Büyük devrimci Ulaş Bayraktaroğlu’nun şehit düştüğü haberinin ‒sağıyla soluyla bütün‒ Türkiye kamuoyunda yarattığı sarsıcı etkinin ayrılmaz bir temel parçası, Türkiyeli devrimcilerin Rakka yolunda ABD’nin piyadeliğini yaptığı görüşü oldu.
Basit olgusal fotoğraf bile bu suçlamaya haklılık kazandırır mahiyettedir. Amerikan uçaklarının havadan, Türkiyeli devrimcilerin de içinde olduğu güçlerin karadan ilerlediği ve Katar ya da Bağdat’taki ABD askeri merkezinin taktik komutası ya da eşgüdümünde IŞİD’e karşı yürütülen bir askeri harekâttan söz ediyoruz. Evet; Türkiyeli devrimciler, askeri terimlerle orada “piyade” konumundadır.
Mesele, piyadeliğin politik ve ideolojik nitelik taşıyıp taşımadığında düğümleniyor. Türkiyeli devrimciler, büyük politik ve ideolojik sorunlar içinde kıvranıyor Rakka’da savaşırken… Askeri pozisyonlarının doğurduğu sorunu aşmaya çalışırken zorunlu olarak bir ideolojik ve politik yola giriyor; ama girilen yol istenilir olmayan vadilere yöneliyor. Bu suçlamaya karşı kendi konumlarını savunmaya çabalarken, Batı uygarlığının sivil piyadeliğine özgü kavramsal teçhizata başvuruyorlar. Böylece işler ‒bölgenin özelliğini vurgulamak için özellikle yeğlenecek bir “ayrımcı” sözle‒ “Arap saçı”na döndürülüyor. Oysa gereken, olayın sadeleştirilmesidir.
*
Kürdistan Özgürlük Hareketi, bu konuyu ‒gerekçelerini aşağıda anlatmaya çalışacağımız üzere‒ haklı olarak önemsemiyor. Ama ABD’yle birlikte anılmak öyle kolay yutulur bir itham olmadığından, Türkiye devrimci hareketinin öteden beri Rojava’da olan ve şu günlerde Rakka’ya yönelen güçler arasında olduğu bilinen iki önde gelen mensubunun sözcülerinin konuyla ilgili çeşitli açıklamalarına tanık oluyoruz.
Bunlardan birine göre, Amerikan ordusuyla birlikte yürütülen harekâtın içinde olmanın bir sakıncası yoktur; çünkü IŞİD, bizzat ABD’nin işbirlikçisidir ve işbirlikçiye karşı savaşmak, bizatihi ABD’ye karşı savaşmaktır! Sorun çözülmektedir böylece.
Öteki açıklamaya göre, olgular ve olaylar düzeyinde görülen her şey aldatıcıdır. IŞİD’e karşı savaş “özünde” emperyalizmden bile öte, kapitalizme karşı bir savaştır. Bu savaşta ABD veya başka bir olgusal varlığın komünizm yolundaki büyük yürüyüşte “geçici olarak” şurada ya da burada olmasının ne önemi vardır! Buna göre, var olduğu ileri sürülen “büyük fotoğraf”a bakmak gerekmektedir; ağaçlar yüzünden orman gözden kaçırılmamalıdır.
Bu açıklamaların hiçbir fikri içeriği olmadığını, Türkiye devrimci hareketinin en yiğit öbeklerinin, ideolojik bakımdan darmadağın olduğunu ifade etmek zorundayız.
Devrimci hareket, geride kalan onyılların zaman zaman alevlenmiş yakıcı tartışmalarını unutmuş, Batı uygarlığının ‘iyi taraf’ının “çağdışı gericiler”e karşı uç savaşçısı olmayı hem Rojava’da hem de İstanbul’da hazmetmiş gibi olmayı kendine telkin edip duruyor ısrar ve inatla. (Bu gericilerin AKP ve IŞİD olduğunu vurgulamak gerekiyor!) Ama her yeni olay ve buna ilişkin açıklamada hazım sürecinin hiç de iyi gitmediği birçok alametten anlaşılıyor.
Öte yandan, kanını bu savrulmalarda akıtanların haline karşılık, böyle tayin edici akıbetlerden kendini sakınabilmiş olan mensuplarıyla Türkiye sol hareketi, gelişmelere en azından fikren yani teorik ve ideolojik olarak egemen olabilen bir öbeğe sahip mi peki?
Türkiye solu, herhalde bütün parçalı ve çelişik varlığıyla, Batı uygarlığının piyadesi olmaya giden bir eğik düzlemde bulunuyor bugün.
Türkiye solunun toplam varlığında, ‒kararlı birkaç kişinin metropol merkezlerinde devrimci bir özneye dayanarak yürüttüğü “pasif devrimcilik” yanında‒ Rojava’da devrime katılmaya cüret eden devrimciler parıldamaktadır sadece. Fakat onların da gözlerinin, çoğu zaman bir ışık kaynağı değil yansıtıcısı işlevi görürken üstelik, kendi parıltılarından kamaştığı görülüyor.
İlkeci konformizm ve eleştiri görevi
Bu büyük lafları, yiğit devrimcilerin toprağa düştüğü koşullarda konforumuzu bozmadan etmek bizleri etik bir girdaba sürüklemez mi? Başka birçoğunu sürükler, ama bizi –hiç değilse ‘ilke olarak’– sürüklemez! Türkiye’nin metropollerinin konforunda bu sözleri etmeye hakkımız var mı? Evet var!
Biz, gözünü budaktan esirgemeyen Ulaş Bayraktaroğlu’ların devrimci anısının eziciliğinin ve ortak bayrağımız Marksizmin yükümlülüklerinin taşıyıcıları olarak bu hakka sahibiz.
Sırtında yumurta küfesi olmayanın konuşması rahattır. Ama sırtında yumurta küfesi olsa da olmasa da konuşma, ‘amaca uygun bir konuşma’ olmalıdır. Eylem bizatihi varlığıyla, sözsüz olarak, sözel (söze) etki icra eder. Fakat bunun sözün kendisi olduğu büyük bir yanılsamadır.
Politik Marksist olmadığını döne döne vurgulayan bir ‘eksikli Marksist’; politik niteliğe ek olarak neredeyse bütünsel Marksist olduğunu vurgulayarak konuşan bir ‘eylem halindeki Marksist’i ya da bu iddiaya sahip özneyi, Marksizm bakımından eleştirme hakkına sahiptir.
Bu görüşlerin, ifadesini, ilkeler dünyasının serbestçe süzülen, sürtünmesiz sırça köşkünden, ilkenin steril konformizminden bulduğu eleştirisi yöneltebilir. Ancak söz her zaman sözdür; eylem ise eylem. Eylemin ve pratik başarının zirvesindeki öznenin sözü ile, düşüncenin sürtünmesiz olduğu kabul edilen dünyasında kavramlara cirit attıranların sözü arasında, ‘söz olarak’ önsel bir sıklet farkı yoktur.
Bir sistematiği varsa ve tutarlı ise, her sözün söz olarak, öteki sistematik ve tutarlı söze karşı değeri vardır. Eksik ve tutarsız söze, sırf eylemciden geldiği için tanınması önerilen önsel ayrıcalığa direnmenin zorunlu olması yanında, eylemsizin tutarlı ve sistematik sözünün eylemcinin tutarsız ve sistemsiz sözüne önsel ayrıcalığı vardır. Sorun; ‘eyleme bağlı söz’e, ‘eyleme bağlı olmayan söz’le karşılık vermektir. Ya da, eyleme yaslanıp ‘eyleme bağlı olmayan söz’e söz etmektir. Reddedilmesi gereken, hakir görülmesi gereken, hatta etik eleştirinin konusu olması gereken, iki yönden de oluşabilecek bu asimetridir. Etik eleştirinin konusu olmak bakımından eylemcinin eylemini istismar ederek sözde önsel ayrıcalık talebi ile bunun tam tersinin, yani eylemsizin ‘eyleme bağlı söz’e söz etmesi arasında bir fark yoktur.
Bu bakımdan, eylemli varlıklarına sadece bağlı olduğumuz devrimcilerin sözel tutarsızlık ve sorunlarına duyarlığımız da özellikle fazla olacak ve onların kendi konumumuzdan gördüğümüz eksiklerini özellikle, ama devrimci pratiğe halel getirmeden eleştireceğiz.
“ABD ile bir çelişkisi yoktur Kürt halkının…”
Rojava’da savaşan Türkiyeli devrimcilerin, dilin ağrıyan dişe gitmesi gibi, sürekli bir anti-emperyalizm kurgusu ürettiği görülüyor. Oysa Rojava’da ve Kürdistan’ın öteki bölgelerinde emperyalist ülkelerle somut bir çelişkisi yoktur Kürt ulusunun; ve bu bölgede anti-emperyalist bir mücadele yürütülmemektedir.
Bu açık farkı ve gerçeği, yarım yüzyıl önce, Haziran 1969’da, Mahir Çayan’ın da aralarında yer aldığı devrimci gençlere hatırlatanın kimliği ilginçtir. Reformist Türkiye İşçi Partisi’nin TBMM’deki bir temsilcisi, Senatör Fatma Hikmet İşmen, “Doğu Anadolu’da [milli] demokratik devrim şiarı tutmaz. Çünkü Amerika ile bir çelişkisi yoktur doğu halkının. Bu nedenle anti-emperyalist sloganlar işe yaramaz” der engin bir vukufla.[i]
Bu önerme hâlâ ve güçlenerek geçerlidir: Emperyalizm Kürdistan devriminin düşmanı değildir.
İçinde bulunduğumuz koşullarda, Kürdistan’ın hiçbir parçasında ABD, operasyonel veya politik bir düşman olarak görülemez. Buna karşılık Türkiye’de ABD’nin düşmanlıktan çıkması, bir “renkli devrim” konjonktürü dışında söz konusu bile edilemez.
Bu koşullar dolayısıyla, Kürdistan devrimini ABD emperyalizmiyle ilişkileri üzerinden değerlendirmeye kalkamayız. ABD ve diğer emperyalist ülkelerin Kürdistan’ın özgürlüğü ve kurtuluşu yolunda karşı-güç olarak konumlanmadığını görmezden gelmek ve “ulusal kurtuluş”u ancak somut olarak anti-ABD’cilik üzerinden değerlendirme tartısına sokmak, Türkiye tarafına ait yersel bir dar-görüşlülüktür ve bu, somut koşullarda “şovenizm” anlamına gelmektedir. [ii]
Kürdistan ve Türkiye devrimlerinin “ulusal” birer boyutu vardır. Ama her biri bambaşka zeminlerde ortaya çıkan ve çözülecek özellikte ulusallıklardır bunlar.
Ta 1960’ların sonundan bu yana Türkiye’de devrim tartışmalarında devrimin dış düşmana ve iç düşmana dönük iki yönünün öne çıkarılması politik bakımdan işlevli olmuştur. Ama elbette yöntemsel tutarsızlık, hata ya da yanlış yapmamak kaydıyla.
Bundan kaçınmanın ilk zemini, iki devrimin ayrı dinamik varlıklar olduğunu gözden kaçırmamaktır.
Yarım yüzyıl öncesinin Türkiye damgalı birleşik devrim modelinin yerini bugün Kürdistan damgalı birleşik devrim modeli almıştır. Dünkünün politik olarak yanlışlandığını ve tarihte kaldığını yaşadık. Bugünkünün yanlışlanma ve tarihte kalma sürecinin içindeyiz halen ve yaşanılan sorunların önemli bir kısmı bu süreçten kaynaklanıyor.
Türkiye devriminin “ulusal” yönünün düşmanı emperyalistler ve özel olarak ABD’dir. Devrimin “demokratik” denilen yönünün düşmanı ise TC devlet aygıtının kendisidir. Türkiye devrimi, ulusal yönün geri planda olduğu ve politik egemenlik mücadelesinin iç düşmana yani doğrudan TC devletine yöneldiği bir nitelik arz ediyor. Dolayısıyla ABD, operasyonel bir düşman değildir şu aşamada.
Kürdistan devriminin ulusal yönünün düşmanı, her bir parçadaki devlet iktidarı ve Kuzey’de TC devletidir. Benzer şekilde, devrimin demokratik yönünün düşmanı da başlıca olarak işgalci güç ve işbirlikçisi Kürt kesimlerdir.
Bu durumda, ABD, Kürdistan devriminin düşman sahasında yer almamaktadır.
‘Ölçeğimiz, hedeflerimiz ve düşmanlarımız farklı olabilir ama devrimimiz birleşiktir!’
Birer mücadele birimi olarak Türkiye ve Kürdistan, her ne kadar “birleşik devrim” tezleri ve ardından bu görüşün zemininde kurulan HBDH’nin (Halkların Birleşik Devrim Hareketi) etkinliğini gösterememiş ilanı koşullarında olsak da tamamen ayrı yerlerdir. Kürdistan ve Türkiye’de devrimin zemini, sınıfları, hedefi birleşik değil ayrıdır. Ancak bazı konjonktürler ve düzlemlerde birtakım çakışmalar olabilecektir.
Kürdistan Hareketi ile Türkiye devrimci hareketinin Tayyip Erdoğan’a ilişkin konumları, örneğin, indirgenemez biçimde farklıdır. Kürdistan Hareketi TC’nin tepesindeki Tayyip Erdoğan’la savaştı, barıştı, tekrar savaştı ve tekrar barışabilir. Kürdistan Hareketinin mücadele aşaması buna elvermektedir. Ama Türkiye devrimci hareketinin baş düşman mertebesindeki devletin egemenleriyle barış tarzı bir ilişki içine girmesi şu aşamada düşünülemez bile.
ABD’nin Irak’a müdahalesiyle başlayan ve bölge devletlerini sarsan veya yıkan yıllar boyunca, sınırları zorlamasına karşın, Türkiye’nin, her bir parçasıyla Kürdistan’ın ve genel olarak Ortadoğu’nun birleşik bir devrim süreci içinde olduğunu söylemek olanaklı görünmemektedir. Devrimci sürecin birleşikleşmesinde en büyük ve açık ara güçlü inisiyatifin Kürdistan Hareketinde olduğu açıktır. Kürdistan Hareketi, ideolojik hegemonya ve politik kudret bakımından, öteki devrimci öznelerin hiçbiriyle karşılaştırılamayacak ölçüde olanaklara sahip bulunuyor. Fakat bu hareket bile, büyük fırsatlar yakalamış olmasına karşın kendi sınırlarını tahkim etmede çetin zorluklar yaşıyor.
Buna karşın, Türkiye devrimci hareketinin bazı mensuplarının birleşik devrim tezini bile istismar ettiği görülüyor. Bir görüşe göre, birleşiklik özdeşleşme tarzında belirmektedir ve birleşiklerden her biri, bütün alanı kendi alanı olarak görebilmelidir.
Türkiyeli devrimci örgütler arasında, birleşik devrim esprisi gereği kendi misyonunun, bu görüşün mantıksal uzanımının bir istismarıyla bütün Kürdistan ve hatta Ortadoğu olduğunu ilan etmiş olanı bile var! Böyle olunca, bir Türkiyeli örgütün neden ülkesinin topraklarında değil de “yabancı” topraklarda olduğu saçma bir soru olacaktır! Rojava ve hatta Rakka, devrimin asli alanıdır ve devrimci örgüt de kendi asli topraklarındadır!
Bir başka görüşe göre, birleşiklik dışsal bir nitelik arz etmelidir. Birleşiklerden her birinin bütünü kapsamayan özgül politik ve programatik alanı vardır ve birleşik devrim, bu öznelerin birleşik hareketi ve eşgüdümüyle yürümelidir. Oysa, birleşmesi öngörülen mücadele birimlerindeki sürecin dramatik eşitsizliği, birleşmenin somut bir karşılığa ulaşmasını olanaksız kılmaktadır. Söz konusu bölgelerde birleşmeyi pratik olarak gerektirecek ölçüde gelişkin devrimci süreçler yürümemektedir. Yani eşitsiz ve bileşiksiz bir gelişme olmaktadır.
Türkiye’de bir devrim sürecinin olduğunu söylemek mümkün değildir. Türkiye’de devrimi pratik bir süreç aşamasına götürmek için inisiyatif almış devrimci örgütler vardır sadece. Örneğin, HBDH’nin kuruluşunun ilan edildiği Mart 2016’dan bu yana geçen bir yılı aşkın sürede “birleşik”in Türkiye ayağında mukabil bir varlığın gösterilemediği açıktır.
Bir başka özne olan Kürdistan Özgürlük Hareketi bakımından, varlığını Türkiye’ye yayma, Türkiye’de hegemonya tesis etme şeklinde bir etkinliğin de gerçekleşemediği ortadadır. Kürdistan Hareketi, Türkiye’de ancak dışsal bir devrimci varlık, ve Kürt nüfusa dayanarak içsel bir demokratik varlık olarak görünebilmektedir.
Kürdistan’ın Bakur ile Rojava’sında birleşik bir devrimci süreç yürümektedir. Bu, her iki bölgenin halkının yakınlığı ve her iki bölgenin politik öznesi bakımından geçerlidir. Fakat bunun için “birleşme”ye gerek olmadığı açıktır.
Rojava’da meydana gelen ve Türkiye’nin politik iklimini etkileyen gelişmelerin bu şekilde anlaşılması gerekiyor. Rojava’da birleşik bir devrimin operasyonu yürütülmüyor.
Türkiyeli devrimciler Rojava’da açık ve net bir şekilde ‘destek’ konumundadır. Enternasyonalizm kavramının büyülü sarmalının ve Türkiyeli devrimcilerin varlıklarını abartmasının bu konumu bulandırmasına izin verilmemelidir.
‘Yoğurt karadır ve Rojava’da emperyalizme karşı savaşılmaktadır!’
Şöyle diyor Rojava’da savaşan Türkiyeli devrimciler: “Rojava Devrimi, daha şimdiden emperyalizmin Ortadoğu denklemini, ezilenler lehine bozmayı başarabilecek en önemli dinamiklerin başında geliyor.”[iii]
Oysa hayır! Rojava devrimi, emperyalizmin değil, bölgenin geçmiş yüz yıllık süreci kapsayan gerici devletlerinin elbette emperyalizmin baş kuruculardan biri olduğu denklemini, bilakis emperyalizmle birlikte bozmayı başarabilecek en önemli dinamiklerden biridir.
Nitekim, buna benzer bir anti-emperyalist değerlendirmeyi Kürdistan devrimcileri hiçbir zaman yapma gereği duymaz.
Kürtlerden, soyut bir emperyalizme karşı savaş uğruna somut varlıklarını geliştirmenin olanaklarını reddetmesi beklenemez. Ama Kürtler öteki toplumlar gibi bu bölgede yaşıyor ve yarın da yaşayacaklar. Dolayısıyla, komşu toplumların duyarlıklarını gözetmek durumundadırlar. ABD işte burada bir faktör olarak devrededir.
Burada, Duran Kalkan’ın şu sözleri gündemdedir: “[Batılıların] Saddam’a nasıl tavır aldılarsa Tayyip Erdoğan’a da benzer bir tavır almaları gerekir.”[iv]
Kürdistan devrimcileri haklı olarak kendi önceliklerini izleyecektir, ve bu önceliğe tabi Türkiyeli devrimcilere de, ABD ordusunun işgal ettiği Bağdat’ta Saddam’ın devrilişi sırasında Irak Komünist Partisinin yaptığını yapması ve olayı kutlaması düşecektir.
Bu rol, Türkiye’de ancak bir liberal demokratik siyasete ram olmuş sosyalistlere uygun olacaktır. Devrimci bir varoluş inşa etme kararındaki öznelerin kendilerine çizecekleri rolün bambaşka olacağı kesindir.
Ayrılar ayrı yere, gayrılar gayrı yere gitmelidir. Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin ayrı dinamiklere sahip olduğu nesnel gerçeği üzerinden bir politik yol inşa edilmek zorundadır. Öne çıkan devrimcinin, öteki devrimciyi kendine yedekleme eğilimi ne kadar meşru ise, devrimcinin bu eğilime direnmesi ve kendine başka bir gerçek inşa etmeye yönelmesi de o kadar meşrudur.
Kürdistan devrimi için ABD ve öteki emperyalistler operasyonel bir düşman değildir ve bilakis, Rojava’da olduğu gibi ‘operasyonel dost’ bile olabilir. Üstelik, Kürdistan’ın kurtuluşu ve inşası bu koşullarda mümkündür. Ama Türkiye devrimi bakımından bunun olanaklı olduğu söylenemez. Ve Türkiyeli devrimciler, ABD ile askeri ilişki içinde olmalarını açıklamak, ama tutarlı ve kaçınmasız bir tarzda açıklamak zorundadır.
‘Yoğurt karadır ve IŞİD emperyalizmin işbirlikçisidir!’
Devrimcilerin kendilerini ancak şu sözlerle rahat hissetmeye çabaladığı görülüyor: “Sömürgeci devletle birlikte uluslararası emperyalist güçlerin denetimindeki cihatçı çetelerle savaşıyoruz.”[v]
Hangi cihatçı çetelerdir emperyalistlerin denetiminde olanlar? IŞİD mi, El Nusra mı? Soyutlama kendini olguyla hiçbir ilişki kurmadan oluşturabilir. Fakat devrimcilerin soyutlaması, olguyla keyfi denebilecek ölçüde seçmeci bir ilişki kuruyor; bazı olguları görüyor, bazılarını görmüyor. Neden gördüğüne veya görmediğine ilişkin bir açıklama yok! Ama bu sonuç ve soyutlamalardan kalkılarak yapılan, sertlik ve mahkûm edicilikte cömert değerlendirmeler var!
Somut olarak savaşan devrimcilerin dilinin bu kurgusal soyutluğu hiç de hayra alamet değil.Kendi varlıklarını ancak gerçeğe karşı bu ifadeyle meşrulaştırabiliyorlar.
Bugün, içinde bulunduğumuz konjonktürde, bir politik varlık olarak IŞİD’in emperyalizmin denetiminde olduğunu iddia etmek söz konusu olamaz. IŞİD, emperyalizmin işbirlikçisi olmak bir yana, adı sayılabilen bütün emperyalist ülkelerle savaş halinde olan bir varlıktır. Bundan daha ötesi ne olabilir? Bir gerçeği görmenin başka ne gibi bir yolu olabilir?
Bu çıplak, açık, net, olgusal gerçeğe karşın, Türkiyeli devrimciler hâlâ IŞİD’in emperyalizmle işbirliğine, emperyalizmin piyonu olduğuna, ona karşı savaşmanın özünde emperyalizme karşı savaşmak olduğuna ilişkin imkansız ve umutsuz anlatıma başvurmaktan geri duramıyorlar.
Görüntüye aldanmamalıymışız! Görünüşte ABD ile birlikte olunmasına karşın, özünde ABD’ye karşı savaşılıyormuş; IŞİD ise görünüşte ABD’ye karşı savaşmasına karşın, özünde onun işbirlikçisiymiş!
‘YPG ve siz de görünürde savaşıyorsunuz IŞİD’le’, diyebilir miyiz peki? Zinhar hayır! O halde, iki ayrı görüntüden birinin öz, ötekinin özün karşıtı olduğunu nasıl ileri sürebiliyoruz?
Havadaki Amerikan uçaklarının attığı bombalar görüntü, ama karadaki YPG’lilerin attıkları özün kendisi!
Bu spekülatif bakış, IŞİD’le mücadele etmeyen hiçbir gücün “tutarlı” anti-emperyalist olamayacağını savunuyor.[vi] Marksizmin kurucularının Alman İdeolojisi’nde andığı idealist filozofun durumunda devrimciler. Yerçekiminin olmadığına inanırsanız, yerin çekimi olmaz ve denizde boğulmazsınız!
Bu ezici yükten kurtulmak için, “Emperyalizmi ABD ve AB ile sınırlamanın burjuvaca olduğu” bile ileri sürülebildi devrimciler tarafından. Böylece, Rusya ve diğerleri kast ediliyor değil elbette! Devrimciler, içinden çıkamadıkları durumları için ‘somut emperyalistler’le ‘soyut emperyalizm’ ayrımı yapıyor ve IŞİD’in somut emperyalistlerle savaşmasına karşın, emperyalist sistemle işbirliğinde olduğunu yazıyorlar![vii] ABD’yle bağlaşık olmanın, tutarlı anti-emperyalizm bakımından anlamı üzerine bir açıklama veya ima göremiyoruz bu yaklaşım örneklerinde.
Aynı mantık AKP’ye de teşmil ediliyor? ABD ile Tayyip iktidarının da çelişkileri olduğu açık. Bu hal, önümüzdeki zamanlarda operasyonel bir görünüm alır mı? Bu olasılığı öne çıkaranların olduğunu biliyoruz. Söz konusu çelişkileri örneğin Perinçek, emperyalizm bakımından çok ciddiye alıyor. Bu durumda Türkiye devrimci hareketiyle, Gezi Ayaklanması sırasında olduğu gibi, ABD arasında karşıtlık değil, paralellik olabilmektedir. Dolayısıyla, ne “emperyalizmin artık iç olgu olduğu”, ne de Türkiye’nin emperyalizme bağımlı ya da yarı-sömürge bir ülke oluşu bu çelişkileri ve ilişkileri açıklıyor.
Devrimciler, neden düşmanı öldürmenin ve düşman tarafından öldürülmenin netliği ölçüsünde sözler edemiyorlar? Cephedeki bir tereddüt nasıl düşmanın inisiyatifine meydan vermek anlamına gelirse, sözdeki bir karışıklık da kafada sorunlar olduğu anlamına gelir.
Mesela bir cümleyi neden şu şekilde kurar bir devrimci: “DAİŞ’in savaş taktiğinin dışında DSG’nin teknik olarak da güçlenen savaş kapasitesi önemli. Daha önceki hamlelerde DSG içindeki Arap bileşenlere verilen teknik destek şimdi YPG’ye de veriliyor.”[viii]
Görüldüğü üzere ikinci cümlenin öznesi gizli! Teknik desteği kimin verdiği gizleniyor. Devrimcinin dili buradaki kimliği açıklamaya varmıyor bir türlü.
Ama şu cümlede, yukarıda gizlenen özne açıkça anılıyor: “Emperyalistlerin ve bölgesel gericiliğin Katar operasyonunun asıl amacının İran’ın hedefe oturtulması olduğu biliniyor.”
Artık özneyi adıyla çağıralım: ABD, YPG’ye silah veriyor ve olumlu bir iş yapıyor, ama Katar’a operasyon çekerek şeytani bir iş yapıyor!
IŞİD ile emperyalizm arasında kurulacak bir ilişkinin ‘öznel’ bir işbirlikçilik olduğu açık bir tevatürdür. Bunu savunanların bu yüzden ilişkiyi bazen ‘nesnel’ olarak ifade ettiği görülüyor. Bu durumda işler bütünüyle farklı bir nitelik kazanıyor. Zira, ‘nesnel ilişki’ düşmanla bizim aramızda da söz konusu olabilir.
Türkiyeli devrimcilerin Rojava’da anti-emperyalizm naraları atmasının, IŞİD’le emperyalizm arasında işbirlikleri uydurmasının hiçbir karşılığı bulunmuyor. Onlar, Türkiye özgülünde geçerli anlayışı Rojava’ya taşıyorlar. Oysa, kırk kez söylemek gerekli; Rojava ve Kürdistan ile Türkiye başka yerlerdir!
IŞİD emperyalizmin işbirlikçisi değildir ve Kürdistan devrimci güçleri –ile yedeğindeki Türkiye devrimcileri‒, içinde bulunulan konjonktürde IŞİD’e karşı savaşta emperyalistlerle aynı safta yer almaktadır.
Marksistler Batı uygarlığının devrimci savunucuları değildir
Türkiye devrimci hareketi Rojava’da asli bir iş yapmamaktadır ve yapamayacaktır. Kürdistan Devriminin dayanışmacısı veya ‒olumsuz anlamda‒ eklentisi konumundadır. Bu konumun taktik bir sakıncası bulunamaz. Dolayısıyla, Rojava devrimcileriyle birlikte ABD eşgüdümünde harekâta katılan Türkiyeli devrimciler, Rojava devriminin güvencesi için savaşmaktadır. Ancak Rojava’daki varlıklarını Türkiye’ye ek ‘asli misyon’ ile gerekçelendiren devrimcilerin, ABD ile ‘oradaki’ işlerinin politik hesabını paradoksal olarak ‘burada’ vermeleri zorunludur. Çünkü söz konusu tablo, orada değil burada sorundur!
Türkiye devrimci hareketi, eylemli varoluşunun kendi ve muhatapları için tutarlı bir açıklaması demek olan ideolojik boyuttan yoksundur ve bu eksiklik, bazı kritik konjonktürlerde tayin edici roller oynamaktadır. İdeolojik yoksunluk çeşitli girdilerle ikame edilerek geçiştirilmektedir. Eklektizm (seçmecilik) Türkiye devrimci hareketinin bugünkü ideolojik hareket tarzıdır ve bu tarzla devrimin varsayılan bölgesel yükümlülükleri bir yana, ülkesel yükümlülüklerini bile taşıyabilecek özneler yaratamayacaktır Türkiye devrimci hareketi.
Çünkü Türkiye’nin çelişkileri, karşı-devrimci tarzda örgütlenebilen ve davranabilen devlet tarafı ve devrimci tarzda örgütlenmekten neredeyse yapısal olarak uzak duran muhalefetin[ix] oluşturduğu taraf arasında gerilmektedir ve bu zorlu ortamın devrimci bir yarılmaya tabi tutulması zorunludur. Devrimciliğe yapısal denebilecek ölçüde uzak duran söz konusu yığın, aynı zamanda devrimcilere de yapısal olarak uzaktır.
Hiçbir devrimci süreç, ayrı renklerdeki üniformalarını giymiş iki düşman ordunun cephede karşılaştığı türden saydamlıkta ilerlemiyor. Devrimi ve mücadeleyi “ilke”lerden yola çıkarak yürütmeye çalışanların, tarihsel örnekleriyle herhalde tümünün, bu süreçlerin dışına düştüğü, süreçlerin bulaşığından arınmaya çalışırken devrimden arındığını saptayabiliyoruz.
Devrim süreci her zaman karmaşık olacaktır. Konjonktürler eski zamanlarda oluşmuş ideolojik veya politik kalıpların çatırdayacağı özellikler gösterebilecektir. Meselenin aslı, kural olarak kaotik konjonktürü militanın gözünde sadeleştirecek ideolojik-politik kurmayın varlığında saklıdır. Ama bunun önkoşulu, kurmayın, kaosu ideolojik alana taşıması değil, tersine bir akışla, berkitilmiş ideolojik alanın politik dolayımla günlük pratiğe nüfuzudur.
Rojava’da ve civarında IŞİD’e karşı savaşta Kürdistan Hareketinin ihtiyaç duyduğu ve inşa ettiği ideolojik yapıyı birkaç seçmeci düzenlemeyle edinmek, Türkiye devrimci hareketi için uygun değildir. Çünkü aynı sorun, devrimci hareketi özellikle Gezi Ayaklanmasından beri Türkiye özgülünde de bekliyor. Türkiye’nin tarihsel kaderini komünist devrimci tarzda üstlenecek bir hareketin, Batıcı modernist kalıplara sığmayan bir devrimcilik modeli üretmesi ve bunun çabası içinde olması zorunludur. Bu modelin argümanları, Hikmet Kıvılcımlı’nın eserinde ayrıştırılmak kaydıyla, İbrahim Kaypakkaya’nın eserinde teorik hareketleştirmek kaydıyla bulunuyor.
Aksi halde, Türkiye devrimci hareketini bir kez daha Batı uygarlığının devrimci savunuculuğu görevi beklemektedir.
Türkiye devrimcilerinin teorik ve ideolojik sorunları hep vardı ve bugün, tartışmaya çalıştığımız meselede de var. Türkiyeli devrimcilerin kudretli politik özneler olma sorunu hep vardı ve bugün de var. Fakat Türkiyeli devrimcilerin, politik devrimci nitelikleri her zaman güçlüydü ve bugün de güçlüdür.
Türkiyeli devrimcilerin Rojava’daki deneyimi, “duvara asılı tüfek” misali, öykünün ilerlemesiyle asli politik hedefine yönelecektir. Ama varoluşun ideolojik yönünün kurulması koşuluyla…
Namlularını, muhtemelen kısa süre sonra Kürdistan Hareketiyle birlikte veya ayrı olarak Tayyip devletine yönelttiklerinde, piyadelik tartışmasını açanların kimlerin piyadeliğini yapacağı tartışma konusu olacaktır bu kez.
Şehitlerimize saygı, onların mirasını bütünleyebilmekten geçiyor.
[ii] Bu konuda bakın: Aydemir Güler, “Kürt Ufku”, 10 Mayıs 2017.
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/kurt-ufku-195827
[iii] Devrimci Komünarlar Partisi Temsilcisi Ulaş Adalı ile röportaj, “ ‘Faşizme hayır’ bayrağı altında birleşmeye”, 1 Haziran 2017.
http://www.etha.com.tr/Haber/2017/06/01/guncel/ulas-adali-fasizme-hayir-bayragi-altinda-birlesmey/
[iv]PKK Yürütme Komitesi Üyesi DuranKalkan, “Erdoğan-Bahçeli diktatörlüğü yıkılacak”. 30 Mayıs 2017.
https://anfturkce.net/guncel/kalkan-erdogan-bahceli-diktatoerluegue-yikilacak-91307
[v] Birleşik Özgürlük Güçleri açıklaması: “IŞİD faşizmine karşı savaşan Türkiyeli4 enternasyonalist devrimci ölümsüzleşti”, 29 Nisan 2017.
http://umutgazetesi2.org/isid-fasizmine-karsi-dar-azzada-savasan-turkiyeli-4-enternasyonalist-devrimci-olumsuzlesti/
[vi]Devrimci Komünarlar Partisi (DKP) temsilcisi ve HBDH Merkez Yürütme Kurulu ÜyesiUlaş Adalı ile röportaj, 1 Haziran 2017.
http://www.etha.com.tr/Haber/2017/06/01/guncel/ulas-adali-fasizme-hayir-bayragi-altinda-birlesmey/
[vii]Doğan Ece, “Enternasyonalizm ve antiemperyalizm”. 8 Haziran 2017.
http://www.etha.com.tr/Haber/2017/06/…/enternasyonalizm-ve-antiemperyalizm-dogan-ece/
[viii]Çınar Adalı, “Büyük savaş ve Rakka’nın geleceği”, 14 Haziran 2017.
http://www.etha.com.tr/Haber/2017/06/14/dunya/buyuk-savas-ve-rakkanin-gelecegi/
[ix] Necmi Erdoğan, bambaşka bir yerden bu sorunu görüyor. Ama sırf oradan görebildiği için bizimkinden çok daha değerli bir iş yapıyor.
“Gençlik kendi hayatının yazarı olmak istiyor”, Birgün, 28.04.2017
http://www.birgun.net/haber-detay/genclik-kendi-hayatinin-yazari-olmak-istiyor-157299.html