Metin Kayaoğlu, Mao üzerine yazılmış ve tipik anti-komünist saikler ve şartlanmalar taşıdığını söylediği bir kitap hakkındaki yazısında, kitabı “bizim tarafta ulaşamayacağımız hacimde doküman ve enformasyon barındırması” açısında değerli görüyordu: “Çünkü bizim tarafta, bir başka sığlıktan başka pek bir ürün bulamıyoruz. Propagandayla malumatı, hatta belgeyi ayıramayan eserlerle dolduruluyor gözümüz ve gönlümüz bizim tarafta. Nasıl, karşı tarafın ‘medya’sında her zaman bir çöplük yığını görünümündeki zehirli enformasyon bataklığı içinde bizim için altın değerinde malzemeler varsa ve bunları başka yerde bulamıyorsak, bu kitapta da, pek bulamayacağımız bir yığın bilgi mevcut.
Şimdi ele aldığım kitabı da bu açıdan önemli görüyorum. Bir sinolog olan tarihçi Julia Lovell’ın 2019 tarihli “Maoism: A Global History” (Londra: Bodley Head) [Maoizm: Küresel Bir Tarihçe] adlı kitabı, övgülerle karşılanan, okuma listelerinde sıkça yer verilen, aday gösterildiği ödüllerle yılın ses getiren eserlerinden biri oldu. Sol kesimden esere yönelik ayrıntılı bir değerlendirmeye henüz rastlayamadım ‒görebildiklerim daha çok, her türlü şiddet kullanımını a priori mahkum eden ve aslında devrimci dönüşüm vizyonundan çoktan feragat etmiş, bunu ufukta gözükmeyen bir başka bahara ertelemiş kesimlerden geldiği için, bunları pek dikkate değer bulmuyorum. Maoizmi sahiplenen hareketlerden gelecek bir değerlendirme okumak bilgilendirici olurdu, zira kitap “küresel Maoizm” üzerine ilk toplu tarihçe sunma iddiasında. Altta yatan bir diğer iddia da, bir dönem uluslararası alanda kendi içine kapalı ve yalıtık olduğu varsayılan Çin’in aslında yoğun bir küresel bağlantı ağı ve etkileşimi içerisinde olduğu gerçeği.
Lovell, Mao’yu temelde totaliter bir figür olarak her fırsatta eleştiren, ama bir yandan da İngiliz çocuk tekerlemelerinde “başkan miyav” olarak anılmasına karşı çıkabilecek kadar “politik doğrucu” bir liberal. Temel fikrine göre, Maoizm yarattığı aşırılıklarla sadece Çin’de değil, etkilediği her yerde şiddet, kıyım, açlık, kıtlık, muhalif seslerin ezilmesi, kısacası trajedi yaratıyor. (Bu bakışla örneğin Endonezya’daki 1965-1966 komünist kıyımın faturası da Mao’ya kesiliyor. Oysa bu denli doğrudan bir ilişki kurulmaması gerekirdi, aşağıda değineceğim.) Yalnız, yazarın hakkını teslim edelim. Trajedinin tek müsebbibi olarak Maoizme işaret etmiyor; karşı-devrim güçlerinin vahşetini de teslim ediyor. Sonuçta, karşılıklı bir şiddet döngüsü resmediliyor. Ortaya da şiddetin liberal bir tarihçesi ve eleştirisi çıkıyor.
Lovell’ın küresel Maoizm tarihi aslında pek sistematik değil. Analitik olmaktan ziyade, izlenimci bir anekdotlar kolajı şeklinde ilerliyor. Geçmişte Robert J. Alexander’ın “International Maoism in the Developing World” (Londra: Praeger, 1999) ve “International Maoism in the Developed World” (Londra: Praeger, 2001) kitaplarında yaptığı gibi ülke ülke, ansiklopedik bir tarzda ele alınmıyor. Bunu bütünüyle olumsuz bir özellik saymamız gerekmez. Yazar, hem kronolojik hem de bölgesel ayrımlar yaparak, Çin’in dış politikasını da dahil ederek, Maoizmi daha geniş toplumsal dinamikleriyle izah etmeyi amaçlamış. Genel teorik çerçeve açısından şahsen pek etkileyici bulmadım. Dediğim gibi, daha çok selektif anekdot ve detay bolluğu üzerinden ilerleyen anlatım, Çin ve bazı Avrupa ülkeleri için arşiv kullanımı ve mülakatlardan beslenmiş. Bu noktada bizler için birçok veri sağlayabilir. Bunların yeniliği, kullanımı açısından bir değerlendirme yapabilecek konumda değilim. Yalnız, şunu not etmemiz gerekir: Bu tür bir tarihin en önemli kaynakçası olabilecek şeyler, yani Çin Komünist Partisi (ÇKP) Merkez Komite’ye bağlı Dış İlişkiler/İrtibat Bürosu arşivlerine erişimin halen açık olmadığını öğreniyoruz. Bu yüzden, ÇKP’nin diğer partilerle ilişkileri üzerine bilgilerimiz, genelde ikincil başka kaynaklardan yapılan çıkarımlardan oluşuyor.
Lovell, ilk olarak, Mao’un Batı’da tanınmasını sağlayan gazeteci Edgar Snow’un “Çin Üzerinde Kızıl Yıldız” (1936) kitabının etkileriyle başlıyor. Bu kitap, yerli yabancı birçok ismin harekete kazanılması açısından önemli; devrim ertesinde de, Çin-Hindi ve Kore’deki kadroların eğitiminde kullanılıyor. İlk zamanlarda Mao etkisi Çin-Hindi, Asya-Pasifik olmak üzere bölgesel kalıyor. Buradaki partilere yön verilmesi noktasında bayrağı, Stalin’in onayıyla, ÇKP devralıyor. Fakat SSCB ile çatışma belirginleştikçe, ve bu süreçle ÇKP bağımsız ve iddialı bir misyon benimsedikçe, daha küresel bir etkinlik başlıyor: Afrika, Latin Amerika, Avrupa’da giderek büyüyen ÇKP etkisi ele alınıyor. Bir zaman sonra ÇKP’den de ayrışan Maoizmin Peru, Hindistan ve Nepal’deki hikayeleri üç ayrı bölümde yer buluyor. Son bölümde ise Maoizmin Deng Xiapong sonrası Çin’in ülke içindeki durumuna bakılıyor (hem “resmi” ideoloji, hem de ayrı bir parti-içi/toplumsal ideolojik yönelim olarak).
Benim burada yapmak istediğim, Lovell’ın kitabına odaklanmak yerine, kitabın ele aldığı konulardan yola çıkarak, Çin-dışı Maoist hareketlere biraz daha toparlayıcı bir gözle bakmak. Çin ve ÇKP tarihi üzerinden değil de, Çin’in küresel ölçekte etkileri, ÇKP-SBKP çatışması ve uluslararası komünist hareketlere yansıması üzerinden küresel Maoizme bakmak…
*
Buna kalkışmak için elbette, öncelikli olarak Maoizm tanımında biraz netlik sağlamamız gerekiyor. Lovell’a dönersek, kendisi kitabın girişinde Maoizmi (daha doğru ifadeyle, Mao Zedung Düşüncesini) bazı kilit vurgular üzerinden birleştirmeyi deniyor: 1) “İktidar namlunun ucundadır” ifadesinde kendini bulan silahlı mücadele vurgusu. 2) Köylülüğe atfedilen önem. 3) Voluntarizm (iradecilik); pratiğe verilen önem. 4) Feminizm, kadınların mücadeleye katılması. 5) Parti-içi disiplin, eleştiri/özeleştiri ritüelleri (düzeltme-tasfiye hareketleri), muhalif görüşlere izin verilmemesi. 6) Lider kültü. 7) Anti-emperyalizm. 8) “İsyan etmek bir haktır” şeklindeki asi tavır. 9) Zıtların birliği ve sürekli mücadelesi, çelişki anlayışı.
Ben bunlar arasından iki kelime seçilebileceğini düşünüyorum. Birincisi, irade: Her türlü olumsuz yapısal şarta rağmen mücadeleyi başlatmak ve sürdürmek adına irade koymak. İkincisi de, feda: Halk için, kitle için kendini feda edebilme, özveri anlayışı. Fakat böyle subjektif değerler üzerinden tanımlama yapmaktansa, daha yalın ve herkesçe kabul edilebilir bir noktadan başlayabiliriz.
Maoizm, 1960 başlarında dünya kamuoyunda açıkça ortaya çıkan ÇKP ile SBKP arasındaki ayrılıkta, Mao’nun tuttuğu anti-revizyonist çizgidir. Bu anlamda Stalinizme geri dönüştür, ya da “%70 Stalinciliği”dir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1949 öncesi ve sonrası iki parti arasındaki kimi sorunlar olsa bile (Komintern’in uyguladığı strateji sonuçları, liderler arası hırs/güvensizlik vs. gibi bireysel kaynaklı olabilecek anlaşmazlıklar veya Moğolistan üzerindeki emeller, toprak iddiaları) bunlar, aralarında tüm köprülerin atılmasını gerektirecek noktaya gelmemişti. Hatta, Kore Savaşı iki gücü ortak düşmana karşı, kimilerinin “balayı dönemi” niteleyeceği şekilde iyice yakınlaştırmıştı. Ayrışmanın tohumları, 1956’da SBKP’nin XX. Kongresiyle atılmış oldu. “Barış içinde bir arada yaşama” teorisi, atılmış olan destalinizasyon adımlarının revizyonizm olarak mahkum edilmesi, ilerideki toptan kopuşa (1969 sınır çatışmaları, “sosyal emperyalizm”, “üç dünya” teorileri) zemin hazırladı. Böylece Troçkizmden sonra, dünya komünist hareketi bir diğer büyük ayrışmayı yaşadı. Bu tarihe kadar, Marksizmin Çin koşullarına özgü uyarlaması olarak düşünülen stratejiler, özellikle çevre ülkeleri açısından evrensel bir geçerliliğe sahip olduğu varsayılarak, yeni kurulan “Marksist-Leninist” (ML) partiler tarafından benimsenecek, ÇKP önder parti olarak bellenecekti. Sovyetik komünist partiler dışındaki bu anti-revizyonist hareket, Arnavutluk Emek Partisi’nin (AEP) ÇKP’yle bağları koparması ve de Mao sonrası Deng liderliğinin girdiği yönelim sonucu üç gruba ayrıştı: 1) Bu kez de sadece üç dünya teorisi değil Maoizme dahil olduğu varsayılan birçok şeye aynı şiddetle karşı çıkan AEP çevresi, 2) ÇKP’ye bağlılığını koruyan çevreler ile 3) esas olarak Maoizm ideolojisini koruyanlar, hatta sonradan bunu MLM (Marksizm-Leninizm-Maoizm) olarak programatize edenler. Yani, kendini Maoist gören son grup, yine onlara göre revizyonistleşen ikinci grup ve de “dogmato-revizyonist” Hocacılar. Üç temel çizgi arasında, ara konumlarda bulunanların olduğunu, hele yetmişlerin sonunda birçok grubun yaşadığı teorik karmaşa ve karışıklık sonucu değişik pozisyonlar alındığını da not edelim.
*
Önce, ele aldığımız konunun ortaya ilk çıkışına değinmeliyiz. ÇKP-SBKP ayrılığındaki sebepleri ne şekilde sıralarsak sıralayalım, nihayetinde hepsinin gelip dayandığı nokta, sosyalizme geçiş süreci içerisinde oluşacak birden fazla devletin ve bu devletler sisteminin ne şekilde işleyeceğine dair elimizde üzerinde az çok uzlaşılmış bir anlayışın olmamasıdırii. Bu belirsizlik içinde, tabii ki, bağımsız ve eşit oldukları varsayılan ünitelerden biri, tarihe, gücüne veya iddiasına dayanarak diğerlerine “ağabeylik” yapmaya kalkacak; müteakiben buna karşı çıkan bir diğeri de mutlaka olacaktır. Önceden mutlak ve soyut prensipler koyarak ileride de bu sorundan kurtulamayacağımızın farkındayım ‒siyasetin doğasına aykırı olurdu bu. Fakat bu imkansızlığı bahane edip de, ortaya çıkması mukadder rekabetçiliği normalleştirmek eğilimine de girmeyelim. Ortadaki sorun, komünistlerin, etno-merkezci egemenlik anlayışını aşamayarak, tarih boyunca süregelen devletler arası rekabetçiliğe kendi meşreplerince katılması, haliyle sonunda bunu düşmanlık boyutuna taşımasıdır.
Düşmanınız varsa silaha ihtiyacınız olacaktır. “Kağıttan kaplan” sıfatını Mao ilk kez 1946’da ABD’nin atom bombaları için kullanmıştı. Atom bombalarının yaratacağı yıkım ne denli büyük olursa olsun, sonucu halkın belirleyeceğini söylüyordu. Savaşlarda insan faktörünün belirleyiciliğini vurguluyordu. Aslında Mao’nun atom bombası tehdidini küçümsediğini söyleyemeyiz. Kore Savaşı ve Tayvan meselesinde ABD’den gelen “gerekirse bombayı kullanırız” tehditlerini üzerlerinde hissediyorlardı. Bombanın yapabileceklerini hesaba kattıkları içindir ki 1955’de kendi nükleer programlarını başlattılar. Fakat bu esnada, bombaya sahip olan “ağabey”, nükleer bir savaştan kaçınmaya çalışıyordu. Oysa Mao 1957’de komünist parti liderleri önünde, onların şaşkın bakışları altında, bombanın komünizm için bir fırsat dahi olabileceğini söylüyordu. Sputnik yörüngeye oturtulmuştu, rüzgar artık doğudan esiyordu; zaman saldırı zamanıydı. Bu şartlar altında iki kampı bir nükleer savaşa çekebilecek askeri maceralardan da geri durmuyordu. 1958’de Tayvan’a ait adalar üzerinden ABD ile savaş çıkarmasına ramak kalmıştı. Önceden haberdar etmediği Kruşçev, ABD’ye yolladığı mektupta Çin’i savunacaklarını söylese de ÇKP’yi kaygıyla izliyordu. Büyük İleri Atılım yıllarıyla ÇKP iyice atılgan bir siyasete yönelmişti. Kısa sürede SSCB ve Batı’yı geçme hedefi, dış politikada da kendini gösterdi. Mao artık komünizm bayrağının taşıyıcı merkezi olarak Çin’i görüyordu. Sovyetlerin ağabeyliğini, Sovyetleri taklit etmeyi reddediyordu. Örneğin 1958 Irak darbesini görüşürlerken, oraya yardım için (Kore’ye olduğu gibi) bir gönüllü ordusu göndermekten bahseden Mao’ya yanıt olarak Kruşçev “işbölümü yaparsak, biz Avrupa meseleleriyle ilgilensek siz de Asya meseleleriyle ilgilenseniz daha iyi olur” dediğinde, Mao bu tür bir anlayışı, Stalin yıllarının tersine, kabul etmeyecektiiii. Tayvan’ın bombalanmasıyla (ABD’nin Lübnan’a müdahalesi ertesi) Arap halklarına yardım arasında bağ kurulacaktı. 1959’da sınır meselesi yüzünden, o zamanlar Sovyetlerin yanında tutmaya çalıştığı Hindistan’la çatıştığında, Kruşçev’le Çin Dışişleri Bakanı Mareşal Chen Yi ağız dalaşına girişiyorduiv. İşte ipler o noktada koptu. Sonunda Kruşçev, maceracı adımlar atma tehlikesi baş gösteren Çin’in nükleer programına desteğe son verdi. 1960 baharında, kopuş kamuoyuna açık hale geldi. Temmuz ayında Çin’deki Sovyet teknikerleri geri çekildi, ekonomik yardımlar durduruldu ‒ki bunlar oldukça büyük boyutta ve Çin ekonomisi için hayatiydiler. Küba krizi sırasında da Çin, Sovyetleri korkakça davranıp geri adım atmakla suçlayacaktı. ABD ile SSCB arasındaki nükleer testleri sınırlandırma anlaşmasına karşı çıkacaktı. Bu arada Çin 1964’te artık kendi atom bombasını başarıyla test etti.
1960’larla beraber ayrışma; propaganda savaşları, partiler arası mektuplaşmalar, diğer ülke partilerinden yandaş toplama rekabeti, elçilik kuşatmalar, birbirlerinin görevlilerini dövmeler, Kremlin’de Lenin mozolesi önünde gösteri yapma, üst düzey resepsiyonlarda ağız dalaşları (sarhoş Sovyet Savunma Bakanı R. Malinovski’nin Çinliler önünde Amerikalılar ve Mao hakkında atıp tutmasının, Zhou Enlai’nin devreye girdiği bir diplomatik krize yol açması gibi), sınır ihlalleri şeklinde devam etti. Aynı kampın içinde gibi süren bu tartışmalar, 1964’le beraber Mao’nun SSCB’yi artık bir tehdit olarak görmesiyle, düşmanlar arası çekişmeye dönüşüyordu. Belki ilk yıllarında, yumuşamaya ve aradaki soğukluğu eritmeye daha gönüllü olan Brejnev ekibi, Mao’nun Sovyetlerin Uzakdoğu’daki toprakları ve Moğolistan üzerine tavizsiz ve agresif tutumu yüzünden gerilimi sürdürme durumunda kaldı. Mao, 1968 Çekoslovakya müdahalesinin, kendisine karşı bir müdahalenin de kılıfı yapılabileceğinden endişeleniyordu.
1969’da iki ülke arasında en ciddi, en kanlı sınır çatışmaları yaşandı. Sibirya ve Moğolistan’a bir milyon asker dizen Sovyetlerin dolaylı olarak nükleer silahları kullanabilecekleri tehdidi, sonunda Mao’ya geri adım attırdı. Bu tarihten sonra Mao, Sovyet tehdidine karşı kendisine müttefik arayacak ve ABD ile yakınlaşmanın adımlarını atacaktı. Dört bir yandan kuşatılma hissiyatı içinde, ülkenin iç taraflarında, askeri bir “üçüncü cephe” (kuzey ve doğudaki sahil bölgelerinin ardından) savunma stratejisi geliştirerek, hayati yatırımları tekrar askeri kaynaklara yöneltmek durumunda kaldı. Aynı şekilde, Sovyetler de, gerekli başka yerlerde kullanabileceği kaynakları, doğusunda bu kadar muazzam bir askeri gücü bulundurmak için harcıyordu.
1. Sovyet askerine Mao’nun kitabı sallanıyor. (Tarkovski’nin “Ayna” filminde yer alan arşiv görüntüsü)
1969 itibariyle SSCB ile yaşanabilecek topyekün bir savaşın daha olası olduğu değerlendirmesiyle baş düşman SSCB oldu. SSCB’ye karşı ABD’ye yanaşılacaktı. Bunu daha çok Zhou Enlai çevresindeki ılımlılar kanadı savunuyordu. Kültür devrimi sırasında yükselen ve orduya hakim olduğu düşünülen Lin Biao içinse, iki “emperyalist” arasında sıralama yapılmıyor, fakat ABD ile uzlaşım reddediliyordu. Mao ağırlığını ılımlıların tarafına koyarak, ABD’yle önce gizli, sonra açıktan yakınlaşmaya onay verdi. Biao ise başarısız bir darbe girişimi ardından olduğu söylenen kaçışı sırasında, uçağının Moğolistan üzerinde düşmesiyle saf dışı kalmış oldu.
1972’de Nixon, tarihi Çin seyahatini gerçekleştirdi. Öncesinde ve sonrasında Çinliler defalarca Kissinger’la da bir araya geldiler. Bu görüşmelerin birinde, 17 Şubat 1973’te, Mao ona geçmişte düşman ama şimdi dost olduklarını söylerken, “piç”e [Sovyetler] karşı ortak hareket etmek için ABD, Japonya, Çin, Pakistan, İran, Türkiye ve Avrupa’nın birlikte olacağı “yatay bir cephe” oluşturmayı öneriyorduv. Kullanılan kelimeyi fazla abartmayalım, belki de birbirlerine karşı söyledikleri en hafif tabirlerden biriydi. Mao’nun Sovyetleri Nazilerle eş tuttuğu sözlerine de sık sık atıf yapılır. Ancak Sovyet tarafı da masum değildi. Aynı yılın Haziran ayında, bu kez Brejnev Nixon’a, Mao hakkında atıp tutuyordu. Ne kadar garip bir adam olduğundan, tüm bir halkı tehlikeye atacak kadar dengesiz bir karaktere sahip oluşundan, daha da genel olarak Çinlilerin ne kadar hain bir millet oluşundan vs. bahsediyorduvi.
1974’te Deng Xiaoping BM genel kurulunda “üç dünya teorisi”ni açıkladı. Bu, Mao’nun yakın zamanda dillendirdiği görüşlerin programatize edilmiş haliydi. Aslında teorinin kökleri, Mao’nun II. Dünya Savaşı’ndan itibaren geliştirdiği, ABD ile SSCB arasında var olduğu düşünülen “ara bölgeler” anlayışındaydı. Ara bölgelerin sayısı da ABD veya SSCB’ye yakınlık noktasında değişecekti. 1970’lerde Çin yönetiminin dış politikaya yönelimi, bir önceki on yıla göre oldukça farklılaşacaktı. Artık dünya devrimine yardım gibi amaçlar bir yana bırakılacak (ya da Mao’nun kendi deyişiyle “boş top atışlarına” benzer şekilde iç kamuoyuna yönelik olacak), “ikinci dünya”yı kazanma adına hiç olmayacak rejim ve hareketlerin yanına yerleşilecekti. Geçmişte, ABD emperyalizminin maşası olarak gördükleri Burma, Filipinler, Tayland, Malezya gibi devletlerle ilişkileri iyileştirme yoluna girip; oradaki komünistlere desteği büyük ölçüde kesecekti.
Hindistan’a karşı Pakistan’la oldukça sıkı bir ilişkiye geçilecek, Bangladeş’in bağımsızlığına karşı çıkılacak, Sri Lanka hükümeti desteklenecekti (ki, aslında o hükümette revizyonist dedikleri Sovyetikler ve Troçkistler de temsil ediliyordu). İran şahıyla işbirliğine gidilecek, ona ve Suudilere yaranmak için Umman’daki mücadeleye verilen yardım geri çekilecek; Allende’yi deviren Pinochet yönetimi birkaç gün içinde tanınacak, elçilik kapıları can havliyle ülkeden kaçmaya çalışan Şili solcularına kapatılacak; Franco öldüğünde cenazesine delegasyon gönderilecek, Maoist partiler Avrupa’da NATO’culuk oynayacaktı. Bütün bunlar arasında, uluslararası komünist hareketler içinde en tepki çekeni, Angola’da ABD kuklası Moboto topraklarından güç alan, karşı-devrimci FLNA örgütünü (eskiden yardım ettiği) MPLA’ya karşı desteklemiş olmasıydı.
*
Konjonktürel olarak 1960’lı yıllarda, özellikle de 1966-69 Kültür Devrimi yıllarında, hem sosyalist hareket hem de ulusal kurtuluş hareketleri açısından dünya çapında ilham kaynağı olan ÇKP, 1970’lerde ise tam tersi bir yönelime girdi. Aslında başından itibaren Çin’in dış politika ve uluslararası komünizm anlayışı, hep eleştirdikleri Sovyetlerin “barış içinde bir arada yaşama” anlayışından pek de farklı değildi. Cenevre (1954) ve Bandung (1955) konferanslarında öne çıkartılan beş ilkeyi (1. Ülkelerin teritoryal bütünlük ve bağımsızlığına karşılıklı saygı, 2. Karşılıklı saldırmazlık, 3. İçişlerine karışmama, 4. Eşitlik, 5. Barışçıl bir arada varolma) yalnız kapitalist ülkeler için değil, sosyalist ülkeler arası ilişkiler açısından da savunuyorlardı. Bunları kabul eden bir yapının, kalkıp Sovyet politikalarına laf etmesi tutarsızdı.
ÇKP’nin kurulduğu yıllar (yani klasik Marksist doktrine sadakatin ön planda olduğu ilk yıllar) dışında, devamlı olarak ülke egemenlik ilkesini olmazsa olmaz bir şart koşuyordu. Bunun proleter enternasyonalizmle uyuşmayacağı gün gibi ortadaydı. 1969 yılının bir Peking Review makale başlığına sadece bakmakla bile bu anlaşılacaktır: “Kısıtlanmış Egemenlik ve Uluslararası Diktatörlük Teorileri, Sosyal Emperyalist Gangsterlerin Teorileridir.”vii
Mao’nun ta 1937’de Edgar Snow’a, olası bir devrim sonrası Sovyetler ile birleşme hakkındaki soruya karşılık, “Biz, özgürleşmiş bir Çin’i bu kez Moskova’ya bağlamak için çarpışmıyoruz” yanıtı verdiği bilinmektedirviii. Bu yanıt basit, dönemsel bir değerlendirmenin ötesine işaret ediyordu. ÇKP komünizminin ulus sınırlarını aşma gibi bir tahayyülü, amacı yoktur. Bu, bir tür uluslar komünizmi olacaktır. En basitinden, Pekin’in kendine bağlı “resmi” bir enternasyonal parti örgütlenmesine gitmemesi bile buna işaret eder. ÇKP diğer devrimci süreçleri destekleyip onlara yardım edebilir, ama küresel bir sorumluluk da almaz. Küresel bir otorite yaratmaz, ona bağlanmaz. Elbette, sınırlı gücüne rağmen, devrimci süreçleri desteklemekten geri durmadığı zamanlar olmuştur. Çin’in dış yardımlarının, hem insan hem mali kaynaklarının büyük kısmı, Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam’a gitmişti. Moğolistan ve Arnavutluk’a da önemli sayılabilecek yardımlar yapıldı. Başta Tanzanya ve Zambiya olmak üzere Afrika’da birçok ülke ve harekete oldukça cömert destekler verildi (ki, ayrı bir motivasyon noktası, Birleşmiş Milletler oylamalarında Tayvan’a karşı oy kazanmaktı). Fakat söylemek istediğim, bunlar “anti-emperyalizm”di, “dış politika”ydı; ötesi değil.
*
Bu noktada kendi pozisyonumu kabaca ortaya koymak istiyorum. 1970’lerin, kötüler anlamda kullanılan deyişiyle, bir “ÇBS” (çizgisi belirsiz sosyalist) olarak, doğruya yakın tavrın, geçmişte Devrimci Yol, Kurtuluş gibi THKP-C ardılı çevrelerce savunulduğunu düşünüyorum; özellikle de Sovyetik harekete biraz daha yakın durmuş KSDix. Birikim dergisini de ekleyebiliriz bunlara.
“Ne o, ne de o” tarzı bir tavır değil; “hem o, hem de o” şeklinde, iki tarafı da günahı ve sevaplarıyla benimsemek, sahiplenmek, hesap sormak ve hesabını vermek olarak söyleyeceğim bir tavrı savunuyorum. Kendi eklektik görüşüme göre, ÇKP’nin Sovyet “revizyonizmi”ne yönelttiği eleştiri okları, geçiş toplumları anlayışımızda önemli noktalara temas ediyordu. Bürokratik konformizme, parti-içi yozlaşmaya, tüketime dayalı ekonomist görüşlere, toplumsal rehavete, dış politikada “büyük ülke şovenizmi”ne birtakım haklı eleştiriler getiriyordu. Özellikle olumlu olan tarafı, hareket içindeki Avrupa-merkezciliğe karşı ciddi bir düzeltme getirmiş olmasıydı. Avrupa dışı nüfusun büyük kısmını oluşturan köylü kitlelerini devrimci mücadelenin içine çekmeyi önüne koymuştu. Arif Dirlik yazılarında Maoizmin, teorinin evrenselliğini terk etmeden, onun başarıyla yerelleştirilmesini; aynı zamanda da ona yaptığı eklerle teoriyi yeni baştan oluşturmasını sağladığını söylüyor. Belki bu denli büyük bir teorik yeniden yapılanışa şüpheyle yaklaşsak bile, Maoizmin “üçüncü dünya” ülke devrimleri anlayışında büyük bir yenilik sağladığı, dinamizm getirdiği kabul edilmelidir.
Buna rağmen, bu eleştirilerin Stalin devrine uygulanmasından imtina ediliyordu. (İşin aslı, Mao’nun Stalin eleştirisi, hayli uzun bir liste oluşturmaktadır.) Ancak, ÇKP’cilerin temel hatası, çubuğu diğer tarafa fazla bükmesi; Sovyetik çevrelerin ısrarla tekrarladıkları gibi bir “maceracı”, ultra-sol gözüken ama özü itibariyle sağcı, revizyondan kaçınayım derken birbirleriyle dogmatiklikte yarışan, milliyetçi, şiddet-tapıcı, lider kültü savunucusu, irrasyonalist ve aslında oldukça pragmatist bir yönelime girmesiydi. Mao’nun atom bombası hakkında ettiği laflar bence bütün bunları özetler nitelikte. En kısa haliyle ifade etmeye çalışırsam; varoluşumuzu bir “savaş” halinde, bitmeyen, bitmeyecek bir savaş gibi sürdüremeyiz. Savaş ve politika, komünistlerin elinde, yaşamın emrinde olması gereken birer araç olarak algılanıp, bunların kutsanmasından uzak durulmalıdır, diyorum.
Şöyle bir ayırım yapmalıyız. Sosyalizmin bir “anayurdundan” bahsetmesek bile SSCB sosyalizm yolunda ilk ve en gelişkin, belki de tek gerçek sosyalizm deneyimi olarak hâlâ önümüzde, aşılmamış halde duruyor; yıkılışına dek de öyleydi. Sovyetler Afganistan’a gereksizce müdahale ettikten sonra, Troçkistler arasında sekterlikleriyle çoğu zaman dalga konusu yapılan küçük, Spartakistler çevresi bile uluslararası arenada Sovyetlerin emperyalizme karşı desteklenmesi propagandası yapıyordu. ABD’de birçok çevre, ÇKP dış politikasına bakıp tekrar Sovyetik kampa yanaşmıştı bile. Oysa “sosyal emperyalizm” adındaki garabet teorilere gönül vermiş tüm çevreler (ister Cliff’çi Troçkistler, sol komünizm kalıntıları ya da Maoistler olsun) objektif olarak en geri noktalarda olmuştur (isteyen ve midesi kaldıran, TÜSTAV tarafından dijitalize edilmiş 80 öncesi Aydınlık gazetesi sayfalarına bir göz atabilir. Bu, ülkemize has bir istisna da değildir. Yine, günümüzde ülkemizin komünist hareketinin çoğunun eski AEP taraftar kökenli olması da fikrimi değiştirmeye yetmiyor. Bana göre, eski AEP’ciler, eskiden savunduklarını, Sovyetlere veya onun “uyduları” olan Küba veya Vietnam’a ettikleri küfre varan sözleri yeniden ele almak, gündeme taşımak istemiyorlar.)
Sovyetlerdeki tüm hatalara rağmen, ekonomik yapısının, toplumsal sınıf ilişkilerinin kapitalist bir toplum olarak ele alınamayacağını, adının ne şekilde konulması gerektiğine emin olamasam dax, bu geçiş toplumunun kapitalist olarak nitelenemeyeceğini düşünüyorum. Bu ülkede sanki geri dönülmez bir karşı-devrim yaşanmış gibi, ona karşı düşmanca bir tavır takınmanın, kişinin kendini komünist olmaktan istifa etmesi gibi saçma bir noktaya taşıyacağına inanıyorum. Fakat o zaman da bürokrasiye karşı nasıl mücadele edileceği sorusu sorulacaktır, doğal olarak. Bu soruya da verebileceğim, kendimce yeterli bir yanıtım yok. Bürokrasiyle, aşağıdaki satırları yazacak şekilde mücadele anlayışına sahip tıynette kişilerce nasıl ortak bir noktada buluşulabilir(di) bilemiyorum:
“SSCB, geri dönüşü olmayan bu noktaya ulaştı: Bir zamanlar bu toplumu betimlerken ‘sosyalizm’ ve bir ‘komünist parti’den söz edebiliyorduk. Şimdi, ‘polis diktatörlüğü’, ‘devlet burjuvazisinin sömürüsü’ ve benzeri terimlere başvurmak zorundayız… Sovyet devleti, halkı sömüren devlet burjuvazisinin hizmetindedir… Revizyonist SSCB ne sosyalisttir ne de ‘yarı sosyalist’… Sovyet toplumu, burjuva endüstri toplumlarından farklı değildir ve bu toplumlardan ayrıldığı noktalarda daha kötü bir konumdadır.”xi
Benzer çıkarımlara, artık-değer ve ücret ilişkileri yoluyla ulaşan Charles Bettelheim, daha sonraları 1956 dönemeci fikrinden de vazgeçecek, aslında Ekim devriminin hiçbir zaman sosyalist olmadığını da keşfedecekti. Sovyet örneğini bir taraf bırakırsak, diğer “halk demokrasileri” arasında asıl savunulamaz olan, Samir Amin’in de bir dönem savunuculuğunu yaptığı Pol Pot rejimiydi. Bir altta, işi hanedanlığa ve ırkçılığa vardıran Kuzey Kore ve onun Avrupa modeli Romanya vardı. Siz bakmayın, şimdiki Yunan KP çevresinin Çavuşesku dönemi nostaljik övgülerine!xii. Sovyet yönetimi, Rumenlerin aldıkları Sovyet silah teknolojisini gizlice ABD’ye sattığından, hainliklerinden haberdardı. Eğer “refah devleti” uygulamalarını, sosyal politikaları sosyalizm sayacaksak, bu konuda İskandinav ülkelerinin hiçbiriyle boy ölçüşemeyiz. Çavuşesku kurşuna dizilirken kimilerinin yaptığı gibi zil takıp oynamayacaktık ama saydıklarımı, liderleri neler yapmış olsa da “kazanımları bari koruyalım” şeklinde düşüneceğimiz rejimler arasına koymamız da gerekmez.
Yazının izleğinden ayrılmış bu uzun sayılabilecek kişisel bölüme bir son vererek tekrar konuya dönelim. İşi kolaylaştırmak için kıtalar bazında ülke ülke ilerlemeyi uygun buldum.
ASYA-PASİFİK
Coğrafi konumu, tarihsel, kültürel bağları, devasa nüfusuyla Çin’in en fazla etki edeceği kıta haliyle Asya’ydı. Mao, daha devrim öncesinde, Asya KP’leri içerecek Kominform benzeri örgüt kurulmasında ve ÇKP’nin buna önderlik etmesinde istekliydi. Stalin’le görüşmeler sonrası böyle bir örgüt kurulmamış olsa da, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmuş olması ÇKP’ye de facto olarak böyle bir görev sunmuş oldu. ÇKP derhal diğer Asya KP üst düzey kadroları için eğitim programları oluşturdu. Her partinin daimi temsilcileri bulunuyordu. 1950’de ÇKP dış ilişkilerinden sorumlu İrtibat Bürosu oluşturuldu. Asya devrimi önderliği ÇKP elindeydi artık. Kore savaşına asker yollanması da önderlik rolünü gösteriyorduxiii.
Kuzey Kore rejimi, Çin-Sovyet ayrışmasında orta yolu en ustalıkla bulan, bundan kendince yararlanmaya çalışan taraf oldu. Sovyetlerin yardımı ne olursa olsun, Koreliler tarihsel olarak çok daha yakın oldukları Çin tarafından yanaydılar. İki tarafla da bağını koparmayıp, ideolojik olarak daha bağımsız durmayı seçtiler. Zamanla, Sovyetlerin giderek artan ekonomik yardımıyla beraber o yana meylettiler. Benzer bir durum Vietnam için de söylenebilir. Vietnam komünistleri ideolojik olarak da Mao Zedung düşüncesini öğretilerinin bir parçası sayıyordu. ÇKP’nin yardımı, ABD’ye karşı savaş için elzemdi. Çinlileri gücendirmemek için SBKP davetlerine katılmıyorlardı. Fakat 1960’ların ortalarından itibaren Sovyetlerden gelecek ağır silahlara ihtiyacın artması, bunlara Çin yoluyla erişimde zorluk yaşanması, daha sonra Çin-ABD yakınlaşmasının doğurduğu rahatsızlıklar ibreyi daha cömert ve daha anti-Amerikan taraf olan SSCB lehine çevirdi. Çin ve Vietnam askeri stratejileri arasında ayrılıklar keskinleşti, eski tarihsel husumetler hatırlanarak hortlatıldı. İş, 1979’da Vietnam’ın Kamboçya’ya girmesi üzerine onlara bir “ders vermek” isteyen Çin’in ülkeye saldırması noktasına dek vardı.
İşin aslı Kamboçya’da Kızıl Khmerler açık açık Maoist değildi, fakat Çin’den destek alıyorlardı. Rejimin ardındaki ana destek, Vietnam gibi ortak bir düşmana sahip oldukları Çin’di. Kızıl Khmerler, parti içindeki Vietnamlı veya ona yakın kişileri tasfiye ettikleri gibi, daha ılımlı olduğu bilinen Maoistleri de tasfiye etmişti. Direkt Maocu olmasalar da Maocu teknikleri kullanıp Mao’yu bile geri bırakmak istiyorlardı. Dört yıl (1977-80) içinde tamamen sosyalizme geçmeyi hedefleyerek, önce şehirleri boşalttılar. Budistleri, Vietnamlı “kuduz köpekleri”, parti düşmanı “mikropları” kovdular. Parayı kaldırdılar, tüm serbest piyasa mekanizmalarını kaldırıp, her şeyi kolektivize ettiler. Tam bir otarşik sistem hedefliyorlardı. Alenen ve çok yoğun bir Khmer ırkçılığı yapıyorlardı. Sonunda tahminen 1,7 milyon kişinin ölümüne neden oldularxiv. Görebildiğim kadarıyla, günümüz Maoist hareket içerisinde Pol Pot deneyimini sahiplenme açısından farklı pozisyonlar dillendiriliyor. Sahiplenenler olduğu gibi, kendilerini uzak tutanlar da bulunuyor.
Burma, Tayland ve Malaya’daki KP’ler ÇKP ve bölgedeki Çin etnik halklarla sıkı ilişkileri olan, kadroları Çin’de eğitilmiş, Çin’den askeri ve lojistik destek alan, ideolojik açıdan ÇKP tarafını tutmuş örgütlerdi. II. Dünya Savaşı sonrası farklı dönemlerde giriştikleri ayaklanma ve gerilla mücadeleleri ülke hükümetlerince bastırıldı. Çin’in 1970’li yıllarda bu hükümetlerle ilişkilerini düzeltme adımları atması, KP’lere sağlanan desteklerin azaltılmasına eşlik etti. Zayıflayan mücadele ile, partiler zamanla silah bıraktı, aflardan yararlandı.
ÇKP açısından bölgede, hatta dünyada, en stratejik ve en önemli ilişki belki de Endonezya idi. Endonezya Komünist Partisi (PKI) 1,5 milyona yakın üyesiyle SBKP ve ÇKP ardından dünyanın üçüncü büyük komünist partisiydi. PKI, parlamentoyu feshederek kendine özgü ulusal kalkınmacı bir strateji benimseyen Sukarno rejimini destekliyordu, onun yanında yönetimden pay alıyordu. Sukarno, 1960’larda Çin’e iyice yaklaştıkça PKI etkisi de aynı oranda artıyordu. Bu durumdan rahatsız olan kanat ise askerlerdi.
PKI, ÇKP tarafını tutsa da SBKP’yle ilişkisini kesmemişti. Hatta Mikoyan, Haziran 1964’teki ziyaretinde parti lideri Aidit’i ÇKP yanlısı olmaktan çıkması için, Moskova’da yetişmiş Endonezyalı subayları ve Endonezya burjuvazisini üstüne salmakla tehdit etmişti! Ne yazık ki, bu tehdide benzer bir durum, bir yıl sonra büyük bir trajedi olarak yaşandı. Detayları ve motivasyonu halen karanlıkta kalan ve tartışma konusu olan bir operasyonla 30 Eylül 1965’te altı generalin kaçırılıp öldürülmesi, orduya ertesi gün müdahale etme fırsatı sundu. (30 Eylül hareketiyle PKI arasındaki bağlantı, Aidit’in yaz aylarında bulunduğu Çin’de Mao’yla ne görüştüğü hakkında kesin bilgi yok.) Takip eden birkaç yıl içinde komünistlere ve etnik Çinlilere yönelik katliamlar soykırım boyutlarına ulaştı. Katliamdan kaçmayı başaran kadrolar ise hatalarını, girdikleri “barışçıl yol” olarak gösterdiler! Kimileri fazla SBKP yolunda gidildiği, kimileri de fazla ÇKP çizgisinde olunduğu için bu trajedinin yaşandığını söyledi. 1966-68 arası direniş için tekrar toparlanılmaya çalışılsa da ordunun yeni saldırılarıyla ülkede komünist faaliyetler tamamen silindi.
Aslında, PKI’den Sukarno’nun “güdümlü demokrasi”sine destek olmasını isteyen ve halk savaşı gibi radikal adımlar atmaktan kaçınmasını isteyen bizzat Çin tarafıydı. Çin, Sukarno’nun Malezya ile anlaşmazlığını, bölgede Batı etkisinin azaltılması ve ülkenin kendi nüfuz alanına alınması için kullanmak istiyordu. Sukarno’ya nükleer teknoloji desteği verme olasılığından bahsediliyordu. Sukarno da Asya-Pasifik’te Batı emperyalizmine karşı Çin’le ortaklıktan bahseder olmuştu. Yani, Sovyetleri eleştirdikleri politikaları, kendileri Endonezya üzerine kullanıyordu. Sonuçta büyük bir tarihi fırsat kaçırıldı ve yenilgi alındı; ÇKP yurtdışında en büyük komünist müttefikini kaybetti. Generallerin darbesiyle ülkenin “hür dünya” kampında yer alması sağlanarak, nükleer silah hülyaları da denetim altına alınmış oldu.
Filipinler’de 1930’da kurulmuş olan KP’den ayrılan Maoistler yine aynı adla 1968’de kendi partilerini kurdular. Parti kurucusu Jose Maria Sison, halk savaşı stratejisini tekrar uygulamaya geçirmek isteyen eski KP gençlik örgütünün parlayan yıldızıydı. 1971’de yazdığı “Filipin Toplumu ve Devrimi” kitabı bir anda ülkenin en popüler kitaplarından bir olmuştu. Böylelikle öğrenci kesimi içinde parti etkisi yayıldı. Marcos rejimine karşı esas muhalefet gücü olarak ortaya çıktılar. İlginçtir, Marcos 1972’de onlara karşı sıkıyönetim ilan ettiğinde, Sovyet yönetimi “Pekin yanlıları”na karşı alınmış bu önlemi onaylamıştı.
1980’lere gelindiğinde Marcos yönetimine karşı savaş ülkenin önemli bir kısmına yayılmıştı. Bu arada, Sison 1977’te yakalanmıştı. 1986’da yeni seçilen başkanın çıkardığı siyasal afla dışarı çıkarak Hollanda’ya geçti. Yeniden savaşa başlandı. Epeydir Çin askeri yardımından mahrum kalan parti bu yıllarda SBKP ile (ve de Vietnam gibi yönetimlerle) aradaki buzları eritme adımları attı. Sison, 1987-89 arası SSCB’yi revizyonist ve sosyal emperyalist olarak görmeyi bıraktıkları, ülkeyi sosyalizm yöneliminde bir ülke olarak gördüklerini dahi söyler olmuştu. Sovyet yakınlaşması özellikle partinin legal cephe örgütlerinde ve ABD’deki Filipinli destek örgütlerinde belirgindixv. 1990’lardan bu yana silahlı mücadele dönemleriyle hükümetle müzakere dönemleri birbirini izledi. Ayrıca 1992-93’te parti içi çekişmeler (legal mücadeleye ağırlık verme, seçimlere katılma, kır/şehir önceliği, parti-içi demokrasi gibi) ayrılıklara dönüşmüştü.
Japonya örneği, yenik de olsa eski bir emperyal güç ve kentleşmiş/sanayi toplumu olarak Asya’da diğerlerinden farklı bir konumdaydı. Japon KP 1949’da işgal altında %10 oy almıştı. ABD kuvvetlerine karşı yumuşak bir politika izleyen parti Kominform ve ÇKP’nin eleştirileri üzerine, özellikle Kore savaşı yıllarında tutumunu sertleştirdi ise de, 1955 sonrası tekrar yumuşama dönemine girmişti. Parti, SBKP-ÇKP çekişmesinde açık taraf olmaktan imtina etmişti; bu açıdan İtalya ve Hollanda KP’leri gibi daha orta yol bulmaya, arabuluculuk yapmaya çalışıyordu. Fakat Çin devriminin yakın tarihli prestijinin partide etkili olduğu da doğruydu. Hatta nükleer silahların yasaklanması konusunda bu kadar hassas olan ülkede, JKP nükleer silah testlerine sınır koyan 1963 tarihli anlaşmayı desteklemekten kaçınmıştı. Sovyetlere yakın kimi liderler partiden ayrılmıştı ama esas kitle JKP’de kaldı. Partinin Çin yanlısı tutumu sadece birkaç yıl sürdü.
ABD’nin Vietnam’a müdahalesiyle parti liderleri, Kuzey Vietnam’ın savunulması için Sovyetler, Çin ve Kuzey Kore’yi ikna etmeye çalıştılar. Mao, JKP çabalarına karşın Sovyetleri hedef göstermeye devam ettiği için ilişkiler bozuldu. (Önceden hazırlanmış deklarasyona anti-Sovyetik kısımlar koymak isteyen Mao’yu JKP genel sekreteri reddetmiş; bunun üzerine sinirlenen Mao da kağıdı yırtıp Zhou Enlai’yi fırçalamıştı.) Bir de Kızıl Muhafızlar, Japon parti yetkililerini dövmüştü. ÇKP, Japonya ile olan ticareti JKP ile ilişkili şirketler üzerinden yapmayı keserek partiye mali anlamda kayıp yaşattılar. Bunlardan sonra JKP, Çin yandaşlığını bıraktı; yine de Çekoslovakya müdahalesini eleştirmişlerdi. Çin yanlıları 1969’da JKP(Sol) olarak partiden ayrıldı. İki ülke arasındaki ilişkilerin seyrine bağlı olarak bu parti de bölünüp durdu.
Japonya’da öğrenci hareketi içinde yeni sol anlayışların ortaya çıkmasıyla, Japon Kızıl Ordu adını alan grupçuklar ortaya çıkmıştı. Bunların arasında bir de Mao’ya yakın olanların olduğu “Birleşik Kızıl Ordu” (1971) vardı. Vur-kaç eylemleri yapma hazırlığındaki grup, özeleştiri olarak kendi içinde 12 üyesini döverek öldürmüştü. 1972 Şubat’ında beş üyesi polis takibine yakalanınca, aldıkları rehine ile birlikte tam dokuz gün, televizyonların önünde polise direndiler. İki polisin öldüğü kuşatma sonrası ele geçirildiler (Asamo-Sanso olayı). Bunlardan biri, daha sonraki bir uçak kaçırma olayında değiş tokuş edilerek salıverilecekti.
Okyanusya’da Yeni Zelanda da farklı bir Maoizm örneği sundu. Yeni Zelanda Komünist Partisi (CPNZ) Çin-Sovyet ayrışmasında Çin’in tarafını tutan ilk “Batılı” komünist parti oldu. Sonrasında partideki Sovyetik kanat ayrılarak kendi yeni partilerini kurdu. CPNZ ise daha sonra AEP’ci oldu.
Hint altkıtasında Maoizmin gündeme gelişi ve başarıları daha çok post-Mao diyebileceğimiz, daha yakın zamanlı ve ÇKP etkisinden bağımsız bir döneme denk gelmekte. Hindistan’da, tarihsel komünist partiyi (CPI) eleştiren Çin yanlıları 1964’te koparak Hindistan KP (Marksist) kurdular [CPI(M)]. Bu parti, 1967 seçimlerinde Kerala ve Batı Bengal’de seçimleri kazandı. Batı Bengal’i CPI ve diğer sol partilerin de yer aldığı “Sol Cephe” olarak 1977-2011 arası yönetmeyi başardılar. Tripura’yı 1993-2018 arası yönettiler. 2020 itibariyle halen yönettikleri Kerala siyasetini de domine ettiler. Bir çeşit “parlamenter komünizm”i savunduklarını söylüyorlardı. İlk yıllardaki reformlar haricinde radikal politikalar uygulamaktan kaçınsalar da küçük toprak sahibi köylüler arasında hegemon konumdaydılar. Halen komünist simge ve ifadeleri kullansalar da aslında eyaletlerde kapitalizmin geliştirilmesine çalışıyorlardı. Hindistan KP (Marksist-Leninist) [CPI(ML)] bu partiden ayrılanlarca 1969’da kurulmuştu. Ayrılığın kökeninde Mayıs 1967’de Naksalbari köyündeki ayaklanmayla fitillenen mücadele yatıyordu. Bu yüzden Naksalitler olarak da adlandırılan Maoist harekete karşı, yönetimde olan CPI(M) bizzat şiddet uygulamıştı. CPI(ML) kurucularından Charu Mazumdar Temmuz 1972’de yakalanmış ve ardından karakolda öldürülmüştü.
2. Charu Mazumdar
Mazumdar’ın ardından hareket on beşe yakın farklı ve birbirleriyle çatışan fraksiyona bölündü: Mazumdar yanlıları ve Mazumdar karşıtları, Lin Biao yanlıları ve Lin Biao karşıtları gibi… Bunlardan bazıları seçimlere katılıyor (CPI-ML Liberation gibi), bazıları halk savaşı stratejisini sürdürüyor/planlıyordu. 2004’te iki grubun birleşmesiyle Hindistan KP (Maoist) kuruldu [CPI (Maoist)]. Bu grup kısa sürede etkili olup, Hintli yetkililerce ülkenin en birincil sorunu olarak görülmeye başlandı. Fakat birleşmeden sonra bile yirmiden fazla birbirine rakip Maoist grup var olmaya devam etmekte.
CPI(Maoist) özellikle dokunulmazlar kastı (Dalitler) ve ücra ormanlarda en zorlu koşullarda yaşamaya çalışan yerliler (Adivasiler) arasında yaygınlaşıyor. Erkekler arasında olduğu gibi kadınlar arasında da yoğun bir katılım yaşıyor. Hint devleti, Nepal’den güneye inen ve doğu kıyılarına yakın olan, “kızıl şerit” denilen bu bölgelerdeki zengin doğal kaynakları sermayeye sunmak için pazarlamaya başlayınca Maocu gerilla güçleriyle çatışma yoğunluğu artıyor. Devletin seçtiği ilk yol, Peru’da da olduğu gibi, paramiliter (korucu) ve özel kuvvetler yoluyla şiddeti arttırmak. Bu da şiddetin spiral halinde artmasını doğuruyor. 2010’larda zirve yapan savaşın yoğunluğu yakın dönemde azalmış gibi gözüküyor.
Mao’ya, yaşadığı dönemde kendi teorisi adıyla başarıya ulaşmış bir Maoist halk savaşı görmek nasip olmamıştı. 2000’li yıllarda olsa bile, belki buna tek ve en yakın örnek Nepal olabilir. 1949’da kurulan Nepal KP o tarihten bu yana birçok fraksiyona ayrıldı ve 1980’lerde başarısız silahlı mücadele deneyimleri geçirdi. 1990’da parlamento yeniden kurulduğunda, ülkedeki en büyük komünist güçler Nepal KP (Marksist) ile Nepal KP (ML) birleşerek oluşturduğu Nepal KP (Birleşik Marksist-Leninist) [CPN(UML)] sistemde çalışmayı kabul etti. Dağınık Maoist gruplar ise bunu kabul etmediler. Daha sonraları Nepal KP (Maoist) olarak birleştiler. 1991 seçimlerinde, lafızda hâlâ sosyalizmi savunan Nepal Kongre Partisi 110/205 sandalye, CPN(UML) 69 sandalye kazandı. Maoistlerin legal cephe birliği de 9 sandalye aldı.
3. “Praçanda”
Maoistler 1996 yılında halk savaşı başlattılar. Kısıtlı kaynaklarla başlattıkları savaşta, ABD ve Hindistan gibi ülkelerin yardıma koştuğu Nepal ordusu karşısında 2005’te artık ülkenin büyük bölümünü kontrol ediyorlardı. Monarşi, başkent Katmandu’da sıkıştı ve politik özgürlükleri kaldırdı. Bunun ertesinde, diğer partiler de Maoistlerle uzlaşınca, sonunda anlaşma yolunu seçmek zorunda kaldı. 2006’daki anlaşmanın ardından 2008’de Kurucu Meclis oluşturuldu. Seçimlerde Maoistler %40 civarı oy aldı (221/575 sandalye). 2015’te uzun tartışmaların ardından yeni bir anayasa kabul edildi. Gerilla ve eski ordunun lağvedilmesi, yeni bir Nepal ordusunun kademeli olarak kurulmasında anlaşıldı. Nepal KP (Maoist), 2018’de CPN(UML) ile birleşerek Nepal Komünist Partisi adını aldı. 2006-16 arası Maoistler üç kez hükümet kurdular. Şu anda da iktidar partisi durumundalar. Ancak parti içinde silah bırakmaya yanaşmayan ve Maoizmin terk edildiğini düşünenler partiden ayrılıp tekrar halk savaşı propagandası yapmaya başladılar.
Sri Lanka‘da Maoistler KP’den ayrıldığında, partiye yakın sendikaların kontrolünü de devralmayı başarmıştı. Sanmugathasan (daha bilinen adıyla Shan) tanınmış bir önderdi. Hiçbir zaman halk savaşına kalkışmadılar. Silahlı mücadeleyi başlatan JVP (Halk Kurtuluş Cephesi) ise Maoistlerden ayrılmıştı. 1971’de JVP’nin başını çektiği ayaklanmaya karşı Çin, içinde KP ve Troçkist LSSP’nin de yer aldığı, Sri Lanka hükümetini desteklemişti. Desteklerken de JVP’yi “bir avuç Guevaracı” olarak tanımlamışlardı.
Bangladeş‘te, Doğu Pakistan KP’si 1966’da Sovyet ve Çin yanlıları arasında bölünmüştü. Pekin yanlısı gruplar içinde Doğu Bengal Proleter Partisi öne çıktı. 1971’de, ÇKP’nin tutumu hilafına, Pakistan’dan ayrılmak için silahlı mücadeleye katıldılar. Bağımsızlık ertesi yeni rejim bu kez ülkedeki Maoist gruplarla savaşmaya başladı. Pakistan’da Maoistler 1968’de Mazdur Kisan partisini (MKP) kurdular. Daha çok Afgan sınırındaki Peştun köylüleri arasında yaygınlık kazandılar. Ağalara karşı köylü ayaklanması başlatan parti, Afganistan cihadıyla beraber marjinalleşti. Afganistan’da Maoistler ilk olarak 1960’lı yıllarda İlerici Gençlik Örgütü olarak ortaya çıktı. Dergi isimlerinden dolayı Şuleciler olarak biliniyorlardı. Sovyet destekli hükümete ve Sovyetlere karşı direnişe katıldılar. Bir yandan rejime ve Sovyetlere karşı savaşırken diğer yandan da mücahitlerce katlediliyorlardı. Afganistan Kurtuluş Örgütü olarak siyasal varlıklarını sürdürüyorlar.
Ortadoğu’ya geçersek, İran’da ilk Maoist oluşumlar yurtdışındaki öğrenci grupları arasında, TUDEH’ten ayrılarak doğdu. 1970’lerin sonlarına dek yurtiçi bağlantıları kısıtlı gruplar olarak kaldılarxvi. Örgütsel olarak en önemlisi, Halkın Mücahitleri (MEK) hareketi içinden 1975’te ayrılan Paykar (Mücadele) idi. Ayetullah Mahmut Talekani’nin oğullarından biri de örgütün üyesiydi. Bir SAVAK generalinin öldürülmesi, Amerikan hedeflerine saldırılar gibi ses getiren eylemler yapan, 30’dan fazla üyesini kaybeden örgütün devrime giden süreçte etkisi, Halkın Fedaileri örgütüne göre çok daha marjinaldi. Paykar, ÇKP-AEP tartışmalarını yaşayarak AEP çizgisini seçti. Rejime karşı çıkan diğer sol gruplar gibi 1982-83 yıllarında rejim tarafından ezildi. Bir başka Maoist grup, Komünist Birlik ya da kendilerine taktıkları isimle Serbedaran, 1982’de Hazar kıyılarındaki dağlık alanlarda silahlı mücadele başlatmıştı. Ama yenik düştüler. İran Kürdistanındaki direnişin Marksist ayağını oluşturan Komala’da da Maoizm etkileri barizdi.
Araplar arasında doktriner olarak Maoizmi benimsemiş, öyle ya da böyle kitleselleşmiş örgütler çıkmadı. Kahire’de ve Beyrut’ta yetmişlerin yeni sol rüzgarlarıyla Maoizmden esinlenen gruplar olmuştu. Herhalde en bilineni, Habaş’ın örgütünden ayrılanların kurduğu Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi idi. El-Fetih içinde de Mao’dan etkilenmiş kişiler çoktu, fakat bunlar ayrı bir örgütsel yapılanma içinde değildi. Buna en yakın örnek, Lübnan iç savaşı yıllarında oluşturulan askeri birliklerdi. Bu birlik içinden daha sonraları İslamcılığa kayacak çok isim çıkacaktı. Çin, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü ilk tanıyan ülkelerden biri olarak 1965-70 arası Filistinli örgütlere silah ve eğitim yardımı yapıyordu. Ama bunun büyük kısmını, Suriye destekli Marksist örgütlere değil, Arafat’ın El-Fetih’ine ayırıyordu.
AFRİKA
Etkilenmelerden söz edilebilse de Afrika’da Maoist denebilecek büyükçe bir oluşum çıkmadı. Sanırım buna en yakın olabilecek durum, Kongo’da 1960’larda ülkenin doğusuna hakim olmayı başarmış Simba ayaklanması sırasında lider kadro arasında çok sayıda Maoistin bulunmuş olmasıydı. Ancak onlar da 1965’te yenildiler. Mao, 1973’te Pekin’de ağırladığı Mobutu’yla “seni öldürtmek için çok para harcamıştım” diye şakalaşacaktı!
4. Kongolu devrimci, Lumumba’nın bakanlarından, Pierre Mulele
1960’larda Çin Afrika’ya para, her türlü yardım, kitap, film, radyo yayını vs. akıtmaya başladı. Ordulara ve gerillalara silah ve eğitim verildi. Zhou Enlai’nin 1964 başında on Afrika ülkesine yaptığı gezi önemli bir dönüm noktasıydı. Çin’in kıtadaki etkisinin başlıca iki noktada yoğunlaştığını görebiliriz. İlki Nyerere’nin Tanzanya’sıydı. Nyerere’nin “yeşil sosyalizmi” ile Maoizm yoğun bir işbirliği geliştirdiler. Nasıl SSCB için Nil nehrinde yapılan Aswan barajı bir prestij yatırımı idiyse, Çinliler de Tanzanya-Zambiya demiryolu projesiyle böyle büyük bir yatırım yüklendiler. İkinci olarak da, Rodezya’da beyaz azınlığa karşı savaşan ZANU hareketinin desteklenmesiydi. Mozambik’te FRELIMO’nun gelişmesine de önemli destekler sağlanmıştı. Angola’da ise ilk başta destekledikleri MPLA’ya karşı sonradan UNITA ve FLNA gibi örgütleri desteklemeye başladılar. 1971’de Sudan’da Sudan Komünist Partisi destekli askeri darbenin başarısızlığını ve sonradan komünistlerin ezilmesini selamladılar.
Çin’in desteklediği silahlı mücadeleler içinde, Zimbabwe dışında, başarılı olan yoktu. İktidarda olup da Çin’e yakın duran rejimlerde ise, daha ılımlı kanatlar idareyi almış, ülkelerindeki radikalizme son vermişlerdi. Çin de zaten 1970’li yıllarla beraber çok daha pragmatist bir dış politika izlemeye başladı. Etiyopya’da Sovyet destekli Derg rejimi dışında, iktidarı devirmeye çalışan güçlere destek verme politikası terk edildi. Etiyopya ve Eritre’deki Maoist unsurlar rejim tarafından ezildi; yine de Derg rejimini yıkan Tigre Halk Kurtuluş Cephesi’nde güçlü bir AEP’ci kanadın olduğunu da not edelim.
GÜNEY AMERİKA
Latin Amerika’da Maoistler diğer sol gruplara karşı yalnızca Peru’da daha baskın olabildi. (Bir istisna olarak 1960’ların ortalarında Dominik’teki Dominik Halk Hareketi (MPD) gösterilebilir. Castrocu olarak başlayan bu hareket Çin yanlılığına doğru evrildi. Amerikan müdahalesi öncesindeki Nisan 1965’deki ayaklanma ve sonrasında etkili örgütlerdendi.) Küba, ilk başlarda orta yolu bulmaya çalışmış olsa da ‒nükleer krizde Sovyetlerin tutumundan dolayı kırgınlardı‒ ayrılık şiddetlendikçe SSCB tarafına geçti. 1964’ten itibaren Çin’i ağır bir dille eleştirmeye başladılar. Şili‘de Maoistler 1966’da Devrimci KP’yi (PCR) kurdular. Silahlı mücadeleyi savunan parti, Kübacı MIR’in gölgesinde kaldı. PCR, Allende’den halkı silahlandırmasını talep etmişti. Allende’yi deviren Pinochet yönetimini Çin tanıdığı zaman PCR bunu hayli zorluklarla rasyonalize etmeye çalışacaktı. Arjantin’de 1965’te Sosyalist Parti içindeki Sosyalist Öncü grubunun Maoizme kaymasıyla “Komünist Öncü” grubu kuruldu. 1968 yılında da KP gençlik örgütü içinden Devrimci KP (PCR) ayrışması yaşandı. 1969’da Cordoba şehrinde otomotiv işçilerinin büyük ayaklanması sırasında iki parti de işçiler arasında etkinlik sağlamıştı. Kanlı askeri cunta sonrası tekrar diriltilen örgütlerden Komünist Öncü, “Kurtuluş Partisi” ismini alarak Deng ÇKP’sine bağlılığını korudu.
Mao’nun Latin Amerika’da beklentisinin odağında Brezilya yer alıyordu. 1962’de kurulan PCdoB’nin güçlenerek halk savaşı aşamasına geçebileceğini ummuştu. Fakat deneme başarıya ulaşamadı. 1964’ten itibaren parti, Çin’e eğitime gönderdiği kadroları Amazon içlerindeki Araguaia bölgesine yerleştirerek orada bir başlangıç üssü kurmayı amaçlamıştı. 1972 başlarında, sayıları seksen kadar, çoğu eski öğrenci olan gerillaların varlığını öğrenen ordu üç yıl içerisinde farklı operasyonlarla bu girişimi bastırdı. 1976 Aralık ayında partinin Sau Paulo’da merkez komitesi toplantısı basıldı. Üç yıl içinde de AEP izlenip Maoist çizgi terk edilecekti.
Bir başka başarısız halk savaşı girişimi Bolivya’da oldu. Öğrenci liderlerinden Oscar Zamora tarafından 1965’te PCB(ML) kuruldu. Birçok üye, Çin’e eğitime gönderildi. Che’nin gerilla mücadelesi esnasında bu grupla ilişkisi yoktu. Castro, bu grubu sırası geldiğinde Che’ye yardım etmemekle suçlamıştı. Zamora 1970’lerde halk savaşına giriştiyse de yakalandı ve sürgüne gönderildi.
Kolombiya’da 1965’te Kolombiya KP-ML (PCdeC-ML) kuruldu. Partinin silahlı kanadı da Halk Kurtuluş Ordusu (EPL) idi. Sonradan Hocacı çizgiye geçtiler. 1991’de afla birlikte silah bıraktılar. 1970 yılında Kolombiya Emekçileri Partisi (PTC) kurulmuştu ‒daha bilinen kısaltmasıyla MOIR. Kurucu lideri Francisco Mosquera, ülkede silahlı mücadele için gerekli koşulların oluşmadığını söylediğinden, mücadelede halk savaşı aşamasına geçilmedi. “Moirizm” geleneğini sahiplenen farklı gruplar var. MOIR adayı Jorge Enrique Robledo 2002’den beri Kolombiya senatosuna seçilen, ülkenin en popüler senatörlerinden birisi durumunda.
Yakın dönemde Maoizm denilince akla, Nepal ve Hindistan örneklerinden önce, Filipinler’deki gibi uzun yıllar süren Peru’daki Aydınlık Yol (Sendero Luminoso) mücadelesi gelirdi. Latin Amerika’da Maoizmin öğrenci kitleleri dışında, köylüler ve yerliler arasında kitleselleşmesinin tek örneğiydi. Aydınlık Yol, 1963’te KP’den ayrılarak kurulmuş “Bandera Roja” (Kızıl Bayrak) isimli Maoist partinin bir fraksiyonuydu. BR’den kopan üçüncü gruptu ‒ilki PCP-ML, ikincisi “Patria Roja” (Kızıl Vatan). PR, Çin desteğini alan taraftı. Onlara göre, Aydınlık Yol anarşist-terörist bir topluluktu. Abimael Guzman, BR saflarındayken kırk kadar kadro ile beraber Çin’e eğitime yollanmıştı. 1965’te MIR gerilla savaşı başlattığında BR söylemindeki halk savaşı iddiasını hayata geçirmekte yavaş davranmıştı. Guzman, nam-ı diğer “başkan Gonzalo”, felsefe profesörlüğü yaptığı Ayacucho bölgesindeki üniversitede ayrı örgütünü kurdu ve büyütmeye başladı. 1977’ye kadar gizli örgütlenmelerinin haricinde Peru siyasetine doğrudan bir katılımları olmadı. 1977 sonrası yeniden yapılandırılmaya gidilen partiye soldan katılımlar da oldu. 1980’de artık halk savaşını başlatmanın müsait olduğu değerlendirmesi yapılmıştı.
5. Sendero Luminoso
Evrensel Marksizm ve Maoizm izleyiciliği yanı sıra, Peru’ya özgü Marksist yorumu getirdiklerine inanıyorlardı. Bu yönden kendilerini Perulu ünlü Marksist Mariategui’nin izleyicileri sayıyorlar, isimlerini ondan alıyorlardı. Gerçi Mao’nun dizelerini Mandarin dilinden okutmak, sanatsal ve kültürel aktivitelerde Çin estetiğini doğrudan almak gibi aşırılıkları da vardı. Bu arada başkan Gonzalo da kendini Marksizmin dördüncü kılıcı saymaya başlamıştı. Mayıs 1980’de başlatılan savaş, oldukça kanlı ve acımasız bir karşılıklı şiddet döngüsü halini aldı. Aydınlık Yol da şiddeti yüceltmenin propagandasını yapıyordu; bundan orduyla işbirliği yapan köylüler kadar, ülkenin diğer sol güçleri de nasibini alıyordu. Guzman’ın 1992’de Lima’da gizli evinin deşifre olması sonucu yakalanması ve hapsedilmesiyle silahlı mücadele kan kaybetti ve söndü.
KUZEY AMERİKA
Meksika‘da, Çin Dostluk Derneği’ndeki aktif komünistler ilk Maoist grupları doğurdu. Bunlar altmışlı yıllar ortalarından itibaren Çin’e eğitim için gittiler. Daha çok üniversitelerde propaganda etkinlikleri yapılıyordu. Arturo Gamiz’in 1965’teki başarısız gerilla mücadelesi girişimi daha çok Küba etkisi gösterirken, Maoist izler de taşıyordu. Tam anlamıyla Maoist halk savaşı teşebbüsü, 1970’lerde Florencio Medrano öncülüğünde denendi. Medrano Çin’de eğitim görmüş, köylü kökenli bir komünistti. Meksika’daki topraksız köylülerin toprağa el koyma eylemlerini ileri seviyeye götürerek bunu halk savaşı için mevzi haline taşımaya çalıştı. 1973’te el konulan bir bölge, kısa zamanda on bin kişilik bir gecekondu haline gelmişti. Eğitim, sağlık, konut yapımı gibi işlerin el birliğiyle yapıldığı bölgede, Medrano ve etrafındakilerin silahlarıyla ortalıkta rahatlıkla gezinmeye başlaması üzerine ordu, polisin giremediği bölgeyi işgal etti. Medrano daha güney bölgelere kaçmak zorunda kaldı. Hareketi büyüyemeden dağıldı. Çoğu Maoist de diğer muhalefet partilerine katıldı.
ABD’de kökleri 1963 yılına giden İlerici İşçi Partisi (Progressive Labour Party) KP’den (CPUSA) ayrılmıştı. 1972 Nixon-Çin yakınlaşması sonrası Çin yanlısı tutumunu terk etti. PLP’den sonra Çin yanlısı hareketin önderliğini, kökleri gençlik (“Students for a Democratic Society” 1968’de yüz bin üyesi, Küba ve Vietnam bağları olan oldukça militan bir örgüte dönüşmüştü) ve siyahi hareketlerde olan yeni sol akımlar aldı. Bu anti-revizyonist gruplara genel olarak “New Communist Movement” (Yeni Komünist Hareket) deniyordu. Öğrenci hareketi SDS içinden Weatherman ve RCP gibi gruplar çıktı. Bu gruplar arasında en önemlisi, 1975’de Devrimci KP (Revolutionary Communist Party -RCP) ismini alacak olandı. Bob Avakian’ın da dahil olduğu bir RCP delegasyonu 1971’de Çin’i ziyaret etmiş, Zhou Enlai dahil üst düzey ÇKP yöneticileri ile görüşmüştü. Bir ara, ayrımcılığa karşı mücadele için siyahi öğrencileri okullara otobüslerle taşıma politikası konusunda ters bir tavır ortaya koyarak tüm soldan ayrıksı bir yere düşmüştü. 1979’da Deng’in ABD ziyareti sırasında yaptıkları protestolar ve bayrak yakma olayları sonrası Avakian ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Avakian’ın RCP’si Maoistleri bir araya getiren Uluslararası Devrimci Hareket’in (RIM) kurulmasında öncülük yaptı.
RCP dışındaki diğer bir grup, kökleri “Ekim Birliği” isimli gruba dayanan, 1977’de partileşen CP(ML) idi. Çin rejimi tarafından onaylıydılar. Şah ABD’yi ziyaret ettiğinde Şah karşıtı gösterilere katılmayı reddediyorlardı. Harry Haywood, eski bir CPUSA lideri ve Komintern’in politikalarının belirlenmesinde özellikle rol oynamış eski bir önder olarak, bu parti üyesiydi. CP(ML) 1980’lerde dağıldı. 1979’da kurulan Komünist Emekçi Partisi (CWP) isimli yapı, aynı yıl Kasım ayında KKK faşistlerinin bir protesto gösterisine ateş açarak beş parti üyesini öldürmeleriyle gündeme gelmişti. Saydıklarımız dışında iki de AEP’ci parti vardı: CPUSA(ML) ile MLP(USA). Azınlıkların, Latinoların, Asya kökenlilerin de kendi ayrı Maoist örgütlenmeleri bulunuyordu.
6. Kara Panter üyeleri “Küçük Kırmızı Kitap” sallarken
Kara Panter Partisi, Maoist söylemden etkilenmişti. 1966’da, sivil haklar hareketi ve siyahi milliyetçilikten etkilenerek küçük bir grup olarak kurulan Kara Panterler birkaç yıl içinde FBI’ın bir numaralı iç düşmanı pozisyonunu elde edecek kadar gelişti. Zirveyi 1970’te yaptı. Etkilendikleri birçok ideoloji arasında Maoizmi de saymak gerekir. Çeşitli şehirlerde harekete katılanlar arasında Maoistlerin de bulunduğunu söylemek daha doğru bir ifade olur ‒tıpkı Weatherman üyeleri gibi.
“Monthly Review” dergisi de entelektüel açıdan Maoizmden ve Üçüncü Dünyacılıktan etkilenmiş yazarları bir araya getiren önemli bir dergiydi. Eski sol kuşaklardan gelen ama etkisini halen koruyan “The Guardian” gazetesi çevresindeki gruplar da anti-revizyonist bir hatta yerleşmişken, Çin dış politikalarından rahatsız olarak bir tartışma süreci yaşadılar. Bunlar Sovyetlere daha yakın bir çizgiye evrildiler. Afganistan, Polonya ve Etiyopya meselelerinde Sovyet tarafında durdular.
1970’li yıllarda ABD solunun enerjisini yüklenmiş olan bu yeni komünist hareket çatısı altında sayılabilecek gruplar, 1980’li yıllarla beraber küçülerek dağıldılar. En son Jesse Jackson’ın Demokrat Parti’den başkan adaylığı kampanyalarında yer aldılar.
Kanada için Hardial Bains ismini özellikle belirtmeliyiz. Hint kökenli biyolog Bains’ın başını çektiği grup 1963’ten itibaren “Internationalists” ismiyle ayrılmıştı. Bu, 1970’te partileşecekti [CPC(ML)]. Yalnızca Kanada’da değil İrlanda, İngiltere ve Hindistan’da da kendine yakın Maoist partilerin kurulmasında öncülük etti. Bains ve kurduğu partiler sonradan AEP’ci oldular.
AVRUPA
Federal Almanya’da Çin ve Mao etkisi ilk olarak, gençler arasında bir karşı-kültür ikonu olarak ele alınması ve ülkedeki burjuva yaşantısını şok etme (Bürgerschreck) amaçlı provokatif, “situationalist” kullanımı yoluyla oldu. 1968 Alman öğrencileri arasında Maoizmin kullanılışının altında kısmen bu yatıyordu. Bu öğrencilerin kurduğu komünler, bir süre sonra çeşitli partileşme süreçleri doğurdu (KPD/AO, KPD/ML, KBW). İlk durumdaki liberter öğrenci protestoları yerini daha katı ve disipliner örgütlenmelere bıraktı.
Bu partilerin on binlerce üyesi, ondan fazla yayın organı ve kitabevleri vardı. Kendine KPD/AO diyen grubun, 10 Nisan 1973’te Güney Vietnam başbakanının ziyaretini protesto etmek için Bonn belediyesini işgal etmesi ve akabinde federal hükümetin bazı şehirlerde 1 Mayıs gösterilerini yasaklaması, partiye soruşturma açılması en bilinen eylemleri oldu. Bu arada, Sovyetlere karşı Alman ordusunun nükleer silaha sahip olmasını savunuyorlardı. Muhafazakâr Alman bakan Strauss’un Çin ziyaretini sevinçle karşılamışlardı. KPD/ML lideri Ernst Aust da, Alman Savunma Bakanına Sovyet sosyal emperyalizmine karşı ülkeyi savunma hazırlığından kaçındığı suçlamasıyla dava açmıştı!
Sayılan gruplar 1980’lerde dağıldı ve çoğu üyesi Yeşillere geçti. Maoist gruplardan biri 1982’de MLPD ismini aldı. Halen, ideolojik olarak uluslararası arenada sözü dinlenen partilerden biri durumunda.
Batı’da Maoistler genel anlamda kitleselliğe erişemeseler de bazı ülkelerde entelektüeller arasındaki nüfuzlarını arttırmışlardı. Buna verilecek en iyi örnek Fransa’ydı. Örnek olarak, Althusser Sovyetlerdeki sosyalizmi ve onu gözü kapalı takip eden, gerek Cezayir gerekse de Vietnam meselelerinde geri bir pozisyon takınan PCF’yi, siyasal ve ideolojik sınıf mücadelesini bir yana bırakan ekonomizmi ve 1956 sonrası Garaudy gibilerince yaygınlaştırılan hümanizm anlayışını eleştirirken, Mao’da önemli bir destek bulmuştu. Çelişkilerle dolu olsa da, Mao’nun katkısı komünist hareket içinde ortaya çıkmış, son ve en değerli müdahaleydi. Yine de Althusser, öğrencilerinin yaptığı gibi PCF’yi terk etmeyecek, tüm eleştirilerine rağmen üyesi kalmakta ısrar edecektixvii.
7. Godard “La Chinoise” filminden
Öğrencileri ise PCF’nin gençlik örgütünden ayrılıp UJC(ml) gençlik örgütünü kurdu. 1967’de onlardan öğrenmek için öğrenci çevrelerini bırakıp halkın arasına karıştılar. Kitlelerin durumunu anlamak ve onlardan öğrenmek için “anket” denilen çalışmalar yürüttüler. Vietnam ile dayanışma gösterileri düzenlediler. Sağcı öğrencilerle çatışmalar şiddetlendi. Godard’ın, Sovyet Kültür Bakanına suikast düzenlemek isteyen bir grup Maoist gencin yaşamından kareler sunduğu 1967 tarihli ünlü “La Chinoise” filmi o tarihlerin halet-i ruhiyesini temsil eder. Amacı o olmasa da, ortaya Maoizmin parodisi, eleştirisi ve belki de onunla dalga geçilmesi çıkmıştır (“Sovyet revizyonizmi”ne geri dönen Henri karakterinin konuşmasına dikkat!).
8. Godard “La Chinoise” filminden
Maoist öğrenciler Mayıs 1968’i ıskalamıştı. PCF içinden çıkan daha “eski sol” kuşaklar da PCMLF’yi oluşturmuşlardı. Onlar da diğer sol örgütler gibi Mayıs 68 ertesi yasaklandılar. Yasaklardan sonra faaliyetini sürdüren bu yapı Çin devletine sadakat noktasında hepsinden de tutucuydu. İçinden birçok grup ayrıldı ve dağıldı. Badiou’nun sağ sapma olarak değerlendirdiği bu gruba karşı asıl ses getiren grup, yine onun sol sapma olarak etiketlediği “Proleter Sol” (Gauche Prolétarienne -GP) oldu. GP, Mayıs 68 sonrası yasaklanan öğrenci grubundan doğdu. Soygunlar, adam kaçırma, polise saldırılar gibi daha radikal eylemler yaptılar. 1970’te hükümet tarafından maruz bırakıldıkları saldırı karşısında Sartre, Foucault, Godard ve diğer entelektüeller bu grubun gazetesinin editörlüğünü üstlenmişti.
9. Sartre ve Simone de Beauvoir GP gazetesi dağıtırken
Göçmen işçiler arasında yaygın çalışma yapmaları, Fransa sol hareketi içinde GP’yi özellikle öne çıkarıyordu. GP’den ayrılan “Vive la révolution!” (VLR) çevresi, çıkardıkları “Tout!” dergisiyle toplumsal cinsiyet, feminizm ve homoseksüellik gibi konularda oldukça liberter ve provokatif konumlar almıştı.
Üçüncü olarak da Fransa ML Komünistler Birliği (UCFML) isimli, Badiou’nun da içinde olduğu grup vardı. Daha entelektüel bir çevreydi. Fransız Maoistler, 1968 ardından solda fazla gelişemedi. Ana tehdidi SSCB olarak koydukları için yaptıkları propaganda, ulusal savunma lafları oluyordu. Sendikaları (CGT) da sosyal faşist ilan ettiklerinden dolayı işçiler arasında yaygınlaşamadılar. Maoist aydınların bir kısmı, saf değiştirerek nouveaux philosophes saflarına katıldı.
Belçika‘da II. Dünya Savaşı direnişçisi Jacques Grippa’nın önderlik ettiği grup 1963 civarı KP’den ayrılarak Çin yanlısı gruplaşmaları başlattı. Avrupa’da ilk Maoist parti, kendi kurduğu kısa ömürlü Belçika KP’si oldu. 1970’lerde öğrenci hareketi içerisinde oluşan Belçika Emekçi Partisi (PTB) ise daha sonraları Maoizm etiketini bırakacaktı. Hollanda’da 1971’de kurulan Hollanda KP(ML) bir yıl sonra ismini Sosyalist Parti olarak değiştirdi. Doktriner konularla uğraşmak yerine, önceliği konut, sağlık ve çevre sorunu gibi noktalara verdi. Yayınlarındaki Maoist tabir ve sloganları yavaş yavaş bıraktı. Sonunda 1991’de ML referansları da programından kaldırdı. Bu arada Pieter Boevé isimli bir Hollanda gizli servis ajanı, 1960’lardan itibaren Çin yanlısı öğrenci hareketine karışacak, liderlik üstlenecek, hatta Hollanda Marksist Leninistleri (MLPN) adlı sahte bir parti de kuracaktı. Birkaç düzineden fazla üyesi olmayan bu parti 1989’a kadar yaşatıldı. Parti yayınları gizli servis tarafından yazılıyordu. Boevé ise Çinli yetkililerle temas kurup ağırlandı, kendi deyişiyle dünyayı dolaşmış oldu.
İskandinavya’da ilginç bir şekilde Norveç, Maoistlerin kitleselleşebildiği bir yer oldu. 1973’te kurulan Komünist İşçi Partisi [AKP(ML)], sosyalistlerin gençlik hareketinin radikalleşerek partiden kopmasıyla doğdu. Öğrenci kesimlerinde yaygınlıkları haricinde, sosyal demokrat sendikalara da kısmen nüfuz etmeyi başarabilmişti. Norveç’te Maoistler diğer ülkelerdeki gibi parçalanmadığı için güçlenmişti. Ayrıca, NKP ve Troçkistler de ülkede küçük ve daha etkisizdixviii. İskandinav Maoizminin en güçlü temsilcisi olan AKP(ML) 2007’de Kızıl Parti’ye dönüştü. İsveç‘te Maoist KFML (Marksist Leninist Komünistler Birliği) Vietnam savaşı karşıtı harekette oldukça etkindi. 1973’te komünistlerin eski adını aldılar (SKP). 1980’lerde ideolojik olarak iyice nötrleşip sosyal demokratları desteklediler ve sonunda dağıldılar.
Danimarka‘da Gotfred Appel liderliğindeki Maoist grup 1963’te DKP’den ayrışmış, daha sonraları Komünist İşçi Partisi (KAP) adını almıştı. Appel’e göre Batı’daki en yoksul kesim bile, emperyalist sömürüden pay aldığı için, devrimci mücadeleye kazanılamazdı. Bundan dolayı, devrimcilerin görevi, Üçüncü Dünya halklarının mücadelelerini desteklemek olmalıydı. Onlar da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ile kontak kurdular. 1970’te üyeleri Filistin kamplarında eğitim aldı. Bir yanda Afrika’da FRELIMO, MPLA ve ZANU gibi örgütlere ilaç, elbise, gıda vb. yardımı topluyor; diğer yanda oldukça profesyonel şekilde planlanmış soygunlar gerçekleştiriyorlardı. Appel’i ihraç ettikten sonra birkaç parçaya ayrılan grubun toplam üye sayısı 15-25 arasıydı. İçlerinden bazıları, C. Bettelheim, S. Amin ve I. Wallerstein’ın yanı sıra özellikle Emmanuel Arghiri’nin eşitsiz değişim teorisinden etkilenmişti. Kişisel temasa bile geçilmiş olan Arghiri, grubun yayınına önsöz yazmıştı. 1989’da grubun tüm üyeleri polis tarafından yakalandıxix.
İrlanda’da bahsettiğimiz Bains’ın örgütünün yanı sıra IRA içinde de Mao’nun fikirlerinden etkilenmiş militan ve sempatizanlar bulunuyordu. İngiltere‘deki ilk örgüt 1963’te KP’den (CPGB) ayrılan “Revizyonizmle Mücadele ve Komünistlerin Birliği Komitesi” idi. CPGB yönetiminde görev almış, partinin “British Road to Socialism” (1951) programına muhalefet etmiş ünlü akademisyen George Thomson da, parti bağlantısı olmasa da, bir anti-revizyonistti.
İlk partileşmeler, Kültür Devrimi etkisiyle KP gençliği arasından filizlenen 1968 tarihli CPB(ML) ve 1972 tarihli CPE(ML) oldu ‒ikisi de sonradan AEP’ci olacaktı. CPB(ML) lideri Reg Birch tanınmış bir sendikacıydı ve Çin’e gidip ÇKP onayı almıştı. 1994 tarihinde ölene dek partisine liderlik yaptı. Anlaşılan bir ara, İşçi Partili Denis Healey’in Birch’ü başbakan Callaghan’a “İngiliz uçaklarını satan adam” şeklinde tanıtmasına bakarsak, Çin’in İngiliz uçakları alması için lobicilik de yapmıştıxx.
İki örgüt haricinde “Revolutionary Communist League of Britain” ile “Communist Workers Movement” isimli örgütler de vardı. Ayrıca ülkedeki Asyalı grupların her birinin kendi Maoist örgütlenmeleri de bulunuyordu. Ancak sayı bakımından sendikalardaki CPGB, savaş karşıtı gençlik hareketi içindeki Troçkistlerden çok gerideydi. Öyle ki, 1970’lerdeki bir tahmine göre adadaki 28.000 KP’li ve 14.000 Troçkiste karşılık, toplamda yalnızca 1.500 kadar Maoist vardı. Bu arada, tüm ülkede yaklaşık 50 üyesi olan Maoist grup 1964 seçimlerinde İşçi Partisi lideri Harold Wilson’un seçim bölgesinde ona karşı 900 oy toplamayı başarmıştıxxi. Anlaşılan Anglo-Sakson Batı’da Troçkist gruplar, Maoistlere karşı daha başarılı olmuşlardı. Son olarak CPE(ML)’den 1974’te ayrılan Aravindan Balakrishnan liderliğindeki grubun gündeme düşüşünü belirtelim. “Bala”nın ismi, 2013’te, üç kadını yıllarca zorla alıkoyduğu ve cinsel saldırıda bulunduğu suçlamasıyla gündeme gelmişti. Yalnız, artık burada, siyasetle ilgisi kalmamış, anlaşılan işi ufak bir kişisel tarikata dönüştürmüş bir yarı-meczubun durumu, ana-akım medya tarafından Maoizm hanesine yazılmakta gecikilmemişti.
Güney Avrupa’ya dönersek, İtalya’da 1968’de İtalyan Komünistleri Birliği (ML) kuruldu. Daha sonra PCI(ML) ismini aldı. Kızıl Tugaylar’ın kurucularından Renato Curcio da bir dönem bu hareket saflarındaydı. 1968-69 yıllarında İtalyan solu, genelde kuzeyde, öğrencilerle işçiler arasındaki birliği sağlamaya çalışırken, Maoistler güneydeki köylüleri örgütlemeye odaklandı. Bu da pek başarılı olmadı. PCI(ML) 1970’lerde en güçlü Maoist parti konumundayken AEP saflarına geçti. Partinin başındaki Aldo Brandiralli, 1976’da parti parasını Alfa Romeo araba ve lüks villa almaya kullandığı için partiden atılmıştı. Brandiralli sonradan dine dönüp Berlusconi hükümetinde görev alacaktı.
İspanya özelinde PCE(ML) 1964’te Brüksel’de, Avrupa’daki ilk Maoistler olan Belçikalılar yardımıyla kuruldu. Sonradan AEP’ci olan partinin Tiran’da kurulu radyosu vardı. 1974 ile yer üstüne çıkabilmiş Portekiz solunda, birçok Maoist grup vardı. PCP(ML) Çin yanlısıydı. Maoistler arasında Portekiz İşçileri Komünist Partisi (PCTP/MRPP) öne çıkıyordu. Bu partinin etkileyici, büyük boy duvar resimlerini bir not olarak belirtmek istiyorum. Bu arada, Halk Demokratik Birliği (UDC) isimli AEP’ci partinin 1975’teki ilk serbest seçimlerde bir milletvekili çıkarabilmiş olduğunu da ekleyelim. AEP’ci bir partinin ittifak yapmadan, yasama meclislerinde sandalye kazandığı bir başka örneği, şahsen ben bilmiyorum. UDC geleneği yakın dönemdeki “Sol Blok”a katıldı.
10. PCTP muralı, www.casacomum.org
Yunanistan’da, Yunan Marksist Leninistler Örgütü, 1970’lerin ortalarında esasen ikiye ayrıldı. M-L KKE ve KKE(ML). 2012 ertesinde, seçimlere ortak listeyle katılıyorlar. Maoist diğer küçük grupların içinde, 1985’te kurulan OAKKE isimli, yoğun Rus karşıtlığı yapan/yapmayı sürdüren bir grup da var.
Doğu Bloku’ndaki Sovyetik rejimler, sınırları içinde Maoist muhalefete izin vermiyordu tabii kixxii. Arnavutluk Çin’in yanında yer almış olsa da AEP Kültür Devrimi sürecinde ikircikli davranmıştı. Sonuçta iktidarı parti eliyle elinde tutan Enver Hoca’nın Çin’de olduğu gibi partiye saldırması pek olası değildi. Çin’in son yıllarda ABD ile yakınlaşma politikası ve 1976’da Mao’nun ölümü ardından Enver Hoca çok daha keskin bir biçimde ÇKP’yi eleştirmeye başladı. 1978 sonlarında ayrılık kesinleşti.
SSCB‘de ülkedeki Çinli öğrencilerden etkilenmiş öğrencilerden müteşekkil kimi bireysel “Maoist”in ortaya çıkması beklenebilir bir durumdu. Fakat, bunların hepsi, iddia edildiği gibi Maoist olmaktan ziyade, parti/bürokrasi muhalifiydi. Örneğin 1964’ten itibaren rejime muhalefet eden Romanenko kardeşler Maoist değil; fakat Çinli bir öğrenci yoluyla onların eleştirilerinden etkilenmiş, Stalin dönemi özlemi içindeki gençlerdi. Bunlar anti-komünist muhalifler değil, partinin Leninist köklerine dönmesi için örgütlenmeye çalışan, gizli bildiriler dağıtan gruplardı. Ancak Sovyetler Birliği gibi bir toplumda kontrol altına alınmaları zor olmamıştı.
Polonya‘da uzun süre parti merkez komitesinde yer alan fakat destalinizasyona karşı çıktığı için yeniden seçilemeyen Kazimierz Mijal, 1965’te Arnavutluk’ta yeni bir Polonya KP (Mijal) kurduğunu deklare ederek, Tiran radyosu ve Çinli gemilerin ülkeye kaçak soktuğu yayınlar vasıtasıyla örgütlenmeye çalıştı. ÇKP tarafından ülkenin KP’si olarak tanınıyor ve protokolde ağırlanıyordu. Mao ve Deng çizgisini savunmaya devam ettiği için Tiran’da barınamayan Mijal 1983’de Polonya’ya geri döndü.
Macaristan‘da 1968 yılında bir grup üniversite öğrencisi “Maocu komplo” nedeniyle kısa süreli cezalara çarptırılmıştı. Vietnam gösterilerinde ABD elçiliğine molotof kokteylleri atıp polisle çatışmışlardı. Daha sonra anlattıklarına göre, bu öğrenciler Maoist bir yapılanma olmaktan çok, Vietnam ve üçüncü dünya mücadelelerinden etkilenerek Macar partisini soldan eleştiren kişilerin fikirlerini paylaştığı dağınık bir çevreydi. Aslında Maoizm, muhalifleri fişlemek için kullanılan bir etiketti. György Lukacs da bir ara, Maoizmi kınadığını arada not ederek, bu öğrencilerin affedilmesi için Kadar’a mektup yazmıştıxxiii.
Doğu Almanya’da SED içinde Çin-Sovyet çekişmesinde Çinlileri haklı gören partililer çıkmıştı. Komünizmin ruhuna Çin tarafının argümanlarını daha uygun görüyorlardıxxiv. SED’in tüm sansür çabalarına rağmen, Çin elçiliği ve Almanya’da okuyan yabancı öğrenciler yoluyla Çin propagandası yayılıyordu. 1967-69 arası bazı Doğu Alman gençler Maoculuk iddiasıyla Stasi tarafından izlenmekteydi. Bunlar Kara Panterler gibi giyiniyorlardı. Özellikle Batı Alman Maoistlerle irtibatlıydılar. Batı Alman KDP/ML’nin Doğu seksiyonu olarak örgütlenmişlerdi. 1976’da KDP/ML hücreleri kurulmuştu.
Bulgaristan’da 1965 yılında Jivkov’a karşı, önceden ortaya çıkarılarak başarısız bırakılan darbe planı, ülkenin fazla Moskovacı ve revizyonist yöne gittiğini düşünen parti kadrolarınca planlanmıştı. Batı basınında darbenin Mao taraftarlarınca planlanmış olduğuna dair çıkan haberlere karşın, bu, gerçeği tam olarak yansıtmıyordu. Ülkede Maoist sayılabilecek tek etkinlik, 1968 Dünya Gençlik Festivali için Sofya’ya gelerek kortejde Mao sloganları atan ve ABD elçiliği önünde Mao posterleri açan Batı Alman SDS’li gençlere aitti.
ULUSLARARASI BİRLİK
ÇKP’nin dünya genelinde Maoist partileri öncekiler benzeri bir enternasyonal bünyesinde toplama niyeti ve girişimi olmadığını belirtmiştim. ÇKP’yi reddeden Maoist partiler, 1980’de RCP ve Şili Devrimci KP’nin yaptığı çağrıyla, 1984 yılında “Devrimci Enternasyonal Hareket”i (DEH) (Revolutionary International Movement -RIM) oluşturdular. Konferanslar, yayınlar (“A World to Win”) hazırlıyor, ortak açıklamalar yapıyor ve kampanyalar yürütüyorlardı. Aydınlık Yol’un etkisiyle Marksizm-Leninizm-Maoizm (MLM) teorisinin evrenselliği 1993’te kabul edildi. İzleyen yıllarda, Peru, Hindistan ve Nepal’deki tecrübeler üzerine fikir ayrılıkları baş gösterdi. Gelişmiş Batılı ülkelerde “halk savaşı” modelinin geçerli olup olmadığına dair anlaşmazlıklar yaşandı. Avakian, ABD’de halk savaşını başlatmak için çalışmamakla suçlanıyordu. Avakian da yeni bir tür enternasyonalizm anlayışından bahsediyordu. Herkesin diğerlerini revizyonistlikle suçladığı; her birinin kendini en halis Marksist saydığı bu yapı dağıldı. Bunun haricinde “International Conference of Marxist-Leninist Parties and Organizations” (ICMLPO) isminde biri kimi Maoistler partileri, diğeri AEP’cileri bir araya getiren iki yapı da bulunuyordu. MLPD’nin etkili olduğu ilkinin yerini zamanla farklı görüşlerde partileri yan yana getiren ICOR koordinasyon örgütü aldı. Hindistan KP (Maoist), Güney Asya Maoist partilerini bir araya getiren bir işbirliği örgütü de oluşturmuş durumda.
TÜRKİYE
11. 1960 tarihli İngilizce bir ÇKP broşür kapağı. DP’ye karşı “Türk Halkının Haklı ve Yurtsever Mücadelesine Destek” isteniyor. Kültürel çeviriye pek özen gösterilmemiş: fese dikkat.
Son olarak, Türkiye’deki Maoist hareketlere değinmek söz konusu edilebilir. Fakat, yeterince “modern revizyonist-Troçkist-menşevik kırması” olmakla itham edilecek sözler sarf ettikten sonra, bu örgütsel geçmiş ve onun kültürü, karmaşık iç ayrılıklar süreci üzerine söyleyebileceğim fazla bir şey yok.
Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de Maoist etki ilk ve en önemli yol olarak çeviri faaliyetiyle gelmişti. 1966-1971 yılları arası Mao’ya ait birçok kitap çevrilmiştir. Bunlara E. Snow ve Lin Biao’ya ait kitapları da ekleyebiliriz. Sadece 1967 yılında ÇKP-SBKP ayrışması üzerine üç farklı kitap basılmıştıxxv. 1968’de Çin yetkilileri AEP’den Küçük Kırmızı Kitabın Türkçe’ye çevrilmesinde yardım istediğinde, AEP’lilerden Türk hükümetini karşılarına almak istemedikleri cevabı almıştıxxvi. Bu da yoğun bir çeviri faaliyetine işaret ediyor.
Sonuç Yerine
Moufawad-Paul gibi yeni nesil Maoistlere göre Maoizmi reddetmek, bir bütün halinde Marksizm-Leninizmi reddetmek anlamına gelmektedirxxvii. Maoizm, Marksizm içinde, çağın koşullarına göre nitel olarak yeni bir atılım olarak kabul edilmektedir. Bu koşula katılmıyorum. Mao, dünyanın en kalabalık ülkesinde devrime önderlik etmiş bir komünist şahsiyettir. Fakat ufku, ulus sınırları dışına erişememiş, ultra-sol bir söylem altında ulus devlet rekabetçiliğini uluslararası komünist hareket içinde yaşatmış ve bu amaçla emperyalistlerle işbirliği etmekten kaçınmamış, çelişkilerle dolu bir figürdür. Küresel çapta onu model alan hareket, bu zaafları şablonculukla katlayarak büyütmüştür. Devrim teorisini başarıyla yerelleştirmiş Mao’nun öğretisi, bu kez körü körüne alınmış, deyim yerinde bütün dünyada Mandarince konuşulmaya çalışılmıştır. Köylücülük, şiddet tapıncı ve lider kültü her yerde yeniden üretilmiştir. Üçüncü Dünyacılık tabir edilebilecek pozisyonla aradaki nüanslar siyaset düzleminde neredeyse silinmiştirxxviii. ÇKP’nin de artık devrimci süreçlerle ilgisi kalmamıştır. Dünyaya sunacağı bir gelecek modeli yoktur. COVID-19 pandemi sürecinde imajını kurtarmaya çalışmaktadır.
Yazıya ve kaynaklara dair not:
Maoist ve Maocu kelimeleri arasında, kulak tırmalamasına rağmen, tutarlılık açısından ilkini kullanmayı tercih ettim. Parti kısaltmaları konusunda da anlaşılırlık açısından esnek olmaya ve yazının okunabilirliğini mümkün olduğunca zorlamamaya gayret ettim.
Yararlandığım kaynaklar içinde, özellikle marxists.org adresindeki anti-revizyonizm bölümündeki dijitalize edilmiş ilk el kaynakları, parti dokümanları ve yayınlarını tavsiye ederim: <https://www.marxists.org/history/erol/erol.htm> Yine <https://www.bannedthought.net/> sitesinden ilk el parti yayınlarına ve diğer çeşitli dokümanlara ulaşılabilinir. Parti siteleri de doyurucu olabiliyor. Çeşitli Maoist bloglar, özellikle günümüz ideolojik anlaşmazlıklar hakkında bilgi sahibi olmak açısından önemli; ayrıca geçmişe yönelik tartışmalara da ışık tutacak kaynaklara erişim sağlıyorlar. <https://woodsmokeblog.wordpress.com/> bunlardan biri. Fransız KP(MLM) sitesinden <http://lesmaterialistes.com/> polemikler hakkında bilgi edinilebilir. Haberlere erişmek için de <https://www.redspark.nu/>. Elbette, wikipedia’dan erişilecek bilgiler de küçümsenmemeli.
Kitaplar arasında; ABD Maoizmi için Max Elbaum’un “Revolution in the Air: Sixties Radicals turn to Lenin, Mao and Che” (New York: Verso, 2002); Fransa’daki entelektüeller ve öğrenciler arasındaki Çin etkisi üzerine Richard Wolin’in “The Wind from the East: French Intellectuals, the Cuktural Revolution and the Legacy of the 1960s” (Princeton: Princeton University Press, 2010) ve iki ülkede Troçkist ve Maoist hareketin karşılaştırmalı analizi için de A. Belden Fields’in “Trotskyism and Maoism: Theory and Practice in France and the United States” (New York: Praeger, 1988) kitaplarını özellikle belirtmeliyim.
Lovell’ın kitabı, Alexander C. Cook’un derlediği “Mao’s Little Red Book: A Global History” (Cambridge: Cambridge University Press, 2014) ile birlikte okunabilir. ÇKP-SBKP çekişmesinin Üçüncü Dünya üzerindeki izdüşümleri için de Jeremy Friedman’ın “Shadow Cold War: The Sino-Soviet Competition for Third World” (University of North Carolina Press, 2015).
i M. Kayaoğlu “Mao Ze-dung: Geçmişin yayından modernizme fırlayan ok” Teori ve Politika, https://teorivepolitika.net/index.php/kitaplar/item/518-mao-ze-dung-gecmisin-yayindan-modernizme-f-rlayan-ok
ii L.M. Lüthi, The Sino-Soviet Split: Cold War in the Communist World, Princeton: Princeton University Press, s.11-12
iii Lüthi, a.g.e., s.98
iv Mao ile Kruşçev görüşmesi, 2 Ekim 1959, https://digitalarchive.wilsoncenter.org/document/112088
v Kissinger’ın kayıtlarında “bastard” olarak geçiyor. D. Li “The Breakdown of State Relations and the Sino-Soviet Military Confrontation 1966-1973”, Z. Shen (der.) A Short History of Sino-Soviet Relations, 1917-1991, Singapur: Palgrave Macmillan, 2020, s.320
vi S. Radchenko “Sino-Soviet Relations in the 1970s and the IR Theory”, G. Rozman (ed.) Misunderstanding Asia: International Relations Theory and Asian Studies over Half a Century, New York: Palgrave Macmillan, 2015, s.52
vii Lin Biao bunu kendince şöyle güzelce özetlemiş: “Her zaman sizin egemenliğiniz kısıtlı, onlarınki [Sovyetler] kısıtsız.” M.A. Carria, Sovereignty in China: A Genealogy of a Concept since 1840, Cambridge: Cambridge University Press, 2019, s.166
viii H.J. Ven, “War, Cosmopolitanism, and Authority”, T. Cheek (der.) A Critical Introduction to Mao, Cambridge: Cambridge University Press, 2010, s.106
ix Rastgele bile olsa benzeri şeyleri söylemiş olmakla insanın kendisinden şüpheye düşmesini sağlayabilecek Halil Berktay, arkadaşlarıyla Perinçek’ten ayrılırken çıkardıkları Sosyalist Birlik dergisinin ilk sayısında (Mart 1989) şöyle yazmış: “Sosyalizm sorunlarına geçmişteki farklı yaklaşımlar içinde, esas olarak ‘ara akımlar’, yani Dev-Yol, Kurtuluş gibi, Sovyetler Birliği’nin belli iç ve dış politikalarına karşı çıkan, ancak sosyo-ekonomik bir ‘geri-dönüş’ tezini reddeden ve Sovyetleri ‘sosyal emperyalist’ diye tamamen karşıya almayı yanlış bulan akımlar, bu noktada esas olarak haklı çıkmışlardır… ‘ara akım’ların aklıselimi haklı çıkmıştır.” (s.43)
x Bu konuda, Marcel van der Linden’in 2007 tarihli “Western Marxism and the Soviet Union: A Survey of Critical Theories and Debates Since 1917” (Leiden: Brill) çalışması özellikle dikkate değer.
xi S. Amin, Maoizmin Geleceği, çeviren: I. Soner, İstanbul: Kaynak Yayınları, 1990, s.129,134,155
xiii Z. Chen & Y. Xia (2013) “Leadership transfer in the Asian Revolution: Mao Zedong and the Asian Cominform” Cold War History, 14(2):195-213
xiv Kamboçya üzerine, Matthew Galway’in 2017 tarihli doktora tezi “Boundless Revolution: Global Maoism and Communist Movements in Southeast Asia, 1949-1979” ve daha spesifik olarak 2010 tarihli yüksek lisans tezi “From the Claws of the Tiger to the Jaws of the Crocodile: Pol Pot, Maoism, and Ultra-Nationalist Genocide in Cambodia, 1975-1979” (University of Ottowa)
xv S.J. Morris, “The Soviet Union and the Philippine Communist Movement” Communist and Post-Communist Studies, 1994, 27(1):77-93
xvi Çin tarafından tanınan örgütün başındaki kişi yakalandığında SAVAK tarafından çözülmüş, sahte bir hapishane kaçışı sonrası muhbirlik yapıp ülkeye sızan üyeleri ele vermişti. M. Behrooz, Rebels With A Cause: The Failure of the Left in Iran, Londra: I.B. Tauris, 1999, s.88
xvii J. Borg, “The Red Guards of Paris: French Student Maoism”, History of European Ideas, 2005, 31:472-490
xviii H.P. Sjøli, “Maoism in Norway”, Scandinavian Journal of History, 2008, 33(4): 478-490
xix D. Jain, “Theorists and Thieves” Monthly Review, 2017, https://monthlyreview.org/2017/09/01/theorists-and-thieves
xx T. Buchanan, East Wind: China and the British Left, 1925-1976, Oxford: Oxford University Press, 2012, s.203
xxi a.g.e. s.199,201
xxii Bu konuda toplu olarak şu kaynağa bakılabilir: A.M. Smith “Which East is Red? The Maoist Presence in the Soviet Union and Soviet Bloc Europe 1956-1980” Georgia State University, yüksek lisans tezi, 2017
xxiii S.I. Pap “In the Hot Summer of ‘68, We Were the Tempest in the Hungarian Teapot” – The Hungarian Maoist ‘Plotters’ https://www.criticatac.ro/lefteast/hungarian-maoist-plotters/
xxiv Q. Slobodian, “The Maoist Enemy: China’s Challenge in 1960s East Germany” Journal of Contemporary History, 2016, 51(3):635-59
xxv Bu konuda bkn. Çağdaş Üngör, “China and Turkish Public Opinion during the Cold War: The Case of Cultural Revolution (1966–69)” C. Örnek ve Ç. Üngör (der.) Turkey in the Cold War: Ideology and Culture, New York: Palgrave Macmillan, 2013 içinde
xxvi E. Mehilli, “Mao and the Albanians”, A.C. Cook (der.) Mao’s Little Red Book, Cambridge: Cambridge University Press, 2014, s.181
xxvii J. Moufawad-Paul, Continuity and Rupture: Philosophy in the Maoist Terrain, Washington: Zero Books, 2016
xxviii Lin Biaocu Leading Light Communist Organisation (LLCO) ve şimdi olmayan ABD’deki Maoist International Movement (MIM) veya bahsedilen Danimarkalı banka soyguncuları gibi örneklerde ise “Üçüncü Dünyacılık” ismiyle benimsenmiştir.