SAVUNMAMDIR

İbrahim Kaypakkaya şahsında “terör örgütü propagandası” yapıldığı suçlamasıyla TvP’ye açılan davanın 15 Kasım 2021 günü Ankara’da görülen duruşmasında yazarımız Metin Kayaoğlu’nun savunmasını ilginize sunuyoruz.

Türkiye’de hukukun, yargı kurumunun tarihsel olarak ve özellikle bugün ne halde olduğuna ilişkin bir yanılsama içinde değilim. Elimize iddianame diye tutuşturulan şey bunun en iyi bir kanıtı.

Okuyoruz İddianame resmi adını taşıyan ve heyetinizin de kabul ettiği 19 adet sayfadan oluşan kâğıt yığınını.

“Soruşturma evrakı incelendi” diyor Savcı ve başlıyor anlatmaya incelediği soruşturma evrakından çıkardıklarını… 18 buçuk sayfa tutan yazılı kısmın tam 17 buçuk sayfası, çeşitli devrimci ve solcu örgüt ile oluşumların bu davayla herhangi bir ilgisi olmayan düzensiz anlatımlarıyla dolu. Ayrıca asıl sorun, Savcının da herhangi bir ilgi olduğuna ilişkin iddiası olmaması.

Savcı, nerelerden almışsa, kopyala-yapıştır yöntemiyle doldurmuş sayfaları. Muhtemelen, ‘Devlet düşmanı değil mi bunlar, uğraşmaya değmez, suçlarım ve bu doğrultuda mahkûm olmalarını da sağlarım’ diyor.

Bundan şikâyetçi değilim. Yine de içimde kalakalmış bir yurttaş, ‘bu kadar da olmaz!’, diyor. Soyguncu Abdurrahman için hazırlanan iddianamede katil Abdülrezzak’ın suç öyküsü anlatılabilir mi? Savcı sanki, ‘ne fark eder, ikisi de “abd” ile başlamıyor mu’ diyor.

Şurada, beş-altı yüz metre ötemizde “Hukuk” adını taşıyan bir fakülte var. Böyle şeylerin iddianame olarak yer aldığı bir yargılama ortamında ne gerek var bu türden kurumlara. Yıkılsın o bina, ve profesörler de yıkım ekibinde amelelik yapsın.

Savcının, ciddiye almamak bir yana bizlere hiçbir kıymet vermediğini de anlıyoruz. Bu da sorun değil. Teorik olarak ben ve biz de birer yurttaş olarak kamuya dahilim ve dahiliz, Savcının bizi kamuya dahil etmemekliğini de anlarız. Ama savcı kendi işini de ciddiye almıyor; “kamu adına” bir iddianame hazırlamak, bunun birtakım koşullarını asgari ölçülerde de olsa yerine getirmek o kadar mı zor!

Ancak bir diğer temel gerçek, Mahkeme Heyetinin bu belgeyi bir iddianame olarak kabul etmesi.

*

İddianame adıyla kabul ettiğiniz belgenin sayfalarını çeviriyoruz, ilgisiz sayfaları atlıyoruz ve sonunda 18. sayfanın ortasında tanıdık bir ifadeye rastlıyoruz: “Suça konu Teori ve Politika isimli kitabın yapılan incelemesinde…” Bu cümleden başlayarak satır cinsinden 45, sayfa cinsinden 1, evet bir sayfa bile etmeyen ama bizimle ve dava ile ilgisi kesin olan ifadeleri okuyoruz…

Cümlenin devamı şu: “Marksist-Leninist ve Maocu görüşler benimseyen, kırsal bölgelerde kurtarılmış bölgeler oluşturarak parça parça ülkeyi ele geçirmeyi, demokratik halk devrimini gerçekleştirerek sosyalist ve sonrasında komünist düzeni kurmayı amaçlayan İbrahim Kaypakkaya’nın ideolojik görüş ve düşüncelerine yer verildiği…”

İşte bu ifade bizimle irtibatlı, bizimle bağlantılı, bize atfedilen “suç”a ilişkin…

Söz konusu yaklaşık bir sayfanın bir cümlesi de Suphi Nejat Ağırnaslı ile ilgili. Savcının, Ağırnaslı’nın Menkıbe adlı broşürü üzerine yazdığım “Menkıbevî İmge ve Gerçek” başlıklı yazıyı okumadığı kesin. Neden mi? Ben o yazıda Ağırnaslı’yı övdüğümü ya da eleştirdiğimi anlatmayı gereksiz görüyorum. Okuması olan birinin bakması yeterli. Ama bu hususu geçiyorum. Ağırnaslı, yaşamını bir dava uğruna vermiş genç bir devrimcidir.

*

Yaşamını bir dava uğruna vermeyi göze almak.

Toplum bireylerinin ezici çoğunluğunun normal günlük hayat gailesi içinde olduğunu biliriz. Bu bireyler, günlük yaşamlarını bir tür ‘ekonomik akıl’la yürütürler. İşini yapar maaşını alır, ticaretini yapar kazancını toplar bu bireyler.

Buna karşılık, kural olarak toplumun azınlıkta kalan birtakım bireyleri, bu çemberin dışında hareket etmeye yönelir. Bunların günlük yaşamla kurduğu ilişki ‘rasyonel’ değildir; çünkü yapıp ettikleri günlük yaşamlarına ve canlarına zarar verici niteliktedir. Bunların bir şeye inandığını ve yaşamlarını bu inanç ya da daha doğrusu davaya adadığını görürüz.

İster faşist olsun ister milliyetçi, ister Müslüman olsun ister Hıristiyan, ister Alevi olsun ister Sünni, ister Kürt olsun ister Türk, ve ister devrimci olsun ister komünist devrimci, yaşamını inandığı davaya adayan insanlar vardır. Bu insan bireyleri kendi başına değerli varlıklardır.

Mesela, geçen yıl ABD güçleri tarafından öldürülen İranlı general Kasım Süleymani böyle biriydi. General arkadaşları gibi Tahran salonlarında yaldızlı sırmalarıyla caka satmak varken, kâh Lübnan’da İsrail bombardımanı ve kâh Irak’ta ABD bombardımanı altında, kâh Suriye’de ya da başka yerlerde cephelerin ateş hattında dolaşmayı seçmiştir.

Fakat insan toplumlarının normatif bakımdan en aşağılık bireyleri, bu adanmış insanların tam karşısında yer alır. Her türlü kutsalı günlük çıkarı ve dünyalığı için bir araç haline getirenlerdir bunlar. Bunlar için din-iman, ideoloji, inanç, dava ne dersek diyelim, her türlü değer istismar konusudur.

Her türlü kutsalı üç kuruşluk canı ya da dünyalığı için harcamaya can atanlar bir yanda, canını yüce bildiği davası için gözünü kırpmadan harcayanlar öte yanda. Dünyanın her bir yerinde olduğu gibi Türkiye’de de toplumun her katında her türlü kutsalı, örneğin İslam dinini dünyalığı için basit bir araç haline getirenlerin ne yaygın olduğunu anlatmaya gerek yok.

Fakat bu adanmış insan bireyleri genel bir kural olarak toplumun güçsüz kesimlerinde ortaya çıkar. Allah ya da tarihsel zorunluluk, güçsüz kesime inanç bahşeder. Güçsüzler, güç açığını inançlarını kuvvetlendirerek ve canlarını inançlarının mermisi yaparak ikame etmeye çalışır.

Bu insanoğullarından biri olan Lenin, Ekim Devriminin ardından, iç savaşın tehlikeli günlerini atlattıktan, zaferin kazanıldığı kesinleştikten sonra yoldaşlarına “Asıl tehlike şimdi başlıyor yoldaşlar” der, “çünkü artık bütün alçaklar safımıza üşüşecek!” Bu yüzden Bolşevik Partisi, üyeleri arasında ne zaman katıldığına ilişkin bir ayrım yapmıştır. Nitekim, koca Sovyetler Birliği zor zamanlarda canını namluya süren militanlar değil, rahat zamanlarda semiren yetkilileri eliyle tarihe karıştı.

Bu yüzden maharet, İslamın, işkenceler ve ölümler, en azından toplumdan ağır tecritle karşılaşılan ilk yıllarında Müslüman olmaktır. Devletlû olduktan sonra Müslüman olmak, toplumun geniş günlük yaşamındaki bireylerinin dışındaki “akıl sahipleri” için inanç değil çıkar konusudur. Bu yüzden Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında İsevi olmak her babayiğidin harcı değildi. Arenalarda aslanlara atılmak vardı. Roma İmparatorluğunun dini olduktan sonra Hıristiyanlık özel bir değer değildir artık.

İşte bu dava insanlarından söz ettiğimizde karşımıza mahkemenizdeki yargılama bakımından bir insanoğlu çıkar:

“Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.”

21 Nisan 1973 tarihli bu sözler, övmekle suçlandığım İbrahim Kaypakkaya’ya aittir. Ve Kaypakkaya bu sözleri, eline geçtiği devlet güçlerine karşı etmiş, bir ay sonra da öldürülmüştür.

Ne olursak olalım, hangi ideolojiye mensup olursak olalım, hangi dine inanırsak inanalım, İbrahim Kaypakkaya sözünü ettiğimiz dava insanlarının özel bir örneğidir. Dava insanı olmak kendi başına özel bir değerdir; fakat İbrahim Kaypakkaya bu özel insanlar içinde özel bir yere sahiptir. Nitekim bu değeri, karşı tarafta yer alan, yani Kaypakkaya’ya düşman olan meçhul bir MİT uzmanı da, 1973’te hazırladığı raporda açık bir şekilde teslim etmiştir:

“Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki halde en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metodları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.”

Halen yaşıyor mudur bilemeyiz ama selam olsun bu MİT’çiye… MİT uzmanının değerlendirmesine aynen katılıyorum. Esaslı düşmanlar hakiki, tutarlı, adanmış düşmanlarıyla övünür. Böylece Kaypakkaya’nın, o “tehlikeli görüşler”ini yaşamının son bir buçuk iki yılında oluşturmuş bu devrimcinin yüksek değerini haykırıyorum.

İşte burada, adanmış olmanın değerine bir değer daha eklenir. Bu, işini en iyi şekilde yapmaktan ibarettir.

Mesela, Aziz Sancar’ın işini ne kadar parlak ve başarılı bir şekilde yaptığını bütün dünya biliyor. Karşı binada, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin bahçesinde heykeli olan Mimar Sinan’ın işini ne kadar iyi yaptığını herkesin takdir etmesi beklenir. Buna karşılık, yüzyıllar sonra bu büyük mimarın eserinin kötü bir taklidini Kocatepe Camisi olarak diken mimarın herhangi bir değer taşımadığını biliriz. Daha vurucu bir örneği Kuyucu Murat Paşa’da buluruz. Doksanlı yaşlarını sürerken devletini onyıllardır uğraştıran Celalî isyancılarının peşinde azimle koşturmuş ve namını asîlerin kellesini doldurduğu kuyulardan almış olan bu Osmanlı veziri, işini hakkıyla yerine getirmiştir. Kuyucu Murat Paşa, halletmekle yükümlendiği işi, acımasız bir sertlikle başarıyla çözmüştür.

Bu türden değer anlayışını anlamaya nail olmayanlar, devlet tarafında da devlete karşı mücadele edenler tarafında da bol miktarda var…

Nitekim, bir anlamama örneği, yüz elli kilometre ötedeki Dörtdivan’da dikili Köroğlu heykeli kaidesine yazılandır. Devlete başkaldırmış Köroğlu devletin bir hizmetlisi olmaya indirgenmiş ve ancak bu şekilde övülmüştür. Devlete yaranmayı kimlik bilmişlerin fukara imgeleminde yarattığı Köroğlu gerçek Köroğlu’na karşı Bolu Beyinin emrinde operasyonlara çıkan birine dönüştürülmüştür.

İbrahim Kaypakkaya, kendine yaşam amacı kıldığı Marksizm doğrultusunda tam bir liyakatla hareket etmiş ve bu yönüyle, MİT’in bile takdirini kazanmış bir değerdir.

Karşı taraflarda yer alsak da, tıpkı ortak bir dil konuşuyor olmamız gibi, toplumların varlık birikimini çıkardıkları değerli bilimciler, düşünürler, politikacılar, askerler, önderler ve hatta devrimciler oluşturur. Kaypakkaya gibi bir değer çıkardığı için bu toplumun övünmesi gerekir. Bunu anlamayanlar, basitçe, toplumun değer manzumesinin altında ya da dışındadır.

Burada İbrahim Kaypakkaya’nın nesnel olarak neden övüldüğünü yeterince anlattığımı kabul ediyorum.

*

Kaypakkaya, adanmışlığı ve amacına en uygun tarzda hareket etmesiyle büyük bir değerdir. Fakat Kaypakkaya’nın değeri bu nesnellikle sınırlı değildir.

Burada MİT raporuna bir kez daha başvuracağım. MİT’in meçhul uzmanı, Kaypakkaya’nın teorisi ve politikasının “ihtilalci komünizm” yani Marksizmin en iyi örneği olduğunu yazıyor.

İşte burada Kaypakkaya’nın değerine ilişkin, bana ait öznel boyut devreye giriyor.

Ne demek istiyorum?

Ben bir Marksist olmaya çalışıyorum. Yaşamımın kutsalı, ezilenlerin devrimci kurtuluş davası için insanlık tarihinde ilk bütünsel teori-politikayı ortaya koyan Marksizmdir. İbrahim Kaypakkaya, Türkiye’de Marksizmi, ilk kez politik bir özgüllük olarak somutlayan kimsedir. O, Türkiye’de Marksizmin varlığı bakımından yaşamsal önemde bir katkı yaptı; Marksizmi ezenlerle hiçbir bağlantısı kalmayan, bilakis egemenlerin maddi varlığı kadar manevi evreninin de karşısında bir teorik-politik yapı olarak ortaya koydu. Bir Marksist olarak, Kaypakkaya’nın bu niteliğini savunmak benim yükümlülüğüm, ayrıca onurumdur.

İbrahim Kaypakkaya, bu düzenin karşısına salt eylemiyle, ya da yalnızca fikriyle değil; eylemi, söylemi ve yüreğiyle çıkmış bir tam-komünisttir. Bu bakımdan tarihte biriciktir. Akıl yürütme tarzı, her mantık öğrencisinin örnek alacağı bir tutarlılıkta, gidimlilikte ve sağlamlıktadır. Argümanları ezicidir.

Kaypakkaya özel bir Marksisttir.

Fatih unvanı alan Osmanlı Sultanı II. Mehmet, İstanbul’u aldığında 21 yaşındaydı ve kesinlikle özel değerde bir padişahtı. Fakat ardında koca bir devlet vardı.

İbrahim Kaypakkaya, öldürüldüğünde 24 yaşını sürüyordu ve ardında hiçbir maddi güç yoktu. O, bir gücü yoktan var etmeye bizzat kendisiyle başlamıştı.

*

“Kaypakkaya Aslında Liberalin Teki miydi?” yazısıyla yapmak istediğime gelince… İbrahim Kaypakkaya, Türkiye’nin yakın politik tarihini, Türkiye’de Kemalizmi ve Türkiye Cumhuriyeti devletini Marksist devrimci olarak analiz eden kimsedir. Fakat onun mızrağının sivri ucunu Kemalizme yöneltmesi, sosyalist soldaki kimilerince, şimdi egemen olan dinbazlarla uzlaşılabileceğine, onlara göz kırpılabileceğine ya da en azından liberal birtakım tarih yazıcıları ve politik yaklaşım sahipleriyle aynı görüş alanında olunabileceğine yoruldu. Bazı solcular, itler ve çakallarla birlikte Kemalizme karşı havlamayı Kaypakkaya’nın görüşlerinin alanında sandılar. Yazı, Kaypakkaya’nın mantıksal olarak tutarlı, ideolojik olarak sağlam ve politik olarak vurucu niteliğinin bu türden yorum girişimlerine ne kadar aykırı olduğunu, Kaypakkaya’yı birtakım solculardan korumanın ne kadar gerekli olduğunu anlatmak için kaleme alındı.

*

Benim bir Marksist olarak yükümlülüğüm Kaypakkaya’yı övmek. Bu benim hakkım. Sizin de göreviniz var, ve bu da size bir hak veriyor. Yani iki hak karşı karşıya. Ama böyle çoğu durumda olduğu gibi, sizin hakkınız büyük bir güç üstünlüğüne sahip ve bu üstünlük beni burada tutarken sizi de görkemli yerinize koyuyor. Bu yolun beklenen duraklarından biri de elbette bu salon.

Siz bildiğinizi yapacaksınız. Ben de bildiğimi yapmayı sürdüreceğim.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar