Bu satırları okuyan birçok kişinin yazıyı adeta kendileri yazmış gibi hissedeceklerini biliyorum. Çünkü aynı “evren”de yaşıyoruz. Örgütlü, örgütsüz, mücadeleye devam eden, mücadeleyi uzaktan takip eden, militan ya da sempatizan birçok kişinin…
AKP’li yıllarda tüm Türkiye’nin bir nostalji ülkesine dönüşmesinden sol da payını aldı. Üç büyük yenilgi dönemi görmüş ve yıkıcı enerjisi zafersiz sönümlenince yüz binlerce “veteran” ortaya çıkarmış sol için nostalji zaten hep bir sığınak olmuştur. İster övünçle, ister keder ya da hüzünle olsun. İsterse nefretle ve tekfirle anılsın, nostalji, şiirden sinemaya, romanlardan şarkılara, rakı masalarına, aile / arkadaş sohbetlerine, iş imkânlarına, network’lere kadar geniş bir alanda hayatımızı etkiliyor.
Ama bizim bu yazıda bahsettiğimiz nostalji, yani solun mevcut vaziyetinin mütemmim cüzü, ‘68’in, ’71 çıkışının, ’74 sonrasının ya da ‘90’ların nostaljisi değil. Çok daha korkunç bir şeyle karşı karşıya olduğumuzun şifreleri bugün neyin nostaljisinin yapıldığının cevabında saklı aslında. Uzatmayalım, kastettiğimiz facia, bugün beş-on sene öncesine dair bile güçlü bir “hasret” söyleminin yavaş yavaş oluşuyor ve oturuyor olmasıdır.
O gün yapılabilen eylemlere, o günkü kitleselliğe, militan çıkışlara karşı özlem ve şaşkınlık durumu. Oysa, biz, yani o süreci −kabaca 2016’ya kadar süren süreci yani− ta 2000’lerin başlarından itibaren bire bir içinde yaşamış insanlar olarak çok iyi biliyoruz ki o günlerde de ortada hiçbir şekilde yeterli düzeyde bir sol / devrimci hareket söz konusu değildi. Bilakis kadro ve taraftar bulmakta güçlük çeken, kitlesel eylemler kotarmakta zorlanan, siyasal bir aktör olmaktan oldukça uzaklaşmış bir sol akım vardı. Bunun işaret fişeği, daha çok varoşlardan yüklendiği militan / devrimci kitlesel enerjiyi nihaî olarak dönüştürüp, kütle hâlinde kadrolaştıramayan devrimci hareketin 1998 itibariyle düşüşe geçişini açık etmesiyle verildi. 19 Aralık 2000 kanlı hapishaneler katliamıyla da biliniyor ki artık yeni bir dönem başlamıştı.
Bu dönem kısmî çıkışlar da barındıran düşüş trendiyle yukarıda belirttiğimiz gibi şüphesiz zayıf geçmiş dönemdi. Ama bugün bu, böyle görülmemeye başladı. Ve haydi itiraf edelim, neredeyse artık bizim gözümüze bile…
Ne için ve nasıl savaşıldığını geçelim, neyin nostaljisinin yapıldığı da önemlidir. Bugün 2000-2016 aralığına duyulan özlem ve arzu, ülke soluna okunacak bir Fatiha’dan farksız çınlıyor. Cenaze namazında en önde gençler yerini almışlar, eskiler de arkadan iştirak ediyor. Tasfiyecilik ve reformizm de namazı kıldırıyor. “Helal olsun!” sesi yankılanmadan bir yaşam belirtisi gerek.
Dedik ya, neyin nostaljisinin yapıldığı da önemli. Sağ olsun, Twittter’da Sol Hafıza diye bir sayfa var. Sol, politik bir demansa tutulmasın diye muhtemelen tek bir kişinin emeğiyle yürüyen bir sayfa bu. Orada bir haber okuyoruz. ‘90’ların başı, yer Bağcılar, Devrimci Sol bin kişiyle korsan koymuş. Bin kişiyle korsan? Bunu benim aklım almıyor mesela, ’80 öncesi için bile sıradan bir haber değil ki bu. Çocukluğumdan beri ilgi alanlarım neredeyse hiç değişmedi, sol tarihi de buna dâhil. Bilen biri olarak bana da garip geliyor. Karma bir eylem bile değil, tek bir örgüt böyle kitlesel bir militan eylem koyabiliyormuş. Sayıyı veren de örgüt değil, Cumhuriyet.
Peki şimdi neyin nostaljisi yapılıyor? Hakkını yemeyelim elbette, 2000’lerde de büyük, solun yüz akı olmuş eylemler var. İlk aklıma gelenler; NATO protestosu, Taksim’in binlerle zorlandığı eylemler, tabiî ki Gezi, vesaire. Bunların dışında da birçok kitlesel eylem sayılabilir. Hatta, o zamanın potansiyeline göre düşük katılımlı kalmış olsa da İstanbul ve Ankara’daki 19 Aralık protestoları da anılabilir. Lâkin bugün, o günlerin sıradan −birkaç yüz öğrencinin yürüdüğü− üniversite toplu çıkışları ya da İstiklal’de yapılabilmiş bir Kaypakkaya anması bile insanlara uzak ve “büyüleyici” geliyor. Hafızamı zorlayınca, mesela İstiklal’de Güler Zere için gerçekleştirdiğimiz yürüyüşü ya da Ankara’nın göbeğindeki Şemdinli katliamı protestolarını hatırlıyorum. Evet, bugünkü gerçeklikten bakınca uzak anılar gibi duruyor. Bugün devrimci / sol hareket adına en büyük sorun, onun kendi mini iktidar alanını yaratabildiği kampüslerin, mahallelerin, güçlü meslek birliklerinin olmayışıdır. Siyaset, her şeyden önce bir iktidar kurma meselesidir. Ve bugün bu alanda durum 2000’lerin ilk onyılının dahi çok gerisinde. Liberal solun tiksindiği “iktidar” kavramı, sosyalizm kendi iktidarını kendiliğinden lağvedene kadar en önemli anahtar kuramlardan biridir.
Yazının peşrevi çok uzun sürdü, bu yazıyı yazmama sebep olan olay son 1 Mayıs deneyimi aslına bakarsınız. Derdim bununla ilgili kalem oynatmaktı.
O hâlde asıl konumuza geçelim.
2015 1 Mayısını takiben gerçekleştirilen Taksim eylemleri az sayıda devrimci grubun, az sayıda kadroyla çıktığı ve derhal gözaltına alındığı “sembolik” eylemlere dönüşmüştü. Bu 1 Mayıs’ta ise DİSK’in, KESK’in ve CHP’nin bayramı Taksim meydanında kutlama “irade”si ilanıyla Taksim ve 1 Mayıs yeniden ülkenin baş gündemi hâline geldi. Fakat bu kez epey değişik bir çehrede.
Netice olarak “Taksim ve 1 Mayıs” yine az sayıda insanla −bu kez öncekilerden bile daha az ve etkisiz?− bir arada anılabilen bir gerçeklik olarak kaldı. Fakat toplanma alanı olarak ilan edilen ve CHP’nin çok sevdiği Saraçhane tüm dikkatlerin üzerine çevrildiği bir alan olarak sivrildi. Semtteki tarihî kemer belki de Nika ayaklanmasından beri ilk kez bu kadar kolluk gücünü bir arada görmüştür.
Toplanma alanı meselesine burada biraz değinmek lâzım. Saraçhane kararı ortaya çıkınca devrimci gruplar −geçmiş tecrübelerden de hareketle− Taksim’i çevrelemek için daha uygun olan Beşiktaş ve Şişli için çağrılar yaptılar. Ancak KESK’in de son dakikada Saraçhane kararı almasıyla, birkaç yapı hariç tüm örgütler yaptıkları bir toplantı sonunda Saraçhane’ye yöneldiler. Elbette bu karar, solun gücü, kararlılığı, morali ve özgüveni için önemli bir göstergeydi. Sonuç olarak reformizmin iradesini takip etmek zorunda kaldılar. Kısıtlı güce karşın devrimci yapılar farklı bir şey deneyemezler miydi peki? İlla fiilî olarak Taksim’in zorlanması gibi bir kararın alınmasını da kastetmiyorum, hayır. Gücün yoksa yoktur, bu kadar. Fakat, sol ya da devrimci hareket, epey vakittir devleti şaşırtacak, onun hiç beklemediği hamleler yapmaya tevessül etmekten öylesine uzak duruyor ki. Her ne kadar Aydınlanma için söylemiş olsa da, Kant’ın o ünlü sözüne atıfla diyebiliriz ki, “kendi aklını kullanma cesareti”nin ne çok yara aldığı bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu böylece.
Habeşliler, Marx, Engels ve Lenin’i de İsa’yı ve azizleri de birer siyahî gibi çizerler örneğin. Bizse kendine mal etme, kendi için icat etme iradesinden çok uzağız.
Kırmızı Pazartesi romanı gibi her şeyi herkesin önceden bildiği bir senaryoda oynamayı kabul etmek adeta yerleşti. Oysa insan soyu hatırlanmak ister. Binlerce yıl önce bile atalarımız mağara duvarlarına el izlerini bırakarak “biz yaşadık” demişlerdi, bize bir hatıra bırakmak arzusundaydılar yani. Biz de “yaşadık” demek ve bir iz bırakmak istemiyor muyuz?
Saraçhane, CHP ve kuyruğuna takılan tasfiyeciliğin, diğer solu kendi “bir tık soluna” yerleştirmek için bulduğu bir icattı. Onca engele, fiilî sıkıyönetime rağmen alana epey sayıda insan da aktı Taksim’i zorlama düşüncesiyle. Özellikle İstanbul’un merkezî aksından alana girmenin neredeyse imkânsız olduğunu ve eylemin saatler öncesine dek süren belirsizlikleri hesaba katarsak katılım iyiydi. Fakat sonuç tam bir fiyasko oldu. Ve bu beklenen bir şeydi elbette. CHP’nin ve işbirlikçi sendikaların kitleyi satacağını bilmek için siyasal dehâ olmaya gerek yoktu. İşbirlikçilerin çıkaracağı rezalet önceden hesaplanarak oraya gidildi. Kemer altındaki polis barikatının aşılamayacağı da ortadaydı. Böyle bir engeli aşabilmek için gerektiği şekilde donanmış militan ve kararlı bir kitle gerekirdi. Kimsenin böyle bir hazırlığı elbette yoktu.
Yine de barikatı zorlama iradesi, alana müdahale anonsundan sonra sıvışan CHP ve şürekasının hesaplarını bozan bir hamle oldu, bu açıdan sadece olumlu değil önemlidir de. Maliyenin aldığı ve alacağı kararlarla halkın sırtındaki ekonomi kamburunun daha da ağırlaşacağı bu iklimde en ufak bir isyan sesinin yüz binleri harekete geçirmesinden korkan iktidar da −tam da yerel seçim sonuçlarıyla zaafa uğradığı bu dönemde− bunu gördü ve önemsedi zaten. Karşı hamlesini de ona göre yaptı. Yaşadığı kudret erimesini kapı kırmalı, açık işkenceli gözaltılarla ikmal etmeye çalıştı. Çoğu genç ve öğrenci çok sayıda tutsak verildi, hepsi onurumuzdur. Kaynamayan tencereler için değil de polis kaskına ve kalkanına değen bayrakların ince plastik sopalarına öfkelenen köle mizaçlı −yine çoğu genç− sayısı binler olan twitter linççisi sivil faşist güruha da ödül mamaları verilmiş oldu böylece.
Ekonomik darboğazla isyan her zaman koşut olmayabilir. Daha önce de çok yazdık, kaynamayan tencere sadece devrimciliği değil faşizmi ve gayrimeşruculuğu da örgütleyebilir. Hele ki onların örgütlü ve dinamik gücünün daha diri olduğu bir ortamda faşizm daha avantajlıdır. Türkiye halkının devletle ilişkisinin geleneksel biçimi, itaatkârlık ve tevekküle ciddi bir alan açar. Devrimci dinamizmin zayıf olduğu böylesi dönemlerde ise bu çok daha rahatsız edici bir biçimde sübut ediyor. Bu ülke gerçekliğindendir ki bir devrimci savaş geleneğinin olmadığı gelişkin kapitalist Batı’da devletle ilişkinin, onu algılama biçiminin bizimkinden farklılığı sebebiyle eylemler sık sık “yakma yıkma” biçimine evrilir. Bu sadece ekmek ya da hak arama eylemlerinde değil, izliyoruz, Filistin eylemlerinde de böyle. Bizde ise şu an, mukayese kabul etmeyecek denli güçlü devrimci gelenek ve birikime karşın, mevcut ekonomik bunalıma, siyasî aranışa rağmen yaprak kımıldamıyor.
Zira öncü, itici güç olan devrimci hareketin en zayıf dönemini tecrübe ediyoruz. Vaziyet, ‘88’e doğru oluşan toparlanma sürecinin de gerisinde. Daha da derinleşecek olan ekonomik darboğaz ve kemer sıkma gündemleri bu güçle karşılanacak. Epeydir kendiliğinden süren işçi direnişlerini, diğer emekçi talepleriyle birleştirmek için ciddi fırsat varken, asgarî ücrete zam yapmamanın dahi düşünüldüğü şu dönemeç nasıl yürünecek göreceğiz.
Bitirirken, Saraçhane’deki direniş iradesine dair küçük bir eleştiriyi de katalım. Taksim için direnmek sadece oranın tarihsel anlamı için değil, başka siyasî grupların eylemlerine, hafta sonları taraftarların −muhafazakâr iktidar döneminde− ana bacı sövmeli geçitlerine açık olan alanları geri almak yani ikinci sınıf vatandaşlık dayatmasının reddiyesi için de önemlidir. Yani ortada bir alan fetişizmi değil, bir onur mücadelesi var. Buna katkı koyan herkes ve her eylem değerlidir.
Ancak, Türkiye solunda sanki mücadele bugün başlamış gibi her şey el yordamıyla yürüyor. Çok garip. Ciddi bir kurmay akıl ve deneyim aktarma problemi olduğunu teslim etmek zorundayız. Teçhizatsız, ön hazırlıksız yüklenilen polis barikatından sanki mesire alanındaymış gibi çarşaf çarşaf fotoğraflar paylaşıldı. Hatta bazı gazeteciler arkadaşlarını polis kalkanı döverken etiketleyip sosyal medyada yaydı. Daha inanılmazı şu ki, operasyonlardan sonra bu tedbirsizliği normalleştirenler de oldu. İşte efendim artık eylem anlayışı değişmiş, artık Batı’da böyleymiş falan. Zaten sorun ve eleştirilen şey de bu. Melez ideolojilerin etkisinde, bireyi merkeze alan bir anlayışla alanların podyumlaştırılması. En son Avrupa’daki bir Filistin eyleminde kadın bir akademisyenin absürt paylaşımıyla bu sakillik, acayiplik bir kere daha teşhir oldu mesela. Demiyoruz ki, Avrupa’daki −yasal− ML partilerin eylem fotoğraflarında olduğu gibi iyice abartılıp, meşruiyet bilincine gölge düşürecek biçimde eylemcilerin yüzü bulanıklaştırılsın. Bizdeki devrimcilikte de bunun tam tersine yayınlarda “meşruiyetin biraz fazla abartılması” zaafı vardır. Ama her eylem kendi dinamiği ve özgüllüğü içinde değerlendirilir, açık.
Bitirelim.
AKP, sendelediği ve en beklemediği yerlerde bile yoksullardan sandıkta tokat yediği bu dönemde ipleri elinden bırakmak istemeyecektir. Tutuklama terörü de bunun ilanı oldu. Ancak iktidarın şu şartlarda bir sıkıyönetim konseptini ne derece başarılı yönetebileceği şüphelidir. Şüpheli olan bir diğer konu ise AKP’nin hegemonik kapsayıcılığından boşalan alanlarda, AKP’nin ideolojik ikizlerinin ya da “yeni AKP’ler”in yanında devrimcilerin ve sosyalistlerin de bir örgütlenme yarışına girip giremeyeceğidir.
Ek – 1
İstanbul’da 1 Mayıslara katılım sayıları
1976: 200 bin – 400 bin (?) (Taksim)
1977: 500 bin (Taksim)
1978: “Yüz binler” (Taksim)
1979: “Binlerce” (Çeşitli semtler / korsan)
1980: “Binlerce” (Çeşitli semtler / korsan)
1987: 1000 (Taksim / Alana sadece milletvekilleri alındı)
1988: 3 bin (Taksim / korsan)
1989: 5 bin (Taksim / korsan)
1990: 4 bin (Taksim / korsan)
1991: Birkaç bin (Çeşitli semtler / korsan) / 1000 (Saraçhane-Unkapanı işçi yürüyüşü)
1992: 5-8 bin (Gaziosmanpaşa/ Sosyalist Parti [Aydınlık] tertip etti. Birkaç yapı hariç tüm gruplar katıldı)
1993: 25 bin (Pendik/ DİSK, KÇSP [KESK], DY vs.) / 60 bin (Çağlayan/ TÜRK-İŞ, DS, Partizan vs.)
1994: 50 bin + (Çağlayan)
1995: 30-40 bin/ ~ 100 bin (?) (Kadıköy)
1996: 150 bin (Kadıköy) / 200 (Taksim/ SİP)
1997: 100 bin + (Çağlayan)
1998: 30 bin (Çağlayan)
1999: 10-15 bin (Çağlayan)
2000: ~ 50 bin (Çağlayan)
2001: ~ 100 bin (Çağlayan)
2002: 60-70 bin – 100 bin + (Çağlayan)
2003: 50-60 bin – 80 bin (Çağlayan)
2004: ~ 10 bin – “on binlerce” (Şişli/ TÜRK-İŞ, EMEP, İP) / 35-40 bin (Saraçhane/ DİSK, KESK, TTB, TMMOB, CHP, ÖDP, TKP, devrimciler)
2005: 60-80 bin ile ~ 100 bin (Kadıköy) / 3-4 bin (Kadıköy / TKP ayrı kürsü)
2006: 40 bin + (Kadıköy) / 4 bin (Kartal / TKP) / 500 (Tepebaşı / İP)
2007: 20-30 bin (Taksim /korsan) (Meydana girildi)
2008: “Binlerce” (Taksim / korsan)
2009: “Binlerce” (Taksim/ korsan) (“Makul sayıda insan”ın alana girmesine izin verildi fakat polis barikatlarını aşan çok sayıda insan da Taksim’e girdi)
2010: “Yüz binler” (Taksim)
2011: “Yüz binler” (Taksim)
2012: 200 bin + (Taksim)
2013: “Binlerce” (Taksim/ korsan)
2014: “Binlerce” (Taksim/ korsan)
2015: “Binlerce” (Taksim/ korsan) (TKP’li 60 kişi Taksim meydanına girdi)
2016: 30 bin (Bakırköy) (Bu yıldan itibaren Taksim hedefli korsan eylemlere katılım düşmeye başladı, gösteriler giderek sembolikleşti)
2017: ~ 50 bin (Bakırköy)
2018: 100 bin (Maltepe)
2019: ~ 100 bin (Bakırköy)
2020: Pandemi sebebiyle sembolik
2021: Pandemi sebebiyle sembolik
2022: 20-30 bin (Maltepe)
2023: 30-40 bin (Maltepe)
2024: “Birkaç on bin” (Saraçhane —> Taksim / Saraçhane yasal, Taksim’e yürüyüş yasak).
Ek – 2
İstanbul’da 1 Mayıs’ta gözaltı sayıları. (Hesaba 1986 hariç sadece eylem alanındaki gözaltılar dâhildir. Özellikle ‘90’lı yılların ortalarında sadece 1 Mayıs sonrası değil 1 Mayıs öncesinde dahi sayısı binlere varan gözaltılar bir rutindir.)
1979: 987
1980: 2000
1986: 30 Nisan – 1 Mayıs eylem ihtimaline karşı 400 gözaltı.
1988: 85
1989: 400
1990: 1048
1991: 500
1993: Yasal eylemden sonra yürüyüş yapmak isteyen 1000 kişiye polis saldırısı, çok sayıda gözaltı.
1996: 319
1997: Taksim’de 9, Şişli’de “çok sayıda”.
1998: 269
1999: 27
2000: 7
2001: 6
2003: 36
2004: 58
2005: 59
2006: 34
2007: 799
2008: 530
2009: 108
2013: 100 +
2014: 266
2015: 239
2016: 231
2017: 165
2018: 86
2019: 127
2020: 48
2021: 230
2022: 192 +
2023: 201
2024: 217
Kaynak: Verileri büyük ölçüde Erhan Özşeker’in Türkiye’de 1 Mayıslar (Ayrıntı, 2024) kitabından topladım. Sayı verilmeyen ya da bildiğimle çelişen yıllar için sendika.org, Evrensel, Cumhuriyet ve Milliyet’i taradım.