Ana SayfaKürsüMANTIK, DİYALEKTİK VE GERÇEK*

MANTIK, DİYALEKTİK VE GERÇEK*

Çoğu kez, iki ayrı mantıktan söz edilir. Biçimsel mantık ve diyalektik mantık. Bu ayrımda, biçimsel mantık kabaca, Aristo’dan beri bilinen ve günümüzde de tüm lise kitaplarında yer alan üç düşünce kuralına indirgenmektedir: 1) Özdeşlik ilkesi; bir şey A ise A’dır, 2) Çelişmezlik ilkesi; bir şey hem A, hem de A değil olamaz, 3) Bir şey ya A ya da değildir (üçüncü şıkkın imkansızlığı). İşte, özellikle bu son kuralın yanlış olduğu, yani bir şeyin hem A hem de A değil olabileceği ileri sürülerek biçimsel mantığa karşı diyalektik mantık karşıtlığından söz edilir. Oysa diyalektik; biçimsel mantığın değil, metafizik anlayışın karşıtı olarak anlaşılmak gerekir.
Mantık en genel tanımıyla, doğruya gerçeğe ulaşmada düşüncenin zorunlu olarak uyması gereken kuralları inceler. Yukarıda saydığımız kurallar da düşüncenin gerçeğe ulaşmada, bilgi üretmede, vazgeçemeyeceği evrensel kurallardır. Bu kurallara bağlı kalınarak mutlaka gerçeğe ulaşılıp ulaşılamayacağı başka bir sorundur ve diyalektik mantık biçimsel mantık karşıtlığı da bu konuda ortaya çıkarılmış imkansız bir karşıtlıktır. Çünkü konuları aynı değildir.
Diyalektik, her şeyi bir kerede yaratılmış ve değişmez kabul eden metafizik anlayışa karşı her şeyin sürekli bir değişim içinde olduğu ve bu değişimin itici gücünün bir başka alemde değil varlıkların özündeki zıtlıkların birliği ilkesinde bulunduğunu kabul eden bir görüştür. Bir bütünlük içinde ilk defa Hegel tarafından açıklanan diyalektik daha sonra Marx tarafından geliştirilerek (değiştirilerek) maddeci diyalektik adı altında yeniden formüle edilmiş, daha doğrusu toplumsal gelişmenin açıklanmasına temel oluşturmuştur.
Her şeyin sürekli değişim içinde olduğundan ve zıtlıkların birliği ilkesinden hareketle A’nın hem A hem de A olmadığı görüşüne varılarak biçimsel mantığın karşısına diyalektik mantığı koymak diyalektiğin karikatüründen başka bir şey değildir.
Bununla birlikte, bazı sorunları yok saymak da olanaksızdır. Ama sorunlar biçimsel mantık kurallarının geçerliliği ya da geçersizliği konusunda olmayıp insan düşüncesinin gerçeğe ulaşıp ulaşamayacağı konusunda ortaya çıkmaktadır. Kısaca gerçek ve gerçeğin bilgisi kavramları sorun yaratmaktadır.
Gerçek ve gerçeğin bilgisi, doğal olarak insan düşüncesi ile gerçeklik (realite) arasındaki ilişki sorununu da beraber getirmektedir. Bilindiği gibi bu ilişkiye verilen yanıtın, çeşitli adlandırılmalarına rağmen temelde iki büyük felsefi akım oluşturduğu herkesçe bilinmektedir: İdealizm, materyalizm.


Ömür Sezgin

Aristo’nun biçimsel mantığının yerine yeni bir mantık kurma çabasında olan Kant, sonunda aşkın mantık ile yeni bir mantık sistemine değil, fakat bir bilgi teorisine varmıştır. Bu dünyanın varlığını kabul etmekle birlikte, düşüncenin dışında nesnel olarak var olan gerçekliğin bilgisini, insan düşüncesinde, dış dünyadan bağımsız olarak mevcut olan bir takım kategorilere (nedensellik, zaman, mekan, vb.) bağımlı kılmıştır. Yani insan düşüncesi ancak kendi sınırlılığı içinde bilgi edinilebilir ve bazı şeyleri de (kendinde şeyler) bilemez.
Hegel ise Kant’ın ulaştığı noktadan hareketle bütün şeylerin insan düşüncesi tarafından bilinebileceği, çünkü varlıkların belirlenimleri ile düşüncenin belirlenimlerinin özdeş olduğunu ileri sürmüştür. Varlıklar idea’nın çeşitli görünümler altında varoluş biçimleridir. İdea’nın tam olarak gerçekleşip kendine dönünceye kadar geçirdiği evrelerdir.
Marx ise doğanın kendi iç dinamiğine göre (zıtlıkların birliği) gelişmesinin belirli bir aşamasında insan düşüncesinin ortaya çıktığı ve böylece ortaya çıkan düşüncenin, kendi dışında var olan dünyanın bilgisine ulaşabileceği ancak bunun sonsuz bir süreç olduğu ve bu süreç içinde insan düşüncesinin gerçekliklerin bilimsel bilgisine ancak soyutlamalar ile varılabileceğini vurgulamıştır. Varlığın düşünceden önce geldiğini ve ondan bağımsız varlığını sürdürdüğünü kabul eden Marx, dış dünyanın insan düşüncesinde yansıdığını ama bu yansımanın pasif bir yansıma olmayıp, düşüncenin aktif olarak katıldığı bir yansıma süreci olduğunu belirtmektedir.
Marx’ın dış dünyayı bilimsel olarak kavramanın tek yolu olarak vurguladığı soyutlama ise biçimsel mantık kurallarına ters düşen bir yöntem değildir. Çünkü biçimsel mantıkta, örneğin bir şey A ise A’dır önermesinde A’nın içeriği söz konusu değildir. Oysa bilgi üretim sürecinde önemli olan A’nın bilgisidir.
Ancak bilindiği gibi yansıma teorisi bir seri tartışmalara konu olmuştur. Konumuz açısından önemli olan tartışma ise şu; doğanın gelişme süreci diyalektik yani karşıtlıkların birliğine dayandırıldığına göre, insan düşüncesi de karşıtlıklar, çelişkiler içermeyecek midir?
İşte bu soruna yanıt olmak üzere biçimsel mantık yerine çelişkileri içeren diyalektik mantık ileri sürülmüştür. Oysa bu yanlış bir soruya verilen yanlış bir cevaptır. Çünkü sorun düşüncede çelişkileri içeren bir mantık kurma sorunu olmayıp, düşüncenin dış dünyanın bilimsel bilgisine nasıl ulaşacağı sorunudur. Diyalektiğin anlamı gerçek ve gerçeğin bilgisi konusunda getirdiği yeniliktedir. Kısacası gerçek kavramındadır. Dış dünya sürekli bir değişim içinde ise metafizik anlamda büyük harfle yazılan mutlak bir Gerçek yoktur. Gerçeklik bu değişim içinde ise bu gerçekliklerin düşüncede yansımaları da değişim içindedir. Bilimsel olarak gerçeklikleri kavramanın tek yolu olan soyutlama yöntemi bu değişimi gözönünde tutmak zorundadır.
Soyutlama ne demektir? Yaşanan, gözlenen gerçekliklerden bir seri kavramlar yaratmak demektir. Düşünme ancak kavramlar ile mümkündür. Önemli olan düşüncenin soyutlamalar sonucunda ulaştığı kavramların, gerçeklikleri doğru yansıtıp yansıtamadığı sorusudur. Başka bir deyişle, gerçekliklerin kendi kendilerine tarihsel gelişimi ile bu gelişimin bilimsel düşüncede yansımalarının eşzamanlı olup olmadığıdır. İşte bu noktada Marx’ın Hegel’e göre getirdiği yenilik, bu eş zamanlılığın zorunlu olmadığıdır.
Marx’a göre gerçekliğin tarihsel gelişme süreci ile bu gerçekliğin bilimsel bilgisinin insan düşüncesinde üretilmesi süreci çoğu kez farklı (ters) bir yol izlemektedir. Çünkü gerçeklik insan düşüncesinde olduğu gibi yansımış olsa idi bilime gerek kalmazdı.
O halde burada bir çelişki mi söz konusu? Yansıma teorisi mi yanlış? Hayır.
Maddeci diyalektik anlayışına göre bir olgunun bilimsel bilgisi ancak içinde bulunduğu karmaşık bütünün tüm gelişme süreci gözönünde tutularak üretilebilir. Ama gerçekliğin bütünsel hareketi zorunlu olarak başlangıçta görüntülerden meydana geldiğine, ve bu görüntüler insan düşüncesinde yansıdığına göre gerçek bilgiye nasıl ulaşılacaktır? Başka bir deyimle görüntüleri gerçekten ayırdedebilmek için gerçekliğin bütünsel hareketi konusunda bir ön bilgi zorunlu olmuyor mu?
Marx’ın yanıtı gayet basit. Gerçekliğin hareketi her zaman insan düşüncesinde yansır. Belirli kavramlarla insan gerçekliği açıklamaya çalışır, ama ancak bütünsel hareket belirli bir gelişmişlik aşamasına geldiği zaman gerçekliğin bilimsel bilgisini üretmek mümkün olur: ”İnsan maymunun anahtarıdır”. Gerçeğe ulaşma, ideolojik açıklamalardan bilimsel açıklamalara geçiş sürecidir.

* Bilim ve Sanat, Aylık Kültür Dergisi,
Sayı 5, sayfa 12, 1981

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar