Ana SayfaKürsüÜçüncü Marx

Üçüncü Marx

ÇEVİRİ: S. ERDEM TÜRKÖZÜ

Üçüncü ya da Yaşlı Marx üzerine yazın, yani Marx’ın hayatının son on altı yılını (yaklaşık olarak 1867’de Kapital’in yayınlanmasından 1883’te ölümüne kadar) ele alan yazın, gitgide çoğalıyor ve etkili hale geliyor. Kevin Anderson’ın Marx at the Margins başlıklı mükemmel kitabını daha önce incelemiştim. Marcello Musto’nun Les dernieres annees de Karl Marx (kitabı Fransızca’sından okudum) ya da The last years of Karl Marx [Karl Marx’ın Son Yılları] önemli bir katkıdır. Musto’nun kitabı 2016 yılında İtalyanca olarak yayınlandı ve önsözde yazdığı gibi şimdiden yirmi dile çevrildi.

Musto’nun temel tezi, Üçüncü Marx üzerine yazılmış diğer kitaplarda da olduğu gibi, Marx’ın son yıllarının, yaygın görüşün iddia ettiği gibi kısır olmaktan uzak, etnografya ve antropolojiden fiziğe kadar her alanda kesintisiz okumalarla, matematiğe artan ilgiyle (Marx matematiği çoğu zaman passe-temps [zaman geçirmek için] kullandı) ve en önemlisi, onu Avrupa merkezci, bir üretim tarzlarından diğerine geçiş üzerine temellenen aşamacı tarih felsefesinden daha da uzaklaştıran siyasi ve iktisadî tartışmalarla dolu olduğudur. Bu son kısım, bariz nedenlerden ötürü, bugün bizim için en uygun olanıdır. Üçüncü Marx’ı “yaratır”: Birincisi, insanlık durumunun, 1844 El Yazmaları’nın [Felsefi ve İktisadî El Yazmaları] ve Alman İdeolojisi’nin Marx’ı; İkincisi ve en iyi bilinen, Kapital’in ve diğer iktisadî yazıların Marx’ı; Üçüncüsü ise, küreselleşmenin Marx’ıdır.

Musto’nun kanıtlamaya çalıştığı, Marx’ın neredeyse hayatının sonuna kadar entelektüel olarak çok etkin olduğu savına, okuyucu bir biçimde ikna olmaz. Aslında, son yılların (ve özellikle son iki yılın) ayrıntılı kronolojik incelemesinin gösterdiği gibi, Marx kötü sağlığı, ailedeki ölümler (1881’de eşinin ve daha sonra kendi ölümünden hemen önce büyük kızının) nedeniyle çok acı çekti. Okumaya ve disiplinler arasında bol miktarda not almaya devam etti, ama aslında fazla üretemedi. En azından Kapital’in ikinci cildini bitirme hedefi gerçekleşmedi. Üçüncü cildi bitirmek ufukta bile görünmüyordu.

Entelektüel açıdan önemli son katkısı, Marx’ın bin sekiz yüz yetmişli yıllarda birkaç Rus yazarla birlikte Rusya’nın sosyalizme geçişi üzerine yaptığı tartışmaydı. Bu tartışma sadece daha sonra olanlar nedeniyle değil, Marx’ın ilk kez, aşamacı tarih kuramının ve sosyalizmin kaçınılmazlığının, çok farklı toplumların da Batı Avrupa’yla aynı aşamalardan geçmesi gerektiği anlamına gelip gelmediği sorusuyla karşı karşıya kalması nedeniyle önemlidir. Marx bu sorunun oldukça farkındaydı ve şemalarının yalnızca Batı Avrupa deneyimine dayandığını yazarak bu sorunun üstünü örttü. Musto’nun yorumunda önceliklendirdiği dogmatik olmayan Marx budur.

Bununla beraber dogmatik olmamanın tehlikesi şudur: İktisadî sistemlerin çokluğunu ya da benzer koşulların çok farklı sonuçlara yol açabileceğini kabul edersek, sonuçta elimizde ayırt edici bir toplumsal-iktisadî kuram yerine birçok tikel vaka çalışması kalır. Bunlar teker teker ayrıntılı olarak tartışılabilir ve çok da makuldür ama bu “bölümlere ayırma” Marx’ın hayatı boyunca aklında bulundurduğu nihai amacın -emeğin özgürleşmesinin ya da bir başka deyişle üretim araçlarının toplumsallaşmasının- kaçınılmazlığını da ortadan kaldırır. Her şey olabilecekse, emeğin özgürleşmesinin kaçınılmaz olduğuna neden ikna oluyoruz?

Marx’ın Rusya sorununa ne kadar temkinli yaklaştığına bakarak (ortaklaşa sahip olunan topraklar komünist gelişmenin temeli olabilir mi? Rusya’nın önce kapitalizmi geliştirmesi mi gerekir?), Marx’ın sorunun ne kadar bilincinde olduğunu kolayca görülebilir. Tarihin Batı Avrupa aşamalarında ısrar etmek, kuramın (Marx’ın oldukça ilgili olduğu Hindistan da dahil olmak üzere) dünyanın geri kalanı için yersiz olduğu anlamına gelir ama kuramını çok fazla “sulandırmak”, nihai hedefin tarihsel gerekliliğinin altını oyar. Marx’ın Rus sorunu konusundaki tereddütlerini ve Vera Zasulich’in mektubuna verdiği meşhur yanıtın sayısız taslağını ancak bu şekilde anlayabiliriz.

Musto, Marx’ın Rus popülistlerinin komünün komünizme doğrudan geçiş için temel sağlayabileceği görüşünü kabul ettiği ve Rus sosyalistlerinin, kapitalizm yeterince geliştiğinde ülkeyi otomatik olarak sosyalizme götüreceği umuduyla kapitalizmin ilerlemesini alkışlamaktan başka bir şey yapmamaları gerektiği görüşüne karşı çıktığı sonucuna varır. Bir başka deyişle Marx, sosyalizme giden yolların çokluğunu, hatta ayaklanma ve devrim yoluyla bunu başarmanın siyasi yolunu kabul etti. Dolayısıyla sosyalizme giden yolların çokluğu ideolojik olarak Blanquizm ya da Leninizm’le uyumludur: Tarihi zorlamanın bir yolu olarak, “nesnel” iktisadî koşullar tarafından tam olarak desteklenmeyebilecek cüretkâr siyasi eylem. Lenin’in ve daha sonra Mao’nun Marxizm yorumları kesinlikle bu görüşle tutarlıdır.

Farklı bir yorum da olanaklıdır ama bunun siyasi anlamı “attentisme” [bekle ve gör siyasası], yani Alman sosyal-demokrasisini ve hem Marx hem de Engels’in en umut verici lider olarak gördükleri Eduard Bernstein’ı sonunda ele geçiren reformizm ve pragmatizmdir. Marx’ın kuramsal düzeyde iki görünümü birbirinden ayrılamaz: Tarihsel süreçlerin öğrencisi ve siyasi bir aktivist, çarpışır. Kişi ne yapacağını seçmek zorundadır: Ya Fabian’cı ya da Leninist olmak.

İkincisini seçmek, yani “tarihi zorlamak” bazı tatsız sonuçlara yol açar. Sadece “makul” iradecilik değil, aynı zamanda çok daha “maliyetli” önlemler de onaylanabilir. Rus obşçina’sında olduğu gibi toprağın ortak mülkiyetini kullanarak üzerine çok daha gelişmiş ama kolektif olarak sahip olunan bir sistem inşa etmek mantıklıysa, Stalin’in yaptığı gibi kolektifleştirmeye geçmek de mantıklıdır. Kolektifleştirme yalnızca ölçek ekonomileri yoluyla tarımsal üretimi artırmanın değil, toplumsal-iktisadî bulmacayı çözmenin bir aracı olarak görülebilir. Stolypin’in reformları ve ardından 1917’den sonra soylulara ait topraklara el konulması çok sayıda küçük toprak sahibi köylü yaratmıştı. Obşçina üretim tarzı kendiliğinden ve doğal olarak küçük ölçekli ve giderek kapitalistleşen bir üretim tarzına dönüştü. Ama sosyalizme kestirme bir yol olanaklıysa, bu çok sayıdaki küçük işletmenin daha ileri teknolojiyle desteklenen daha genel bir kolektif mülkiyet altında birleştirilmesi gerektiği savı geçerli olmaz mı?

Sosyalizme geçişin farklı yollarının uygulanabilirliğine ilişkin açıklama, böylece devrimci pratiğin yeni iktisadî tarzların “ebesi” olarak kabul edilmesine yol açar ki bu da daha iradeci ya da siyasi güdümlü hareketlere olanak tanır.

Bana kalırsa, Musto, bugünün bakış açısıyla Marx’ın açık fikirliliğinin ve dogmatizmden uzak duruşunun, haklı olarak üzüldüğü kolektifleştirme gibi sonuçlara yol açabileceğinin tam olarak farkında değilmiş gibi görünür. Bugün bile karşılaşılan ikilem budur: her şey (ya da birçok şey) siyasi irade sorunuysa, o zaman yetenekli liderlerle, altta yatan iktisadî ve toplumsal koşullar daha az önemli hale gelir ve keyfilik alanına girilir. Ama her şey toplumsal “temeller” tarafından belirleniyorsa, o zaman siyasetin hiçbir rolü yoktur ya da sadece ürkek, sıkıcı ve kendi kendini sınırlayan olanaklı olanın siyaseti için bir rol vardır.

 

Kaynak: Özgür Politika – https://justpaste.it/3mlae

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar