada bu meseledeki analizlerde çoğunlukla es geçilen, iktidar taraftarı olan kesim aklî, siyasî anlamda küçümsendiği için pek değinilmeyen bir hususa da dikkat çekmek istiyoruz. İktidarın tabanının büyük bir bölümü, muhalif tabandan kesinlikle daha politik bir güzergâhta tercihlerini yapıyor. Nasıl ki bir devrimden sonra inanmış bir sosyalist, ilk kıtlık anında devrimci iktidara sırtını dönmezse, muhafazakâr toplamın da ekmek on lira oldu diye Erdoğan’a düşman kesilmesi beklenemez.

Zaten o çok umutlar bağlanan “tencere” diyalektiğinde de yığınla hatalı çıkarım yapıldığını söyledik defalarca. Elbette kendiliğinden ayaklanmalar, hareketler de mümkündür ama Türkiye’de böyle bir potansiyelin görünmediği açıktır. Doğru, Gezi, beklenmedik bir anda patlamıştı ama hiçbir kazanım alamadan yenilgiye uğradı ve hareketin potansiyeli sandığa yönlendirildi. Yerel seçimde sandıktan çıkan mağlubiyetle de kitlelerdeki devrimci uyanıklık tamamen soğuruldu. Gezi’den iki sene sonraki 7 Haziran 2015’te elde edilen nispî zaferden sonrasıysa en geniş anlamıyla muhalefet için bir kâbus dönemi oldu. O süreç katmanlanarak ve derinleşerek devam etmektedir.

Bugün ne oluyor?

Ekonomik ve politik hoşnutsuzluğu iktidara doğru aksiyonla yöneltebilecek bir öncünün olmadığı anlarda boş tencerenin içinin isyanla dolması epey zordur. Ekonomik krizlerden mutlak bir sosyal patlama beklemenin ezberden gayrı bir mânâsı yok. Devrimcilerin mahallelerini, kampüslerini bile kaybettiği bir atmosferde −ki bu elbette bilinçli, öngörülü bir devlet operasyonuydu− her alanıyla sağın ideolojik angajmanına tâbi hâle gelmiş kitlelerden bir isyan beklenemez. Faşizm, gericilik, çetecilik, bireysel şiddet, uyuşturucu ve yozlaşmadır sokaklardan, kapılardan içeri süzülen. Zaten 12 Eylül’den beri bir program dâhilinde biteviye sağcılaştırılan, bireycileştirilen toplum son on yıllık dilimde hiçbir dönemle kıyaslanamaz biçimde sağa yerleşti. İleri gidelim ve söyleyelim, bugün neredeyse tamamen yitirilmiş, babasından, dedesinden dahi daha geri bir gençlik var hatta. Kenan Paşa ve Özal’ın yukarılarda bir yerlerde ipek mendilleriyle mutluluk gözyaşlarını silip bizleri izlediklerinden eminim…

Burada sadece gençliğe yüklenmek hata olacaktır. Türkiye tarihinin bu durağında devrimci kültür, mücadele ve perspektif açısından kuşaklar arası aktarımın ciddi bir kesintiye uğradığı aşikâr. Devrimci ya da solcu olmak isteyen gençler kendilerini boşluklarla, çok yakın tarihte bile benzeri olmayan zorluklarla dolu bir ortamda el yordamıyla ilerlemeye çalışırken buluyorlar. Dolayısıyla kültür, aile bağları, çevre, eğilim olarak sola yakın olmayan gençlerin dikkatini çekebilecek hiçbir uyaranın olmadığı bu denklemde gençliğin sağcılaşması da kaçınılmaz oluyor. Üstelik öte tarafta tam bir ideolojik hegemonya tesis etmiş sağ, tüm eğilim ve renkleriyle cıvıl cıvıl arz-ı endam ediyor.

Elbette gençliğe de eleştirilerimizi yönelteceğiz, onları günahsız saymak gibi bir yönelimimiz yok. Gramsci, “Hapishane Defterleri”nde bir yerde mealen her insanın entelektüel potansiyele sahip olduğunu söylüyordu. Aynı sayfadaki dipnotunda bunu bir benzetmeyle örnekler. Der ki, her insan ihtiyaç duyduğunda iki yumurta kırabilir ya da kendi söküğünü dikebilir ama herkes aşçı yahut terzi olamaz. Yani potansiyel olarak var olan şeyi geliştirmek gerektiğine, kişideki geliştirme iştahının varlığına veya yokluğuna işaret ediyor. Bu örneklemden giderek günümüz Türkiye gençliğine eleştiri oklarını onların geriliğini yüzlerine vurarak −hem de dünyanın bu kadar küçüldüğü bu çağda− kendi potansiyellerinin hor kullanımı üzerinden takrirle yöneltebiliriz. Homo sapiens diye taltif edilmişiz, gençler bu ne gerilik yahu…

Bizim derdimiz eleştiri yaparken kritiği gerçekleştirilen vaziyete dair çubuğu kendimize de bükmektir. Başkalarını eleştirmek, tel’in etmek kolay, zaten kendimizi ideolojik, ahlâkî, kültürel açılardan üstün varsayıyoruz. Ancak, sosyalist sol, muhataplarına, halka ne vaat ediyor? Kime hangi hikâyeyi sunuyor? Solun kendisi içerik ve biçim olarak neye dönüşmüş durumdadır? Solun yoksullarla ve en yoksullarla bir bağı var mı? Yoksa sol, kimlikler meselesine saplanıp kalmış, tek derdi işçilerin maaşının ne kadar olduğu olan muhteris, elit olma zannına kapılmış sosyal kesimleri kafalamaya gücünü vakfeden bir odak gibi mi görünüyor?

Sağın alternatifi sağ

Soldaki amorf duruma karşın sağda kaynama ve yükselme hâli, çekicilik zirvede. Ülkemizdeki bu durumu tüm dünyada yükselen sağla aynılaştırmak da doğru bir eğilim olmayacaktır. Zira, Avrupa’da ya da Batı’da aşırı sağın yükselişi, soldan sağa herkesin liberal olduğu siyasal çölleşmenin ortasında tek bir şaklabanın bile öncülük edebildiği, saman alevi gibi yanıp sönebilen ve çoğu kez yeni, geleneksiz partiler eliyle yürüyen bir durum. (Batı’da partileri isimlerine göre bir parmak sağa yazmak gerekir. “Sosyal demokrat”sa, “işçi”yse vahşi kapitalist, “sosyalist”se biraz iyi huylu kapitalist, “komünist”se sosyal demokrat.) Aynı Avrupa’nın yaygın ve sık isyanların, sosyal patlamaların da adresi olduğunu unutmamak lâzım. Yani orada bir memnuniyetsizlik ve arayış ile bunların tetiklediği depremler söz konusudur. Çoğu büyük isyanın da öncüsüzlük, siyasi yönsüzlük sebebiyle kısa sürede hiçbir şeyi değiştirmeden sona erdiğini belirtelim. Ama en azından yeri gelince yakıp yıkma bilinç ve cesaretine sahip bir kitle hâlâ oralarda var. Bu da bizdeki durumdan farklı.

Türkiye’de ise aşırı sağ ya da faşist parti zaten on yıllardır kesintisiz bir geleneği olan, Mecliste var olan, iktidarlar görmüş (bugün de oligarşiden büyük pay kapmış), sabit bir tabana sahip güçlü bir harekettir. Şimdilerde (BBP ayrılığından çok daha ciddi) bölünmeler yaşasa bile her parçasıyla ciddi bir potansiyele sahip: Yaklaşık % 20-25.

Dahası faşist parti(ler) Türkiye’de meşrudur ve parçalı ve yer yer çelişkili bir biçimde de olsa merkez sağ ile İslamî hareket üzerinde de fikrî etkiye, dirsek temasına sahiptir. Zaten müesses nizamın kendisi faşizandır, devletin kendisi çeşitli kesimlere karşı bir iç savaş rejimi olarak inşa edilmiştir. Mecliste ayrılıkçı çağrışımları olmayan Lazcaya bile tahammül edilememesi “şaka” değil.

İşbu münbit arazide bugün sağ, her tonuyla gelişime açık bir ivmeye sahip. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde −depremin de etkisiyle muhalefetin psikolojik üstünlüğü kısmen almış gibi göründüğü bir düzlemde− kazanılan zaferin AKP’de bir süredir gözlenen kan kaybını önleyemediği ortada. Tabanda çekilme devam ediyor. Fakat bu çekilme muhalefete doğru değil diğer sağa doğru gerçekleşiyor. Muhalefet yenilgi sonrası travmatik dağılma psikolojisiyle çekici bir görünme sahip değil −milliyetçi/ muhafazakâr kesimdeki güçlü ideolojik saiklerin yerli yerinde duruyor olması bir yana.

Yine de elbette yerel seçimlerin kendine has özellikleri sebebiyle CHP’nin ağır bir seçim yenilgisiyle karşılaşmayacağını öngörüyoruz. Bir kere en önemlisi Ankara ve İstanbul’daki karizmatik iki aday −düz aritmetik aleyhlerine olmasına karşın− şimdiden ipi göğüslemiş sayılabilirler. Hitabet gücüyle övünen Erdoğan yanında yöresinde iki kelimeyi bir araya getirmeyi becerebilen tek bir adam bırakmadı da ondan. Söylüyoruz, iktidarın gücü de zaafı da Erdoğan. O şahsî karizmasıyla kendini % 50 bandının üstünde tutmayı başarabiliyor ama partisini kurtarmaya onun dahi gücü yetmiyor.

Fakat belirtmek lâzım, son yerel seçimde başarılı bir grafik çizen CHP’yi önemli kayıplar da bekliyor olabilir (Antalya, Antakya gibi). Ama AKP’nin de kayıpları olacağı için bu bir pata durumu yaratacak.

(Büyük şehirlerde) AKP-MHP bloku dışında herkesin kendi başına girdiği seçimler ilginç sonuçlara gebe. Sosyalist sol açısından da “renkli”, takibe değer yerler var. Özellikle Yeniden Refah’ın varlığı ve potansiyeli Erdoğan’ı tedirgin ediyor. Haklı da, zira gözle görülür bir başarı ayağının altındaki zemini ondan çekip alıverecek. En azından İstanbul için son dakikaya kadar ısrarcı olacaklar.

Saadet’in yıllardır başaramadığını kendi açısından doğru bir politik hatla Yeniden Refah başardı. Saadet’in iktidara karşı sağ blok kurmaktansa CHP’ye yanaşma siyaseti kendisine rüyasında bile göremeyeceği kadar çok vekil kazandırdı ama ona var olan tabanını da ciddi oranda kaybettirdi. Yeniden Refah ise AKP ile, son seçimde ondan da faydalanarak girdiği ideolojik rekabette meyveleri toplamakta.

Bir iktidar partisindense görece küçük, şimdilik pek ikbal sunmayan bir partinin tercih ediliyor olması elbette bir hoşnutsuzluk ve değişim alameti.

Aynı şekilde, gelişme olanağına sahip bir başka parti de Hüda-Par. Kürt Hareketince küçümsendiğini gözlemlediğimiz bu parti geçmişten gelen kimi çelişkilerle (Hizbullah vahşeti) birlikte Kürdistan’da önemli bir tabana sahip. Şimdiye dek seçimlerde, seçimleri AKP’ye kaybettirme ihtimali sebebiyle kendi mevcut taban gücünü ya da potansiyelini gösterememiş olan hareket, kendi sabit kitlesi dışında PKK ve AKP’ye yönelik memnuniyetsizlikten de besleniyor. Yakın gelecekte adlarından daha fazla söz ettirme ihtimalleri var.

Mülteciler dışında gündemi olmayan Zafer Partisi ise % 2 civarı olan sempatizan kitlesiyle kimi yerlerde sonuca etki edecektir.

Önemli bir potansiyeli heba eden İYİP ise −abartırsak−  tabela partisi olma riskiyle karşı karşıya. Hiçbir zaman bir güç olmayan ve olamayacak olan eski CHP kankaları, faydalanıcıları DEVA, Gelecek ve DP’yi zaten saymaya değmez.

Sosyalist solun, üstelik böyle bir dönemde bütünsel bir başarıya sahip tek adresi olan TİP’se övgüden çok yer yer akıl almazlaşan popülizmiyle eleştirilerin hedefi. Kemalist arızalarına karşın Ortodoks ya da kitabî Marksizmiyle bilinen bir gelenekten gelen bu dostlarımızın “zeitgeist”i bir hayli abarttıklarını söyleyebiliriz. Bu örneklem aslında Kemalizan ya da liberal yönelimlerin soldaki aynı meşruiyet krizinin yansıması olduğunu bir kez daha gösteriyor. Antakya ve Gebze adaylıklarıyla bir ölçüde ses getiren TİP’in seçimlerde kendini aşan bir başarı elde edebileceğini düşünmüyoruz. (Birkaç yerde yüksek oylar alınacaktır. Soldaki bölünmeye karşın Defne’yi kazanma ihtimalleri de gözle görülür durumda.)

Diğer solun seçimlerde az çok iddialı aday gösterdiği yer sayısı doğal olarak az. Dersim’de bir anlık karışıklıktan sonra Dem Parti çatısı altında birlik sağlandı. Dersim ilçeleriyle birlikte Kadıköy, Gebze, Antakya, Samandağ, Defne, Artvin Kemalpaşa, Fatsa daha bir ilgiyle takip edeceğimiz yerler olacak.

Kürt coğrafyasında da Dem Parti’nin kayyımlardan rövanşını bekleyeceğiz. Genel olarak şanslı görünüyorlar ve bu onlar için sıkıştıkları bu dönemde moral olacak. Birçok yerde Hüda-Par’ın alacağı oylar da Dem Parti’nin AKP karşısındaki üstünlüğüne katkı sağlayacaktır. Fakat seçim sonrası için en önemli gündem belli belirsiz bir yumuşama ihtimali değil, Güney’e yapılacak olası büyük askerî operasyondur.

Tüm bunları bir yana bırakırsak, genel Türkiye tablosuna bakıldığında (bazı yereller dışında CHP dâhil) sağın sağla yarışacağı ve sağcılığın daha kesif bir hâl aldığı bir seçim bizi bekliyor. Bu yerel seçimdir, kimi yerler “iyi” bir adayla BBP, Saadet, Gelecek, DP, Memleket ile de kazanılabilir. Bunlar belirleyici göstergeler değil.

Bu yerel seçimin belirleyiciliği AKP’deki erimeyi sivriltmesiyle açığa çıkacak gibi duruyor. Lider ile teşkilat arasındaki bu açı, lider de bir ölümlü olduğuna göre hem parti içinde, hem sağ partiler arasında, hem de iktidarla muhalefet arasında gerilim ve rekabeti tırmandıracak. Erdoğan sağlığı el verirse tabiî bir kez daha aday olacaktır. Muhalefet buna hiçbir şey yapamaz, defalarca görüldü daha önce. Ancak hem AKP pastasını bölüşmek için yarışan sağ partilerle açığa çıkacak gerginlikler hem de Cumhurbaşkanlığını kafaya koymuş bir İmamoğlu’nun olması −görünürde dört yıllık seçimsiz bir dönem olmasına karşın− siyaset sahnesinde yeni kapılar ve kavgalar açmaya mâhir görünüyor. Bunlar içinde ciddi bir gündem olan anayasa referandumu ihtimali de var. “Kutuplaşma” adı verilen bir tarafın galiz, diğer tarafın yumuşak ve asimilasyona açık bir çizgi sürdürdüğü yumuşak kimlik çatışması daha sert bir alan ve erk kavgasına dönüşme istidadındadır. Ve daha çok tarafı olacak bir kavga bu.

İçinde olduğumuz süreç ’97-2002 arası topyekûn siyasal altüst oluşa benzer bir eşiğe bizi getirmiş olabilir. Daha çok sağın parselasyon cenklerine sahne olacak bu denklemde sol adına çıkış için olumlu şeyler söylemek şimdilik pek mümkün görünmüyor. Ancak dönemin baskın sağcı karakteristiğine rağmen, ’97-2002 arası konjonktürdeki dış müdahale hakikatinden farklı olarak bugün sürecin daha kendiliğinden yürümesi sola muhtemel bir görece rahat çalışma alanı sunabilir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar