Ana SayfaArşivSayı 77 - 78Sosyalist Ölçek Sorunu

Sosyalist Ölçek Sorunu

Sosyalist Ölçek Sorunu

Hasan Keser

“Sosyalizmin gerçekleşmesi, soyut öğretilerle varolan
gerçeklerin öngörülemez birleşimini içerir. Yaşam, uygun
toprağa düşmüş bir fikri yeşertebilir, bunun yanında toprak
da hiçbir zaman pasif bir aracı olarak kalmaz, kendinden
bir şeyleri, öz suyunu katar… Ütopyalarla muhafazakarlık
arası çatışmadan yeni unsurlar doğar ama bu hiç de iki
tarafın beklediği şekilde olmaz… İdealler, teorik yapılar
asla zihinlerde dolaştığı gibi maddileşmezler.” (Herzen, 1850)

Örgütlenme açısından ekonomik birimin ideal ölçeği ne olmalıdır? Bu, siyasi birimle ne derece örtüşmelidir? Kapsadığı alan bakımından, teritoryal anlamda optimal bir durum var mıdır? Bu alan, hangi miktarda nüfusu barındırmalıdır? Çok-katmanlı düzeyler arası (insan-hane-köy-şehir-bölge-ulus/imparatorluk-evren) ilişkiler ve merkeziyetçilik derecesi nasıl ayarlanmalıdır?

Sokrates’in ideal bir devlet hayal etmemizi istediğinden bu yana, bu sorular siyaset felsefesinin gündeminde olmuştur. Platon, “Yasalar”da (bölüm 740-746) 5.040 haneli nüfusun sabit kalmasının özenle korunduğu Magnesia adlı bir şehir devleti kurar. Magnesia 12 kabileye ayrılır. 420 birçok tam böleni olan bir sayı olarak, çoğu şeyi eşit olarak dağıtmak, işbölümünü planlamak vs. için elverişli bir sayıdır. Bu miktarın, devletin kendini dışarıya karşı koruyabilmesi için yeterli olacağı düşünülür. Aristoteles’e göre, ideal olan hem kendine yetecek kadar büyük hem de herkesin birbirini şahsen tanıyabileceği kadar küçük olmalıdır. Yerleşim, toplantı çağrısının duyulabileceği uzaklıklardan öteye dağılmamalıdır. Kinikler ve Stoacılarda etik/siyasi ufkun sınırları polis’ten cosmopolis’e taşar. Hristiyanlık ve İslam gibi dinlerin doğuşu ekümenik düşünüşü yaygınlaştırır. Benzer bir evrensellik, daha eski Çin düşüncesindeki tianxia (göğün altındaki tüm yerküre) kavramında da bulunur. Tek bir aile olarak insanlık, temel siyasi ölçek olarak ele alınır (Wang, 2017). Dante daha az bilinen yapıtı “Monarchia”da zamanının parçalı yapısı ve Papalığa karşı Roma İmparatorluğu modelinde bir dünya devletini yeğler (Elden, 2013:189). Montesquieu, erdeme dayalı cumhuriyet tarzı yönetimlerin küçük olması gerektiğini düşünür. Rousseau’da genel iradenin yansıyacağı cumhuriyetin, görece homojen ve ortak çıkarı kendi çıkarlarından üstün tutabilecek denli birbirlerine bağlı yurttaşlar topluluğu düşünüldüğünden, ayrıca doğrudan demokrasi örneklerine sıklıkla başvurulabileceğinden dolayı küçük olması elzemdir. Rousseau “Sosyal bağı ne kadar uzatırsanız, o denli zayıflar” der (Treisman, 2007:159). Abbe de Saint Pierre’in Avrupa Federasyonu projesini değerlendirirken, projenin yararlı ve takdire şayan ama uygulanamaz olduğunu söyler. Korsika’ya ve Polonya halkına önerdiği gibi, ticaretten uzak, tarıma dayalı, kendine yeten küçük topluluklar idealdir. Amerika’da anayasa tartışmaları sırasında anti-federalistler Montesquieu’dan yola çıkarak küçük ve daha özerk federe devletleri savunurken; David Hume’dan esinlenen Hamilton ve Madison gibi federalistler, cumhuriyet idealinin büyük ve merkezi bir devlet fikriyle çelişmediğini söylemiştir. Farklılıkların artması, bunlardan birinin diğerlerine hakim olmasını önleyeceği gibi; geniş devlet dışa karşı daha güçlü olur, geniş iç pazar zenginliği arttırır. Ancak federalistler İç Savaş’ı öngörmekte başarısız kalmıştır.

Örneklerin de gösterdiği gibi, birim büyüklüğü açısından bir getiri-götürü (trade-off) dengesi göze çarpmaktadır. Teorik olarak büyüklük, kamusal mal ve hizmetlerin sağlanmasında etkinlik getirirken; yayılma ve heterojenliğin artması, siyasi ve ekonomik tercih farklılıkların yaratacağı maliyeti arttırmaktadır (Cooper, 1976; Alesina & Spolaore, 2003; Spolaore, 2006). Bu dengenin, oluşturuldukları dönemin teknolojik gelişme ölçülerinin, haberleşme ve ulaşım olanaklarının sınırlılıklarını yansıtması doğaldır.

Peki, sosyalistler ölçek konusuna nasıl yaklaşmıştır? Bu yazının ilk kısmında sosyalistlerin teorik yaklaşımlarına, verdikleri normatif ya da “bilimsel” cevaplara değineceğim. Daha sonra Sovyetler Birliği’nin ve diğer sosyalist rejimlerin oluşmasıyla pratiğe dökülen politikalara göz atıyorum. Ulusalcılık, ulus-devlet, federasyon, merkezileşme, enternasyonalizm gibi hayli kabarık ve çetrefilli bir tartışma külliyatı biriktirmiş, birbirleriyle bağlantılı bu konuları, COMECON üzerinden kısaca değerlendirmeye çalışıyorum.

Şunu da eklemem gerekir ki, devletlerin somut olarak ne şekilde kurulup evrildiğine dair, haliyle tarihten coğrafyaya, sosyolojiden siyasete oldukça zengin bir sosyal bilim araştırma sahası oluşmuştur. Kapitalist sermaye birikimi ile devletler arasındaki ölçeksel ilişki hakkında da, örneğin H. Lefevbre, N. Brenner, B. Jessop veya D. Harvey’in ilk anda akla gelen çalışmaları özellikle belirtilebilir. Ancak, bunlardan pek azı sosyalist devletler sistemini de ayrıntılı olarak ele almaktadır. Bağımlılık okulu ve dünya-sistemi teorisini [1] izleyen birkaç çalışmanın haricinde, sosyalist ölçek, uluslararası ilişkiler ve Sovyetolojinin alanına bırakılmış gibidir. Elbette, konunun asıl muhatabı sosyalist hareketin aktörleridir. Geçtiğimiz yüzyılda sosyalizmin uluslararası akımlarının kendi aralarındaki tartışmalarında somut veya normatif boyutlar, haliyle ön plana çıkmıştı. Görebildiğim kadarıyla, bunların arasında, yalnız COMECON değil AET gibi entegrasyon deneyimleri üzerine de eğilmiş, ana-akım Troçkistlerden iktisatçı E. Mandel’in adının başta zikredilmesi gerekir ‒Troçkistlerin dünya devrimi vurgusu, onların ölçek sorununa “doğal olarak” daha ilgili olmasını açıklar. Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, M. Çulhaoğlu’nun kısa bir yazısına işaret edebiliriz. Çulhaoğlu (1997) “çözümleme” yolunda bir ölçekten bahsetse de, bunun “yapılması gerekenlere”, pratik alana da kılavuzluk edeceğini söyler. Günümüz şartlarında toplumsal bütünlük çözümlemesinin ulus-devleti temel alması gerektiğini belirtir. Kapitalizm sonrası dönemi ise ele almamıştır.

I) Ölçek Konusuna Normatif Yaklaşımlar

Marx öncesi

Sosyalist düşüncenin kökenlerini geriye doğru fazla uzatmadan [2] , Aydınlanmaya ve Fransız Devrimi’nin yol açtığı siyasal alt üst oluşa yerleştirebiliriz. Devrim ertesinde, Avrupa’nın siyasal vizyonunda iki karşıt kutbun çatışması iyice belirgin hale gelir. Bunlardan biri Akıl, diğeri Tarihtir. Siyaset, bu ikisi arasındaki skalada kendini konumlandırma ya da aşma iddiasıdır. 

Rasyonalizm şeklindeki Akla inanç ve buna dayalı iyimser irade, insanın çevresini dönüştürebileceğini söyler. Bunu yaparken kendini, doğal addedilenlerin, geçmişin, geleneklerin sınırları içine hapsetmez. Evrenselcidir. Yönü ileriye dönüktür. Deneycidir, cüretkardır, yapbozlara açıktır. Tarih ise açık uçlu normatif sorulara geleneğin, sağduyunun otoritesini sunar. Muhafazakardır, statükodan fazla sapmak istemez. Stabilite ve devamlılık önemlidir. Soyut, suni, ütopik şablonlardan değil; somut, canlı, yaşayan insanlardan bahsetmeyi sever. Tikel olandan, özgül ve tarihsel koşullardan dem vurur. Halihazırdaki aktüel, doğal, organik topluluk esastır.

Bilindiği gibi Kant, bireyin otonomisine ve çevresini akılcı yönde dönüştürmesine vurgu yapmıştı. Bu tarz önerilere, “Teoride işe yarayabilir ama pratikte işe yaramaz” diyerek karşılık verenlere şu yanıtı vermişti:

Kendi adıma insanlar ve devletler arası ilişkilerin nasıl olması gerektiği hususunda hukuk ilkesinden hareket eden teoriye güveniyorum. Bu teori, biz dünyevi tanrılara, çatışmalarımızı evrensel bir federasyon durumuna öncülük edecek tarzda düzenlememiz gerektiğini söyleyen bir maksim buyurur; bundan dolayı söz konusu teorinin in praxi (pratikte) mümkün olduğunu ve onu gerçekleştirebilme gücüne sahip olduğumuzu varsaymamız gerekir… insan doğasını, pratik ahlaksal aklın zafer kazanmasına engel teşkil edecek kadar kötünün içine gömülmüş bir şey olarak göremem ve görmeyeceğim; bütün başarısız teşebbüslerine rağmen insanın sevilmeye layık olduğunu düşünüyorum. O halde kozmopolitan düzlemde de bize şunu iddia etmek düşer: Akılsal temeller üzerinde teoride geçerli olan şey, pratikte de geçerlidir. (Kant, 2010:56)

Fichte, Kant’la aynı görüşteydi: “Durum her yerde aynıdır. Nerede biri, saf aklın istekleri için, uygulamada teknik ve pratik yönlerden bahseder, ‘Bunu yapamayız’ der… ‘Bu öneriler uygulanamaz’ demek, tabii ki uygulanamaz çünkü eski haksızlıklar yerinde duracaktır demektir. Peki kimdir, bunların her zaman aynı kalacağını söyleyenler?” (akt. Wood, 2016:289) Fichte için emek, dış dünyayı kendimize göre değiştirme kapasitesidir. Bu, her bireyin doğal hakkıdır. Adil bir toplum, bu hakkın gerçekleştirme koşullarını sağlayabilmelidir. Yurttaşının özgürlüğünü sağlamak isteyen devletin aracılığı şart hale gelir.

Fichte’nin, henüz Napolyon’un ordularından ve “Alman Ulusuna Hitabetler”inden önce, 1800 yılında ortaya koyduğu Akılcı Devlet (Vernunftstaat) projesinde (Fichte, 2012) devlet, yurttaşlarına hayatlarını idame ettirebilmeleri ve üretime katılabilmeleri için iş sağlama yükümlülüğündedir [3] . Devletin meşruiyetinin temeli, her bireyin, hayatını başkalarına muhtaç kalmadan yaşayabilmesini mümkün kılacak şekilde bir mülkiyete sahip olmasıdır. Bir kişinin bile zaruret durumuna düşmesi, devletin temelini sarsacaktır. Herkes, devletin verdiği ve koruduğu temel asgari bir geçimlik mülke/gelire sahip olmalıdır. Ancak bu koşulun sağlanması halinde, diğer ikincil ve lüks ihtiyaçlara sıra gelebilir. Devletin bunları yapabilmesi için ekonominin her veçhesini kontrol edebilmesi gerekir (zorlayıcı bir korporatif planlama, fiyat belirleme, itibari para basma gibi). Devlet, kontrol edemediği dış etkileri azaltmalıdır. Nitekim dış ticarette de tek yetkili olacaktır. Nelerin ihraç edilip, nelerin ithal edileceğini istediği fiyatlarla sadece kendisi belirleyecektir.

Bu akılcı devletlerin genişliği, “doğal sınırlar”a göre, hem fiziki hem de ekonomik açıdan bağımsızlığa ve kendine yeterliliğe ulaşmasıyla belirlenebilir. Bu tarz sınırlarla bölünmüş bir dünyada dış ticaret ihtiyacı yalnız farklı iklimlerden gelen egzotik malların takası şeklinde yürütülmelidir. Ötesine geçilmemeli, her birim kendi payına düşenle yetinmelidir. Başka türlüsünü düşünmek, bir meşe ağacının “Ben neden palmiye olarak doğmadım?” ya da birinin “Ben neden burada doğdum da başka ülkede doğmadım?” diye sorması kadar yersizdir… “Her insan, doğanın kendini yerleştirdiği konumla hoşnut olmasını bilmelidir.” (Fichte, 2012:100-101) Böyle düşünülmezse sonuç açgözlülük, yayılmacılık ve savaş olacaktır. Kant, bölünmüş insanlığı tekrar bir araya getiren yollardan birinin ticaret ruhu olduğunu söylemişken, Fichte serbest ticareti, düzen bozucu olarak görür.  

Fichte’nin kozmopolit bir ulusalcılık düşüncesi olduğu doğrudur; nitekim, kapalı ama barış içinde yaşayan bu devletler sisteminde [4] , tüm insanlık ailesinin kozmopolit bir kültürünün gelişiminin mümkün olduğunu düşünür. Bilim, sanat, kültür alanındaki gelişmelerin sınırlar arasından engelsizce iletileceğine, paylaşılacağına inanır. Öyle ki, sadece bilimadamları tam bir hareket serbestisinden yararlandırılır. Ama bu bir paradoks gibi durmaktadır; zaten aynı yıl yazdığı bir başka kitabında “insanlık türümüzün, her parçası ve her yerinin aynı şekilde terbiye edildiği tek bir beden altında birleşmeye yazgılı olduğunu” yazmıştır. (akt. Benner 2012:715f)

Fichte’nin rasyonalist ideal ufku, “gerekliliğin kavranması” adı altında gelen bir realizmle törpülendiğinden, kendi temel aksiyomuyla çelişik, insanın pratikte izole edildiği bir nihai durumla sonuçlanıyor. İnsan özgürlüğünü amaç edinen düşünce, doğal sınırlılıkların, tarihin ve etnisitenin içinde kayboluyor. Doğduğu veya içine düştüğü tesadüfi durumu verili görmek, bununla yetinmek sosyalistler için kabul edilebilir bir şey değil. Ütopik sosyalistlerden R. Owen’ı (1993) ele alalım. İnsanın karakteri yaşadığı çevreye bağlıdır ama çevrenin değişmez, verili kabul edilmesi de kuşaktan kuşağa aktarılan yanlış düşüncelerin ve bunun sonucu olan bilgisizliğin eseridir. Oysa karakter eğitim yoluyla değiştirilebilir. Bunun için akıl ve bilim kullanılmalıdır. Buradan çıkarılan yasalardan biri de şudur: Tüm insanlık, nüfusu 3.000’i geçmeyecek, eş birimler halinde örgütlenmeli; kır/kent ayrımı aşılmalı, eş birimlerin hepsi insanlığın tüm avantajlarından ortakça yararlanmalıdır. Bu birimler, Fichte’nin tersine, kapalı değil, en son teknolojilerle birbirlerine bağlı ve açık olacak; üretecekleri ve değişecekleri mallara, kullanılan emek-değeri göz önünde tutarak karar vereceklerdir. Fazla nüfus, yeni birimlerin oluşturulması gibi konuları rasyonal bir şekilde ortaklaşa değerlendireceklerdir [5] . Owen, Avrupa’nın irrasyonal tutkuların esiri olmuş halklarının, aklın ışığını bir anda kabul edeceğini muhtemel görmüyordu ki, eğitime dayalı bir geçiş devresi de öngörmüştü.

Kanalın öte yakasında C. Fourier, aritmetik formülasyon konusunda biraz daha nettir: İdeal komünal topluluk (falanster) 1.620 kişi olmalıdır. Bu sayı insandaki temel 12 duygunun kombinasyonlarından oluşan 810 farklı karakter yapısının iki katıdır (kadın ve erkek), ki buna 200 kadar rezerv kişi de eklenebilir. Fourier, falansterlerin siyasal düzeyde birliği üzerinde fazla durmamış olsa da, bunların adım adım küresel düzeyde birleşip omniarchy (bütünün yönetimi) halini alacağı söyler [6] . Uygarlığın tüm kötülüklerinin kökeninde gördüğü ticareti de elden geldiğinde yok etmek ister.

Saint-Simon’da ise bildiğimiz devletler ve siyaset sönümlenip yerini şeylerin idaresine, küresel ölçekte en tepede merkezi bir bankaya bırakır. Alt kademe toplulukları bir arada tutacak şey, sanayinin (aylak olmayan, üretken tüm sınıflar; yani işçi, işveren ve bilginler) ehil ellerde bilimsel yönetimi olacaktır. Bu aslında oldukça hiyerarşik, büyük ölçekte ve planlı bir yapı olacaktır. Saint-Simon ve özellikle ardılları hiyerarşiyi bir arada tutacak, akla dayalı sevgi dini de oluşturmayı ihmal etmezler.

Saint-Simon, 1814’te tam da Restorasyon güçlerinin Avrupa’nın geleceğini çizeceği Viyana Kongresi öncesinde yazıp katılımcılara dağıttığı “De la réorganisation de la société européenne” isimli risalesinde, Avrupa toplumlarının radikal bir yeniden organizasyonunu önermişti. Sanayinin gelişme sürecinde Avrupa ulusları birbirlerinden izole kalamazdı. Sanayi, gittikçe daha fazla ortak çıkara dayalı, kozmopolit bir üst yapılanmayı gerekli kılıyordu. Buna cevaben Avrupa Parlamentosu’na dayalı bir Avrupa federasyonu kurulmalıydı. Parlamento, genel çıkara dayalı işlerin koordinasyonuyla ilgilenecekti: örneğin Tuna’dan Ren’e, Ren’den Baltık Denizi’ne büyük kanal ve yolların yapımı gibi. Bu federasyonun Avrupa ile sınırlı kalmayacağı açıktır. Nihai hedefi küresel bir yönetim olacaktır. (Durkheim 2009, 9. Bölüm: Enternasyonalizm ve Din). Saint-Simon’a göre, baş düşman olan egoizmin bir üst düzeydeki tezahürü olan ve ahlaken kabul edilemez bir partikülarizm örneği olan ulusalcılık, yerini Avrupacılık [7] ve kozmopolitizme bırakacaktır. Engels (1974:58) kitabında bu öneriyi olumlayıp, Saint-Simon’un çağdaşlarından üstünlüğüne örnek olarak gösterecektir: “Fransızlara, 1815’te, Waterloo zaferini kazananlarla bir birleşmeye gitmelerini öğütlemek, tarihi sağgörü (basiret) kadar yüreklilik de gerektirir.”

Saint-Simon izleyicisi sayılabilecek C. Pecqueur de, ticareti ele aldığı kitabında, evrensel serbest ticaretin ideal olduğunu belirtmekle beraber, buna ancak organize şekilde ‒üretim araçlarının kamusal kontrolüyle‒ ulaşılabileceğini söylemişti (Fontanel vd., 2008). İleride vatanın yerini tek bir dilin konuşulacağı insanlığın alacağını düşünmüştü (Louis, 1966:96).

Hem yurtsever olmak hem de dünya vatandaşı kalmak, dini ve medeni görevlerimizi bağdaşlaştırmak… Ya organize olacağız ya laisser-faire. Daha adil veya kazançlı bir orta noktası yok… Ne olursa olsun sadece yurttaşlar değil, aynı zamanda dünya vatandaşlarıyız. Kaderimiz her zaman ulusal olmayacak; nihayetinde dini ya da hümaniter olacaktır. Farklı uluslar, amaç değil araçtır. Amaç evrensel kardeşlik, insanlığın kardeşliğidir. Çünkü hepimiz Tanrı’nın halklarıyız ve daimi hedefimiz birliğe doğru olmalıdır… Aradaki bariyerler kalksın, emeğin önüne geçilmesin, emekçi sınıflar kardeşçesine sınırların ötesine taşsın… Yeni insanlığı oluşturacak kitlelerin refahı için, gerekirse uluslar yok olsun! (akt. Corcoran, 1983:170)

E. Cabet’nin çok satan komünist ütopyası “Voyage en Icarie” (1842), eski geleneği sürdürerek bir ada halinde kurgulanmıştı. İngiltere’de sürgünde geçirdiği yıllarda temasta olduğu Owencı hareketten ve Thomas More’un ütopyasından etkilenmişti. İkarya, buhar gücü ve makinaların artık hepimize zenginlikte eşitliği getirmesinin mümkün olduğunu göstermek için yazılmıştı. Cabet’nin yardımcısı T. Dézamy’nin komünizmi ise Cabet’nin tersine hem küresel hem ateistti, ayrıca devrimci şiddet yoluyla kuruluyordu. Ulusalcılık ve aşiretçilik gibi tikel formların aşıldığı, İnsanlık Kongresi tarafından yönetilen, tek bir dilin konuşulduğu komünizm öngörüyordu (Billington, 1980:251). 1838 tarihli “Die Menschheit wie sie ist und wie sie sein sollte” (Olduğu Gibi ve Olması Gerektiği Gibi İnsanlık) kitabının yazarı terzi W. Weitling’in popüler dini-komünist projesi de zamanının diğer ortaklık (association) tasarıları gibi piramit şeklinde örgütlenen, tabanında aile birliklerinin yer aldığı küçük tarım ve zanaatçı topluluklarından müteşekkildi.

Marx’a geçmeden önce, sosyalizm ailesi içindeki anarşist düşüncenin çağdaş temsilcilerine de göz atmamız yerinde olur; çünkü Marx’ın teorisi kısmen bu rakip gruba karşı konumlanır. Proudhon’da, Saint-Simon’un aksine, merkezileşmeye şiddetli bir karşıtlık görürüz. 1848’in Ulusal Atölyelerine de bu yüzden karşı çıkmıştı. Çözüm, merkezi otoritenin yetkilerinin oldukça sınırlı tutulduğu bir gönüllü komünal birlikler federasyonuydu. Federatif ilkeye göre, merkezi otoritenin, birliklerin ekonomik alanına müdahalesi minimal olmalıydı. Federe devletlerin ya da bölgesel/yerel belediyelerin birleşip erimelerine asla izin verilmemeliydi. Haliyle, Almanların veya İtalyanların öncelikli ihtiyacı olan şey, politik olarak farklı şekillerde birleşmeleri değil, otoritenin tabandaki doğal gruplara dağıtılmasıdır. Proudhon da bir Avrupa federasyonu öngörür, fakat bu Saint-Simon’undaki güç anlayışının aksi yönünde ve de daha çok Fransız önderliği şekliyle tasarlanan bir yapıdır.

Bakunin Devrimci El Kitabı’nda şu saptamayı yapar:

Her ulusun siyasal örgütlenmesi ve kendi içsel gelişimi için somut, evrensel ve zorunlu bir norm belirlemek imkansızdır. Her ulusun yaşamı, herkes için geçerli olabilecek bir modelin oluşturulmasını imkansız hale getiren farklı bir tarihsel, coğrafik ve ekonomik koşullar silsilesi ile biçimlenmiştir. Bu doğrultuda yapılacak hiçbir girişim işe yarayamaz. Böyle bir girişim ancak sonsuz çeşitlilik içinde filizlenebilen yaşamın zenginliğini ve doğallığını boğacak ve daha da önemlisi özgürlüğün en temel ilkeleriyle çelişecektir. Bununla birlikte, kesinlikle gerekli olan bazı koşullar olmaksızın özgürlüğün pratik olarak gerçekleşmesi sonsuza dek imkansız olacaktır. (Doghoff, 1998)

Bakunin’in sözünü ettiği koşullar, Proudhon’un aşağıdan yukarıya doğru (gönüllü, eşit, geri çekilebilir) federal örgütlenme anlayışını izler [8] . İki anarşist arasında ilkeler düzeyinde bir devamlılık varken, politika düzeyinde farklı tavır alışlar ortaya çıkar. Proudhon, kendi tarihsel ilerleme anlayışında ulus-devlet formunu temel almadığından İtalya’da olduğu gibi Polonya’nın ulusal mücadelesine de destek vermez. Aslında fazlasıyla Fransız taşralısı kalmaktadır. Oysa Bakunin ‒Engels’le aynı şekilde‒ Polonya’nın bağımsızlığını savunurken, ulus formunun tarihte oynadığı ilerici rol fikrinden destek alır ‒Engels’le farklılaştıkları nokta ise hangi ulusların bu role layık oldukları konusunda olacaktır. (Kofman, 1968)

Marx ve Engels

Genç Marx 1837’de babasına yazdığı mektupta [9] , idealizmin özelliği olarak gördüğü, olanla olması gereken arasındaki karşıtlığı, aklın sırf kendine dayanan, soyut kanıtlamalarla geliştirdiği normatif çıkarımlarla aşmanın mümkün olmadığını; dünya üzerine fikirlerin, hayatın akışından, onun somutluğundan ve içindeki çelişkilerden çıkarılması gerektiğinden bahsediyordu. Kendini Kant/Fichte türü öznel ve soyut akılcılıktan uzaklaştırıp, tarih içine yerleştirilmiş nesnel bir akılcılığa yönlendiriyordu. Hegel’in idealizmi, Aklı, nesnel olarak tarihin içinde belli bir ereğe doğru ilerleyen ve kendini dil ve kültürler aracılığıyla ortaya koyan şekilde benimsemişti. Bu yönüyle Hegel, filozofların kendi kafalarında yarattıkları “olması gereken”lere dayalı köksüz radikal projelerden kaçınıyor, tarihin akışına uygun tedrici reformlarla yetinebiliyordu. Akıl, tarihteki rasyonal devlet hedefine Prusya ile ulaşmıştı. Marx, Hegel’in idealist tarihini tersine çevirecek, açıklayıcı etken olarak insanların etkinlikleriyle ürettikleri maddi yaşam koşullarını kabul edecekti. Bu tarihin içeriğini doldururken, derslerine katıldığı ve Hegel’in karşıt kutbu olan Savigny’nin tarihselci hukuk okulunun ampirisist geleneğinden de yararlanıyordu. Hegel ve tarihselcilerdeki muhafazakar yanları atarak, bunları kendi maddi tarihine metodoloji yaptı.

Sol Hegelcilerden olan Marx için Hegel’in tarihi Prusya’da durmuştu, ayrıca yüzyılın ortaya çıkan yeni “sosyal sorunu” hakkında söyleyecek pek az sözü vardı. Bu yönüyle artık geleceğe ait olamazdı. Marx’ın Berlin Üniversitesi’nden hocası E. Gans, Hegelciliği günün sosyal sorunlarıyla birleştirmenin yolunu Saint-Simon’da bulmuştu ‒tıpkı ünlü şair Heine gibi. Aynı sentezi, Alman sosyalizminin babası sayılan ve Marx’ın üzerinde en doğrudan etkisi olan arkadaşı Moses Hess’te de görürüz. Hess, “Die europäische Triarchie” (1841) adlı kitabında, radikal sosyal reformun tamamlanması için Avrupa’nın üç uygar ulusunun ‒Alman, İngiliz, Fransız (Triarchy)‒ birleşmesini önermişti. Rusya ise gericiliğin kaynağı olarak görüldüğü için dışarıda tutulmuştu [10] . Hess’te özgürleşme, tıpkı Feuerbach’da olduğu gibi, genel insan-türü (“Gattungswesen”), insanlığın harmonik birliği açısından ele alınır. İnsanın genel kurtuluşu fikri, Feuerbach hümanist materyalizminden Marx’a da geçmiştir. Marx ve Engels’in Fransa ve İngiltere’de işçi sınıfıyla tanışması, evrensel dönüşümün aktörünü de belirleyecektir.

Marx, 1843’te Paris’te iken Proudhon, L. Blanc, eski bir Saint-Simoncu olan ve zamanın en çok okunan sosyalisti P. Leroux ile Fouriercilerin önderi V. Considérant’ın fikirleriyle daha yakından tanıştı (Gregory, 1983). Engels’le beraber Brüksel ve Londra’da zamanın işçi örgütleriyle çalışıp koordine ettiler. 1845’te Londra’da kurulan “Kardeş Demokratlar” derneği, neredeyse tüm Avrupa ülkelerinden işçi örgütlerinin temsil edildiği, ilk enternasyonalist örgütlenme nüvesiydi. Sloganları “Tüm insanlar kardeştir” idi. Aynı sloganı Haklılar Birliği de benimsemişti. İsviçre’de basılan “Komünistler Ne İster” adlı bir broşürlerinde şunlar yazılıdır: “İnsanlığın kurtuluşundan söz ediyorsak, elde etmek istediğimiz özgürlük, bir Alman, Fransız veya Kuzey Amerikan özgürlüğü değil, bütün insanlığın hakiki özgürlüğüdür” (Billington, 1980:189).

Engels (2013:18) haklarında yazdığı kitaba ithaf yazısında Büyük Britanya emekçi sınıflarına şöyle seslenir: “Sizin, yalıtılmış, tek bir ulusun üyesi İngilizlerden daha fazla bir şey olduğunuzu anladım; kendi çıkarlarıyla tüm insan soyunun çıkarlarının aynı olduğunu bilen büyük ve evrensel bir insanoğlu ailesinin üyesi insanlar olduğunuzu anladım. ‘Tek ve Bölünmez’ insanoğlu ailesinin üyeleri olarak yani sözcüğün tam anlamıyla ‘İnsanlar’ olarak ben ve Avrupa’daki birçok kimse sizin ilerlemenizi selamlıyor ve her yönde başarı diliyoruz.”

1845 tarihli Alman İdeolojisi’nde komünist devrimden “bireylerin dünya çapındaki tarihsel elbirliğinin ilk doğal biçimi” olarak bahsedilir. İnsan özgürleşmesinin ele alındığı çerçeve tüm insanlıktır (coğrafya, dil, ulus vb. kategorilerle bölünmemiş insanlık). Komünizm, üretici güçlerin evrensel gelişmesine, dünya pazarına, proletaryanın kendini dünya çapında tarihsel var kılmasına bağlıdır. Komünizm yerel düzeyde kaldığı durumda, gelişemeyecek, kapitalist ilişkiler karşısında yenilecek ve ortadan kalkacaktır.

1847’de Haklılar Birliği, Marx ve Engels’in katılımıyla Komünistler Birliği olur. Engels’in Komünistler Birliği için yazdığı taslak programda “Bu devrimin yalnızca tek ülkede yer alması olanaklı olacak mıdır?” sorusuna şu cevap verilir:

Hayır. Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları, ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirine bağlamıştır ki, her halkın başına gelecekler, bir ötekine bağlıdır… Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da, aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır… Bu, dünya çapında bir devrimdir, ve dolayısıyla kapsamı da dünya çapında olacaktır.” “Komünist örgütlenmenin mevcut milletler karşısındaki tutumu ne olacaktır? Ortaklaşalık ilkesi uyarınca birbirleriyle birleşen halkların milletleri, bu birlik ile bir o kadar kaynaşmak zorunda kalacaklar, ve böylelikle, tabakalar ve sınıflar arasındaki çeşitli farklılıklar, temellerinin ‒özel mülkiyetin‒ terk edilmesiyle ortadan kalktıkça, bunlar da kendilerini terk edeceklerdir.

En bilinen şekliyle, Komünist Manifesto’da işçilerin vatanının olmadığı deklare edilir. Sermayenin “evrenselleştirme eğilimi”, coğrafi yayılma, ticaretin, dünya pazarının genişlemesi, ulaşım ve haberleşmenin gelişmesi, halklar arasındaki farklılık ve karşıtlıkları her geçen gün yok etmektedir. Manifesto’da formüle edildiği şekliyle proletaryanın mücadelesinin formu ulusal düzeyde, ilk olarak kendi burjuvazisine karşıyken; ideal ve içerik evrenseldir: “Bütün Ülkelerin İşçileri, Birleşiniz!”

Böylelikle, 1848 yılında evrensel komünizm fikri olgunlaşmıştır. Burada önemli olan unsur, dünya-pazarı, dünya-tarihi gibi kavramlarla ortaya konan, kapitalizmin işleyiş mekanizmaları üzerinden erişilmiş bir evrenselliktir. Marx’ın öncülleri, sosyal sorunun merkezine burjuvazinin egoizmini yerleştirdiklerinden, kurtuluş olarak dayanışmanın yeniden tesis edilmesi için ahlaki bir temel arıyorlardı. Saint-Simoncuların bilimsel esaslı yeni sevgi dini, Leroux’nun Saint-Simonculuk ve Alman romantizmi karışımı panteizmi, papaz Lamennais’nin sosyalizmi, Cabet ve Weitling’in dini komünizmleri, İngiltere’de Çartist hareketin yanı sıra gelişen Hristiyan sosyalizmi, Hess’in Spinozacı-ahlaki komünizmi vb. kendi koydukları normatif ölçütlerden hareket ediyorlardı. Manifesto’da “hakiki” sosyalistleri eleştirirken söyledikleri gibi, bu tür sosyalizmler, “hakiki gereksinimleri değil, Hakikatin gereksinimlerini; proletaryanın çıkarlarını değil, İnsan Doğası’nın, hiçbir sınıfa ait olmayan, hiçbir gerçekliği bulunmayan, yalnızca felsefi fantezinin puslu dünyasında varolan genel olarak insanın çıkarlarını” temsil ediyordu. Oysa Marx ve Engels (2013:43) için “Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, bugün mevcut olan öncüllerden doğmaktadır.” Engels’in yıllar sonra yazacağı Anti-Dühring de aynı anlayışın belirgin bir ifadesidir: Profesörlerin sosyalizmlerine, soyutlamalarına karşı gerçeklikten, maddi koşullardan çıkarılmış komünizm… 

Küresel ölçek, Marx ve Engels’in aynı dönemlerde, serbest ticaret ve korumacılık üzerine tartışmalarında da temel aldıkları noktadır. List’in savunduğu ulusal korumacılığa karşı serbest ticaretten yana çıkan Marx, serbest ticaretin, bütün sersemletici çelişkileriyle birlikte ekonomik yasaların hep daha büyük ölçekte, daha geniş alanlarda ve sonunda tüm dünyada uygulanmasını sağlayacağını, bütün çelişkileri tek bir grupta toplayıp, sonunda proletaryanın kurtuluşuyla tamamlanacak mücadeleyi hazırlayacağını söyler (Szporluk, 1988:40-41). Korumacılık muhafazakar iken, serbest ticaret yıkıcı olarak çalışır. Eski ulusallıkları parçalayıp, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkiyi son haddine vardırır ve sosyal devrimi hazırlar. Devrimin yakın zamanlı olacağını düşünen Marx için, korumacılık yoluyla “ulusal” kurtuluşu gerçek kurtuluşun önüne koymaya gerek yoktur. Aynı tartışmada Marx List’i, Napolyon’un İngiltere’ye karşı oluşturduğu kıtasal ticaret ablukasını savunanlarla karşılaştırır. Bu ikinciler, dünya-tarihsel açıdan önemi olan bir işe kalkışmışken, List, üretici güçleri daha küçük ölçeğe hapsetmek isteyen dar-kafalı burjuvaziyi temsil etmektedir.

Marx ve Engels, genel ilke olarak daha büyük ölçekli ve daha merkezi birliklerden yanadır. Merkezi kontrolün arttırılması talebi Manifesto’da da ifadesini bulan üretimin planlaması açısından gereklidir. Bu yönüyle Saint-Simon’la aradaki devamlılık belirgindir. Owen, Fourier ve benzerinde görülen küçük ölçekli birimlerin oluşturduğu birlikler, komünist toplum için şart olan bolluk ekonomisini sağlayamaz. Bunlar ancak sanayi-öncesi toplum ütopyaları olabilir [11] . Proudhon ve Bakunin’le polemiklerinde de merkezi ve büyük birliklerden yana oldukları görülür [12] . Ancak, Manifesto’nun 1872 Alman baskısına yazılan önsözde belirtildiği gibi, ilkelerin pratikte uygulanışı, her yerde ve her zaman o günün koşullarına bağlı olacaktır. Buna bağlı olarak, İsviçre örneğindeki gibi federal çözümler istisnai ve geçici olarak kabul edilebilir.

Üretici güçlerin hep daha geniş ve üst ölçeklerde gelişimi koşullarında, farklı ülkelerden işçi sınıflarının da tek bir çıkara sahip olduğu söylenir: Marx’a göre “İşçilerin ulusu Fransız, İngiliz, Alman değil; emek, özgür kölelik, kendini pazarlamadır. Hükümeti Fransız, İngiliz, Alman değil sermayedir. Soluduğu hava Fransız, İngiliz, Alman değil, fabrika havasıdır. Sahip olduğu toprak Fransız, İngiliz, Alman değil, yerin birkaç metre altıdır.” Engels de “Kardeş Demokratlar”ın 1845’teki bir toplantısında yaptığı konuşmada, bütün ülkelerin işçilerinin aynı çıkara sahip olduğunu, tek ve aynı düşmanla mücadele ettiklerini söyler. İşçiler, doğal olarak, ulusal önyargılardan azadedir. Mücadeleleri “hümaniter ve anti-ulusalcı”dır [13] . Sadece işçiler ulusalcılığı alt edebilir. (akt. Szporluk, 1988:35, 44)

Avineri’nin (1991) de belirttiği gibi, genel olarak 1848-49 öncesi, ulusalcılık, tıpkı din gibi, arkaik ve geçici bir yanlış bilinç türü olarak görülüyordu. Birey ile insanlık arasındaki diğer bölümlenmeler gibi aşılması gereken bir ideolojik basamaktı. Ulusalcılık bir yanlış bilinç olsa da, 1848’i izleyen yıllarda, pek de geçici olmadığı, öngörülenden daha çetrefil ve yapışık olduğu ortaya çıkar. Bu yıllarda ulusalcılık, pragmatik siyaset açısından giderek daha fazla hesaba katılması gereken bir güç olur. Petrus’un (1971) savunduğu gibi, Marx ve Engels’in önceki yıllardaki evrenselciliklerini ‒ya da yazarın görüşünce, “kozmopolitizm”lerini [14] ‒ sonradan açıkça reddetme gibi bir durum yoktur; fakat, “metodolojik ulusalcılığın” (Brincat, 2014:127) ön plana çıktığını söylemek de mümkündür. Bu, aslında Manifesto’dan itibaren açıktır: “Bütün insanlar kardeştir”den, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin”e geçiş yapılmıştır. Taylor’un (1987) ideolojik düzey olarak adlandırdığı ulus-devletler zemininde kalan bir enter-nasyonalizm benimsenmiştir. Bu, giderek daha çok ulusa dayanmaya başlayan, parçalı devletler düzeyinin aşılması amaçlansa da; hem mücadele sahası ulusal kalır, hem de çoğu zaman komünist toplum tahayyülü bir çeşit, devrimi başarmış ulusların topluluğu (commonwealth) halinde oluşturulur.

I. Enternasyonal (1864-72), esasen ulusal bazlı örgütlerin ve onların temsilcilerinin bir araya geldiği bir işbirliği organıydı. Marx’ın da çabalarıyla kısmen merkezileşti [15] ise de yerel üyelerinin üzerinde mutlak bir otoritesi ‒ve Marx’ın kendi ifadesiyle onlara “doktriner sistem empoze etme” niyeti‒ yoktu (Musto, 2014). Tam da bu tür doktriner çekişmelerle dağılan bu gevşek birliktelik ardından kurulan II. Enternasyonal’de (1889-1914) ulusal örgütlenme prensibi daha belirginleşmişti. Dönemin vitrin partisi olacak Alman sosyal demokratlarının Gotha programını eleştirisinde Marx, Lassallecıların enternasyonalizmi geri plana iten ulusalcı perspektifine değinme durumunda kalır. Teorik ufku Alman ulusuyla sınırlı olan Lassalle, dayanağını Fichte’nin saf akıldan türettiği metafizik ulusunda bulmuştu. Onda, Saint-Simon, Hess’in ilk döneminde ya da Marx’ta varolan bir ulus-ötesi evrensel ideal yoktu. “Lassalle ile Karl Marx arasındaki temel fark ilkinin sempatileri ve hedefleri açısından ulusalcı ‒Almanlardan bir Alman‒ olması iken, ikincisinin kelimenin tam anlamıyla kozmopolit olmasıydı. Onun evi bütün dünya, hemşehrileri tüm insanlıktı” (Dawson, 1899:183). Erken ölümüne rağmen, işçi sınıfı hareketinde baskın olan taraf Lassalle’ın tarafı olacaktı.

Aslında Marx ve Engels’in kafasındaki başlangıç modeli, öncelikle Avrupa’nın üç büyük ulusunun proletaryasının birleşmesiydi. 1890’da Fransız İşçi Partisi’ne hitaben yazdığı kısa yazısında [16] Engels bu tür bir üçlü birliğin (“bund”) Avrupa’nın tümünün siyasal ve sosyal kurtuluşu için ilk koşul olduğunu söylüyordu (Van Ree, 2015:58). Engels, 7 Şubat 1882’de Kautsky’e yazdığı bir mektupta da, proleter enternasyonalizmin, ancak bağımsız uluslar arasında olabileceğini belirtiyordu. Avrupa’da kesinlikle ulusal olarak kurulması gereken iki örnek bulunuyordu: Polonya ve İrlanda.

Marx ve Engels’te siyasi örgütlenmenin genişliği, eskilerin parçalanıp yenilerin kurulması gibi konularda değerlendirme yapmak için ölçüt, üretici güçlerin gelişimine yapacağı etkidir. Bu, yalnız ekonomik bir kıstas değildir; siyasi faktörleri de içerir. Polonya’nın bağımsızlığı, başta Rus Çarlık gericiliğinin geriletilmesi açısından önemliydi. Ayrıca Leh ulusalcılığı, kişisel olarak pek hoşlanmasa da aynı Mazzini’nin örgütlenmesi gibi döneminin radikal, ilerici hareketlerini bünyesinde topluyordu. I. Enternasyonal’in kuruluşunun, Polonya ayaklanmasıyla dayanışma toplantısı olduğu unutulmamalı. İngiltere örneğinde, önceleri önceliği işçi sınıfı sosyalizmine bağlayan Marx, 1860’larla beraber İrlanda’nın “ulusal” kurtuluşu olmadan İngiliz işçilerin sosyalizme ulaşamayacaklarını söylüyordu [17] . Bunların dışındaki örneklerde küçük ölçeğe, parçalayıcı ve ayırıcı isteklere karşı çıkmışlardı. Zamanının diğer radikalleri gibi, Marx da Schleswig-Holstein meselesinde Danimarka’yı değil, Prusya’yı desteklemişti; bunu, “ilerlemenin durgunluk, uygarlığın barbarlık karşısındaki hakkı” olarak görmüştü. Aynı nedenle Engels, ABD’nin Teksas ve Kaliforniya’yı ilhakını Meksika’ya karşı olumlamıştı. Bununla birlikte, özellikle Engels, Hegel’den alınma “tarihsel olmayan halklar” anlayışıyla, bazı küçük boyutlu ve dağınık halkların siyasi bağımsızlıklarına destek olmanın gereksiz olduğunu düşünüyordu. Bunlar, Bretonlar, Basklar, İskoçlar, Çekler ile Hırvatlar ve Bulgarlar gibi Güney Slav topluluklardı. Güney Slavlarda yaygın panislavizmin Rus gericiliğini güçlendirebileceği endişesi, Hırvatların Macar ulusalcılığının ezilmesindeki karşı-devrimci rolü “bu ulusal süprüntüleri” reddetmenin gerekçeleriydi (Löwy, 1999:88). Engels için bölgede tarihin dinamosu rolünü Alman burjuvazisi ile Leh ve Macar aristokrasisi üstlenmişti ‒oysa Bakunin’e göre bu role, geri kalmış Slav köylü kitleleri daha uygundu (Rosdolsky, 1986:179). Hindistan ve Çin gibi Avrupa dışı örneklerde de, ilk dönemlerde kapitalizmin dönüştürücü gücü öne çıkarılıyordu. Örnek olarak, Ocak 1848’de Engels, Fransa’nın Cezayir’deki varlığını, uygarlığın ilerleyişi açısından olumluyordu: “Bir hırsızlar ulusu olarak Bedeviler karşısında… ardındaki uygarlık, sanayi, düzen ve en azından görece bir aydınlanmayla modern burjuvazi, feodal lorddan veya yağmacı hırsızdan yeğdir” (akt. Szporluk, 1988:45). 1857’de ise Fransızların vahşetini kınayıp Arapların bağımsızlığa verdiği önemden bahsedecekti. Bu, daha sonraki yıllarda Marx ve Engels’in tek-biçim gelişme anlayışını terk edip, ‒Rus komünal köy topluluğu mir’in sağlayabileceği olanaklar gibi‒ yerel tarihi özgüllükleri daha fazla hesaba kattığını gösteren örneklerden biriydi.

Marx’ın ardılları

Marx ve Engels’in izleyicileri, formda ulusal ama öz/içerik olarak enternasyonal şeklinde formüle edilen anlayışı kabul etmekle beraber, Eric Hobsbawm ve Horas B. Davis’in (1978:3) işaret ettikleri gibi, öz açısından da giderek daha fazla ulusal zemini kabul etme eğiliminde oldular. Bu, kendini daha çok pratiklerde gösteren bir olguydu. Doktriner sadakat değişmiyor, politik pragmatizmin yarattığı durumlar ona göre rasyonalize ediliyordu. En önemli revizyon çabası ise Alman ve Avusturya sosyal demokratları arasındaki tartışmalardan doğdu.

19. yüzyılın son çeyreğinde, diğer ülkelerde olduğu gibi, birleşmesini tamamlayan Almanya’da da kitlesel sosyal demokrasi daha ulusal bir renk almıştı. 1878’de Georg von Vollmar, sosyalizmin kapitalist ülkelerde eş veya yakın zamanlı devrimler silsilesiyle doğmayabileceğini, fakat buna rağmen bir veya birkaç sosyalist devletin yaşamasını sürdürmesinin mümkün olabileceğini yazdı. Eğer üretim rasyonal planlanırsa, dış ticarette devlet tekeli uygun şekilde kullanılırsa dünya pazarına sosyalistler ‒ve de Almanlar‒ hakim olabilirdi. Rusya’da P. Lavrov da tek ülkede geçici olarak sosyalizmin kurulabileceğini söylüyordu. ABD, İngiltere veya Rusya gibi büyük ülkelerde, yanı başında burjuva devletleri olmasına rağmen sosyalist iktidarlar tek başına yaşatılabilirdi. A. Bebel ise bu tür izolasyon fikrine sıcak bakmıyordu. Bebel’e göre devrimlerin yakın zamanlı olması gerekirdi, sosyalist devletler federasyon altında birleşecekti. Sürekli barış, o zaman mümkün olacaktı (Bebel, 1996:480). Kautsky de izole kalmış, örneğin Belçika ölçeğindeki bir sosyalist devletin uzun süreli olamayacağını, ama ABD gibi bir büyük güçte durumun değişebileceğini düşünüyordu. Fichte’nin izinden giderek, ideal açıdan devletin kendine gerekli her şeyi üretebilmesi gerektiğini belirtti. Nihai olarak devrimlerin tamamlandığı bir gelecek durumunda ise, sınırların ortadan kalktığı ve tek bir dilin konuşulduğu bir dünya düşüncesi vardı. Kautsky’e göre, ulus genelde dille özdeşti. Dil bariyerinin aşılması, ulusal farklılıkların yok olmasını da beraberinde getirecekti. Bu nedenle, küçük dil gruplarının ‒örneğin bir yanıyla kendisinin de dahil olduğu Çeklerin‒ yaşama şansının olmadığını söyleyerek, büyüklerin içinde asimile olmasını destekliyordu (Kemp, 1998:43). Kautsky’de evrenselci ideal ile reel politik açısından ulusal sosyalizm otarşisi düşünceleri bir arada bulunabiliyordu; zaten orta yolcuğuyla maruf Kautsky için bu konuda da kaçış yoktu (van Ree, 2015:124-130).

Bernstein’da dikkat çeken en önemli özellik, geleceğin sosyalizmiyle ilgili devrimci konuların artık, dış politika ve diplomasi meselesi haline dönüşmesidir. Kendini devletle özdeşleştirmiş, hareket halindeki “ulusal” bir partinin sözcülüğünü yapmaktadır. Ulus, temel birim olarak kalacaktır. Bernstein, enternasyonal sosyalist gelecek hedefi için “anlamsız bir Marksist ütopya” der (Steger, 1997:197). Proletaryanın vatanı yoktur, gibi bir cümle bir dereceye kadar, 1840’larda kamusal siyasetten dışlanmış işçiler için geçerli olabilirdi. Artık geçerliliğini yitirmiştir, işçilerin sahiplenebileceği bir vatanı vardır (Bernstein, 1991:124).

Eğer ulusların tamamen yıkılması hoş bir rüya değilse, küçük devletlerin büyükler içinde birleşmesini beklemenin de gereği yoktur. Sosyal demokratlar, büyük-küçük devletler ilişkisini, ekonomik işletme benzetmesiyle ele almamalıdır. Zaten her durumda küçüğün büyük tarafından yutulması gibi bir durum olamaz; pekala birbirlerini bütünleyebilirler. Bu açıdan, insanlığın geleceği emperyal bir merkeziyetçiliğe doğru gitmez (Ostrowski, 2018:137-145). Uygun olan adım uluslararası hukuku geliştirmektir. Savaşların önlenmesi için ulus-üstü (“überstaatlich”) hukuksal kurumları  ve konfederal entegrasyonu önerir.

Bernstein, tam bir İngilizperver, kendi ülkesinde döneminin sayılı serbest ticaret yanlılarından olarak liberal-hümaniter bir pasifist ve enternasyonalistti. Yurtseverlikle enternasyonalizmi aynı madeni paranın iki farklı yüzü gibi birbirlerinden ayrılmaz olarak görüyordu. Birinin diğerini engellemesi gerekmezdi. Bu konuda, övgüyle bahsettiği Jaures [18] gibi düşünüyordu. Kant’a dönüş, ahlaki dış politika, ikisinin de paylaştığı vurgulardı. Etnik temelli ulusalcılığa, militarizme, güç politikasına dayalı devletler sistemine karşıydılar. Fichte’yi Alman ulusalcılarının eline kaptırmak istemeyen Bernstein, onun son tahlilde “kozmopolit bir yurtseverliği” savunduğunu söyler. Fichte için ulus; insanlık ve dünya vatandaşlığına giden yolda bulunması gereken ara katmandır. Ayrıca, onun, kapalı Akılcı Devletini kurduğu 1800 yılında uluslararası işbölümünün tam gelişmediğini, nakliyattaki zorluklar sebebiyle dışarıdan mal temin etmenin lüks sayıldığını hatırlatır.

Bununla beraber, Bernstein kolonyalizmi uygarlık götürücülüğü açısından meşrulaştırmıştı. Onda, uygarlaştırma misyonunu proletarya alır ve sosyalist bir kolonyalizme kapı aralanır. Bu görüş, partinin sağ kanadında hayli taraftar toplamıştır. Enternasyonalizmden nefret eden Joseph Bloch gibileri için sosyalist Almanya bir imparatorluk haline gelmeli, koloniler kazanmalı ve de kıta Avrupasını kontrol edebilmeliydi (Taylor, 1992). Bloch gibiler Enternasyonal kongrelerinde alınan anti-kolonyal kararları, hümanist Aydınlanma geleneğinden gelmekle, aşikar şekilde gerçek-dışı olmakla suçluyorlardı.

Bernstein’ın ulus ölçekli revizyonu politik düzeyde kurulmuştur, fazla derinlikli değildir. Oysa Marksizmin evrenselciliğine teorik açıdan en büyük meydan okuma Avusturyalı Otto Bauer’den gelir. Bauer’in psikolojik teorisinde, ulus, ortak tarihte yoğrulmuş bir “karakter topluluğu” olarak bireyin sosyalizasyonunda en temel unsuru oluşturur. Dil ve kültür aracılığıyla işleyen bu aidiyet, “kader ortaklığı” olarak, herhangi bir sınıfsal kader ortaklığı deneyiminden çok daha baskın ve yaygındır. Bu yüzden aynı ulus içindeki farklı sınıfların ortaklığı, diğer uluslardaki benzerliklerinden çok daha ötedir. Ayrıca, modern kapitalizmin evrenselleştirici özelliklerinin yanında, uluslar arasındaki ayrımları daha da belirginleştiren dinamikleri vardır. Avusturya-Macaristan ve diğer çok-uluslu imparatorluklarda görüldüğü gibi “tarih dışı halklar” diğerlerinin içinde erimek yerine, tersine uyanmaktaydılar. Proleterler de ulus-karşıtı olmak yerine, sınıf hıncını ulusal hınca çeviriyordu. Bauer’e göre olumlu olan bu adımı, sosyalizm son noktasına götürerek tüm ulusal kültürü birleştirir. Sosyalizm, ulusal kültürün gelişip zenginleşebileceği altyapıyı hazırlar. Proleter sınıf bilinci, ulusal bilinç halini alır. Sonuçta, sosyalist ütopya ulusal birimle özdeşleşir: [19] “Uluslararası mücadele, ulusal idealimizi gerçekleştirebilmemiz için bir araçtır” der (akt. Czerwinska-Shupp, 2017:139). Bauer, Kautsky’nin tek bir insanlık kültürü ereğini Aydınlanmadan devralınan naif bir kozmopolitizm olarak fazla soyut bulurken; Kautsky de Bauer’i proletaryanın enternasyonalist bilincini azımsamakla suçlamıştı. Kautsky, sosyal demokrasinin görevinin ulusal siyasal topluluklar kurmak olmadığını da eklemişti (Herod, 1976:42-65). A. Pannekoek de Bauer’in ulus tanımına getirdiği yeniliği olumlu bulmakla beraber, ulusların temel birim olacağı fikrine karşı çıktı. Kader birliği tek bir insanlıktı, temel ekonomik birim tüm dünyaydı. Bauer’in ulusu sürekli ve ebedi görmesine karşılık, bunların da burjuva toplumunun diğer özellikleri gibi geçici olduğunu, günü gelince kaybolacağını savunuyordu.

Bauer’e paralel olarak K. Renner de, geleceğin dünya sisteminin temelini ulusal olarak görüyordu. Renner, ulusu, çok daha doğrudan bir şekilde benimsemişti. Sermaye ve işçiler ulusaldı. Uluslar olduğu müddetçe savaşlar da olacaktı. Savaş durumunda da proletarya doğal olarak kendi ulusunun yanında saf duracaktı. Renner’le birlikte, devletle özdeşleşme son teorik halini almış oldu (Kemp, 1998:35). Avrupa’nın çoğu ülkesindeki sosyal demokrat partilerin I. Dünya Savaşı öncesi savaş bütçelerinin onay almasına katkılarını sunmasıyla, pratikte de son aşamaya ulaşılacaktı.

Bauer ve Renner’in bir diğer özgünlüğü, çok-uluslu imparatorlukta, ulusların kendi kaderini tayin için önerdikleri federasyon modeliydi. Federalizm, doğanın ayırdığı organik birimlere kendilerine ait olması gereken otonomileri sağlayarak bir arada yaşamalarını sağlayacak optimal örgütsel formdu. Fakat bunu sadece teritoryal ilke üzerinden sağlamak, her yerde azınlıklar yaratma gibi sorunlara yol açacaktı. Modern devletlerin dayandığı teritoryal ilkenin, bireyler üzerinden uluslara tanınacak kültürel otonomiyle (Ortaçağ imparatorlukları ya da Osmanlı’daki millet sistemi gibi) tamamlanması gerektiği düşünülmüştü.

Kültürel otonomi, 1899’dan itibaren Avusturya sosyal demokratlarının programına kısmen dahil edildi. II. Enternasyonal’in 1896 Londra Kongresi’nde “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (UKKTH) savunulmuştu. Rus partisi, bunu 1903’te programına aldı. UKKTH’nın bu şekilde sosyal demokrasi talepleri arasına yükseltilmesine en büyük tepki Rosa Luxemburg’dan geldi. UKKTH’nı “metafizik” bir hak katına çıkaranlara karşı, bunun her özel durumda, somut koşullara göre değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Nitekim Polonya’nın ulusal bağımsızlığına karşı çıkıyordu.

Luxemburg’ın bakış açısında ekonomizmin baskınlığı görülmektedir. Modern kapitalizm, her ulusun bağımsızlığının koşullarını yaratmak yerine, tersine uğraşır: “İktisadi ve siyasi bağımsızlıkları için gerekli maddi ve zihinsel araçlara sahip olan en güçlü ulusların yanında küçücük ve küçük ulusların bağımsız var oluşu[nun], giderek daha büyük bir illüzyon haline gel[diği]” sonucuna ulaşılır (Luxemburg, 2014:31). Örneğin Litvanya veya Gürcistan ölçeğindeki ekonomik birimlerin, kendi başına inkişaf edebilecek büyüklükte olmadığını söyler. Bu durumun istisnasını ise Osmanlı’da görür. Balkanların Türk boyunduruğundan kurtulması, üretici güçlerin gelişimi açısından zaruridir ve desteklenmelidir.

Kapitalizmin bütün ülkelerdeki karakteristik eğilimi iktisadi, idari, askeri vb. merkezileşmedir. Proleter devrim, kapitalist gelişmenin bu “meşru çocuğunu”, burjuva devletinin merkeziyetçi eğilimini devralacaktır: “Bu nedenle bütün ülkelerdeki sosyal demokrasi partikülarizm ve federalizmin kararlı bir karşıtıdır.” (a.g.e., s.56) Luxemburg, kesin bir şekilde Bakunin’in federalizmine karşı durur. Bu, güya bütün ulusları birleştiren, içi boş bir küçük burjuva idealidir. Her derde deva görülen federalizm, aslında uluslar arasındaki karşıtlıkların korunması, hatta körüklenmesine hizmet eder.

Lenin, Marx’ın idealini emperyalist rekabet dönemine uygun bir politik kavrayışla birleştirmesiyle öne çıkar. Öncelikle, sosyalizmin amacı insanları ayrı ayrı küçük devletlere bölmek değildir:

Elbette ki, Marksistler, kapitalizmin gelişmesinin devletlerin olanakları ölçüsünde büyük ve olanaklar ölçüsünde merkezileşmiş olmasını gerektirdiği gibi basit bir nedenden ötürü federasyona, merkeziyetsizliğe karşıdırlar. Bütün öteki koşullar eşit olmak kaydıyla, bilinçli proletarya, her zaman, daha büyük bir devletten yana olacaktır. O, her zaman, ortaçağa özgü özelciliğe karşı olacak ve proletaryanın burjuvaziye karşı yaygın bir temel üzerinde gelişebileceği geniş bir savaşımın sürdürüldüğü geniş toprakların olabildiğince en sıkı bir iktisadi kaynaşmasını her zaman hoşnutlukla karşılayacaktır… Ayrı ayrı uluslar tek bir devlet içinde birleşebildikleri sürece, Marksistler, hiçbir zaman ne federatif ilkeyi, ne de merkeziyetsizliği savunmayacaklardır. Merkezi bir büyük devlet, ortaçağa özgü parçalanıştan, geleceğin bütün dünyanın sosyalist birliğine götüren büyük bir tarihsel ilerlemeyi ifade eder, ve (kapitalizme çözülmez bağlarla bağlı) böyle bir devletten geçen yoldan başka sosyalizme giden yol yoktur. (Lenin, 1992:40-41)

Lenin şunu da ekler: “Ulus devlet kapitalizmin kuralı ve ‘norm’udur; türdeş olmayan uluslar devleti, geriliği temsil eder, ya da istisnadır. Ulusal ilişkiler bakımından, kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşulları, kuşkusuz, ulusal devlet sağlar.” (a.g.e., s.52) Nüfusu büyük oranda homojen olan ulus-devletler kural halini alırken, çok-uluslu imparatorluklar gitgide birer sapma haline gelmektedir. Bu noktada, ezilen ulusların ayrılma hakkını tanımak sosyal demokratlar için vazgeçilmez bir görev olur. İlginç bir diyalektik düşünüşle şu sonucu çıkarır: “Budalaca bir sistem olan küçük devletler sistemine ve, insanlık için iyi bir talih olarak, kapitalist gelişme tarafından amansızca yıkılmakta olan ulusal yalnızlığa (isolation) karşı en iyi ve tek siyasal araç, ayrılma özgürlüğüdür.” (Lenin, 1993:214) [20] İlk olarak başkalarını ezen ulusların özgür olamayacağı anlayışını, ikinci olarak da zor ve baskının ortadan kalkmasıyla farklı ulusların bir araya gelme, birleşme yönünde irade koyacağına dair fazlasıyla iyimser bir inanışın olduğunu görürüz [21] . Ekonomik çıkarlarla, zamanla küçük devletlerin büyüklere katılma tercihini yapacakları düşünülmektedir (Connor, 1984:34).

Luxemburg’un eleştirilerine cevaben Lenin, UKKTH’ın mutlak ve otomatik olmadığını, her durumda proletaryanın çıkarlarına göre değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Fakat asıl bu hakkın yadsınması, politik olarak ezen ulus tarafına, yani gerici Büyük-Rus ulusalcılığına yarayacaktı. Luxemburg’un “uzun zaman önce, (Ağustos 1903’te) Alman ve Rus sosyal-demokratlarınca alaya alınmasına neden olan gülünç yanılgısının özü de buydu” (Lenin, 1993:112). Bir diğer örnekte, Luxemburg (2014:61) Norveç’in İsveç’ten ayrılmasını söyle değerlenmişti: “İsveç kralının tahttan indirilip, Norveç’ten sürülmesinden ibaret olan Norveç ‘devriminden’ sonra Norveçliler, halk oylamasında cumhuriyetin kurulmasını reddedip, sessiz sedasız kendilerine bir başka kral seçtiler. Her ulusal hareketin ve bağımsızlığın her türlü işaretinin yüzeysel tapıcılarının ‘devrim’ diye alkışladıkları, köylü ve küçük burjuva partikülarizminin basit bir ifadesiydi; yani devrimci olma ile hiç, ama hiçbir alakası olmayan bir hareket, İsveç aristokrasisinin yerleştirdiğinin yerine, kendi paralarıyla ‘kendi’ krallarını koyma iradesiydi.” Lenin ise bu ayrılışı önemsiz bir olay gibi görmüyordu. İki ülke arasındaki bağ, gönüllü olmayan, zora dayalı bir bağ idi ve son bulması elbette Norveç (ve İsveç) proletaryası için olumlu bir gelişmeydi. Kendi ülkesindeki ulusalcılık-karşıtlığı, Luxemburg’un birçok başka durumda da somut durumun analizini yapmasına engel oluyordu. Devletlerin siyasal bağımsızlığı ile iktisadi bağımlılıklarını birbirine karıştırıyordu.

Sosyalist inşa aşamasına geçmemiş siyasal topluluklar için tam bir UKKTH talep edilirken, devrim sonrası yönetim için Lenin’in anlayışı daha değişiktir. Avusturya sosyal demokratlarının ve onlardan etkilenen Yahudi Bund çevresinin “kültürel ulusal otonomi” talebini aldatıcı bir küçük-burjuva sloganı olarak değerlendirir. “‘Ulusal kültürler’ arasında sonsuzluğa kadar süren düşmanlıkları yaratabilmek için, ulusları, eğitim alanında cam fanus içine hapsetmeyi keşfetmiş olan Avusturya küçük-burjuvaları”ndan bahseden Lenin (1992:32) proletaryanın ulusalcılığın gelişimine destek olamayacağını söyler. Merkezi devletin tanıyacağı geniş yerel özerklikler, sosyalist topluluk için yeterli olacaktır. 1913’te Kafkas Bolşeviklerinden Şaumyan’a yazdığı bir mektupta federalizme ilke olarak karşı durduklarını, federalizmin ekonomik bağları zayıflattığından söz eder (Kemp, 1998:61). Devlet ve Devrim’de, Marx’ın Paris Komünü üzerine yazdıklarını Proudhon federalizmiyle benzeştiren Bernstein’ı sertçe eleştirir: “Marx, federalizm konusunda Proudhon ve Bakunin ile uzlaşmazlık içindedir. Federalizm ilkeleri, anarşizmin küçük burjuva düşünlerinden çıkar. Marx merkeziyetçidir. Ve ondan aktarılan parçalarda, merkeziyetçiliğe en küçük bir aykırılık yoktur… Her hamkafa gibi Bernstein da, merkeziyetçiliği ancak tepeden, bürokrasi ve militarizm tarafından dayatılarak ayakta tutulabilen bir şey olarak düşünür” (Lenin, 1978:72-73).

“Sosyalist devlet, nüfusun tümünü demir zincirlerle bağlayan devasa bir despotizm türü olarak hayal edilmemelidir” diye ikaz ediyordu iktisatçı M. Tugan-Baranovski (1910:131), Lenin’le aynı şekilde. Merkeziyetçiliğin otoriterliği arttırabileceği doğruydu; ancak yerelciliğin de ekonomik verimsizlik ve genel uyumsuzluklar yaratma tehlikesi vardı. Her şeye rağmen merkeziyetçiliğin yararları, Owen ve Fourier tipi federal sosyalizmler karşısında, daha ağır basıyordu. Merkeziyetçilik, yerel otonomiyle pekala uyumlu olabilirdi. E. Bellamy’nin 1888 tarihli merkezi devlet ütopyası “Geçmişe Bakış”ını kitlelere sosyalizmi benimsetmesi açısından övüyordu [22] . Diğer legal-Marksistler gibi, Tugan-Baranovski de Narodniklerin küçük, bağımsız köy toplulukları (mir) övgülerini yanlış buluyor, kapitalist sanayileşmenin ilericiliğini destekliyordu.

Tugan-Baranovski’nin sosyalizminin temelleri Kant felsefesinde yatıyordu. Bireylerin eşitliği ahlaki bir ilke olarak ortaya konulduğundan sosyalizmin tüm topluma yarar sağlaması gerekmekteydi. İşçiler belirli sektörlerde üretimi kendi avantajlarına göre kontrol altına almayı başarsalar bile, eğer tüm ekonomi eski anarşik piyasa düzeninde kalırsa bunun toplum adına kabulü mümkün olamazdı. Korporatif, lonca sosyalizmlerine [23] bu yüzden karşı çıkılmalıydı. Sendikacılık, belediye sosyalizmi [24] , kooperatifçilik [25] uygun durumlarda kullanılabilecek araçlardı; fakat asıl önemlisi siyasal iktidarın alınması ve merkezi planlamaya [26] geçilmesiydi. 1917’de Ukrayna Rada’sında görev alacak Tugan-Baranovski için geleceğin dünyası sosyalist devletler topluluğu olarak kalmalıydı. Birbirleri arasında ticaret korumacılığı kaldırılmalı ve işbölümü-uzmanlaşma geliştirilmeliydi. (Barnett, 2000)

Ütopya ile bilimin birbirlerini tamamladıkları söyleyen Tugan-Baranovski, ilişki için şu benzetmeyi kullanıyordu: İdealler, gece karanlığında yolunu bulmayı sağlayan yıldız gibidir. Bu güzel yıldız doğru yolu gösterse de, basit bir el fenerinin kullanışlılığının ve yararının yerini tutamaz. Bilim, işte yolcunun tökezlemeden yolunu bulmasını sağlayan o fenerdir (Allison, 2014). Bilimselciliğinin trajik sonuyla bilinen, en çok da “Kızıl Yıldız” yazarı olmakla anılan A. Bogdanov için de bu benzetme yerinde olabilir. Bilince ve deneyimin öncelliğine verdiği önemle Lenin’in eleştiri oklarını üzerine çekmiş Bogdanov’da voluntarizmin önemli bir yeri olduğu söyleyebiliriz.

Aslında, ideal ölçek konusunda en fazla söz söyleyebilecek kişi Bogdanov olabilirdi. Marx ile neo-pozitivizmin kendine has bir bireşimini ortaya koymaya çalışmış olan Bogdanov, bilimlerin tekliğinden hareketle; sosyal alanda da ileriki dönemlerin yapısal-işlevselciliği ya da sistem/sibernetik teorilerine benzeyen, her şeyi içeren bir genel insan örgütlenme/inşa bilimi (tektoloji) ortaya atıyordu. İnsanlar arasındaki işbirliği ve uzmanlaşma, basitten karmaşığa ve hep daha geniş uzamlara doğru yönelmekteydi. Bunun nihai adımı da, kendi modeline göre harmonik bir dünya-kuruculuk olabilirdi. 1908’de yayınlanan bilim kurgusu “Kızıl Yıldız” bu teorik arka planda anlaşılabilir. Mars’ta geçen ve devletin, özel mülkiyetin, ailenin, hukukun, paranın olmadığı, çalışmanın gönüllülüğe dayandığı, ekonominin devasa bir istatistik bürosunca yönetildiği roman elbette “küresel” ölçekliydi. Daha aşağı bir düzeyin nasıl sonuçlanacağını harfiyen öngörebilmişti:

Egemen sınıflar, başkaldıran proletaryayı, orduya ve yüksek askeri tekniğe dayanarak öyle yok edici bir yenilgiye uğratabilirler ki, bu yenilgi bazı büyük devletlerde sosyalizm mücadelesini onlarca yıl geriye atar; dünya tarihinde benzer örnekler vardır. Sosyalizmin galip geleceği bazı öncü ülkeler daha sonra kendilerine düşman kapitalist bir dünyanın, hatta kapitalizm öncesi bir dünyanın ortasında birer ada gibi kalacaklardır. Sosyalist olmayan ülkelerin en yüksek sınıfları, kendi egemenlikleri uğrunda savaşırken tüm çabalarını bu adaları yıkmaya harcayacaklar, buralara sürekli olarak silahlı saldırılar düzenleyecekler ve sosyalist uluslar arasında, küçük ve büyük eski mülk sahiplerinden her hükümetin emrine hazır yeterli sayıda bağlaşık bulacaklardır. Bu çatışmaların sonucunu kestirmek zordur. Ancak sosyalizmin tutunduğu ve galip geleceği yerlerde bile karakteri, şiddetin ve askeri kliğin gerekli olduğu uzun kuşatma yılları boyunca kaçınılmaz bir sonuçla, yani barbarca bir yurtseverlikle derinlemesine bozulacaktır. Bu, bizimkinden uzak bir sosyalizm olacaktır. (Bogdanov, 2010:147) [27] .

Teorik yazılarında da aynı noktanın vurgulandığını görmek mümkündür. Fakat bunlar fazla genel düzeyde kalmıştır, detaylara inen bir incelemeye rastlanmaz. Devrim ertesi revize ettiği bir kitabında, bilimsel açıdan olması gereken örgütlenme şu şekilde tarif edilir:

[Sosyalizmde] üretim bilinçli ve sistematik olarak toplumun bütünü tarafından örgütlenir… Ölçek, en baştan itibaren dünya çapında veya ona yaklaşık olmalıdır ki, üretim ve tüketim açısından başka ülkelerle değişime bağlı kalınmasın. Dünya Savaşı deneyimi ve devrimlerin gösterdiği gibi, bu tür bir bağımlılık, anında yeni sistemin yıkılmasına araç oluşturur. Örgüt tipi, merkeziyetçilikten başkası olamaz ‒eski otoriter merkeziyetçilik değil, bilimsel merkeziyetçilik anlamında. Merkezinde geniş bir istatistik bürosu bulunmalıdır… (Bogdanov, 1925:383)

Ekim Devrimi

Muzaffer Rus devrimi, Lenin’in önceki dönemdeki federalizm karşıtlığına rağmen federatif bir yönetim biçimini yeğledi. Ocak 1918’de toplanan 3. Tüm-Rusya Sovyetler Kongresi, yeni düzeni şöyle karara bağlıyordu: “Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Rusya halklarının gönüllü birliği temelinde, bu halkların Sovyet cumhuriyetlerinin bir federasyonu olarak kurulmuştur”. Kongre, yeni bir anayasa hazırlama komisyonu görevlendirmişti. Sverdlov’un başkanlığındaki komisyonca hazırlanan anayasa, Temmuz 1918’de 5. Tüm-Rusya Sovyetler Kongresi’nde onaylanarak yürürlüğe girdi (Carr, 1989:120-143).

Devrimle birlikte, Lenin ve daha Mart 1917’de “Federalizme Karşı” başlıklı bir makale yazmış Stalin federalizm karşıtlığını bıraktılar. Bunda, çevreden ve sınır boylarından yükselen federalist taleplerin etkili olduğu söylenebilir [28] . Bir kere ayrılma hakkı tanınan ulusların tekrar bir arada tutulabilmesinin, o sırada, en elverişli yolu olarak federalizm öngörülmüştü. Bununla birlikte, federalizm kendi başına bir amaç olarak ele alınmamıştı. Federasyon, geleceğin üniter birliği için bir ara/geçiş formuydu ve Lenin’in birkaç yıl sonra söyleyeceği gibi, işlerlik gösteren bir ilişki durumu olmuştu. Bunun yanı sıra, vatandaşlığı yalnızca uluslar üzerinden tanımayan RSFSC Anayasasının 20. maddesi, tüm yabancı emekçilere siyasal haklar sağlayarak, bir anlamda, tüm komünistler için “dünya vatandaşlığı” sunuyordu (Duylin & Forestier-Peyrat, 2017; Alexopoulos 2006). Nisan 1918’deki merkez komite kararında denildiği gibi, “birinin sosyalist dünyamıza üyeliği sosyalist sistemi benimsemesiyle belirlenir; hangi dili konuştuğu, nerede doğup nerede yaşadığı bizim için geçersizdir” (Lohr, 2012:125) [29] . Bu mantıkla, tıpkı 1918 Anayasası gibi, 1924 Anayasası da kurulan devleti ilerideki dünya birliğinin başlangıcı olarak görüyordu. İsminde coğrafi ve ulusal bir kelime bulundurmayan SSCB, tüm ülkelerden işçilerin oluşturacağı dünya çapındaki Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri yolunda bir adım olarak deklare ediliyordu [30] . Birliğe dahil olmanın, ileride kurulacak tüm Cumhuriyetlere açık olduğu yazılıydı.

SSCB’nin kendisi, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya ve Trans-Kafkasya cumhuriyetleri arasındaki antlaşmalarla kurulmuştu. Çiçerin gibi bazı isimler daha konfederatif bir yapı önerirken, Stalin daha merkeziyetçi ve diğer cumhuriyetlerin Rusya’ya katılmasıyla oluşturulacak bir birlik istemişti. Sonunda ağır basan, Lenin’in ısrar ettiği türde, bağımsız federe devletler halinde bir federal yapı oldu. Kendine münhasır bir federalizm olan SSCB’de merkezi idarenin gücü açıktı ve 1936, 1977 Anayasalarıyla belirginleştirilmişti. Zaten, komünist partinin üniter gücü, iktidarın şeklini de facto belirliyordu.

Devrimin başarıya ulaşması, Dünya Savaşı yıllarından itibaren yeni bir enternasyonal oluşturmak için çalışan Lenin’in III. Enternasyonal çağrısı yapmasına olanak sağladı. Dünya devrimi ve enternasyonal fikrinin oldukça kuvvetli olduğu Bolşevikler açısından yeni yapı, eskileri gibi bir işbirliği forumu değil, geleceğin dünya hükümeti/sovyetinin (“mirovogo soveta”) öncülü olacaktı. “Tek savaş alanı, tek ordu ve tek bir yüksek komuta gerektiriyordu. Komünist Enternasyonal, Lukacs’ın belirttiği gibi, ‘Dünya çapında Bolşevik Parti ‒Lenin’in anladığı anlamda parti‒ olacaktı” (Molyneux, 2015:130). Nitekim 1919’da kurulan Komintern, en azından kağıt üzerinde, merkezi bir dünya partisiydi. Lojistik desteği, gücü, prestiji vs. açısından kaçınılmaz olarak ne kadar baskın olursa olsun, RKP(B), Komintern’in bir seksiyonuydu; hatta Troçki’nin vurgusuyla Kızıl Ordu’nun da asıl bağlılığı Komintern’e idi. Fiiliyatta ise Komintern’in Sovyet politikaları üzerinde RKP(B)’ye yön vermesi düşünülemezdi. Bu, büyük çoğunluğu yeni kurulmuş diğer zayıf partiler için söz konusu olabilirdi. Ancak unutulmaması gereken nokta, dünya devrimi fikrinin doktriner konumu nedeniyle Bolşevikler arasında Komintern’e duyulan saygıydı. Bu nedenle, Sovyet çıkarları ile dünya devrimi arasında, Komintern lideri Zinovyev’in mi yoksa Dışişleri Komiseri Çiçerin’in mi ön planda tutulacağına dair nazik bir denge gözetilmeye çalışılıyordu.

Rus devriminin ilk yıllarında umutların özellikle Avrupa’da başarıya ulaşacak devrimlere bağlandığına dair birçok beyanat vardı (bak. Troçki, 2007). Alman ve Macar devrimlerinin yenilgiye uğraması, diğer ülkelerdeki mücadelelerde yaşanan geriye çekilişler hem ekonomik hem de siyasi kararlar üzerinde önemli etkiler yarattı. Dünya devrimi anlayışı arka plana itilirken, varolan Sovyet deneyimini yaşatma amacı her şeyin önüne geçti. İçe dönüş, “tek ülkede sosyalizm” tartışmaları bu zeminde doğdu. Tarafların, komünizmin ancak küresel ölçekte yaşama geçebileceğine dair kabule itirazları yoktu (Goodman, 1953). Başarılmış bir devrim de terk edilemeyeceğine göre, ortadaki sorun sosyalist inşanın temposu ve dışarısı (kapitalist sistem) ile olan ilişkisiydi: ticaret ve sermaye akımı, borçlanma, teknoloji transferi gibi. Unutulmamalı ki, daha önce teorik olan sürdürülmüş tartışmalar, bu kuşağın önüne büyük pratik, yaşamsal meseleler olarak dikilmişti. Emperyalist ülkelerin desteklediği karşı-devrimci güçlerle olan yıpratıcı iç savaştan galip çıkan komünistler, hem ideolojik nedenlerle hem de Çarlık dönemi dış borçlarının ödenmesinin reddedilmesiyle, karşılarında tümüyle düşmanca bir kuşatma ve ambargo ortamı buldu. 

Richard Day’in (1973) çalışması bu konuda aydınlatıcıdır. Day, içerideki tartışmanın, izolasyon ile entegrasyon yanlıları arasında geçtiğini söyler. Savaş komünizmi döneminde dünya pazarına açılmanın tehlikelerinden bahseden Troçki, NEP döneminde bu kez entegrasyon yanlısı politikaları savunur. İzolasyoncu politikaların uygulanması, dünya ekonomik işbölümünün sunabileceği avantajların kaçırılmasına, zaman ve kaynak kaybına neden olacaktı. Aslında tek bir ülkede değil, “diğerlerinden ayrı” bir ülkede sosyalizmin mümkün olamayacağını söylemektedir. Karşı taraftaki Buharin-Stalin hattı ise Lenin’den yaptıkları alıntılarla “tek ülkede sosyalizmi” öğretinin bir eklentisi haline getirdi. Ekonomik anlamda bunun altyapısının hazırlanabileceği, Stalin dönemi gelişme değerlendirildiğinde ‒ülkenin muazzam kaynaklarını harekete geçirilmesinin yardımıyla‒ doğrulanmış oldu. Fakat Troçki’nin temel ikazlarından biri olan dünya devrimi perspektifinden uzaklaşma da bu teorileştirmeyle hız kazandı [31] . Sovyetlerin güvenliği en önemli mesele haline geldikçe, her ülkedeki hareketin çıkarları Sovyet devlet aklına bağımlı kılındı (Claudin, 1990:155). Ne pahasına olursa olsun Sovyetleri destekleme politikası, kimi zaman yıkmaya çalıştıkları kendi rejimlerini desteklemeye varacaktı. Dallin’in (1990) ilginç bir çalışmasında, KP merkez komitesinin yıllık tören ve anmalar için hazırladığı slogan listelerine bakarak, vurgudaki değişimin görülebileceği söyleniyor: 1927’ye dek sloganlarda dünya devriminin önceliği bulunurken, o tarihten sonra “Dünya proleterleri! SSCB sizin anavatanınızdır. SSCB’yi savunun!”, “SSCB’de sosyalizmin inşası, dünya proleter devriminin temelidir” şeklinde, ters yöne çevrilen bir vurgu göze çarpıyor. Ayrıca dünya devrimi sloganları da giderek rutinize hale geliyorlar. II. Dünya Savaşı yıllarında kaybolup, savaş ertesi “barışçı yol” adına kardeş partilere dayanışma mesajları halini alıyordu.

Sovyetler diğer partilere ve Komintern’e kendi programını dayatmakla kalmıyor, topraklarındaki Komintern kadroları arasında ajan olma şüphesini hayli ciddiye alıp tasfiyeler yapıyordu. 1937’de tüm bir Polonya KP’nin üzeri silinmişti.  Zinovyev, Radek [32] , Buharin gibi en tepe noktalara ulaşmış kişiler ve daha birçokları ajan oldukları gerekçesiyle hapsedildi veya katledildiler. Düzenli yapılması gereken çeşitli düzeylerde kongreler-toplantıların arası açılıyor, göstermelik toplantılarda alınan kararlar zaten önceden tepedeki Stalin ekibi tarafından yönlendiriliyordu. Çoktan dejenere olmuş olsa da, enternasyonal komünizme en büyük sembolik darbeyi de, Stalin, 1943’te, müttefiklerin gönlünü yapmak için Komintern’i lağvetmekle vurmuş oldu.

1930’lardan itibaren ulusalcılığın aşılanmasına, savaş sonu 1948’de başlatılan anti-kozmopolitizm kampanyası eklendi. Yurtsever olmayan, çoğu Yahudi entelektüeller hedef tahtasına kondu (Grüner, 2010). İçeride bu kesim hedef alınırken, dışarıda da, Batı Avrupa bütünleşme çabalarına destek olan sosyal demokratlara saldırılıyordu: Fransız Blum, Belçikalı Spaak, dünya federasyonu taraftarı H. Laski [33] ve B. Russell gibi figürler… Uluslararası kurumların yeniden biçimlendirildiği bu savaş sonu dönemde, özellikle Vişinski önderliğinde, her diplomatik zeminde, tüm güçle bir devlet egemenliği savunusuna girişildi. Oysa, önceki dönemde Pasukanis, burjuva uluslararası hukukun sosyalist devletler arası ilişkilere uygulanamayacağını, daha henüz tam birleşmemiş sosyalist devletler arasında ‒örneğin, yaşadığı dönemde SSCB ile Moğolistan arasında‒ kendine has kuralların geliştirilmesi gerekeceğini ya da “özde” işine gelen “formu” seçebileceğini savunmuştu (Green, 1988). Hele devrimin ilk yıllarındaki ateşli hukuk reddiyesiyle de bağdaşır bir yanı yoktu bu egemenlik savunuculuğunun. Zorunluluklardan dolayı zamanla pragmatik açıdan, rejimi koruma açısından kurallar kabul edilmeye başlanmıştı; fakat bu hiç savaş sonunda yaşandığı gibi kraldan çok kralcı bir gayretkeşlik içinde yapılmamıştı (bak. Jones, 1990:29-37).

Stalin’in Doğu Avrupa ülkelerini Sovyetlere neden dahil etmediğinin yanıtlarından biri de bu anti-emperyal, anti-kolonyal propaganda amacı taşıyan “bağımsızlık” vurgusuydu [34] . Böyle bir katılımın/ilhakın üçüncü bir dünya savaşını tetikleyebileceğinden çekinilmiş de olabilir. Bir diğer neden ise Sovyetlerin kendi sisteminin görece homojenliğini ve saflığını bozabileceği endişesiydi; bu, Stalin’in aşırı çekindiği ideolojik-kültürel kontaminasyon yaratabilirdi (Jowitt, 1992). Kaldı ki, Tito gibi popüler liderlerle rekabet de kendi pozisyonunu sarsabilirdi.

Sovyet hukuk teorisyenleri elbette hükümranlık konusunun sosyalist enternasyonalizm boyutunu elden bırakmamıştı. Bu ikincisinin tekrar öne çıkarılmasına ve önceliğinin yeniden vurgulanmasına 1956’da Macaristan ve 1968’de Çekoslovakya’ya müdahaleler sebep oldu ve Brejnev doktrini adıyla anılmaya başlandı. Buna göre tekil ülkelerin çıkarları, dünya sosyalizminin ve devrimci hareketinin çıkarlarının karşısına konulamazdı. Sovyetler Birliği’nin gerek kendi içindeki halklar arasında gerekse çevre “halk demokrasileri” arasındaki ilişkiler üzerine kavrayış başından itibaren yakınlaşma (sblizhenie) ve iç içe geçiş/kaynayış (sliianie) diyalektiği içinde ele alındı. Kimi dönemlerde tartışmalar (anayasa hazırlama süreçlerinde eğitim dili, ortak bir “Sovyet” yaşama biçimi, kültürü yaratma gibi) belli bir yöne doğru kaysa da bu denge tutturulmaya çalışıldı. Fakat genelde ‒kaynaşma, birleşme, erime olarak ifade edilen‒ bu ikinci ama nihai amaç çok uzun zaman alacağı belirtilerek hep geleceğe havale ediliyordu. Ünlü “formda ulusal ama özde sosyalist” formülasyonu aslında ulusalcılığı besleyici, kollayıcı ve teşvik edici rol oynuyordu [35] (Kemp, 1998:84).

Ara değerlendirme

Yazının hemen başında değindiğim van Ree’nin (2015) iddiasına geri dönersek, tek bir ünite (bu, çağımızda genelde ‘ulus’a tekabül ediyor) sınırları içinde bir komünizm düşüncesi norm değil, olsa olsa sapma olarak değerlendirilebilir ‒gerçi, “tek ülkede sosyalizm” ideologları da son kertede ulusal sınırların aşılması idealine sadık kalmıştır. Sosyalizmin geniş ailesi içinde Marksizm giderek başat hale geldikçe ideal ölçek de küresel olarak ele alınmıştır. Ulusalcı eğilimler, özellikle tabanda, sendikalarda kuvvetli olmaya devam etseler bile, doktriner boyutta, hareketin ideolojik önderliğinde durum budur. “Ulusal” bir komünizm hemen herkesçe bir absürdlük olarak anlaşılır. Bolşeviklerin, Ekim Devrimi ve onu izleyen dönemdeki radikal dinamizmi kendi amaçları doğrultusunda bir dünyayı bir an önce kurmayı üstlenen bir devrimciliği gösterir. İç ve dış şartlar, zamanla bu dinamizmin tavsamasını getirmiş, düzene tavizler verilmesine, geçici gerilemeler ve uzlaşmalara zorlamıştı. Asıl amacın ileri bir tarihe ertelenmesi, sonradan gelenek halini aldı.

Bernstein’la başlayan revizyonizmin ise daha baştan böyle bir evrensel amacı yoktu. Ulus-devlet formunu tarihsel bir veri halinde kabul ediyor ancak ölçek konusunda esnek davranabiliyordu. Sosyal demokrasi tarihi içinde, genelde tarihsel olarak kendini ulusla sınırlandıran örgüt ve ideologlar olduğu gibi [36] , ulus-üstü bölgesel ve küresel birlikler yaratmayı amaçlayanlara, bu tür örgütlere yön verenlere de rastlanabiliyordu. Başka bölgelerdeki sosyal adaletçi, halkçı hareketlerin de sosyalizan ölçeği Marksizmle kıyaslandığında daha yerel ve ulusaldır; bölgesel olarak halkın birleşmesi derecesinde kapsamlıdır: Kuomintang, Meksika devrimi, Hint Kongre Partisi, Arap sosyalizmi, Siyonist sosyalizm, pan-Afrika sosyalizmi…

Yazıya yön veren ikiliklerden bir diğeri olan merkeziyetçilik-yerellik boyutunda da, Marksizmin, Saint-Simon’dan gelen daha merkeziyetçilik yanlısı çizgiyi benimseyip bugüne getirdiğini söyleyebiliriz. Merkeziyetçiliğin otoritaryenizme kayma temayüllerine işaret eden, Cabet tarzı tahayyüllere kendi içinden eleştirel ikazları yükseltmiş bir çizgidir bu. Elbette her sosyalizm pratiği Sovyet tarzı bir merkeziyetçiliği benimsemedi. Bu noktada, Yugoslavya özyönetim deneyiminin farklılığı özellikle belirtilebilir. Aslında Stalin’le yaşanan çatışma sonrası bir ideolojik farklılaşma arayışından doğan bu yöneliminin düşünsel kökleri Fransız kooperatif hareketinin kurucusu P. Buchez ve Proudhon’a dek sürdürülebilir. Yugoslav özyönetiminin ideolojik babası, parti teorisyeni E. Kardelj sistemin temelini yerel komünler üzerine inşa etmişti. 1955 Komün yasası ve 1963 Anayasasıyla planlama ve vergilendirme gibi birçok yetki bu komünlere devredildi. Mülkiyet ve yatırım gibi araçların komünlere ve yerel bankalara devriyle, merkezi yönetimin elindeki araçlar azalmış oldu. Kapsamı daraltılan genel planlama sadece yol gösterici olarak kabul edildi. Üretim birimleri arasındaki ilişkiler büyük ölçüde serbest piyasa mekanizmalarıyla belirleniyordu.

Ülke genelinde, Kardelj ve Tito’nun ulus hakkındaki düşüncelerinin kökeninde de Avusturya Marksizmi vardı. Kardelj, ulusları sosyal işbölümünün doğal sonucu olarak görüyordu; ortadan kalkmaları çok uzun zaman alacaktı. Uluslar hemen sönümlenmeyeceğine göre onları Yugoslavcılık gibi bir idealle birbirleri içinde kaynaştırıp eritmeye çalışmak zorlama olurdu. Kardelj, ulusların çıkarlarına dayalı bir konfederalizm savunuyordu. Ulusalcılığa yönelik olumlu bir tavır vardı. Tito daha çok Yugoslavcılığı savunmuşken, merkeziyetçilik taraftarı Sırp lider Rankoviç’in tasfiyesiyle Kardelj’in fikirlerinin önü açılmış oldu. 1974 Anayasası, gücü federe devletlere dağıtarak aralarındaki bağı da zayıflattı. Bir tutkal işlevi yapan Tito’nun ölümünden sonra, Yugoslavya’nın bölünüş süreci Kardelj’in kurumsal anlayışından doğacaktı (Jovic, 2003). Gerçekte Yugoslav örneği, entegrasyon değil, en başından itibaren, uygulanan ekonomik sistemin ülkeyi bölmesinin örneği oldu (Ellman, 2014:55).

Kaynakça

Alesina, A. & E. Spolaore (2003) The Size of Nations, Cambridge: MIT Press

Alexopoulos, G. (2006) “Soviet Citizenship, More or Less: Rights, Emotions, and States of Civil Belonging” Kritika, 7(3):487-528

Allison, F. (2014) “Tugan-Baranovsky on Socialism: From Utopia to the Economic Plan” Oeconomia, 4(1):35-53

Avineri, S. (1991) “Marxism and Nationalism” Journal of Contemporary History, 26:637-57

Baeva, I. (2012) “The Day Before the Crush: Bulgarian-Soviet Relations in the Nineteen Eighties” Studies in the History of Russia and Central-Eastern Europe, 47:5-20

Barnett, V. (2000) “Tugan-Baranovskii’s Vision of An International Socialist Economy” The European Journal of the History of Economic Thought, 7(1):115-135

Bauer, O. (2000) The Questions of Nationalities and Social Democracy, Minneapolis: University of Minnesota Press

Bauer, O. (2015) “The Transition from the Capitalist to the Socialist Society”, M.E. Blum & Smaldone (der.) Austro-Marxism: The Ideology of Unity, Leiden: Brill

Bebel, A. (1996) [1879] Kadın ve Sosyalizm, çev.: S.N. Kaya, İstanbul: İnter Yayınları

Benner, E. (2012) “Nation-State”, A.W. Wood & S.S. Hahn (der.) The Cambridge History of Philosophy in the Nineteenth Century (1790-1870), Cambridge: Cambridge University Press

Berlin, I. (2013) Against The Current: Essays in the History of Ideas, Princeton: Princeton University Press

Bernstein, E. (1991) Evrimsel Sosyalizm, çev.: B. Alkım Cerit, Evren Bülaycı, İstanbul: Kavram Yayınları

Billington, J.H. (1980) Fires in the Minds of Men: Origins of the Revolutionary Faith, New York: Basic Books

Bloom, S. F. (1941) The World of Nations: A Study of the National Implications in the Work of Karl Marx, New York: Columbia University Press

Bodganoff, A. (1925) A Short Course of Economic Science, 2. baskı, London: Communist Party of Great Britain

Bogdanov, A. (2010) Kızıl Yıldız, çev.: A. Hacıhasanoğlu, İstanbul: Yordam Kitap

Bookchin, M. (2012) Devrimci Halk Hareketleri Tarihi: Fransız Devriminden İkinci Enternasyonale, çev.: Devrim Keskin, Ankara: Dipnot Yayınları

Brincat, S. (2014) “Emancipation and the Limits of Marx’s Cosmopolitan Imaginary”, S. Brincat (der.) Communism in the 21th Century, Vol:I, Santa Barbara: Praeger

Caldwell, P.C. (2009) Love, Death, and Revolution in Central Europe, New York: Palgrave Macmillan

Carr, E.H. (1989) Bolşevik Devrimi 1917-1923, Cilt:I, çev.: Orhan Suda, İstanbul: Metis Yayınları

Chase-Dunn, C. (der.) (1982) Socialist States in the World System, Beverly Hills: Sage

Claudin, F. (1990) Komintern’den Kominform’a: Komünist Enternasyonalin Bunalımı, Cilt I, çev.: Yavuz Alogan, İstanbul: Belge Yayınları

Connor, W. (1984) The National Question in Marxist-Leninist Theory and Strategy, Princeton: Princeton University Press

Cooper, R.N. (1976) “Worldwide versus Regional Integration: Is There an Optimum Size of the Integrated Area?” F. Machlup (der.) Economic Integration: Worldwide, Regional, Sectoral, London: Macmillan

Corcoran, P.E. (der.) (1983) Before Marx: Socialism and Communism in France, 1830-48, London: Macmillan Press

Czerwinska-Schupp, E. (2017) Otto Bauer (1881-1938), Leiden: Brill

Çulhaoğlu, M. (1997) “Marksist Çözümlemede Ölçek Sorunu” Sosyalist Politika, Haziran 1997, s.7-16

Dallin, A. (1990) “Whatever Happened to World Revolution? Changing Soviet Perspectives on International Communism” The National Council for Soviet and East European Research, Kasım 1990

Davis, H.B. (1978) Toward a Marxist Theory of Nationalism, New York: Monthly Review Press

Day, R.B. (1973) Leon Trotksy and the Politics of Economic Isolation, Cambridge: Cambridge University Press

Dawson, W.H. (1899) German Socialism and Ferdinand Lassalle, London: Swan Sonnenschein & Co.

Deutscher, I. (1991) Tarihin İronileri, çev.: Yavuz Alogan, İstanbul: Belge Yayınları

Doghoff, S. (der.) (1998) Bakunin: Hayatı, Mücadelesi ve Eserleri, çev.: C. Atila, Kaos Yayınları. “Devrimci El Kitabı” ile “Federalizm, Sosyalizm, Anti-Teolojizm” s.78-153

Durkheim, E. (2009) Socialism and Saint-Simon, London: Routledge

Duylin, S. & E. Forestier-Peyrat (2017) “Flexible Sovereignties of the Revolutionary State:

Soviet Republics Enter World Politics” Journal of the History of International Law, 19:1-22

Elden, S. (2013) The Birth of Territory, Chicago: The University of Chicago Press

Ellman, M. (2014) Socialist Planning, 3. baskı, Cambridge: Cambridge University Press

Engels, F. (1974) Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, çev.: Öner Ünalan, Ankara: Sol Yayınları

Engels, F. (2013) İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev.: Oktay Emre, İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Fichte, J.G. (2012) [1800] The Closed Commercial State, New York: SUNY Press

Fontanel, J. vd. (2008) “French Utopian Economists of the Nineteenth Century”, Defence and Peace Economics, 19(5):339-350

Goodman, E.R. (1953) “The Soviet Union and World Government” The Journal of Politics, 15(2):231-253

Gökay, B. (2006) Soviet Eastern Policy and Turkey: Soviet Foreign Policy, 1920-1991: Turkey and Communism, London: Routledge

Green, E.F. (1988) “Socialist Internationalism: Teoria and Praxis in Soviet International Law” Yale Journal of International Law, 13:306-331

Gregory, D. (1983) “Karl Marx’s and Friedrich Engels’ Knowledge of French Communism in 1842-43” Historical Reflections, 10(1):143-193

Grüner, F. (2010) “‘Russia’s battle against the foreign’: the anticosmopolitanism paradigm in Russian and Soviet ideology” European Review of History, 17(3):445-472

Herod, C.C. (1976) The Nation in the History of Marxian Thought, Hague: Springer Science

Herzen, A. (1979) [1850] From the Other Shore, Oxford: Oxford University Press

Holland, O. (2017) William Morris’s Utopianism: Propaganda, Politics and Prefiguration, Cham: Palgrave Macmillan

James, D. (2011) Fichte’s Social and Political Philosophy, Cambridge: Cambridge University Press

Jaures, J. (1991) Demokrasi, Barış, Sosyalizm, çev.: Asım Bezirci, İstanbul: E Yayınları

Johnstone, M. (1967) “Marx and Engels and the Concept of The Party” The Socialist Register, s.121-158

Jones, R.A. (1990) The Soviet Concept of Limited Sovereignty from Lenin to Gorbachev: The Brezhnev Doctrine, New York: Palgrave Macmillan

Jovic, D. (2003) “Yugoslavism and Yugoslav Communism: From Tito to Kardelj”, D. Djokic (der.) Yugoslavism: Histories of a Failed Idea 1918-1992, London: Hurst & Company

Jowitt, K. (1992) New World Order: Leninist Extinction, Berkeley: University of California Press

Kant, I. (2010) [1793] “Yaygın Bir Söz Üstüne: ‘Teoride Doğru Olabilir Ama Pratikte İşe Yaramaz’ [Teori ve Politik]” H. Çörekçioğlu (der.) Kant Felsefesinin Politik Evreni, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

Kemp, W.A. (1998) Nationalism and Communism in Eastern Europe and the Soviet Union, A Basic Contradiction? London: Palgrave Macmillan

Keser, H. (2006) “The Evolution of “New” Labour’s European Policy: Europe as the New Jerusalem” ODTÜ Avrupa Çalışmaları yüksek lisans tezi, Ağustos 2006

Kofman, M. (1968) “The Reaction of Two Anarchists to Nationalism: Proudhon and Bakunin on the Polish Question” Labour History, 14:34-45

Kropotkin, P. (2005) Anarşi: Felsefesi, İdeali, çev.: Işık Ergüden, İstanbul: Kaos Yayınları

Laidler, H.W. (1969) History of Socialism, Oxon: Routledge

Lamb, P. (2018) “Harold Laski’s International Functionalism: A Socialist Challenge to Federalism” The International History Review, s.1-23

Lenin, V.I. (1978) Devlet ve Devrim, Eriş Yayınları

Lenin, V.I. (1980) Sosyalizm ve Savaş, Eriş Yayınları

Lenin, V.I. (1992) Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, çev.: Muzaffer Erdost, Ankara: Sol Yayınları

Lenin, V.I. (1993) Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, çev.: Yurdakul Findancı, Ankara: Sol Yayınları

Leopold, D. (2012) ”‘Socialist Turnips’: The Young Friedrich Engels and the Feasibility of Communism”, Political Theory, 40:347-378

Lohr, E. (2012) Russian Citizenship, Cambridge: Harvard University Press

Louis, P. (1966) Fransız Sosyalizmi Tarihi (1789-1950), çev.: Şerif Hulusi, İstanbul: Dördüncü Yayınevi

Löwy, M. (1989) “Fatherland or Mother Earth? Nationalism or Internationalism from a Socialist Perspective”, The Socialist Register, s. 212-227

Löwy, M. (1999) Dünyayı Değiştirmek Üzerine, çev.: Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Luxemburg, R. (2014) Milliyetler Sorunu ve Özerklik, çev.: M. Çakır, Frankfurt: Rosa Luxemburg Stiftung http://www.hessen.rosalux.de/

Martin, T. (2001) The Affirmative Action Empire: Nations and Nationalism in the Soviet Union, 1923-1939, Ithaca: Cornell University Press

Marx, K. & F. Engels (2013) Alman İdeolojisi, çev.: Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, İstanbul: Evrensel Basım Yayın

Mewes, H. (1976) “On the Concept of Politics in the Early Work of Karl Marx”, Social Research, 43(2):276-294

Molyneux, J. (2015) Marksizm ve Parti, çev.: Yavuz Alogan, Ankara: İmge Kitabevi Yayınevi

Musto, M. (2014) “Introduction”, M. Musto (der.) Workers Unite! The International 150 Years Later, New York: Bloomsbury

Ostrowski, M.S. (2018) Eduard Bernstein on Social Democracy and International Politics, Cham: Palgrave Macmillan

Owen, R. (1993) [1849] “The Revolution in the Mind and Practice of Human Race”, G. Claeys (der.) A New View of Society and Other Writings, London: Penguin

Petrus, J.A. (1971) “Marx and Engels on the National Question”, The Journal of Politics, 33(3):797-824

Rosdolsky, R. (1986) Engels and the Non-Historic Peoples: The National Question in the Revolution of 1848, Glasgow: Critique Books

Salvadori, M. (der.) (1968) Modern Socialism, London: Palgrave Macmillan

Shoup, P. (1962) “Communism, Nationalism and the Growth of Communist Community of NationsAfter World War II” The American Political Science Review, 886-898

Sochor, Z.A. (1988) Revolution and Culture: The Bogdanov-Lenin Controversy, Ithaca: Cornell University Press

Spolaore, E. (2006) “National Borders and the Size of Nations” B.R. Weingast & D.A. Wittman (der.) The Oxford Handbook of Political Economy, Oxford: Oxford University Press

Steger, M. (1997) The Quest for Evolutionary Socialism: Eduard Bernstein and Social Democracy, Cambridge: Cambridge University Press

Szporluk, R. (1988) Communism vs. Nationalism: Marx and List, Oxford: Oxford University Press.

Swedberg, R. (1994) “Saint-Simon’s Vision of a United Europe” European Journal of Sociology, 35(1):145-169

Taylor, P.J. (1987) “The Paradox of Geographical Scale in Marx’s Politics” Antipode, 19(3):287-306

Taylor, P.J. (1992) “Nationalism, Internationalism and a ‘Socialist Geopolitics’” Antipodes, 24(4):327-336

Treisman, D. (2007) The Architecture of Government: Rethinking Political Decentralization, Cambridge: Cambridge University Press

Trotskiy, L.D. (2007) “Yalıtılmış bir ülkede sosyalizm mi?” Devrimci Marksizm, www.devrimcimarksizm.net

Tugan-Baranovsky, M. (1910) Modern Socialism in Its Historical Development, çev.: M.I. Redmount, London: Swan Sonnenschein & Co.

van Ree, E. (2015) Boundaries of Utopia: Imagining Communism from Plato to Stalin, London: Routledge

Wang, B. (der.) (2017) Chinese Visions of World Order: Tianxia, Culture, and World Politics, Durham: Duke University Press

Wood, A.W. (2016) Fichte’s Ethical Thought, Oxford: Oxford University Press

Woodward, S.L. (1995) Socialist Unemployment: The Political Economy of Yugoslavia 1945-1990, Princeton: Princeton University Press 



[1] I. Wallerstein ile onun Chase-Dunn (1982) gibi izleyicileri, Sovyetler ve diğer sosyalist ülkeleri, küresel ölçekte kapitalist sistemin işlevsel bir parçası, sanayileşme yoluyla merkeze yerleşmeye çalışan yarı-çevre birimleri olarak ele alırken, toplumların içsel dinamiklerini ve ideolojik faktörleri geri tutup tüm açıklayıcılığı tek ve bütünleşik küresel ekonomiye atfediyor. Sonunda, dünya sistemi bütün halde sosyalist aşamaya erişmedikçe parçaların da sosyalist olamayacağına varan bir anlayışa ulaşılıyor.

[2] Komünist hareketteki enternasyonalizm ufkunu sorguladığı kitabında Amsterdam Üniversitesi profesörü Erik van Ree (2015); komünizmin “ortak mülkiyet” tanımından yola çıkarak, komünist siyasetin geçmişini Platon, Pitagoras, Müntzer, Anabaptistler, Diggers hareketi, More, Campanella, Fenelon ya da Mably gibi isimlere uzatarak, aslında komünizmin ufkunun her zaman sınırlı bir şehre veya ulusa takılı kaldığı, otarşiyi temel aldığı ve nihayetinde “tek ülkede sosyalizm” vakasının bir teoriye ters düşüşe değil, aksine onun tutarlı devamına işaret ettiği tezini temellendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken 19. yüzyılın sosyalistlerini ve anarşistlerini de dışarıda bırakıyor. Kanımca her türlü ortaklaşıcılık ve eşitlikçilik hareketini, bir 19. yüzyıl fenomeni olan sosyalizm/komünizmle aynı potada eritmenin yanlışlığı ortadadır. Van Ree komünizmin şimdi kullandığımız esas anlamını haksızca genişleterek anakronizm yapıyor, bunu kendi de baştan kabul ediyor! (s.10-11) Eski bir Maoist olduğunu söyleyen biri için bir taraftan yadırgatıcı, bir taraftan da siyaseten beklenir bir tavır alış…

[3] Çalışma hakkının en bilindik ismi Louis Blanc’ın “Organisation du Travail” (1839) kitabı ve Şubat 1848 devriminden çok önce Fichte, Rousseau’nun toplumsal sözleşmesini çalışma hakkıyla genişletmişti. Ayrıca yeniden dağıtımcı adalet anlayışı, Babeuf ile paralellikler taşır: örneğin, herkesin temel ihtiyaçlarının karşılanması, lüksün yasaklanması, dış ticarette devlet tekeli, planlama gibi. “Bugün on iki ordumuzdaki 1.200.000 insanımız için bu uygulanıyorsa, küçük ölçekte mümkün olan şey büyüğünde de mümkündür” (Babeuf’tan aktaran Salvadori, 1968:56). Max Weber’in eşi Marianne Weber “Fichte’s Sozialismus und sein Verhältnis zur Marx’schen Doktrin” (1900) kitabında Fichte’nin “sosyalizm”inin Eşitlerden esinlendiğini savunur (James, 2011:56).

[4] “Doğal sınır” kavramının dinamik bir Lebensraum (yaşam alanı) anlayışına dönüşebileceği ve yeni çatışmalara yol açabileceği sorusu açık kalır.

[5] İrlandalı William Thompson’ın öğretiye önemli bir ekleme yaptığını not edelim: Oluşturulacak birimlerin, toprak verimliliği vs. hususlarda birbirine denk olması beklenemeyeceğinden, dünya çapında bir üst otoritenin bunlar arasında kaynak aktarımı yapabilmesi gerektiğini söylemiştir. (Tugan-Baranovsky, 1910:156)

[6] İlginç olarak, omniarch merkezinin İstanbul’da olması düşünülmüştür. (Laidler, 1969:59)

[7] Swedberg (1994), Fichte okuyanların gözünün önüne COMECON’un, Saint-Simon okuyanlara da teknokratik bir AET’nin geleceğinden ‒Jacques Delors’cu rötuşlarla belki‒ bahseder.

[8] Bu arada, Bookchin’in (2012:229) “o dönemde konfederalizm sözcüğü federalizm anlamında kullanılıyordu” şeklindeki notuna binaen, iki terim arasındaki nüansı gözardı eder şekilde kullanıyorum. Örneklendirmeye devam edersek, Kropotkin’in de yazılarında sıklıkla Ortaçağ birliklerinden, loncaları ve kent topluluklarından hayranlıkla bahsettiğini görürüz. “Hakiki gelişme, hem toprakların hem de insan faaliyetlerinin desantralizasyonu yönündedir; merkezden periferiye doğru mevcut hiyerarşi yerine basitten karmaşığa giden serbest federasyon ruhunun, yerel ve şahsi inisiyatif ruhunun gelişiminde yatmaktadır.” (Kropotkin, 2005:53)

[9] “Letter From Marx to his Father in Trier” 10.11.1837, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1837-pre/letters/37_11_10.htm

[10] Hess ilkin Yahudilerin, tüm diğerleri gibi, birlik içinde gönüllü olarak asimile olmasını savunurken zaman içinde politik çizgisi Lassalle’a yaklaşmış, ayrıca Yahudi ulusalcılığı önderlerinden biri olmuştur. Genel insanlık kategorisinin ancak ulusallık dolayımıyla gerçekleşebileceğini söyler. Bu açıdan komünizmin ulusların varlığıyla çelişmesi gerekmediğini belirtir. (Hess için bak. Caldwell, 2009:39-67, Berlin, 2013:267-316)

[11] Bununla birlikte, tıpkı Babeuf’un küçük ölçekte yapılabilenin, büyüğünde de yapılabileceğini söylemesi gibi; Engels de 1844’te yazdığı bir yazıda Amerika’daki Owenist, Fourierist ve Hristiyan ortaklaşmacı toplulukların başarılarından örnekler gösterip, komünizmin büyük ölçekte de uygulanabilir olduğunu savunmuştu (Leopold, 2012). Hannah Arendt, bir yazısında Marx için ideal toplum biçiminin antik Yunan Atina’sı olduğunu not eder (Mewes 1976:277). Bu daha çok, Rousseaucu idealleri paylaşan genç Marx’ın radikal demokrat dönemine tekabül edebilir.

[12] Paris Komününden söz ederken Marx, ademi-merkeziyetçi komünler yerine, ulus birliğinin bozulmayacağından, merkezi hükümetin az ama önemli işlevlerinden bahseder (Marx, “Fransa’da İç Savaş”, s. 58). 1850’de Komünistler Birliğine Çağrı’da Almanya’da devrimci partinin görevinin en katı merkeziyetçiliği yerleştirmek olduğu söylenir. Engels 1885’te buna bir düzeltme ekleme gereği hisseder ve yerel özyönetimin ulusal merkeziyetçilikle çelişmediğini not düşer. 

[13] Szporluk (1988:44) Engels’in orijinal Almanca metninin Moskovalı yayıncıları tarafından düzenlendiğini, Engels’in aslında işçilerin “hümaniter ve anti-ulusal” (anti-national) olduklarını yazdığını söylüyor. İngilizce toplu eserler, 6. ciltte (s.6) “anti-ulusalcı” (anti-nationalist) olarak geçiyor. Bu halde, anlamda bir daralma yaratılmış oluyor.

[14] M. Löwy de 1848 öncesi yazılarda, “kozmopolit/enternasyonalist bir dünya şehri, bir evrensel Gemeinschaft projeksiyonu” bulunabileceği söyler. Dünya çapında, halkların giderek birbiriyle kaynaştığı tek bir sosyalist kültür vizyonudur bu (Löwy, 1989). Öte yandan Bloom (1941: 32, 207) ise Marx’ta bu tür bir küresel toplum anlayışının olmadığını; farklılıkların, farklı ulusal aidiyetlerinin yan yana, kardeşçe var olacağı bir komünist enternasyonalizm öngördüğünü savunur.

[15] Bununla beraber, Enternasyonal’in kuruluşu sırasında, Avrupa işçi sınıflarının bir nevi uluslar-üstü hükümeti şeklinde çalışması yönünde bir önerinin nasıl Marx’ın çabasıyla reddedildiğini de not etmeliyiz (Johnstone, 1967:134).

[16] F. Engels “To The National Council of the French Workers’ Party” http://www.mlwerke.de/me/me22/me22_087.htm

[17] Marx’ın 1870 tarihli bir mektubunu, özel bir yazışmada dile getirilmiş olsa da, “ulusal sorunu” siyaseten en açık kabulü olarak değerlendirebiliriz. Elbette ortak yaşam ve mücadele nihai amaç olsa da, İrlanda ve İngiltere’nin daha sonra federasyon kurabileceği söylenmiş olsa da; bu, farklı aidiyetlerin kısa sürede ortadan kaybolmayacağı, önemini yitirmeyeceğini de gösteriyor. Yani, yerleşik otokton nüfusun çoğunluğunun, kendini tanımladığı/diğerlerinden ayırdığı etnik, dilsel vs. aidiyetin, siyasal topluluk açısından önceliği olacak şekilde kabul edilmiş oluyor. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1870/letters/70_04_09.htm

[18] Jaures (1991:79) sıkça alıntılanan pasajında şöyle yazar: “Yurt ve Enternasyonal artık perçinlenmiştir. Ulusların bağımsızlığı en yüksek güvenliği Enternasyonal’de bulmaktadır. Öte yandan, Enternasyonal de en güçlü ve en soylu dayanağını bağımsız uluslarda bulmaktadır. Neredeyse, insanın şöyle diyesi geliyor: Az yurtseverlik bizi Enternasyonal’den uzaklaştırır, çok yurtseverlik ise ona yaklaştırır.”

[19] Bauer asla “tek ülkede sosyalizm”i savunmaz. Sosyalizm ulusal birimler üzerinde yükselecektir. Bu, ancak küresel devrimin tamamlanması ve ekonomik anarşiye katiyen son verilmesine bağlıdır (Bauer, 2015:363). Geleceğin ulusal birimleri otarşik kalamaz. “Ricardo’nun yadsınamaz şekilde kanıtladığı üzere” (Bauer, 2000:410) her dezavantajlı birim bile uluslararası işbölümü çerçevesinde insanlığın zenginliklerinden faydalanacaktır. Göçler, birimler arasında rasyonal kararlarla uygulanacaktır. Üretimlerin uyumlaştırılması, anlaşmazlıkların çözümü vb. açılardan ulus-üstü otoritelerin oluşturulması gerekecektir.

[20] 1915’e ait “Savaş ve Sosyalizm”den aynı minvalde bir paragraf: “Bu hakkın savunulması hiçbir biçimde küçük devletlerin kurulmasını özendirmek değildir; tersine daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve daha evrensel büyük devletlerin ve devletler federasyonunun kurulmasını hazırlamaktır. Bu büyük devletler, yığınlar için daha yararlı olduğu gibi, ekonomik gelişmeye de daha elverişlidir.” (Lenin, 1980:30)

[21] Lenin’in “boşanma hakkı” benzetmesini kullandığı iyi bilinir. Buharin ve Preobrazhenski’nin (1922:199) ileriki yıllarda verdiği örnek de bir o kadar iyimserdir: Ateşin mahzurlarını çocuğa öğretmek amacıyla tek sefere mahsus olmak kaydıyla çocuğun ellerinin biraz yanmasına izin veren bir anne gibi düşünmelidir ayrılma hakkını komünistler…

[22] Aynı dönemin bir diğer ünlü ütopyası olan “Hiçbiryerden Haberler” (1890) yazarı W. Morris, hem Bellamy’in “ulusal” devlet ütopyasını eleştirmiş, hem de Marksizme daha yakın bir enternasyonalist gelecek tahayyülü geliştirmişti. (Morris çoğu zaman eleştirmenlerce kozmopolitanizmin bir örneği olarak değerlendirilir. Bu “semantik” tartışma için bak. Holland, 2017:191-7).

[23] Lonca (guild) sosyalizmi, sendikalizm gibi sektörel bir örgütlenme savunsa da, devlete karşıt olmayan; Fabiancılık, Hristiyan sosyalizmi ve sanayileşmeye tepki olarak doğan bir ortaçağ özleminin birleşimini oluşturmuş, kısa ömürlü bir öğretiydi.

[24] 19. yüzyıl sonlarına doğru, hızla büyüyen kentlerde, serbest piyasa aktörlerinin sağlamayı kârlı görmediği, merkezi hükümetin de üstlenmediği kamusal ihtiyaçları gidermek için doğan, Fabiancılar tarafından geleceğin kolektif devletinin embriyoları gibi düşünülen bu tarz sosyalizm; Lenin ve diğerleri tarafından ekonomik sistemin bütünlüğünü gözardı ettiği için şiddetle eleştirilmişti. İleriki yıllarda, ölçek ekonomileri gereği, birçok alanda sorumluluğu ulusal refah devletleri almaya başladı.

[25] İngiltere’de doğan kooperatif hareket, aslında liberal sosyalizmle ‒J.S. Mill örneğin‒ irtibatlandırılabilir. Batı dünyasında tek olmak üzere, yine İngiltere’de, kooperatifler siyasi parti kurmuş ve daha sonra İşçi Partisi içinde yaşamaya devam etmiştir.

[26] Marksist emek-değer teorisini marjinalizmle sentezlemeye çalışan Tugan-Baranovski, piyasa sosyalizminin ilk kuramcılarından sayılabilir.

[27] Bogdanov’un Proletkult hareketi, ulusalcılığı temelde bir burjuva ideolojisi olarak görüyor, işçi sınıfının yeni ve evrensel bir kültür geliştireceğine inanıyordu. O aşamada, İngilizce gibi bir dilin ortak bir dil halini alacağı düşünülüyordu -Esperanto’ya ise pratik olmadığı için karşıydı. (Sochor, 1988:147) Komintern’in II. Kongresiyle Proletkult, uluslararası olarak genişletilecekti.

[28] Buna ek olarak, Bolşeviklerin iktidarı paylaştıkları, daha ademi-merkeziyetçi olan sol Sosyalist Devrimcilerin etkisinden de söz edilebilir. Onların elinde olan Adalet Halk Komiserliği’nden Reisner, devletin teritoryal federalizm yerine, komünal-sendikal federalizm şeklinde örgütlenmesini önermişti. Yine de, sonunda Sverdlov’la Stalin’in hazırladığı Bolşevik tasarısı kabul edildi.

[29] Yabancı işçilere ve komünistlere yönelik yurttaşlık çağrıları yapılıyordu; bunun için yerel sovyete verilecek bir dilekçe yeterliydi. Ancak, savaş ve ekonomik sıkıntılar ortamında büyük bir göç dalgası (ülkeden kaçan Beyazlar ve diasporaya dağılan Ermenilerin dönüşü dışında) yaşanmadı. 1920’ler ve 1930’larda, önce başarısız Alman ve Macar devrimleri ardından gelen 25-30 bin, ayrıca ABD ve Kanada’dan özellikle 1929 buhranı sonrası gelen 20 bin işçi vardı. Sanayileşme atılımı içinde Batı’da, kalifiye işçi ve uzman alımı için ilanlar yapıldı. Bir milyonun üzerinde başvurudan sadece 42 bin kadarı alındı. Finlandiya ve Polonya üzerinden kaçak göçler de yaşanıyordu. 1930’ların sonuyla, sınırlar-arası hareketlilik son buldu. Yurttaşlığa alım işleri zamanla merkezileştirildi, kurallar sıkılaştırıldı. Güvenlik endişeleri, enternasyonalist vurguların giderek silikleşmesine neden oldu. İçte de ikametgah belgesinin devreye sokulmasıyla hareketlilik oldukça kısıtlandı.

[30] Komintern’in 1920’deki ikinci kongresinde Stalin, geleceğin dünya birliğinden konfederasyon olarak söz edilmesini önerdi. Lenin’e uyularak, federasyon kelimesinde karar kılındı (Shoup, 1962:888)

[31] Politik tavır alışlardaki zamanlama hataları bir yana, Troçki’de hem kapsamlı sosyalist inşanın ancak dünya devrimiyle tamamlanacağı söylemi hem de hızlı sanayileşme savunusuyla bu sürecin temposunu arttırma isteği fazla tutarlı gözükmüyor (Day, 1973:4). Aynı şekilde, Komintern’in atak bir siyaset izlemesi isteği, uluslararası dengelerin yok sayılmasını da getirmemeli. Sonuçta kendisinin de dediği gibi, “Devrimi süngülerin ucunda taşımak isteyen kişi, boynuna bir değirmen taşı asıp kendisini denize atsa iyi eder” (akt. Deutscher, 1991:62). Elbette Alman işçilerinin, Çinli köylülerin yapamadığını Kızıl Ordu yapacak değildi. İttifaklar politikası dışında, Troçki başta olsaydı Stalin’den oldukça değişik neler yapabileceği muamma olarak kalacaktır.

[32] “Bir Sovyet traktörü, on tane iyi yabancı komünistten evladır” sözü için Dallin (1990), 1930’larda Radek’e atfedildiğinden bahsediyor. Jowitt (1992:171) de bunu, partililer arasında geçen popüler bir söz olarak anıyor. Gökay (2006:6) ise bu sözü, kaynak göstermeden, direkt olarak Stalin’e atfediyor. Söze dair bilgiye ulaşamadım. Kruşçev’in “100 rublen fazla olacağına 100 dostun olsun” gibisinden sözüyle karşıtlığı, tabii ki, ekonomi-politik konjonktür ve tarihsel dönemler dikkate alarak yapmak gerekir.

[33] Üretici güçlerin önünde, siyasi idare birimi olarak ulus-devletin yetersiz kaldığını düşünen Laski’nin önerdiği dünya federasyonu fikri zaman içinde evrilmekle birlikte, daha çok işlevselci bir anlayışla, belirli alanlardaki egemenlik yetkilerinin yaratılacak üst kurumlara aktarılmasını içeriyordu. Örneğin hava ve demiryolu taşımacılığı, postacılık, elektrik, sulama şebekeleri büyük ölçeklerde birleştirilebilirdi… “Socialism as Internationalism” (1948) kitabında, sosyalistlerin egemenlik fikrine aşırı bağlı kaldığını ve enternasyonalizmi gerektiğince hayata geçiremediğini yazıyordu (akt. Lamb, 2018). Bunları söylerken, Laski’nin sembolik de olsa İşçi Partisi’nin başında bulunduğumun, ipleri asıl elinde tutan Attlee-Bevin hükümetinden ne denli farklı bir çizgide olduğunun altını çizmek gerek.

[34] Birleşme noktasında, Doğu Avrupalı partilerin oluru sağlanabilirdi. Jones (1990:50), Georgiu-Dej ve Kardelj’in buna taraftar olduğunu yazıyor ‒gerçi, Kardelj birkaç yıl sonra “yoksul” Bulgar ve Arnavutlarla birliğe itiraz edecekti (Woodward, 1995:80). Moğol veya Doğu Avrupa basınında da zaman zaman bu tarz birleşme talepleri içeren yazıların çıktığı söyleniyor (Connor, 1984:447). Üst düzeyde bu tür bir tasarıya ise sadece Bulgaristan lideri Todor Jivkov üzerinden rastlayabildim. 4 Aralık 1963 tarihinde Jivkov, Sovyetlere Bulgaristan’la birlik yolunda adım atmak için hazırlıklara başlamayı önermiş. Halka açıklanmayan bu gizli öneri, Sovyetlerden daha fazla yardım payı almak için taktiksel bir öneri miydi yoksa gerçekten inanılarak atılmış bir adım mıydı? (Baeva, 2012) Muhtemelen ilki…

[35] Martin (2001:16) kitabının başlığında kullandığı gibi, Bolşevik politikasının nasıl bir “pozitif ayrımcılık imparatorluğu” yarattığının altını çiziyor. Yalnız Rus ulusalcılığından etkilenenler değil, devrimi yapan kadrodan birçok ismin, ulusallıkları bizzat yaratan bu politikalara muhalefet ettiğini, geçmişte asimilasyoncu eğilimlerin baskın olduğu anlayışın, “zayıf”, “geri kalmış” tarafın desteklenmesi ve yaşatılması şekline çevrilmesine itiraz ettiklerini aktarıyor.

[36] Labourism genel karakteristiğiyle, Kıta Avrupası ile bütünleşmekten fazla haz duymamış, bir döneme dek daha ziyade kendi dominyonlarına ve Atlantik-ötesine yakın durmuş, egemenlik devri konusunda oldukça kıskanç olan İngiliz İşçi Partisi gibi. Üzerinde sıkça çalışılmış ve günümüz Brexit tartışmalarıyla yeniden gündeme gelen konu için kendi çalışmam, Keser (2006)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar