Ana SayfaKürsü'96 1 Mayısına Yeniden Bakmak

’96 1 Mayısına Yeniden Bakmak

1 Mayıs, İstanbul’da ilk kez kutlandığı 1912’den bugüne Türkiye’de neredeyse sürekli bir biçimde “yasak”, “şiddet” ve “olaylar”la anılır. Türkiye’de 1 Mayıs’ların yüksek gerilimle geçmesi dünya çapında bilinen bir gerçeklik.

1 Mayıs, Türkiye’de 1924’ten 1976’ya dek yasak olmasından mütevellit kitlesel bir katılımla kutlanamadı, bu süreç içinde solun işçi bayramını alanlarda geniş bir katılımla kutlamak için pek bir fiilî girişimi de olmadı. 1976’daki ilk kitlesel 1 Mayıs’la da Türkiye’nin uzun “olaylı 1 Mayıslar” ya da “unutulmaz 1 Mayıslar” tarihi de başlamış olur. Bu “unutulmaz 1 Mayıslar” içinde de 1977, 1989 ve 2007 itibariyle gerçekleştirilen 1 Mayıslarla birlikte 1996 1 Mayısının da çok çok önemli ve tarihî bir yeri var.

Öyle ki, ’96 1 Mayısı aradan onca sene geçmesine karşın meseleyle ilgili ilgisiz pek çok insanın hafızasında silinmez pek çok kare ve anı bırakmış bir gün oldu. Bir kere alanda 150 bin kişinin olması başlı başına büyük bir olaydı ve bu ’78’den sonraki en yüksek katılımlı kutlamanın yapıldığı anlamına geliyordu ‒ki bu “rekor” Taksim’deki son serbest 1 Mayıslara dek de kırılamadı. Bu kitlesellik durumu dışında akılda kalanlar arasında alanda polis kurşunuyla katledilen üç devrimci (Hasan Albayrak, Dursun Odabaşı ve Levent Yalçın) ve daha sonra işkenceyle öldürülen bir devrimcinin (Akın Rençber) olması, yaşanan geniş çaplı isyan hareketi, Cephe’nin uygun adım yürüyen tek tip askerî üniformalı birliği ve bu illegal kortejdeki kalabalık, TİKB’nin kürsü işgali, bir sivil polisin devrimciler tarafından öldüresiye dövülmesi ve bunu insanların ekranları başında canlı yayında izlemesi, sinirden çiçekleri yolan genç kızın görüntüsü sayılabilir. Saydığımız her olay ve görüntünün de ayrı ayrı önemli anlamları var kuşkusuz.

O gün Kadıköy’de yaşananlar ve Türkiye’nin kolektif hafızasına kazınanlar, ’95 Gazi Ayaklanmasından itibaren İstanbul varoşlarındaki güvencesiz işçilerin ve işsizlerin biteviye yükselen düzen karşıtı kininin yarı-kendiliğinden bir patlaması olarak okunabilir.

Türkiye’de ’89 – ’91 arası dönemde toparlanmaya başlayıp, ’90’ların ortasında ‒12 Eylül sonrası için‒ gücünün doruğuna ulaşan devrimci hareketin insan yapısı da temel olarak bu gruplara dayanıyordu ve devrimci örgütlerin hepsi o gün 1 Mayıs’a “eski günleri hatırlatacak” denli bir kitlesellikle katılmışlardı.

Toplumda yaşanan hoşnutsuzluğun büyüyerek örgütlenmesinden ve bu sayede devrimci örgütlerin daha fazla kitleselleşmesinden korkanlar da o gün önceden planlanmış bir provokasyonu yürürlüğe koydu.

Planın birinci aşamasının başlangıç düdüğü, polisin verilecek tepkiyi bile bile alana girmek üzere olan devrimcilere üst araması dayatmasıyla çalındı. Üst aramasına izin vermeyen, içlerinde çok sayıda çocuğun da bulunduğu kitleye hedef gözetilerek ateş açıldı ve orada iki kişi yaşamını yitirdi, çok sayıda insan da yaralandı. Bu doğrudan saldırıdan sonra kitlenin bir kısmı telaş içinde dağılırken, çok önemli bir kısmı da polis barikatlarına yüklenip alana girdi ve olayların tarihe “Kadıköy yoksullar isyanı” diye de geçebilecek halk şiddeti evresi de böylece başladı.

Ezilenlerin şiddeti, devletin kolluk güçlerine ve ‒bir kısmı sol içinde de tartışma yaratan‒ hedeflere, iş yerlerine yöneldi. Caddelerdeki şiddet hareketi ve çatışmalar saatlerce sürdü. Alana girişte iki kişiyi öldüren kolluk, kitle dağılırken bir kişiyi ve daha sonra da gözaltında bir kişiyi daha öldürdü.

Ancak ’96 1 Mayısının tüm bunların yanında bir anlamı daha var. Bu 1 Mayıs’la birlikte sol içinde ’90 başlarında belirginleşen yol ayrımı net bir durağa vardı ve yasalcı solla devrimci sol kesin bir biçimde iki ayrı dünyaya bölündü. Bu bölünmenin esas görüntüsü ise 19 Aralık 2000 hapishaneler katliamı öncesinde ve sonrasında herkesin görebileceği bir netlik kazandı.

2002’den sonra ise Türkiye solunun devrimci kanadında başka bir derin ayrışma yaşanacaktı: Bir örgüt bir tarafa, diğer tüm örgütler bir tarafa…

’96 1 Mayısı, Can Dündar gibi kimi isimlerin yaşananları tamamen derin devletin tezgâhına bağlamak gibi yönelimleriyle[1] bulandırılmaya çalışılsa da, halkın en aşağı ve en aşağının bir üstündeki kitlelerinin düzenin yıkılmasına dair içlerinde biriktirdikleri kendiliğinden devrimci dinamik potansiyeli gözler önüne sermesiyle Türkiye solu tarihinin tartışmasız en önemli anlardan biridir. Ancak, o gün yaşananlar, kitlenin nefretini ve yıkıcı gücünü dönüştürüp süreklileştirecek ve halkın düzenin değişmesine dair taleplerini taşıyabilecek devrimci önderlikler yeterli güce sahip olmadığı için o günde kalmış oldu.

Arkasında yürüttüğü kitleyi taşımakta zorlanan devrimci hareketler de o günden sonra insan desteği açısından sürekli bir düşüş ve bunalım dönemine girdi. Bu gerileme durumu 1997 ve 1998 1 Mayıslarında berrak bir biçimde görünmese de, 1999’da devrimci durgunluk tüm izleyen gözlerin görebileceği bir hâle evrildi. 2000’den sonrasını ise hepimiz biliyoruz:

İmhada ihya arayışı.

Düzenin “ihtilal provası” diye andığı ’96 1 Mayısı, sadece devletin, burjuva yazarların, liberal ve reformist solcuların değil, sendika ağalarının da canını sıkmıştı. Zamanın DİSK yöneticisi, iki sene sonra DSP’den milletvekili olan Rıdvan Budak’ın sanki şiddet hareketini gerçekleştirenlerin çoğu işçi değilmiş gibi, “işçi aristokratı” bir edâyla 1997’de “bu sene 1 Mayıs’a sadece işçiler gelecek” demesi de sendikal bürokrasinin devrimci ya da devrimcilerden etkilenmiş güvencesiz işçi, küçük burjuva ve işsizlerin politik “radikalizm”ine nasıl baktıklarının açık bir göstergesiydi.

Solda, darbenin tozunun dumanının kalkmasına doğru belirginleşip, ’90’lı yılların başında oturmaya başlayan iç ayrışma ’96 1 Mayısından sonra böylece netleşti. Yasal sol partilerden birinin liderinin, devlete sempatik görünmek amacıyla olsa gerek, “veciz” ifadesiyle, artık bu iki sol küme “aynı restoranlarda bile yemek yemiyordu”. Reformistlerin restoran açılımına, devrimci hareketin “paçaları gecekondu mahallesi çamuru görmemiş solcular” tanısı koyarak yanıtından önce yollar neredeyse tamamen ayrılmıştı zaten.

Fakat, devrimci hareket de, ’90’lı yılların başlamasıyla gelişen ve ’95’te Gazi’de, ’96’da Kadıköy’de zirveyi yakalayan sosyal patlamayı süreğen bir devrimci enerjiye dönüştürüp, onu işleyerek iktidar için araçsallaştıracak kudrete erişemedi. Bu da halk yığınlarının büyük ölçüde ‒İslâmî hareket, CHP, MHP ve gayrimeşru‒ başka “umut”lara kanalize olmasına ve devrimci solun bu günlerde sık kullanılan deyimle “marjinalleşmesine” oldukça sağlam, aşılması epey güç bir zemin hazırladı.

Yazının başında Türkiye’nin 1 Mayıs tarihinin “olaylar tarihi” olduğunu söyleyen sözler sarf etmiştik. 2000’li yılların sonuna doğru Taksim parolasında ısrarın açığa çıkmasıyla “1 Mayıs = kavga” algısı Türkiye’de daha somutlaşmıştır. AKP’nin sözüm ona demokratikleşme sinyalleriyle yasal olarak serbest bırakılan ve Taksim’de kutlanan birkaç görkemli 1 Mayıs’tan sonra kutlamalara yeniden yasak geldiği malum. Bu son yasaktan sonraki sürece ise Taksim’de ısrarın yavaş yavaş devrimci hareketler içinde bile birkaç örgüte, bu birkaç örgütün az sayıda kişiyle yaptığı çoğu sembolik bazı eylemlere doğru aşınarak ritim kaybetmesi damga vurdu. Her alanda geri çekilen devrimcilik ve radikalizmin 1 Mayıs’ta da geri çekilmesi sürpriz değil.

Yine de ülkemiz en azından beklenti ya da korku, şüphe düzeyinde de olsa “1 Mayıs = olay” fikriyle anılıyor. Ki doğrusunu isterseniz, çoğumuzun işine gelmese de 1 Mayıs’ın makbul olanı da budur zaten.

Not: 1 Mayıs 1996 davası, Aralık 2007’de karara bağlandı. “3 kişinin ölümü, 33 güvenlik görevlisinin yaralandığı olaylara karışmaktan” yargılanan 63 sanıktan 13’üne 4 ile 11 yıl 9 ay arası hapis cezası verildi. Yargılananlardan 47’sinin davası zaman aşımından, ikisinin ölümden düştü. İfadesi alınamayan bir kişinin dosyası ayrıldı.

[1] Can Dündar’ın meseleyle ilgili yazılarının olduğu sitesine bugün ulaşılamıyor. Dündar’ın bu yazılarda dikkat çektiği iddialar tamamen ya da kısmen doğru olsa bile ‒ki olabilir, devrimci yapılar içine ajan, provokatör, muhbir girebilir‒ kitlelerin devrimci kinini bütün sınıfsal ve güncel gerçeklerden azade iki tane eski itirafçı provokatörün bir tane camı indirmesine bağlamak bu sevgili aydınımızın nasıl bir dünyanın içinde yaşadığının şifrelerini içinde barındırıyor. Mahzun bakışlı, üretken, asgarî duyarlı ama steril, liberal gazetecinin zihin dünyasının şifrelerini kürsüde orak çekiçli bayrağın açılmasını dehşete düşerek dillendirdiği cümlesinden yola çıkarak da kırabiliriz. Şu örgütü, bu örgütü temsil ediyor ya da etmiyor, işçilerin bayramında orak çekiçli bayrak olmayacak da ne olacaktı? CHP, DSP bayrağı mı?! Ayrıca Dündar aynı olaydan bahsederken kurduğu cümleyle de olayları provoke edenlerin devrimciler olduğunu iddia etmiş oluyor. Farkındadır herhâlde.

’96 1 Mayısına yönelik devrimcilere ve halka yönelik pejoratif başka yaklaşımlar da beklendiği gibi Birikim çevresinden gelmişti.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar