Alın Yazısı Marksizm Olan Bir İnsanoğlu
Garbis Altınoğlu
Metin Kayaoğlu
“Devrimcileşmemde bir kritik eşik saptayamıyorum. Bu
ana, radikal dönüşüm ve sıçramaların yaşandığı bir
süreçten çok, doğal bir evrimmiş gibi geliyor. Varlığına
inansaydım, ‘alın yazı’mın böyle
yazıldığını söyleyebilirdim.”
Garbis Altınoğlu[1]
Marksist Ortodoksinin Bir Nirengi Noktası
Yaygın olarak “68’liler” diye söylenen ama politik bakımdan doğrusu “71’liler” olmak gereken bir kuşağın, mücadele içinde kesintisizce yer almış olan üç-beş üyesinden biri daha göçtü bu dünyadan. Garbis Altınoğlu, 14 Ekim 2019’da sürgün yaşadığı Belçika’da öldü. Kast ettiğimiz, devrimciliğini fiilen ya da tutum olarak sürdürenler olunca, bu kuşağın kalan üyelerinin hakikaten çok az olduğundan emin olabiliriz. Biri, bir genç devrimci arkadaşın benzetmesiyle, devrimin nabzı nerede atıyorsa oraya seyirten özelliğiyle Kürdistan devrimcilerinin sahasında, somut olarak bildiğimiz ikisi dahil birkaçı Avrupa’da örgütlü ya da örgütsüz bir şekilde diriliklerini koruyor, ve nihayet ikisi de, birer örneğini bu derginin sayfalarında Garbis Altınoğlu’nun devrimci anısı üzerine yazdıklarında gördüğümüz gibi sürdürüyorlar devrimci duruşlarını… Garbis Altınoğlu, salt bu kuşağın değil bütün devrimci kuşakların içinde, kesin ideolojik niteliği ve bunu kamuoyuna yansıtma bakımından belki en önde olanı ya da en önde gelenler arasındaydı.
Onun, ideolojik politik nitelikleriyle Türkiye’de Marksizm için bir ‘üst-figür’ olduğu görüşündeydik. Garbis Altınoğlu bizim için Türkiye’de “Marksist ortodoksinin bir nirengisi”ydi[2] ve onun görüşlerini yaymak, bizim için Marksizmin etkisini yaymakla özdeş oluyordu.[3] Hiçbir yanılsama içinde değildik ve birçok temel ve ikincil konuda Altınoğlu ile farklı görüşlere sahiptik. Fakat bunun, onun ‘üst-niteliği’ gereği hiçbir kategorik sorun teşkil etmediği kanaatindeydik ve Altınoğlu’nun bize aykırı görüşlerine de sayfalarımızda yer vermeyi, ortak davamız bakımından bir yükümlülük kabul ediyorduk.
Fakat görüşlerini yaymak konusunda edilgin bir konumda kaldığımızı bugün onun ölümünden sonra ‒acıyla‒ söyleyebiliriz. Onun görüşlerini yaymak, salt yazılarını yayınlamak olamazdı; onunla eleştirel bir iletişim başlatmak ve yürütmek gerekiyordu.[4] Bu gereklilik, başka etmenler yanında, ortada onca anti-Marksist görüş, liberal dalganın onca taşkınları varken Altınoğlu gibi örnek bir Marksisti eleştirmeye mi sıra geleceği düşüncesiyle sürekli olarak ertelenen bir yerde kalakaldı.
Altınoğlu, Marksizm-Leninizmin bir kızıl ipiydi ve onun yazılarıyla, ilgili bir konuda Marksizmin odağını görmüyorsak, sınırlarının nereye kadar olduğunu anlayabilirdik. Bunların muhtemelen önde gelen örneğini 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimine karşı tutum oluşturur. Biz, hemen darbe gecesi, bir tutum oluşturmuştuk.[5] Fakat Altınoğlu’nun 17 Temmuz’da yazdığı yazı[6], bize kendi yerimizde hiç değilse tek olmadığımızı, ve Marksizmin Altınoğlu gibi bir örnek şahsında bu olaya ilişkin tutumunu göstermesi bakımından tayin edici önemdeydi. Bu türden çok az sayıda olay, solun genel olarak Marksist tutum almaktan uzak düştüğü tipik örnekler oldu. Altınoğlu ve biz, bir-iki öznenin dahil olmasıyla, 15 Temmuz darbe girişimi karşısında Marksist politik tutum örneği sunduk.
Bu aykırı örneklerden birinin, 2001’deki esnaf ayaklanması olduğunu söylemek gerek. Altınoğlu’nun, sırasındayken bu olaya ilişkin tutumundan haberdar değildik; yıllar sonra öğrendik ve ilgili yazısını okuduk.[7] Bu olay da, bizce, özgül bir Marksist yaklaşımın genel sol ile ayrıştığı örneklerden biriydi. İçinde bir öğe olarak, solun genelinden biraz daha ileri, biraz daha kuvvetli, biraz daha yoğun Marksist tutum almak görece kolay ve özelliksizdir. Fakat bazı nadir momentler, bütün solu karşına almayı, bu aykırılığa göğüs gerebilmeyi gerektirir. Altınoğlu, bu türden en az iki tarihsel olayda solun içinde bulunduğu akıntıya karşı tutum aldı ve biz de bu konuda Altınoğlu ile –vurgulamalıyız‒ habersiz olarak öz tutumlar alabildik.[8]
Biz Garbis Altınoğlu’na zaten çok yüksek bir değer veriyorduk. Bunun için özel bir kanıt gerekmiyordu. Fakat her şeye karşın, bu tarihsel kanıtların bizi kıvandırdığını söylemeliyiz.
Ama Altınoğlu ile ayrılıklarımız yok muydu? Önemli kategorik ayrılıklarımız, pek çok ayrılık başlığımız, örneğimiz vardı. Öncelikle, Marksizmi onun gibi değerlendirmiyorduk. Onun Marksizmi daha çok, derin ve güçlü bir inancın üzerinde yükselen, insanlık birikimine yaslanarak bilimsel bakımdan sınanmış rasyonel bir öğretiydi ve ona düşen, bu zengin öğretiyle donanmış olmak yani onun temel yapıtlarını yoğun olarak okumuş olmak, gerekirse tekrar etmek, tarihini iyi bilmek ve her yeni olayda, bu kapsamlı birikimin içinde mutlaka bulacağımız bir görüş, tutum, tavır örneğini uygulamaktan ibaretti. Bu bir karikatürleştirme değil. Altınoğlu bize göre hakikaten böyle düşünüyor ve algılıyordu. Onun bu algısını meşru kılacak denli zengin bir yapı olduğu, geçmiş yıllar boyunca büyük bir entellektüel, pratik, kültürel, toplumsal, teorik birikim ve mirasın sahibi olduğu açıktı Marksizmin. En azından, ortaya çıkışından beri Marksizmle kıyaslanabilecek hiçbir emsal olmamıştı. Marksizmin bu bakımdan ancak büyük dinlerle karşılaştırılabilecek bir çapa sahip olduğu gibi bir benzetmeye Altınoğlu katılmazdı elbette ama bizim için bu, duruma gayet uygun bir benzetmeydi.
Bize göre ise Marksizm bundan bambaşka bir yapıydı. Bizim Marksizmimiz, kurucuları ve evrensel götürücü ve geliştiricileri dahil eleştiriye, geliştirilmeye açık bir diyalektikti. Ama çekirdeğin kendisi değilse bile ‒çekirdeğin‒ kabuğunun gayet sert bir maddeden yapıldığını elbette biz de kabul ediyorduk. Sert kabuk tarihsel olanı da teorik olanı kesecek şekilde konumlanmalıydı ve çekirdeğin kendisi bile tarihsel diyalektiğin her döneminde yeni baştan teşkil edilebilirdi. Altınoğlu ‒benzetmeyi ilerletiyoruz‒, çekirdeğin kendisini veri kabul etti her zaman. Sert kabuk zaten herhangi bir kırılma seçeneğinin teklif dahi edilmeyeceği bir şeydi.
Bizimki ‘neo-ortodoks’ bir Marksizmdi ve Altınoğlu ile Marksizmimizin ortodoksisinde kesin bir özdeşlik içindeydik. Ortodoksinin uygulama momentlerinin bazı kritik örneklerinde de örtüşen ya da aynı tutumlar geliştirebiliyorduk. Başka bazı örneklerde Altınoğlu ile ayrı düşüyorduk ve Altınoğlu’nun katılmadığımız tutumu bize Marksizmin tarihsel olarak ayrıştırılmamış sınırlarının beri yanını gösteriyordu. Bunun birçok olay örneğinde deneyimlendiğini kıvançla söyleyebiliriz.
Elbette onun ortodoksluğunu da biz kendimizce diyalektik bir işleme tabi tutuyorduk, fakat metafizik bir üst-öğenin varlığında. Her işlemimiz, bize, Altınoğlu’nun varlığında temsil olunanın, Marksizmin her zaman teorik olmasa da, tarihsel sınırlarını veriyordu. Bu bizim için kendi başına çok değerli bir unsurdu. Biz, Altınoğlu’nda kendi Marksizmimizin, kendi yaptığımız işlemle, sağlamasını buluyorduk. Altınoğlu’nun bazı kritik tutumları Marksizmin izlenmesi gereken kızıl politik ipini gösteriyordu, bazı örnekleri de Marksizmin –çoğu bizim katılmadığımız‒ tarihsel sınırlarını işaret ediyordu. Altınoğlu, bu bakımdan da bir kılavuzdu. Buna karşılık, onun, bizi ancak önemli kayıtlarla Marksist kabul ettiğini çıkarsıyorduk. Ne gamdı! Altınoğlu ile yan yana olmanın önemini olsun kavramıştık.
Mesela, bizim Marksizmin evrensel diyalektiğine Mao’yu katmamız, Altınoğlu’nun tüylerini muhtemelen diken diken ediyordu. Ama biz bunu biliyor ve kendi Marksizmimizin ‘neo’su bağlamında Altınoğlu’nun tepkisini de içerebiliyorduk.
Bu durum, bizim Altınoğlu ile olan ayrımlarımızın üzerinde durmamızı engelleyen etmenlerden biri oldu. Onun saygın varlığının yanı başımızda olmasıyla yetindik. Bu edilgin bir konumdu ve şimdi, yokluğunda ona özeleştiri vermeliyiz.
Altınoğlu’nun Marksizminin yıllar geçtikçe bazı bakımlardan –ama sadece bazı bakımlardan‒ yumuşama emareleri gösterdiğini ve bunun hayra alamet olmadığını görmek de onunla eleştirel bir iletişimi zorunlu kılan hususlar arasındadır. Altınoğlu gibi Marksistlere dönük sessiz bir uzlaşma tutumu değil, aktif bir etkileşim tutumudur gerekli olan; çünkü ortak davamız bunu gerektiriyor. Ve bu, Altınoğlu yaşarken yerine getirilemeyen bir yükümlülük olarak kaldı. Bunda belirleyici bir etmen, sürekli olarak, yanımız yöremizde onca Marksizm dışı eğilim, yönelim ve unsur varken nadirattan bir Marksistle uğraşmanın, kontrol edilemeyecek ayrışmaları açığa çıkarma olasılığı hiç de az olmayan bir tartışmaya girmenin gereksiz bir işlem olduğuna ilişkin hep dürtükleyen duyumuzdu. Aşağıdaki satırların bu eksikliğin telafisi için bir başlangıç olmasını umuyoruz. Bu satırlar onunla yapılmayan tartışmaların başlangıcı sayılsın.
Son iki onyılında bir demirden kuleye çekildi Altınoğlu ve dünyaya kendi kontrolünde olan bir kanaldan açıldı. Bu, son yıllarında giderek yayılan kararlı bir etki halesi oluşturan ve artık bir okul niteliği kazanmakta olan facebook sayfasıydı. Burada disiplinle, çalışkanlıkla, sorumlulukla, yoğunlaşmayla sürekli yazdı. Yoğun çalışılmış yüzlerce makale birikti. Çoğunu öğrencisi kabul eder göründüğü okurlarıyla sabır ve titizlikle ilgilendi. Kendisine “kafasının sulandığını” yazanlara dahi ölçülü, yapıcı ve eğitici karşılıklar verdi büyük bir metanetle.
Altınoğlu bir sağlamlık, tutarlılık, güven anıtıdır. O, hiçbir gerçeği, en basitinden en metafiziğine kadar, ideolojik / politik dolayımdan geçirmeden yaşamıyor, algılamıyor, düşünmüyordu. Onun ifade edilmeye çalışılan Marksizmi, tarihsel sınırlarında anlaşılmak kaydıyla bir tam-Marksizmdir. Meselemiz, çok değerli kişisel hatırasına saygı duymakla avunmak değil, her satırı sorumluluk, ciddiyet, misyon yüklü yazılarını okumak, düşünmek, eleştirmektir. Altınoğlu ile sağlığında yapılmamış kavgayı yapmaktır.
‘Baştan Çıkarılamaz’ Pür Karakter
Olağanüstü bir kişilik, gözüpek bir eylemci, adanmış bir komünist dava adamı, gerçekçi bir direnişçi, sadık bir Marksist-Leninistti. O, bir ideoloji olarak Marksizm-Leninizme ortodoks bir bağlılık içinde oldu ömrü boyunca. Ortodoksluğu, onu her zaman ideolojik bir militan kıldı. Bu, politik militan olmaktan başka bir şeydi. Disiplinli bir örgüt militanıydı. Ömrünün son 20 yılında örgütsüz yaşaması dahil, ilk gençliğinden itibaren kesintisiz bir şekilde disiplinli, tüzüğe, programa demir bir disiplinle uyan bir fonksiyoner oldu. Konumunu hiçbir zaman örgüt hukuku dışı yollarda kullanmadı, hiçbir zaman örgüt hukukunu çiğnemedi. Örgütünün olmadığı zamanlarda belirgin bir şekilde ideolojik misyonerliğiyle ikame etti bu açığı.
Bir ideologdu o. Bu terim, komünist literatürde zaman zaman olumsuz anlamda kullanılageldi. Ama ideolog, Garbis Altınoğlu için tamamen olumlu anlamda kullanılması gereken bir terimdir. Ortak davamızın adını genel olarak Marksizm-Leninizm olarak anmayı yeğlerdi. 1980-90’larda çeşitli bağlamlarda zaman zaman “Leninizm-Stalinizm” diyordu davanın adına. Son yıllarda ise Marksizm terimini giderek daha fazla kullanıyordu.
İdeolojik damga, onu çoğu zaman bir doktriner gibi gösterdi ya da bir doktriner olarak davrandırdı. Ama iyi ve tam bir doktriner olarak, doktrinin ‘Doktriner olmayacaksın!’ düsturunu da belki fıtratına aykırı bir şekilde uygulamak için tam bir teslimiyetle çabaladı. Onun, öğretisiyle kavga ettiğine, öğretisine eleştirel yaklaştığına belki bir örnek dışında hiçbir zaman rastlanmaz. (O örnek de sanırız, son yıllarını kısmen işgal eder görünen Ermenilik konusuydu. Bu konu ileriki sayfalarda tartışmaya çalışılıyor.)
O, hiçbir zaman ‒büyük harfle‒ Teorik bir misyon peşinde olmadı. Bu bakımdan, ancak bir olgu teorisyeni olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda örneğin Hikmet Kıvılcımlı ile hiçbir zaman aynı kategoride olmayı seçmedi. O, büyük teorisi tamamlanmış, programı belirlenmiş bir dünya partisinin –teoriyi böyle algılıyordu bir bakıma‒ işi uygulamaya kalmış bir militanı olarak düşündü, çözümledi, kurguladı, uyguladı, yazdı ve eyledi.
İlişkiye giren herkesin kesinlikle gördüğü değişik, farklı, aykırı, bildik olan dışında ama yalın kişiliği, onu sonsuz ölçekte dürüst, sonuna kadar güvenli, mutlak olarak tutarlı kılıyordu. Farklılık ve aykırılığı, son onyılların modasına uygun şekilde göze sokacak bir tutumun tam tersi bir konumdaydı Altınoğlu. Farklılığı tamamen doğal olduğu ve sağlam bir karakteri olduğu için, geçici modalara kapılmaya da kapalıydı. Onların gelip geçiciliğini bir kısa cümlesindeki engin ‘hor görü’den çıkarabilirdiniz. Altınoğlu, olağanüstü yalınlığı, kanaatkârlığıyla ve bunların içinde farklıydı. Farkını gösterir olmaktan da tam bir Leninist disiplinle kategorik olarak kaçınırdı. Tüm bunların, onu ne ölçüde kesin bir ‘oyunbozan’ yaptığının, onun kamuoyunun ve halk denen nesnenin tam göbeğine gidebilecek genel duyuya ne kadar uzak ve kapalı olduğunun anlatılması bile fazlalık olacaktır. Altınoğlu, önder bildiği ve örnek aldığı Lenin ile Stalin’in sadeliği içinde indirgenemez bir farklılığa sahipti. Davası dışında taşıyacağı her bir özellikten neredeyse bir lüks ve fazlalık olarak utanç duyan pür bir komünist devrimci oldu Altınoğlu yarım yüzyıl boyunca. İşkencede direnişinden dolayı övünmek bir yana övülmekten de utanırdı, Marksist birikimini öne çıkarmaktan da… Bunlar her komünistin normal görevleriydi; o kadar.
Olgusal bilgi karşısında sonsuz bir açlık duyuyordu. Öğrenmeye açlığı, öğrenmenin devrimci önemi konusundaki mutlak açıklığı, onun, ömründeki dört çok değerli yılı ansiklopedik nitelikte bir Kıvılcımlı çalışmasına hasretmesine neden oldu. Bu çalışması sırasında, “öğreniyorum” diye yazıyordu. Bu anlamda Garbis Altınoğlu, Aydınlanma’nın umut dolu devrimci birey tipinin seçkin bir örneğiydi. Bilgi, eylem, eylemin gücüne inanç, bilginin etkisine sonsuz güven, aklın pratik sonuçlarına iman…
Altınoğlu, günlük yaşamını, ahlaka tenezzül etmeyerek etik normlarla sürdürdü. Robespierre’e söylenen “baştan çıkarılamaz”, onun için de geçerliydi. Onun politik dünyadaki faaliyeti de bu şekilde kuruludur. Onun için etik, bir yönüyle ya da belki tamamen, Marksizm-Leninizmle özdeşliktir, özdeşliğin kendisidir. Bir Marksist-Leninist, herhangi bir başka etik, ahlaki vs. referansa başvurmaksızın, bizlerin etik olarak nitelediği şekilde davranır ve yaşar zaten. İdeolojik olarak mükemmel kurulu bir özne olarak Altınoğlu, gözünü budaktan esirgemeyen bir politik savaşçı, politik sakınmasızlığı normalize eden bir militandı.
Onun, 12 Mart yargılamaları sırasındaki bir tutumu, etik ile politikayı özdeşleştirdiği ilk önemli örnek olabilir. Altınoğlu, kişisel hiçbir dahli olmadığı halde, sırf politik sorumluluk düşüncesi ve düşman karşısında zaaf olarak algılanır kaygısıyla, bir öldürüm eylemini savunmaktan kaçınmıyordu. Bu tutumunu yıllar sonra, bu kez de örgütüne sorumluluk gereği şöyle anlatıyordu:
“[B]en mahkemede bu cinayeti doğru ve haklı gördüğümü söyledim. Bunun nedeni benim meseleye küçük-burjuva maceracı bir tarzda yaklaşmam ve olayın benim üzerimdeki manevi baskısıydı. Olaya sahip çıkmayıp, bunun karşı-devrimci bir eylem olduğunu söylemenin kendimi kabahatsiz göstermek ve kendi paçamı kurtarmaya çalışmak anlamına geleceğini, devrimcilerin burjuva mahkemesi önünde özeleştiri yapmayacağını düşünüyordum. Aslında, o dönemde cezaevinde bir özeleştiri hazırlamış ve bu özeleştiriyi çeşitli devrimci gruplardan arkadaşların yanı sıra, PDA oportünistlerine de vermiştim. Bu özeleştiride, diğer hatalarımızın yanı sıra, Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi konusu da (yetersiz olmakla birlikte) ele alınmış ve olay ‘vahim bir hata’ olarak nitelendirilmişti.”[9]
Bir başka örneği, Yaşar Ayaşlı’nın yazısında görüyoruz. “Garbis Altınoğlu’nun diğer bir özelliği sıkıyönetim mahkemelerindeki Dimitrovcu tavrıdır. Metris Cezaevinde okuma imkânı bulduğum savunmasının içeriği, bitişindeki ‘İt ürür kervan yürür’ sözüyle özetlenebilir.”[10]
Altınoğlu’nun mahkemelerdeki tutumunu Hüseyin Tekin de kritik kıyaslamalarla anıyor: “Garbis Altınoğlu‘nun kuruluşunda emeği olan örgütün yöneticileri, yakın tarihlerde, ‘iki kere ağırlaştırılmış ömür boyu hapis’le yargılandıkları halde, partilerini ve programlarını savunmaktan imtina etme politikası benimsediler. Burada çok önemli iki tavır ve davranış vardır. Biri devrimci, diğeri idarecidir.”[11]
Altınoğlu, bireysel varlığını hiçbir şekilde sakınmadan, kişisel varlığına kayıtsız bir şekilde, politik dava neyi gerektiriyorsa, hangi ilanla girmişse, her momentinde o ilanı her an aklında tutarak süreci bitiren biriydi.
Kurallar, rasyonaller insanıydı. Bilinçli devrimciler arasında rasyonel olandan başka nasıl bir ilişki kurulabileceğini anlamamış gibi davranıyor; sezgisel, duygusal ilişkilere kategorik yer vermenin politik normlara uymadığını ya da tüzüğe yazılamayacağını öngördüğünden gereksiz olduğunu düşünüyor gibiydi. Ama bir yandan da onun ne büyük bir yüreğe, ne incelikli bir duyarlığa sahip olduğunu görüyordunuz.
İdeolojinin Yarattığı Bir Özne
“İdeoloji özneler yaratır” önermesinin anlaşılması için ideal örnektir Altınoğlu. Altınoğlu, işkencede tutum ve işkenceye tutumdan sıradan günlük davranışlara, politik olaylardan soyut teorik meselelere kadar her alanda, mükemmel yapılanmış bir Marksist ideolojik özneydi. Her ideal örnek gibi gerçeğin boz-bulanıklığına aykırı ya da uymayan bazı yönleri de vardı. Altınoğlu, kendi varlığında ideolojiyi öğreti olarak algılıyor ve ideolojinin ediniminde bireysel bilişsel süreci de bir karşı-etki olarak aramak gerektiğine inanıyordu.
Altınoğlu’nun konumundan, başta yoldaşları olmak üzere öteki özneler genel olarak, ideolojinin sesine yeterince ya da tam kulak veremeyenlerden oluşmaktaydı. Böyle olunca, Altınoğlu’nun kendi dışındaki özneleri, muhtemelen başta öznelik nitelikleri bakımından değerlendirmesi anlaşılır olacaktır. Altınoğlu, dışındaki gerçeği katı gelebilecek bir gerçekçilikle karşılıyordu bu sayede. Çünkü edindiği ideoloji, gerçeği anlamanın olanaklarını veriyordu ona. Çevresindekilerin yaygın olarak ideolojik özne niteliklerinin kaybolmasına tanıklık ediyor ve ilan edilmiş bir iddia varken, iddiaya uygun hareket edilmemesini kıyasıya eleştiriyordu.
Altınoğlu’nun genellikle doktriner görünen ortodoks müdahaleleri bu bakımdan Türkiye devrimci hareketinin “teorisiz ve kitlesiz onyıllar”ında önemli bir olumlu işlev görebilecek etmenler arasındadır. İnsan Hakları Derneğine gönderilen kadroların kısa sürede “insan haklarıcı”, sendikalara gönderilenlerin sendikalist, yayıncılık yapanların gazeteci oluverdiği bir vasatta Altınoğlu gibi ortodokslar elbette büyük işlevler görecektir.
Altınoğlu, örgütüne gönderdiği bir yazıda, özellikle legal alanda konumlanan kadroların Marksizmi bir yana bırakıp neredeyse demokratlar olarak hareket ettiğini yazıyordu: “Partimizin bu konferanslardaki pratiğinde göze çarpan bir başka olumsuzluk, onun legal plandaki temsilcilerinin bu platformlarda kendi komünist kimlik ve görüşlerini kolaylıkla unutuvermeleri ve adeta sıradan bir demokrat kimliğine bürünüvermeleridir. Onların bu platformlarda, Partimizin gündemdeki soruna ilişkin kendi gerçek ve budanmamış Marksist-Leninist görüşlerini dile getirmemeleri, Parti’yi neredeyse kendi kendisine sansür uygular hale sokmaları ve kendilerini, burjuva demokrat güçlerin biraz daha solunda konumlandırmakla yetinmeleri vb., şimdiye değin çoktan önderliğin dikkatini çekmeliydi.”[12]
Altınoğlu, ideolojik sakınımı haklı olarak öne çıkarıyordu. İdeolojik özne nitelikleri yeterince belirgin ve güçlü olmadığı için, varlığını sakınmadan ölüme gidebilen devrimcilerin, söylemde ya da kabulde değil yaşayan ideoloji olarak dışarıdan kolayca etkilenebileceğini net bir şekilde görüyordu.
Altınoğlu’nun, kendisinin kamuoyunda tanınmasına yol açan işkence edebiyatını değerlendirmesi de ortodoks Marksist bir ideolojik özneye özgüdür: “İşkence olayına burjuva hümanistlerinin ve insan hakları savunucularının gözüyle bakamayız. Sömürücü sınıflar ve onların devletlerinin egemenliği, ideolojik etkileme araçlarının yanı sıra gerici zora dayanır. İşkence dediğimiz uygulama, bu gerici zorun vazgeçilmez biçimlerinden biridir. Dolayısıyla gerici zorun onun biçimlerinden biri olan işkencenin, sömürücü sınıfların ezilen ve sömürülen sınıflara karşı savaşımının araçlarından biri olarak varlığını daha uzun süre sürdüreceğini kabul etmeliyiz. Sınıflı toplumlarda işkencenin önünde sonunda kaçınılmaz olduğunu saptamak elbette, işkence uygulamalarını ve bu uygulamanın esas sorumlusu olan devleti sergileme görevini ortadan kaldırmadığı gibi insan haklarını savunma alanında yürütülecek savaşımın önemini de azaltmaz.”[13]
Altınoğlu, böylece işkenceyi içinde bulunulan politik atmosferin bir gerçeği değil de bir insanlık sorunu olarak gören “insan haklarıcılık”tan kendini devrimci gerçekçi bir tarzda ayırıyordu. İşkence edebiyatını insan hakları için mücadele eden kimselere bırakmayı, politik mücadelenin gereklerine yoğunlaşmayı öneriyordu Altınoğlu. Bu bağlamda onun, 1980’lerde yaygın olarak atılan “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!” sloganının politik işlevler görse de politik olmadığını, politik gerçeği yansıtmadığını, hele hele kendini devrimci olarak gören politik özneler tarafından atılmasının isabetsizliğini gördüğünü de varsayabiliriz.
İşkenceye bu şekilde yaklaşan Altınoğlu, elbette Türkiye’nin bazı emsaller karşısındaki konumunu da görebilecek ve değerlendirebilecek bir konum alıyordu:
“Evet, 12 Eylül faşizmi dönemi işkencenin yaygın bir biçimde uygulandığı, insan haklarının çiğnendiği ve bütün muhaliflerin onurlarının aşağılandığı bir dönemdi. Ama, Diyarbakır Cezaevi bir yana konacak olursa bunun olağanüstü bir yanı yok. Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki bazı askerî-faşist rejimler bundan daha/ çok daha fazlasını yaptılar. Eğer Türkiye devrimci hareketi 12 Eylül darbesinin karşısında hemen çökmemiş ve ciddi bir varlık ve direniş gösterebilmiş olsaydı, Diyarbakır Cezaevinde yaşananlar istisnai olmaktan çıkar, olağan hale gelirdi.”[14]
Türkiye’de politik şiddetin düzeyiyle ilgili bu gerçeklikte bir yaklaşım olduğu bilinmiyor. 12 Eylül’ün katliamlarının abartılması üzerine kurulu solculuk cereyanının ne denli dışında olduğu açıkça görülüyor Altınoğlu’nun. Altınoğlu, bu toprakların tipik solcusu değildi. Altınoğlu’nun buradaki yaklaşımı genel algının aksine bir kuruluma sahiptir. Ona göre, devrimci hareket 12 Eylül darbesiyle çökmüştür. Bu çöküş gerçekliği karşısında da devlet devrimcilere çok fazla yüklenmemiştir. Bu iki açık gerçeği ifade etmenin solculuk ortamında ne kadar zor olduğu tahmin edilebilir. Sol hareketin genel algısına göre, 12 Eylül’de görülmemiş ölçüde büyük bir vahşet uygulanmıştır ve devrimciler bu vahşete direnmişlerdir. Oysa Altınoğlu, basit bir kıyasla açık gerçeği görebilmişti. Altınoğlu mezalim edebiyatına ve politikasına zerre kadar prim vermiyor, ama bu edebiyatı yapanları ve politik varlıklarını bu edebiyat üzerine kuranları da anlıyordu; o kadar.
Diyet Yılları
Altınoğlu’nun Türkiye kamuoyunun gündemine birbiriyle sıkı bir şekilde bağlantılandırılan iki yönle geldiğini görüyoruz. Bunlardan biri Ermeniliği öteki “Sandık cinayeti”dir. Kamuoyunun sol tarafında ikincisinin önde olduğu bu boyut, Altınoğlu’nun yakasına yapışacak ve uzun süre aktif olarak, ölünceye kadar da örtülü olarak bırakmayacaktır. Altınoğlu, profesyonel devrimcilik yaşamına bu olguların en azından birinin diyetini ödeme yükümlülüğüyle başlamıştır.
Garbis Altınoğlu, 1971-72’de, küçük bir grubun yöneticilerindendi. “Solcu” görüşleri olan bu grubun mensuplarından biri, Altınoğlu tutukluyken, dışarıdakiler arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucu öldürülür. Kamuoyunda “sandık cinayeti” olarak bilinen bu olay, Aydınlıkçıların o zamanki yayın organında bir ihbar ve teşhir kampanyası sırasında, 1978’de tekrar gündeme getirilir ve söz konusu öldürümü “TKP-ML’nin şefi Garbis Altınoğlu’nun yaptığı” ileri sürülür. Bunun üzerine Altınoğlu, içinde yer aldığı örgütün yayın organı olarak kabul edilen Halkın Birliği’ne bir açıklama gönderir. Ancak açıklamanın yer aldığı sayfanın üstünde, örgütün merkezine ait olduğu açık olan ve sunuş niteliği taşıyan bir açıklama yayınlanır. Bu açıklamada, Altınoğlu’nun örgütü tarafından nasıl değerlendirildiği açık şekilde görülüyor.
“Garbis Altınoğlu küçük-burjuva devrimcisi olmasına ve karşı-devrimci bir hataya ortak olmasına rağmen, hatalarından kurtulmak, halka ve devrime hizmet istemiştir. Proleter devrimci hareket, hangi hatayı işlemiş olursa olsun hatalarını terkedip devrime hizmet etmek isteyen herkese düzelme ve devrime hizmet etme imkânı tanır. Garbis Altınoğlu’nun yaptığı da budur. Proleter devrimci hareket, karşı-devrimci hatalar da işleseler, kişileri karşı-devrimin saflarına itmek yerine, hatalarından arındırarak devrime kazanmak doğru ilkesini uygulamaktan da çekinmez.”[15]
Bu açıklamayı nasıl anlamak ve yorumlamak gerekir? Öncelikle herhalde şöyle: Altınoğlu ne kadar devrimci bir yanıt vermişse Aydınlıkçı karşı-devrimcilere, örgütü o kadar devrimci olmayan bir karşılık vermiştir. Bu açıklama, içinde yer aldığı örgütün Altınoğlu’nu ne şekilde değerlendirdiğinin çıplak bir göstergesidir. Örgütü, Altınoğlu’na tahammül etmekte ve diyet borcu ödetmektedir! Örgütü, Altınoğlu’na, karşı-devrimin saflarına itmediği için şükretmesi ve düzelme olanağını akıllıca değerlendirmesi çağrısı yapıyor. Altınoğlu, kendi açıklamasında, söz konusu öldürümle bir ilişkisi olmamasına karşın, mahkeme kürsülerinde bunu açıklamayı devrimci etik ve tutum gereği uygun bulmadığını yazarken, örgütü onu düşmanın ve ihbarcıların insafına terk etmektedir. Bizzat kendi örgütü, ihbarcılar karşısında, hakikaten bir suçluyu içinde barındırmanın duygusuyla, Altınoğlu’nun bir somut olayda karşı-devrimci ya da küçük-burjuva suçu ya da hatası olmadığını bile söyleyemiyor. Buna karşılık Altınoğlu, Ömer Seyfettin’in ünlü öyküsündeki kahramandan farklı olarak, hem kolunu kesmiş hem de hizmet etmeyi sürdürmüştür. Mahkeme kürsülerindekinin aynısı pür devrimci etik tutumla, diyetini ödemeyi sorgulamamış bile ve örgütü bu konuyu gündemden düşürünceye kadar düz odun taşımayı “ıh” demeden sürdürmüştür.
Garbis Altınoğlu’nun, TKP/ML saflarına neler çekerek katıldığının ibretlik belgesi, onu bu yıllarda tanımış birinin yazdıklarıyla da belgeleniyor. Hasan Aksu, 1975’te Altınoğlu ile birlikte yaptıkları bir el koyma eylemini anlatıyor. Altınoğlu, iç yapısı belli belirsiz olan TKP/ML tarafından sınanmaya alınmış meğer. O zaman “partinin sorumlusu” olan ve herhangi bir sınamaya da tabi tutulmadığından olacak, daha birkaç yıl geçmeden mücadeleyi terk eden ünlü birinin talimatıyla “askeri eylemlere sokularak denenmesi” istenmiş. Altınoğlu’nun sadakatinin ve ciddiyetinin yanına bile yaklaşamayacak birinin talimatı ve formasyonuyla kıyas bile kabul etmeyecek birinin operasyonel yönetiminde bir eylem yapılıyor. Altınoğlu eylem sırasında kendisini tanıyanı imha etmeyi ısrarla istiyor, fakat eylemin yöneticisi bu basit rasyonel gereğe karşı çıkıyor. Ertesi gün gazete manşetlerinin Garbis Altınoğlu’nun fotoğraflarıyla dolu olduğunu yazıyor eylemdeki yöneticisi Hasan Aksu.[16] Tabii Altınoğlu’na İstanbul’dan uzaklaşmak ve illegal yaşama geçmek kalıyor.
Altınoğlu’nun, bu eylemde ve o aylarda, burnunun sürtülmesi için kendisinden “geri” birinin yönetimi altında çalıştığını öğreniyoruz. Sınama sürecindeki Altınoğlu’nun görevlendirildiği Elbistan, Pazarcık, Antep, Malatya yörelerinde neler yaşadığını tahmin edebiliriz artık. Altınoğlu’nun söz konusu bölgede bir ara henüz lise çağında ya da bunu henüz geride bırakmış biri olan Yücel Hazar’ın sorumluluğunda çalıştığı anlatılıyor. Yozlaşmış ve hatalı eskilerin, deneyimsiz ama kararlı kadroların yönetim ve denetimine verilmesinde anlaşılmayacak bir şey yok. Fakat burada açıkça görülebilecek aykırılığın örgütsel yapının niteliğini anlamanın bir işareti olduğu söylenebilir. Altınoğlu’nun politik, pratik, örgütsel, teorik ve güvenlik bakımlarından ne gibi yetmezlikleri olmuştur da, örgütün iç dünyası onu sürekli eşikte tutmuştur?
Kamuoyunda sürekli şekilde, Garbis Altınoğlu’nun, bulunduğu örgütlerin lideri olduğu dile getirildi. 1970’lerdeki TKP/ML bakımından bu savın gerçekle zerrece ilişkisi olmadığını anlıyoruz. Bu hareketin önde gelen yöneticilerinin hiçbiri kamuoyunda tanınmış kişiler değildi ve Altınoğlu’na yönelik “şeflik iddiası”nın örgütün merkezi yapısında yaratacağı huzursuzluk tahmin edilebilirdi.
Akademik bir çalışmada, MLKP’nin de 1994’te “Garbis Altınoğlu önderliğinde” kurulduğu yazılmaktadır.[17] Yakın zamanlarda, 2013’te yazılan İddianamelerde bile “MLKP terör örgütünün liderinin Garbis Altınoğlu” olduğu geçmektedir.[18]
Bu, aslında onun politik yaşamında öne çıkan tuhaf bir paradoksu gösteriyor. Sol kamuoyu dahil kamuoyu sürekli olarak Altınoğlu’na örgütsel liderlik yakıştırdı, ama örgütü bu yakıştırmaya kararlılıkla direndi. Altınoğlu, her zaman, üçüncü kimselerce yakıştırılan örgütsel kariyerin altında oldu. Altınoğlu’nun niteliği konusunda dış kamuoyu mu yanılıyordu, örgüt kamuoyu mu?
Açık yazılardan anladığımız kadarıyla, Altınoğlu, baştaki küçük grubun liderlerinden biri olduktan sonra uzun zaman bir örgütün liderlik ya da merkezi önderlik konumunda yer bulmadı. 1974’ten itibaren TKP/ML’de bir günahkâr, saflarda pek de istenmeyen biri olarak muamele gördüğü görülüyor. 1976’dan başlayarak TKP/ML Hareketi’nin, Altınoğlu’nun ‘lekeli’ geçmişini sürekli bir mesele olarak gündemde tuttuğu anlaşılıyor.
Altınoğlu’nun bu çilesinin, bir başka çile sayesinde bittiğini söyleyebiliriz. Devletin eline düşen Altınoğlu, bir duruşma sırasındaki ağır işkenceli halinin gazetelere yansıması sonucu, öleceği ya da öldüğü kanısıyla bu kez Batı kamuoyunun hatta uluslararası Ermeni kamuoyunun gündemine girecek ve Türkiye kamuoyundan geçerek bu etki, kendi örgüt kamuoyuna da sirayet edecektir. Kamuoyundan geçerek oluşan Garbis Altınoğlu fenomeni, örgütünün kadrolarının direncini kıracaktır. Ermeniliğinin yararını görmüştür böylece Altınoğlu!
1979’da örgütünün merkezi konferansına delege olarak bile katılamayan Altınoğlu, söz konusu gelişmelerin önemli etkisiyle olduğunu tahmin edebiliriz, ancak 1986’da gıyabında merkez komitesine seçilecektir.[19] Örgütünün 1994’teki feshine kadar aynı konumu koruduğu tahmin edilebilir. Ama Altınoğlu’nun bu mevkiyi aktif olarak değerlendirme olanağı bulunmaz. 1992’nin başına kadar hapistedir. Ardından kendini, süren bir dinamiğin içinde bulacaktır. 1994’te kurulan MLKP’nin de yönetim mekanizmasında bulunduğunu varsayabiliriz. Bunun en büyük göstergesi, adının bu örgütün kuruluş belgelerinin derleyicisi olarak geçmesidir.[20] Altınoğlu’nun, fiili olanaklarıyla ve örgütsel/politik konumuyla içinde yer aldığı örgütü etkilemede hayatının en elverişli döneminin, 1993’ten sonraki yıllar olduğu söylenebilir. Örgütsel bakımdan bütün olumsuz yüklerden sıyrılmıştır, saygınlığı çok yüksektir ve hapishane gibi fiziksel kısıtlar içinde değildir.
Politik Önderlik Formasyonu
Altınoğlu’nun, kurulduktan sonra MLKP’ye yönelttiği eleştirilerin önemli bir teması “siyasi önderlik” üzerinde yoğunlaşıyor. Ona göre örgütü, yarı-kendiliğindenci bir hat tutturmuş gitmektedir. İdeolojik bakımdan Kürt Hareketi ile liberal çevrelerden, politik bakımdan Kürt Hareketi ile öncü savaşçılıktan etkilenmiştir.
Ancak mesele, bu eksikliği telafi konusunda Garbis Altınoğlu’nun konumudur. Madem örgütü politik önderlik edemiyor, bu misyonu Altınoğlu’nun üstlenmesi, Altınoğlu’nun örgütüne politik önder olmak için dişe diş bir mücadele yürütmesi beklenirdi. Altınoğlu’nun bunu yaptığını söyleyemeyiz. 2000’de ayrıldıktan sonra MLKP Merkez Komitesinin açıklamasındaki bir ifade Altınoğlu’na ilişkin gerçeği işaret ediyor. Bu açıklamada, Altınoğlu’nun hiçbir zaman bir politik önder gibi davranmadığı söyleniyordu.[21] İdeolojik ve politik nitelikleri ortalamanın hayli üstünde olan Altınoğlu’nun bir politik önder gibi davranmaması hakikaten mümkün olabilir miydi? Politik önderlik, sağlam yazılar yazmakla yetinmek değildir.
O, ayrıldıktan sonra yazdığı iç yazıları “bir iç savaşın belgeleri” başlığıyla duyurdu. Ancak Altınoğlu’nun MLKP içinde hiçbir kurala uymayan yani gerçek bir savaş verdiğini sanmıyoruz. O, kurallar dairesinde ve sınırlı bir mücadele yürütmüşe benziyor. Hakikaten bir politik önder gibi konumlansaydı, iç ya dış fark etmez, hukuku aşan bir politik gerek ekseninde mücadele ederdi. Zira hiçbir hukuk normu ya da tüzük, Marksizmin temel gereklerinin üstüne çıkamazdı. Altınoğlu, düşündüklerinin, doğru bildiklerinin örgütlü yaşamda karşılık bulması için yeterince ya da Leninistçe mücadele yürütmemiştir. Lenin ve Stalin’i o kadar örnek alan Altınoğlu, bu önderlerin enerjilerinin önemli bir kısmını kadroları ikna etmek için harcadığını, buna kulis dahil ve gerekirse tüzük kurallarını aşmak dahil, her yöntemi kattıklarını bilmiyor olamazdı. Bunu ancak, nesnel olanağı olup olmadığı bakımından sorgulayabiliriz. İşte burada Altınoğlu’nun örgütünden ayrılması gündeme gelir.
Altınoğlu’nun politik önderlik yapma konusundaki eksikliğinin nedeni ne olabilirdi? Altınoğlu, tam bir Bolşevik disiplinle, hiç kimseyle yatay ilişki kurmayan, ahbap çavuşluktan hoşlanmayan, örgütsel disipline harfiyen sadakat taşıyan pür yaradılışta biriydi. Ona göre, her ilişki ancak politik ilişki olmalıydı. Hakikaten, uzun politik mücadele yılları boyunca, onun arkadaş grubu bir yana, çevresinin, ahbaplık kurduğu kimselerin olduğuna ilişkin hiçbir bilgi ya da gözlem bulunmuyor. Bu, disiplinli bir komünist için ideal özellikler olarak görülebilir, ama özellikle örgüt ortamının bu duruma izin vermeyen bir zemine sahip olduğu besbellidir. Daha çok küçük yerellerin ‘doğal ilişki’ ortamlarının yetiştirdiği militan ve kadrolardan oluşan örgütsel yapıda, Altınoğlu’nun tutumu muhtemelen ‘cemaat’ ilişkisi ortamındaki ‘cemiyet’ insanına özgü bir anlam kazanmıştır. Yani o, ne olursa olsun, yoldaşlarının hiçbir ‘kötü’ niyeti olmasa dahi, onların herhalde tümünün toplumsallaşma süreçlerinin dışında bir antropolojik yapıdaydı. Bu yüzden, Altınoğlu yalnızdı.
Garbis Altınoğlu’nun, örgün eğitim bakımından örgütünde muhtemelen biricikliği söz konusuydu. Hepsi olmasa da çok büyük kısmı taşra liselerindeyken mücadeleye atılmış, üniversite eğitimini yarım yamalak almış, köylü ya da kasabalı kültürel özelliklerinden uzaklaşamamış devrimciler ortamında Altınoğlu bir yabancıydı. Okul arkadaşlıklarından, hemşehrilikten hatta aynı köylülükten, benzer topluluklardan gelen bireylerin oluşturduğu kadro yapısı karşısında Amasya’dan çıksa da, büyük kentin atomize havasından, örgün ve toplumsal eğitiminden geçmiş Altınoğlu, yabancısı olduğu bir topluluk içindeydi. Bunun, her türlü normatif değerlendirmeden önce nesnel bir gerçeklik olduğu anlaşılmalıdır.
Altınoğlu, kendi sınırlılıklarını biliyor, yoldaşlarının sınırlarını görüyordu. Kendi sınırlarına uygun hareket etmeyi başarıyordu. Üstelik yapısal bir tarzla, bunu kendine negatif ayrıcalık göstererek yapıyordu. Hüseyin Tekin, bunu gayet yerinde ve ölçülü şekilde anlatıyor. Ama yoldaşlarının kendi sınırlarına ilişkin bir içgörüye sahip olduğundan şüphe duyabiliriz. Altınoğlu, muhtemelen yoldaşlarına ‘pozitif ayrıcalık’ uyguluyor ve onların kollektif iradeyle karşısına çıkan varlıklarına kadere razı olur gibi boyun eğiyordu.
Rasyonaliteye eğilimli bir karakteri vardı. Rasyonel olarak ortaya konmuş, uygun argümanlarla dile getirilmiş bir meselenin yoldaşlarınca edinilmesi gerektiğini öngörüyordu. Buradaki sabrının da tamamen rasyonel bir karar sonucu olduğunu kabul etmekte sakınca yok. O, olaylara, gelişmelere onların doğasına dahil olmuş olarak değil, sanki dışarıda duran bir etmen olarak yaklaşıyordu. Örgütsel yaşamdaki sorunlarını da, politik yaşamdaki ilişkilerini de böyle anlayabiliriz.
Ermenilik, bu manzarada, en iyimser çıkarsamayla, derinden derine işleyen bir etmendir elbette. Altınoğlu’nun, ayrılmasını eleştirel olarak sorgulayan yoldaşına gönderdiği notta, “Benim Ermeni olduğumu hiç aklına getirdin mi?”[22] dediğini trajik bir şekilde öğreniyoruz. Bu ketum, şikâyet etmeyi sevmeyen komünistin Ermeni oluşuyla ilgili olarak yoldaşlar ortamında dahi ne yaşadığını tahmin edemeyiz muhtemelen.
Örgütsüz 20 Yıl
Garbis Altınoğlu, 2000’de ayrıldıktan sonra ölünceye kadar yaklaşık 20 yıl boyunca örgütsüz bir birey olarak uğraş içinde oldu. Örgütsüz bir yaşam sürmesine ilişkin kendi açıklama ve gerekçesini bulamadık. O, muhtemelen bunu başta katlanılması gereken geçici bir dönem olarak hesaplamıştı. Ama bu konudaki görüşlerini yaptıklarından çıkarsamak mümkündür. Ona göre, örgütler var ile yok arasındaydı ve bu uzun can çekişmenin yeni bir girişimle tersine çevrilmesi nesnel olarak olası görünmüyordu. Altınoğlu, sadece örgütsel bir sorun görmüyordu ortada; sorun teorik, ideolojik ve politik boyutlar kazanarak yayılmış ve derinleşmişti.
Örgütü, ayrılmasından sonra kamuoyuna yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “[Altınoğlu,] yakın ve orta vadede ufukta görülebilecek bir devrime ihtimal veremez noktaya geldi.”[23] Haziran 2000 tarihli bu açıklamadaki atfın iki şekilde doğrulandığını söyleyebiliriz. Evet, aradan geçen “orta vade” göstermiştir; eğer öyleyse Altınoğlu isabetli bir tahmin yürütmüştür. Öte yandan, Altınoğlu’nun ayrılığı sırasında buna ilişkin bir açıklaması olmadığını biliyoruz; örgütü, onun muhtemelen taşıdığı bu düşünceyi kamuoyuna yansıtarak iyi etmiştir.
Buradan örgütsüzlüğün meşruiyetine ilişkin bir yönelim çıkabilir mi? Evet, böyle bir risk var. Fakat Garbis Altınoğlu gibi birinin ancak zorunlu olduğu bir şeyin, başka türlü davranamayacak denli çetin bir gerçekle karşılaştığı bir halin kanıtıdır bu. Örgütsel iç dünya, adeta sesi emen bir sünger odası gibiydi ve tartışma açıcı girişimleri karşılık bulmuyordu. Altınoğlu, sığamadığı örgütsel dünyanın darlığından çıktıktan sonra, sorumlu bir Marksist-Leninist olarak, sanki bir Türkiye ve dünya partisi varmış gibi çalışmayı sürdürdü. Bu yüzden, onun MLKP’den ayrılışını ve ardından bir örgütlü politik yaşama geçmemesini genel geçer kabullerle değerlendirmek yüzeysel kalmaya mahkûmdur. Ülkenin ve dünyanın içinde olduğu durumu görmeyen bir bakış için birey olarak faaliyet diye bir almaşık söz konusu olamazdı elbette. Ama Altınoğlu, giderek daha belirgin bir şekilde, politikanın örgütsel sınırlarda boğulduğu bir dönemde yaşadığını yazılarında hissettirdi. Bu tersine çevirme yavan ve rahatsız edicidir, ama gerçektir; onun gibi biri örgütsel yaşamın dışına çıktıysa, onun gibi biri bile örgütsel çalışma dışına düşüyorsa, bu, dikkatleri Garbis’lerin sorununa değil örgütsel âlemin sorunlarına çekmeye yönelik bir nesnellik olarak değerlendirilmelidir.
Altınoğlu, varolan örgütsel yapıların giderek eridiği, bu arada, örgüt adını taşıyan öznelerin de “grupçuklar” mertebesinde kalakaldığı görüşündeydi. Yani, örgütsüzlük politik değil tarihsel bir sorundu Garbis Altınoğlu için ve bu, onun yaşadığı yıllar boyunca aşılamamış bir sorun olarak durmaktaydı. Altınoğlu’na göre, Türkiye devrimci hareketi, 1990’lardan itibaren zayıflamaya ve can çekişmeye başlamıştı. “Devrimci güçlerin bugün içinde bulunduğu konum son derece geri ve zayıf”tı.[24]
Türkiye’de devrimci örgütler hiçbir zaman yeterli güce erişemedi. 1974-80 yılları bu konuda biricik aksi örnektir ve bu zaman diliminde devrimci örgütlerin, yeterli olmasa da, belirgin bir hacme ulaştığı açıktır. Ama öteki bütün zamanlarda devrimci hareket, çok zayıf olduğu koşullarda mücadele yürütmüştür. Altınoğlu’nun ayrılığını izleyen yıllar boyunca Türkiye devrimci hareketi, 1971’den beri olan bütün tarihinin en zayıf zaman dilimini yaşamaktaydı.
İşte bu aşamada meseleyi başka bir boyuta taşımak gerekiyor. Altınoğlu, örgütlenmeyi hiçbir zaman reddetmedi ve bireylik halini de hiçbir zaman savunmadı. Ama o, örgütlü yaşamın yapısal, yani kısa sürede aşılamayacak birtakım sorunlarla karşı karşıya kalınan bir dönemde olduğunu, meselenin örgütlerin değil boyutlanarak genel olarak Marksizmin savunulması, yeniden üretilmesi haline büründüğünü ve örgütsel yapıların bu misyonu üstlenecek halden çıktığını, daha doğrusu düştüğünü ilan ediyordu yazdıkları ve yaptıklarıyla.
Anlaşıldığına göre bu ortamda Altınoğlu, yapamayacağını gördüğü bir işe girişmedi. Yeni bir örgütlenmeye girişemeyeceğini, bunun başarılamayacağını anladı ve kim bilir neler yaşadıktan sonra, kararlı bir şekilde ve hiçbir başka girişime ilgi göstermeden sonuna kadar disiplinli bir şekilde yaşadı ve çalıştı. “Hikmet Kıvılcımlı’nın, önüne koyduğu hedefe kilitlenen ve örgütsüz olduğu koşullarda da disiplinli bir yaşam sürdüren bir siyasal savaşçı olmasını”[25] takdir ettiği sözlerle sanki kendini anlatıyordu.
20 yıl, her iddia için yeterince uzun bir süredir ve Altınoğlu kadar, onun tam karşısında yer alanların da iddialarını somut sonuçla kanıtlamaları beklenir bu süre sonunda. Ama ne Altınoğlu bir şey kanıtlamıştır, ne de karşısındakiler. Daha doğrusu, Altınoğlu’nun negatif önermesi gerçekleşmiş, ama karşısındakilerin pozitif önermesi gerçekleşmemiştir. Yani Türkiye’de anlamlı bir mücadele yürütmeyi başaran bir politik örgüt belirmemiştir ve olanlar da sürekli olarak erimiştir geçen yıllar boyunca.
Onun, örgütünden ayrıldıktan sonraki yaklaşık 20 yılı, aslında bir anlamda, Teori ve Politika’ya öngelen Taslak’ın[26] belirlemelerinden birinin somut örneği olarak değerlendirilebilir. Altınoğlu, Marksizmin verili gereksinimleri doğrultusunda örgütlerin dar çeperinde kalamayan, Marksizmin, örgütler alanında karşılanamayacak ihtiyaçları için özgülenmiş kadrosu olma örneği verdi bu yıllar boyunca.[27]
Bu tarihte bizce Altınoğlu’nun sorunu, yaptığını açık ve bilişsel bir modelle ifade etmemesi, muhtemelen bu konuda ne yapacağını kestirememesiydi. Bunun, Altınoğlu’nun Marksist-Leninist niteliğine ilişkin bir husus olduğunu öne süreceğiz.
Altınoğlu, devrimin artık yakın ya da orta vadenin konusu olmadığını kabul etmiş görünüyordu. Yazılarıyla, bir politik ideolojik dünya görüşü etkisi yaratmayı amaçladığı söylenebilir. Sanki bir dünya partisi vardı ve sanki bu partinin Türkiye kolu vardı, ve Altınoğlu, bu partinin yazı kurulunun çalışkan bir üyesiydi. Böyle bir algıyla hareket etmeyen birinin, güncel politik konularda giderek daha rahat okunabilen hacimde yazılarla geniş bir okur kitlesini etkilemeye çalışmasını açıklamak mümkün olmasa gerektir. Bunun yanında, devasa kitap çalışmalarının da altına girmekten çekinmeyen bir enerjiye, disipline, plana sahipti; uzun erimi gözden kaçırmıyordu.
Bu çalışma sayesinde bir Garbis Altınoğlu halesi oluştuğu, bu halenin giderek belirginleştiği gözleniyordu. Yazılarını sadakatle izleyen okurları, yazdıklarına hep kulak kabartan dar da olsa aydın kesimler bulunuyordu.
Altınoğlu, TvP için 2008’de kaleme aldığı bir yazıda, “burjuvazinin ve emperyalizmin devrimci hareketi ideolojik olarak teslim alma tehlikesi” olduğundan söz ediyordu.[28] Buna karşı görevleri de şu şekilde saptıyordu: “Devrimci hareketin halihazırdaki ve gelecekteki kadrolarının burjuva ideolojisinin saldırısına karşı eğitilmesi ve aşılanması ve bu çerçevede Marksizm-Leninizmin devrimci pratiğe dönük tarzda incelenmesi” gerekmektedir. Bu bağlamda, Altınoğlu, şu hususlara vurgu yapıyordu: “Türkiye devrimci hareketinin, iliğine değin çürümüş olan burjuva toplumuna karşı emekçi insanlığın en iyi ve en yüce değerlerini sahiplenen bir varlık olarak ortaya çıkamaması, işçi sınıfı ve diğer sömürülen yığınlarla zaten zayıf olan bağlarının neredeyse tümden kopmasına bağlı olarak tabanının bir ölçüde lümpenleşmesi, önderlerinin ve kadrolarının devrimci kişilik ve ahlak bakımından sahip oldukları zaaflar, örgüt-içi ve örgütler arası ilişkilerin yanı sıra halkla ilişkilerde yaşanan dejenere tavır ve davranış biçimleri vb. az-çok siyasal bilince sahip bir işçinin tepkisini çekmektedir. Devrimci teorinin ilkesel temellerinin ve kazanımlarının titizlikle savunulması gibi, devrimci ahlak normlarının titizlikle savunulması ve kapitalist toplumu pençesine almış dejenerasyona karşı konması da önümüzdeki dönemde kaçınılmaz olarak gelecek olan devrimci yükseliş dönemine hazırlanmak bakımından özel bir anlam taşımaktadır.”[29]
2014’te “Bakmasını ve görmesini bilen herkes, Türkiye devrimci hareketinin uzun bir süredir, eski halinin bir gölgesi olduğunu, bir ideolojik tasfiye süreci yaşadığını ve Marksizm-Leninizmin ilkelerini savunmada ve bu ilkelerin gerektirdiği siyasal tutumları almada çok gerilere savrulduğunu biliyor” diyordu.
Bu değerlendirmeler, Altınoğlu’nun çabasının doğrultusunu geri dönülmezcesine göstermeye yetecek güçtedir. O, devrimci hareketin salt politik değil, politik niteliğinin kurulduğu ideolojik düzlem bakımından da tasfiye sürecinde olduğunu saptıyordu. Bu koşullarda Altınoğlu kendisi gibi hareket edilmesini öğütlüyordu. Artık, örgütün verili halinden yola çıkarak politik ve ideolojik görevler sıralaması değil, ideolojik ve politik görevlerden yola çıkarak geleceğe ve bu arada geleceğin örgütüne de hazırlanmak şeklinde bir sıralama söz konusuydu.
Altınoğlu, örgütsel yaşamın dışına çıktıktan sonra, daha önce kendine neredeyse yasakladığı teorik konularla da uğraşmaya başladı. Örneğin, Mevlana üzerine yazdı Altınoğlu.[30] Bu, önceki dönemde bir lüks, gereksiz bir ilgi konusuydu.
Demirden Kuleye Çekiliş
Kulenin inşası
Altınoğlu’nun son yaklaşık 20 yılı, kendi inşa ettiği ve dışarıya da kendi kontrol ettiği bir kanalla bağlanan demirden bir kulede geçti. Altınoğlu, dış dünyadan kontrol dışı bir etkiye uğramamak için ve dış dünyaya kendi kontrolü ve seçimiyle bir ışınım göndermek için, bu yıllar boyu, durmaksızın, büyük bir enerjiyle çalıştı.
Sürgünde aylaklık ederek yaşayan politik göçmenlerin akıbetine düşmemek, disiplinli bir komünist militan olmayı sürdürmek için isabetli bir karar almıştı. Demirden kulenin, kendisi tarafından kontrol edilen açık kanalı onun dış dünyayla ilişkisini sağlıyordu. Bu, neredeyse tek yönlü bir akış olarak başlayan yazı yazma pratiğiydi. Ancak zamanla kanalın iki yanlılığı daha belirgin hale geliyor, Altınoğlu, okurlarından gelen şikayetler sonucu, daha kısa ve kolay okunabilen yazılarla ve çok çeşitli konulara ayrılmış kısa mesajlarla misyonunu yerine getirmeye çalışıyordu.
Böylelikle Altınoğlu’nun yalnızlığının, fiziksel olana tezat bir şekilde son döneminde kırılmaya başladığını görüyoruz. O, son döneminde, yaygın bir okur kitlesine ulaşmıştı. Onun yazdıklarına ilgili yaygın bir kesimin nazarında Garbis Altınoğlu’nun ideolojik-politik halesini kurduğu görülecekti.
Demirden kulesinde, Türkiye devrimci hareketinin kalıntılarıyla uğraşmak ve sorunları öne çıkarmak yerine, yol gösterici bir tarz tutturulmasının gereğine işaret ediyordu. Onun, Türkiye’de düzen politikasındaki dinamiklerle ilgilenmede dramatik bir ileri adım atmasında da bunun temel etmen olduğunu söyleyebiliriz. Ona göre, sol ve devrimci hareketin çok zayıf olduğu koşullarda, iki gerici egemen klikten hangisinin zarar görmesinin ve hangisinin avantajlı hale gelmesinin nesnel yararıyla operasyonel olarak ilgilenmek meşru hale gelmişti.
Okullaşan seyir
Nadiren ‘sosyalleşen’, buna politik gerek duymayan Altınoğlu, yapıp ettikleriyle bir anlamda kendi durum bildirgesini anlatmış oluyordu. O, geniş solcu toplulukları aydınlatma işlevinin gereğine inanmıştı ve bunu irade, azim ve sabırla yerine getiriyordu. Adeta yavaş yavaş beliren bir okuldan söz edebiliriz burada.
Çekildiği çalışma hücresinden yayılan bir ışık huzmesi gibi, sabrı, dirayeti, çalışkanlığı, enerjisi ve perspektifiyle sanki bir eğitim öğretim faaliyeti içindeydi. Zaman zaman isyan ettiği “düşük düzey”den, “yarı ya da tam cehalet”ten, “düşünme tembelliği”nden, “bellek sorunu”ndan dolayı küçük alt-uyarılarla süslediği facebook sayfası, giderek daha güçlü şekilde bir okul işlevi görmeye yöneliyordu.
Hüseyin Tekin’in yazdıklarından da okuyoruz. Altınoğlu, bunu aslında çok eskiden beri öngörüyormuş. O, yazdığı her şeyde tarihsel bir not, şerh, tanıklık, uyarı işlevi görüyordu. Yani salt bugün için değil gelecek için de düşünüyordu. O yüzden, yazdığı her satırı kezlerce kontrol ediyor, kılı kırk yaran bir titizlikle çalışıyordu. Buna rağmen hiçbir şeyi yeterli görmüyor, büyük bir kontrollü hırs ve sabırla gayretini sürdürüyordu. Bu arada Altınoğlu’nun yazılarının bir özelliği mutlaka vurgulanmalıdır. O, tertemiz, yalın ve güçlü bir Türkçeyle sağlam kurgulu yazılar yazıyor, ve kendine özgü birtakım yazım tarzları deniyordu.
Altınoğlu, okulunda giderek doğum günlerinden günlük yaşamın çeşitli meselelerine, beslediği kuştan düşüncenin nasıl ifade edilmesi gerektiğine kadar çok sayıda konuda görüşlerini anlatmaya yöneldi.
“Ah benim ‘yaman eleştirmenlerim!’” gibi sitem ve sevecenlik dolu bir başlık altında şunları yazdı: “Mahmut Alınak’ın ODA TV sitesinde yayınlanan bir yazısını Facebook sayfamda paylaşmam, tam da tahmin ettiğim gibi bir dizi ‘eleştiri’yi beraberinde getirdi. Tabii, çoğunluğu Alınak’ın söyledikleri üzerinde mantıklı bir tartışma yürütmeyen, ciddi bir fikir içermeyen, neyin önemli ve neyin önemsiz olduğunun farkında olmayan ve önemli bir bölümü dertlerini doğru dürüst Türkçe ile anlatamayan bu okurların yazdıklarına eleştiri denebilirse. (Bir bölümü düzeysizliğin ötesine geçerek terbiyesizliğe varan bu ‘eleştirel’ mesajları, okurlarımın sabrını zorlamayı göze alarak bu yazının sonuna ekliyorum. Tabii kimse bunları okumak zorunda değil.)
“Cahillik ya da yeterli eğitim alamamış olmak asla bir kusur değildir; ama kendi cahilliğinin ya da eğitim yetersizliğinin farkında olmadan yazmak ve ahkam kesmeye kalkmak çok, hem de çok ciddi bir kusurdur. Ne yazık ki başka bazı geri toplumlarda olduğu gibi Türk ve Kürt toplumlarında bilmeden konuşmak ve atmak tutmak çok yaygın bir olgudur.”[31] Altınoğlu, örgütlü yaşam içindeyken de bu geriliğin isyanını yaşıyordu: “Tartıştığımız sorunda, bunun tam da böyle bir sonuç vereceğini kestirmek için herhalde, ilkokul diplomasına sahip olmak yeterli olmalıdır.”[32]
Altınoğlu’nun facebook sayfasındaki amacının anlaşılmasına katkı sunacak bir örnek, kendisine, “kafan sulanmış” diyen bir okuruyla ilişkilenme tarzıdır. Sabırla, kafasının sulanmış olduğuna ilişkin okurun bir argüman koymadığını ayrıntılı olarak anlatıyor ve ardından kendi görüşlerini bir kez daha anlatıyordu. Bu yazısını da şu cümleyle bağlıyordu: “Umarım bu tartışma kafalarımızın daha açık hale gelmesine yardımcı olmuş ve onların sulanması riskini azaltmıştır.”[33]
Bir doğum günü vesilesiyle kendisini kutlayanlara yazdığı teşekkür mahiyetindeki yazıda dedikleri bilgeceydi. O, kendisi gibi adı sanı belli olanların binlerce kefensiz yatanın varlığıyla utanması gerektiğini söylüyordu. Onun, binlerce yıl boyunca mücadelede can vermiş meçhul devrimcilerin anısını iliklerinde yaşadığını hissedebiliyordu şu satırları okuyan:
“Unutulmamanın, dost ve arkadaşları tarafından sevilmenin ve sayılmanın çok güzel bir duygu olduğunu söylerken unuttuklarımızı ya da belki de hiç tanıma fırsatı bulamadığımız ve asla bulamayacağımız çoğu adsız iyi ve değerli insanları da anımsamalıyız. […] Bugün bu değerli insanların çoğu, belki bağlı oldukları örgütler ve çevreler ve içinden çıktıkları halklar tarafından bile anımsanmıyor. İnsanın sürekli bir yas hali yaşayamayacağı gözönüne alındığında bunu bir yere kadar, ama sadece bir yere kadar doğal sayabiliriz. Dahası, onları anmanın en iyi yolunun bugün bulunduğumuz ülkelerde ve dünyada her tür haksızlığa, baskıya ve eşitsizliğe karşı durmak olduğunu da söyleyebiliriz.”[34]
Bilgeleşen Altınoğlu’nun “Kıssadan hisse”si de şu olsun: “Hiç kimse eleştiriden bağışık tutulamaz. Ama eleştiri ciddi ve sorumluluk isteyen bir iştir. Birini ‒kim olursa olsun‒ eleştirirken ve özellikle de suçlarken titiz ve dikkatli olacaksın. Eleştiri ve özellikle de suçlama yaparken adalet ve dürüstlükten sapmayacaksın. Yoksa ağzından düşünmeden çıkardığın sözcükler dönüp seni vurabilir. Ve başkalarını kötülemek için kullandığın sözcükler, ‒hem de haklı olarak‒ senin için kullanılabilir.”[35]
Politik Yol Arayışları
Yıllar boyunca sürekli olarak, neredeyse her politik olaya kaleminden çıkan yazıları okuduk ya da yazdığını duyduk. Buna karşın, Altınoğlu’nun örgütlü ve örgütsüz olduğu dönemi yazılarındaki tarzdan dolayı ayıramayız. Onun yazılarını okuyan herhangi biri, son 20 yılında örgütsüz olduğunu anlayamazdı. Muhtemelen daha önemli bir paradoks olarak, örgütlü dönemdeki yazılarında da onun örgütlülüğünün anlaşılması kolay değildi. Bu durum Garbis Altınoğlu için olumluluk mudur, olumsuzluk mu? Ancak, her iki durumda ortak bir eksiklik olduğunu söyleyebiliriz. Altınoğlu, örgütün operasyonel bir işleve sahip olduğu bir politika anlayışında değil gibi görünüyordu. Belki de, o, örgütün politikada operasyonel bir varlık, etmen olduğu bir ömür geçirmediği için, politikayı, bir somut uygulama ilişkisi tarzında anlamadı.
O, örgütsüz bir birey olduğu zamanlarda da, çeşitli konjonktürel olaylarda alınacak tavrı, doğru devrimci tutumu ifade etti ve savundu. Ama o, örneğin bir seçimde, oyların şu ya da bu şekilde verilmesi gerektiğini savunurken hangi ya da ne tür bir özneye sesleniyordu?
Bu, açık ve çıplak bir gerçeği gözlere dürten bir durumdur. Altınoğlu’nun yarım yüzyıllık politik ömrü, politik taktikler uygulayabilecek örgütlenmelerden yoksun geçti. Buradaki ayrımı, ‘taktik uygulama’ ile ‘taktik tutum’ olarak kuruyoruz. Zayıf bir güce sahip örgütlenmeler ancak politik taktik tutumlar alabilir, onlar için ülkesel politika bir pratik uygulama alanı olamaz. Altınoğlu, buna rağmen, her zaman politik taktikler izlemeye, taktikler uygulamaya uygun bir akıl yürütme tarzı izledi. Bu bir trajedidir. Ama elbette sadece Altınoğlu’na ait olmayan bir trajedi.
Buradaki sorunun gözden kaçırılamaz bir yanı, Altınoğlu’nu eleştiren ya da ona eleştirel bir pozisyonda olduğunu sanan örgütlü yapılara aittir. Türkiye’de, özellikle, son yıllar boyunca, örgütlülükle örgütsüzlük arasındaki dramatik ayrım fiilen silinmekle yüz yüzedir. Altınoğlu’nun son yıllarındaki yazılarında, örgütsüz topluluklar ve güçsüz politik devrimcilik ortamında ne yapılması gerektiğine ilişkin bir boşluk olduğu görülüyor. Altınoğlu, örgütlü iken örgütünün taktik uygulamalar yapıp yapamayacağına ilişkin bir anlayış farkı olduğunu gösteren herhangi bir belirti vermedi. Örgütsüz yaklaşık 20 yılı boyunca ise, o, sürekli olarak günlük politik gelişmelerle ilgili kaleme aldığı yazılarında, şu ya da bu tutumun doğru olduğunu savundu. Bu savununun seslendiği, tutum almasını salık verdiği “özne” belli değildi. Soldaki örgütlere mi sesleniyordu? Ama onların varla yok mertebesinde olduğu kanısındaydı. Peki, geniş solcu kitlelere mi sesleniyordu? Kendine kulak verecek olanların her zaman, hatta neredeyse kural olarak azınlığın azınlığı olduğunu da sıklıkla belirtiyordu… Evet, Altınoğlu’nun politik tutumlarına ilişkin bir boşluk olduğu ifade edilmek zorundadır. Onun, kime ya da neye seslendiği belirsizdir. Bir yanıt, bu yazıda yapılan olabilir; Altınoğlu tarihe bir ses bırakıyordur belki. Eleştiri ötesi mahiyetteki tek seçenek budur.
Biz, ortada, Altınoğlu’nun kendi kuşağı ve sonraki kuşakların hepsiyle paylaştığı bir politik anlayış sorunu olduğu görüşündeyiz. Altınoğlu, varlığıyla etkileyemeyeceği ya da değiştiremeyeceği gerçekle operasyonel olarak ilgilenmek gibi bir yanlış içindedir. Oysa Leninist politika anlayışına göre, varlığınla değiştiremeyeceğin gerçekle operasyonel olarak ilgilenmene gerek yoktur.
Ne olursa olsun, yine de önemli bir fark olduğunu görüyoruz. Altınoğlu, örgütlü olduğu dönemde, Kaypakkaya’dan tevarüs eden bir tutumu katılıkla izliyordu. Buna göre, Türkiye’de iki egemen klikten herhangi birini, baş düşman konumunda olmasa da, desteklemek söz konusu olamazdı. Altınoğlu’nun bu anlayışı örgütsel yaşamdan uzaklaştıktan sonra da uzunca süre koruduğu, ancak sonra giderek bu anlayıştan uzaklaştığı görülecektir.
Eski tutumunun son örneğini, 2008 tarihli bir yazısında buluyoruz. Bu yazıda şöyle eleştiriyordu egemen sınıfların iki kanadı arasında tercih yapmayı: “Burjuvazinin, sözümona İslami duyarlılığı olan ve ‘demokrasi ve özgürlük’ yanlısı fraksiyonuyla onun, sözümona laisizmin ve çağdaş değerlerin savunucusu fraksiyonu arasındaki kavga, işçi sınıfının, diğer emekçilerin ve Kürt halkının asla taraf olmaması –ama ancak bu anlamda yapay nitelik taşıyan‒ gereken bir kavgadır. Yığınların devrimci öncüleri, her iki fraksiyonun da demokrasinin ve sosyalizmin, ezilen sınıf, ulus, milliyet ve mezheplerin azgın düşmanları olduğunu, yayılmacı ve emperyalist uşağı bir politikayı savunduklarını ve komünist, devrimci, demokratik ve ulusal kurtuluşçu güçleri denetim altında tutmak ve ezmek için genellikle birlikte davrandıklarını unutmamakla yükümlüdürler.”[36]
Ancak bu tarihten sonraki muhtemelen ilk örnek olan 2010’daki Anayasa referandumunda Altınoğlu’nun iki gericiden birini tercih etmek gerektiğine ilişkin bir görüş oluşturduğunu göreceğiz. Hem de kötü ünlü “yetmez ama evet”çi tarzda… “12 Eylül’deki referandum 12 Eylül’le hesaplaşmak için bir fırsat mıdır? Sizce solun tavrı ne olmalı?” sorusuna verdiği yanıt şudur:
“Bence [12 Eylül 2010’daki] referandum, çok daha geniş bir kavganın, AKP ve bağlaşıklarının İttihat ve Terakki artığı/ uzantısı askeri-bürokratik kliğin ve bağlaşıklarının gücünü sınırlama kavgasının küçük bir parçası.
“BDP’nin kuyruğunda sürüklenen sol grupçukların tutumlarını, salt anayasa değişikliği paketinin içeriğine bakarak değerlendirmeleri işte bu yüzden yanlış. Bir işçi-emekçi iktidarının kurulamayacağı bugünkü koşullarda solun tavrı; işçi ve emekçilerin gerçek ve sonal kurtuluşları için hangisinin egemenliğinin daha elverişli olduğu sorusunun yanıtını esas almalıydı: Bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtan, temsili kurumları ikinci plana atan, darbe planları üretmekle uğraşan ve savaş kışkırtıcısı ABD-İsrail eksenine daha yakın duran askeri-bürokratik kliğin egemenliğinin mi, yoksa bütün bu konularda daha ‘olumlu’, yani daha az gerici bir çizgide duran AKP ve bağlaşıklarının egemenliğinin mi?”[37]
Altınoğlu, dile getirdiği bu tutumu, bu tarihten sonra zaman zaman tereddütler yaşasa da esas olarak kararlı bir şekilde sürdürdü. O, örneğin, 2017 Cumhurbaşkanlığı referandumuyla ilgili bir yazısında eski görüşlerini artık daha sağlam ve gerçekçi Leninist denebilecek bir tarzda ifade ediyordu:
“Bugünlerde en çok tartışılan konulardan biri de, Nisan ayında yapılacağı tahmin edilen referandumda nasıl bir tavır takınılması gerektiği. Bence bugünkü koşullarda referandumda ‘boykot’ tavrı almak ile ‘hayır demek’ arasında, özü itibariyle çok az bir fark bulunuyor. Sahada güçlü bir devrimci hareket/ kitle hareketi olmadığı sürece referandumda hangi tavrın alınması gerektiği sorusunun yanıtı, göstermelik demesek de sembolik bir anlam taşıyacaktır.
“Ancak taktik denen sanat; burjuvazinin ve sınıf düşmanının kampı içindeki en küçük çatlaklardan bile yararlanmayı gerektirir. Tabii ne yazık ki dönüp dolaşıp gene aynı noktaya geliyoruz: Sorun, emekçi yığınların hoşnutsuzluğunu açığa çıkaracak, onu eyleme dönüştürebilecek ve aynı zamanda burjuvazinin kampı içindeki çatlakları değerlendirebilecek bir devrimci önderliğin olmaması.”[38]
Altınoğlu, güçlü iki ölçütün yokluğunda politik taktiğin bir uygulama değil tutum olması gerektiğini ortaya koyuyordu. Sahada güçlü bir devrimci kitle hareketi olmaması ve bir devrimci önderliğin olmaması. Bu koşullarda, seçim gibi olaylarda alınacak tutum sembolik bir anlam taşıyabilecekti ancak. Fakat Altınoğlu, birkaç hafta sonra bu görüşünü geri çekecek ve iki gericiden birini baş düşmana karşı destekleme tavrını devreye sokacaktır.
“Burada, bu saptamamın eksik olduğunu ve düzeltilmesi gerektiğini belirteyim: Evet; referandum sonucunun şöyle ya da böyle olması güç ilişkilerinde, kısa erimde önemli bir değişikliğe yol açmayacaktır; ancak güçlü bir HAYIR, Erdoğan kliğinin suratına indirilmiş ağır bir şamar ve bu kliğe vurulan önemli bir psikolojik darbe anlamına gelecek ve demokratik muhalefete, çoktandır gereksinim duyduğu bir özgüven duygusu aşılayacaktır.
“BOYKOT tutumunun savunucuları, haklı olarak Erdoğansız bir Türkiye’nin de; Kürt halkının, işçi sınıfının, Alevi halkının vb. demokratik özlemlerine yanıt veremeyeceğini, CHP’nin başını çektiği kokuşmuş burjuva muhalefetin bu halk katmanlarına bir çıkış yolu gösteremeyeceğini, dolayısıyla HAYIR tutumunun bizi, gericiliğin iki kampı arasında bir tercihte bulunmaya zorlayacağını ileri sürüyorlar.
“BOYKOT tutumu yanlılarının HAYIR tutumunun bizi, gericiliğin öbür kampı içinde yer almak zorunda bırakacağı yolundaki kısmen haklı kaygısı için de şunu söyleyebiliriz. CHP, MHP muhalifleri, Saadet Partisi, Gülen hareketi ve hatta ulusalcıların bir bölümü, kendi statükocu, milliyetçi, gerici gerekçeleriyle Erdoğan kliğine karşı çıkıyorlar ve çıkacaklardır. Ama, devrimci ve demokratik güçlerin, bu parti ve gruplardan bütünüyle bağımsız bir tarzda HAYIR demesi onların, bu statükocu ve gerici güçlerle bir bağlaşma kurduğu anlamına gelmez. Burada sözkonusu olan, Erdoğan kliğine karşı olan devrimci ve demokratik güçlerle, adıgeçen statükocu ve gerici güçlerin tutumu arasında geçici bir örtüşmedir.”[39]
Altınoğlu, bu tarihten itibaren, bir olay hariç, kararlı bir şekilde her gelişmede iki gericiden baş düşman olanına zarar vermeyi esas aldı ve bu doğrultuda davranmayı savundu. Bütün seçimlerdeki tutumu buydu: “Asıl önemli olan şu soru ve onun yanıtıdır: ACABA HANGİ ADAYIN SEÇİMİ KAZANMASI İŞÇİ VE EMEKÇİ YIĞINLARININ VE KÜRT ULUSUNUN SAVAŞIMININ İLERLETİLMESİ AÇISINDAN DAHA ELVERİŞLİ BİR ORTAM YARATACAKTIR?”[40]
Altınoğlu’nun burada gözettiği temel etmen, devrimci hareketin yapısal güçsüzlüğü ya da ülkesel arenadaki yokluğuydu. O, ısrarla yineliyordu: “Bir kez daha yineleyelim: Düzenin temelden değişmediği/ değiştirilemediği koşullarda burjuva rejiminin hangi biçimi alacağını önemsememek ve bunu yaparken ‒hepsinin de gerici olduğu gerekçesiyle‒ iktidarın hangi burjuva katmanı ya da kliğinin eline geçeceğinin bizi ilgilendirmediği savını ileri sürmek ilkelliktir ve asla tutarlı demokratizmle bağdaşmaz. Somut dönemlere özgü taktiksel tercihler yapmayı reddetmek ve ‘hepsi de kahrolsun!’ sözde sol sloganıyla özetlenebilecek bir politikaya sığınmak, tutarlı demokratizmin değil, anarşizmin tutumudur. Bugün Türkiye’de varolan, kırık-dökük ve yarım-yamalak burjuva demokratik hak ve özgürlüklerle donatılmış bir rejimdir.”[41]
Altınoğlu, salık verdiği tutumu izlememenin sonuçlarının gerçekte daha vahim olduğunu, baş düşmanı nesnel olarak desteklemek anlamına geldiğini savunuyordu: “… seçimi boykot etmek ya da boş/ geçersiz oy kullanmak, objektif olarak Erdoğan kliği ve AKP diktatörlüğünden yana tavır almak anlamına gelecektir.”[42]
Altınoğlu, taktik uygulama sıkletinde bulunulduğunu varsayıyordu öncelikle. Ama bunun gerekçesini, yani uygulamayı hangi öznenin yapacağını yine bulamıyorduk açıklamasında. Ardından, koşulların normal değil olağanüstü olduğunu, dolayısıyla olağanüstü taktik politikalar izlenmesinin zorunlu olduğunu savunuyordu.
“Ancak olağanüstü koşullar, olağanüstü taktik, tercih ve politikaları dayatabilir. Normal koşullar altında; işçi ve emekçi yığınlarına ve özellikle kendisini solda sayan çevre ve kişilere oylarını Ekmeleddin İhsanoğlu gibi muhafazakâr bir aileden gelme liberal bir diplomat ve akademisyene verme çağrısında bulunmak kabul edilebilir bir şey olmazdı. Hem de bu adayın CHP ve MHP’nin yanı sıra bir dizi küçük ya da çok küçük boyutlu ve hemen hemen hepsi sağcı burjuva partileri tarafından desteklendikleri bir durumda. Ama, normal koşullar altında bulunmadığımız açık.”[43]
Oysa, koşulların olağan ya da olağanüstü olmasından önce devrimci güçlerin durumunu esas almak gerekiyordu. Altınoğlu, hangi devrimci güçlere, hangi seçmenleriyle, seçmen sayılarıyla seslendiğiyle ilgilenmez görünüyordu. Bu arada, o, ülkede gerçek bir güç konumunda olan Kürt Hareketinin bu denklemde oynadığı tayin edici rolle de ilgilenmiyordu bu tutumları savunurken.
Altınoğlu, bu durumun gerici klikle bir bağlaşma anlamına gelmediğini, tersine baş düşmana karşı mücadele etmek olduğunu savunuyor. O, bağlaşmanın önkoşulunun görece yeterli bir güç olduğunu da Marksist hareketin tarihsel deneyimlerine dayanarak çıkarıyordu.
“Ancak tarih, devrimci güçlerin baş düşmana karşı ‒kendileri de eli kanlı ve vahşi olan‒ ikincil düşmanlarla geçici anlaşma ve bağlaşmalar yapmalarının örnekleriyle dolup taşmaktadır. […] Tabiî böylesi taktiklerin uygulanabilmesi için devrimci parti ve tarafların belirli bir siyasal, askerî ve kitlesel güç düzeyine erişmiş olmaları gerektiği de bir an bile unutulmamalıdır.”[44]
Altınoğlu, salık verdiği taktiğin uygulanması için güçlü olmayı önkoşul olarak koyuyordu koymasına ama bu nazik ölçütü her durumda uyguladığını söylemek mümkün değildi. O, nazik durumlarda, devrimci güçlerin gücünden bağımsız olarak, hangi koşullarda yaşamamızın daha elverişli olduğu sorusunu yanıtlamayı şart koşuyordu bu kez. Bu momentlerde önerdiği herhangi bir bağlaşım değil, tek yanlı destekti. Türkiye’de 2019’da yapılan yerel seçimlerde ‘Millet İttifakı’nın desteklenmesini de bu gerekçeyle savunmuştu. Bu konudaki tartışmalar ortamında, o bir yandan liberallerle paylaştığı anti-İttihatçı duyarlığa, öte yandan pragmatist olmakla suçlayageldiği PKK’nin tarihindeki bir duruma ilişkin yazıyordu.
“1980’lerin başlarında 12 Eylül askeri-faşist rejiminin zindanlarında yattığımız sıralarda, diğer Kürt milliyetçisi örgütlerin PKK’ne yönelttiği en önemli eleştirilerden birisi de bu örgütün, başında Hafız Esat’ın bulunduğu Suriye devletiyle bir taktiksel işbirliği içine girmiş olmasıydı. Sözkonusu örgütler, henüz 15 Ağustos 1984 Eruh-Şemdinli eylemlerinin gerçekleştirilmediği ve bugünkü güç, etki ve saygınlığına sahip olmaktan uzak olduğu bu yıllarda PKK’ni, sömürgeci bir devletle işbirliği yapmakla suçluyorlardı. Ne var ki, görünüşte ‘radikal sol’ ve ‘çok devrimci’ bir nitelik taşıyan bu eleştiri özünde hatalıydı. Neden? Çünkü PKK o dönemde, haklı olarak baş düşman saydığı Türk gericiliğine karşı, rakip bir burjuva devletin sunduğu olanaklardan yararlanıyordu. Suriye devleti ise, PKK’ni desteklemek suretiyle, ülkesindeki Müslüman Kardeşler örgütünü destekleyen ve kendi topraklarından doğan ve Suriye’ye geçen Fırat ırmağının suyunu kısan Ankara rejimine misilleme yapıyordu.”[45]
Bunlar, Garbis Altınoğlu’nun, aslında Marksizmden uzaklaşmasının değil Marksizmin tarihsel politik alanı içinde yer değiştirmesinin, hareket etmesinin işaretleridir. Bu hareketin endişe verici birtakım olasılıkları gündeme getirmesi de elbette olanak dahilindedir. O, sadık bir Marksizm öğrencisi olarak, Marx-Engels, Lenin ve Stalin gibi Marksistlerin tutumunu izlemektedir ve onlarda olmayan bir şeyi izlemeyi önermemektedir. Hakikaten, Marx-Engels’in ve Lenin’in, iki egemen klik arasındaki mücadelede birinden birine, “daha az liberal olana karşı daha liberal olana”, ya da “devlete egemen olana karşı muhalefette olana” destek verdiği örnekler vardır ve Altınoğlu, kendinin tarihsel sınırlarını oluşturan Kaypakkayacı paradigmadan bu şekilde çıkmış olmaktadır böylece. Altınoğlu, Marksizmin ayrıştırılmamış tarihsel alanındadır bu manevraları yaparken. Burada onunla, Marksizmin tarihsel birikimini de hesaba katan bir bakış açısıyla karşılaşmayı gerektiren bir durumla yüz yüzeyiz demektir artık.
Altınoğlu artık, politik taktik tutum konusunda başka bir normu izler görünüyordu. Kaypakkaya’dan beri gelen “iki gerici kanat”tan herhangi birini desteklemek anlamına gelecek tutum ve davranışlardan kategorik olarak kaçınacak yaklaşıma uygun davranmıyor ve sanki büyük bir politik partinin taktiklerine ilişkin düşünüyor gibiydi. Birkaç örnekte ortaya çıkan ve uygun olmadığını düşündüğümüz bu yönelim tarzının bir aykırı örneği, Altınoğlu’nu, sol hareket içinde devrimci tutum almayı başaran çok az sayıda öznenin arasına koymaya yetecekti. Bu, 15 Temmuz 2016 akşamı yapılan darbe girişimine alınan tavırdı. Türkiye sol hareketinin ezici bir çoğunluğunun tutumu darbecilere karşı olmak ya da en azından Tayyip Erdoğan ile darbeciler arasında eşit mesafede durmak olurken, Garbis Altınoğlu’nun da aralarında bulunduğu çok az sayıda grup ve kişi, o kritik akşam dahil, mızrağın sivri ucunun her an Tayyip Erdoğan ekibine dönük olması gerektiği görüşünde oldu.
Akıntıya Karşı Nadiratın Övüncü
15 Temmuz 2016
Garbis Altınoğlu, yarım yüzyıllık Marksist edincini, kendini yaygın solcular ve onların içinde kaybolan Marksist kesimlerden ayıran bir tutumla, 17 Temmuz 2016 tarihini taşıyan “15-16 Temmuz darbe girişimi ve devrimci tutum” başlıklı yazısında göstermiştir.[46] Darbe girişiminin hemen ertesi günü yayınladığı bu yazı, onun uzun politik yaşamında, sağlam devrimci yıldızının arşa yükseldiği örneklerden biriydi.
Garbis Altınoğlu’nun ‘bağımsız’ olduğu yıllarda katılmadığımız bir eğiliminin sol âlemin geneline uymak tarzında tecelli etmesine karşın, o, hakikaten kritik ve tarihsel en az iki momentte akıntıya göğüs germeyi bilmiştir. Günlük tempoyla akan tarihin çoğu olayında benzer kesimler benzer tutumlar sergiler. Bu, özelliksiz bir normal akıştır. Bazı olaylarda benzer kesimler içinde bazıları ayrışır. Bunun özellikli bir devrimci tutum olduğu söylenebilir. Fakat ancak ayrıksı momentlerde, benzer kesimler içinde ancak ayrıksı kesimlerin ayrı tutum sergilediğine tanık olunur. Altınoğlu’nun söz konusu darbe girişimi karşısındaki tutumu, istisnai niteliğiyle, sol hareketin ezici çoğunluğundan farklıydı.
Sol hareketin ezici çoğunluğunun, askerin postalının kaval kemiğindeki acısının dar-bilinci ve bu bilinci besleyen sözümona liberal ‘askeri vesayet eleştirisi’ ideolojisinin bulaşık hamuruyla ‒ve Altınoğlu’nun “Her ikisi de kahrolsun!” ifadesiyle değerlendirdiği‒ darbe girişimi gecesindeki tutumuna karşı Altınoğlu, hiçbir tereddüte yer vermeksizin baş düşmanın o gece de her an ve an Tayyip Erdoğan iktidarı olduğu saptamasının verdiği sağlamlıkla devrimci tutumunu koydu. O, her olay ve olguda olduğu gibi 15 Temmuz darbe girişiminde de temel Marksist ilkelerden yola çıkmayı görev sayıyordu: “Bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların çıkarlarını savunan Marksistler ve tutarlı devrimciler, hangi yolla işbaşına gelmiş olursa olsun burjuva iktidarının bütün biçimlerine (anayasal monarşi, askeri ya da faşist diktatörlük, burjuva demokrasisi vb.) karşıdır. Onlar, büyük çoğunluğu gerici nitelik taşıyan askeri darbelere de karşıdırlar. Çünkü onlar, hepsi de küçük bir sömürücü azınlığın çıkarlarını savunan ve ezilen ve sömürülen işçi ve emekçi yığınları ve ezilen ulustan / uluslardan sömürülen emekçiler üzerinde bir diktatörlükten başka bir şey olmayan burjuva devlet biçimlerine karşı Sovyet iktidarını savunurlar. Ancak bu gerçeği bir papağan gibi yineleyip durmak bizi bir adım bile ilerletmez.”
Bu sözlerden, 15 Temmuz olayında devrimci tutum çıkarmak hiç de kolay değil gibi görünüyor. Fakat Altınoğlu, “ilke olarak siyasal gericiliğin tüm biçim ve fraksiyonlarına karşı olduğunu söylemek işin ABC’sidir. Bu kadarını her devrimci sempatizan zaten bilmektedir” diye vurguladıktan sonra, meseleyi “baş düşman” kavramlaştırması üzerinden ele alacaktır: “Erdoğan kliğinin, en azından son birkaç yıldır Türkiye ve Kürdistan halklarının baş düşmanı olduğu açıktır. O halde bu kliğin devrilmesi ve iktidardan uzaklaştırılması; Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halklarının zararına değil yararınadır.” Altınoğlu, o gece, bazı devrimci akımlar nezdinde, “sokağa dökülmeleri yolunda, altı dolu olmayan ve lafta kalan çağrıları yapmayı” da açık terimlerle horladı.
Altınoğlu, “ ‘bütün askeri darbelere karşı olma ya da aynı ölçüde karşı olma’ biçiminde betimlenen sözümona ilkeli tutum”un burjuva liberallerinden farklı olmadığını belirtti. Ona göre, “Marksist-Leninistler askeri darbelere metafiziksel bir anlam yüklemez ve onları ‘tüm kötülüklerin anası’ gibi algılamazlar. Böylesi bir tutum, burjuva sosyal biliminin sığlığını ve burjuva liberalizminin ve demokratizminin sahteliğini ve zavallılığını sergiler, o kadar.” “Devrimciler asla, ‘Aman bize darbeci demesinler!’ kompleksi, ilkelliği ve zavallılığıyla hareket etmezler.”
Garbis Altınoğlu, sol ve devrimci hareketin genelinin, liberalizmin ideolojiden başlayarak ‒15 Temmuz örneğinde görüldüğü gibi‒ politik etkisine, dolayısıyla Tayyip Erdoğan demokrasisinin şemsiyesi altına girdiğini sağlam devrimci tutumuyla gösterdi. Darbe girişiminin ikinci yılında şunu yazdı: “Daha da tuhafı bazı istisnalar bir yana bırakılırsa, kendini solda gören ve sayan pek çok kurum ve kişinin, bu darbe girişimini lanetlemede adeta Erdoğan ve AKP ile bir yarışmaya girmesi ve kendilerinin Fethullah Gülen hareketine karşı çok daha öncesinden beri ve çok daha tutarlı bir kavga verdiğini kanıtlamaya çalışması ve Erdoğan’ı tutarsızlıkla ve ikiyüzlülükle suçlaması”dır.[47]
2001 esnaf ayaklanması
Garbis Altınoğlu’nun, devrimci ve sol hareketin ezici çoğunluğunun karşısında yer aldığı ya da kayıtsız bir soğuklukla izlediği bir başka olayda, 2001 gibi kendisi bakımından görece erken denebilecek bir tarihte aldığı nadirattan sayılabilecek bir başka tutumu, başta Ankara olmak üzere birçok kentte patlayan esnaf ayaklanmasına ilişkindi.
Altınoğlu, esnaf ayaklanmasını üzerinden zaman geçtikten sonra değil, patladığı günlerde de devrimci bir tarzda değerlendirmeyi bilmişti. “Esnaf eylemlerinin aynasından yansıyanlar” başlığıyla 5-6 Haziran 2001’de kaleme aldığı yazıda Altınoğlu, sokağa çıkan ve devletin karşılarına çıkardığı güçlerle gözüpek bir şekilde çatışan bu kitleye ilgisiz kalan sol hareketleri eleştirdi ve bu olayın tarihsel önemini vurguladı: “Onyıllar boyunca her türlü devrimci siyasal eylemin uzağında kalmış, şovenizm ve anti-komünizmden büyük ölçüde etkilenmiş ve egemen sınıfların, burjuva partilerinin ve askerî kliğin pasif kitle desteği olmuş geniş bir emekçi katmanı belki de ilk kez tarih sahnesine kendine özgü istemlerle çıkıyor ve egemen sınıfların ideolojik ve siyasal vesayetinden kurtulma doğrultusunda adımlar atıyor. Dahası, içlerinde çok sayıda işçi, işsiz ve kent yoksulunun da yer aldığı bu heterojen kitle, ülkenin başkentinde oda başkanlarının yatıştırma çabalarına rağmen saatler boyunca siyasal sloganların egemen olduğu militan kitle gösterileri yapıyor ve kendilerine panzerlerle, gaz bombalarıyla, coplarla saldıran polis sürülerini püskürtüyor, apar topar kaçmak zorunda bırakıyor. Aynı ölçüde militan olmasa da bu eylemler, Konya, Kayseri, Maraş gibi siyasal gericiliğin kaleleri arasında yer alan iller de içinde olmak üzere bir dizi ilde yineleniyor.”[48]
Altınoğlu, gerçekte her yalın devrimci duyu sahibinin içinde yer alması gereken bu tür eylemler karşısında sol hareketin tutumunu, o her zamanki temel ilkelere gönderme yapan sağlam tutumuyla ortaya koydu: “Bırakalım komünist olmayı, devrimci olmanın minimal ve olmazsa olmaz ölçütü, bu gelişme karşısında heyecan ve sevinç duymak değil midir? Kendilerine işçi sınıfının ve diğer emekçilerin öncüsü payesini biçenlerden, faşizmin kitle temelini zayıflatan ve devrimi güçlendiren ve işçi sınıfının yedeklerini arttıran bu tarihsel eylemin ülkemiz devriminin tarihinde bir dönemeç noktası olacağını kavramalarını beklemek hakkımız değil mi?”
Altınoğlu, işçilerle işçi olmayan emekçileri ayırmadığı bilinen politik kesimlerin, “bu kez işçi-olmayan emekçilerin gerçek bir ayaklanmasıyla yüz yüze geldiğinde, küçük burjuvazinin işçi sınıfıyla farklılığının ve küçük burjuva kitlelerinin tutarsızlık ve yetersizliğinin altını çizmeye giriştiğini” yazdı. Ona göre, “böylesi bir kitlesel eylem karşısında duyulması gereken devrimci coşku” olmalıyken, söz konusu politik kesimler, “Marx ve Lenin’den aldıkları uzun alıntılar yardımıyla küçük burjuvazinin sınıfsal tanımını yapıyor ve doktriner birer ukala edasıyla küçük-burjuvazininin anti-kapitalist bir sınıf olmadığını göstermeye ve sokağa dökülen kitlelerin ne kadar yanlış düşündüğünü kanıtlamaya uğraşıyorlardı.[49]
Altınoğlu, sol hareketin çeşitli mensuplarının “umutsuzluk içinde isyan eden kent küçük burjuvazisinin, daha katı bir diktatörlük heveslilerinin oyuncağı da olabil”eceğini belirttiğini ve küçük burjuvazinin, “işbirlikçi oligarşi, büyük burjuvazi ve emperyalizm tarafından manipüle edilmekte” olduğundan yakındığını, oysa “Değişik tarihsel olguların da gösterdiği gibi yalnızca küçük burjuvazi gibi ara katmanlar değil, işçi sınıfının kendisinin de ‘daha katı bir diktatörlük heveslilerinin oyuncağı’ ya da karşı-devrimci girişimlerin kitle tabanı hâline gelebileceğini” hatırlattı ve ardından şunları söyledi: “Peki, böyle bir olasılığın olması, […] kitlelere güvensizlik yaymayı ve kollarını kavuşturup oturmayı ve ayaklanan küçük üreticilere lânet okumayı mı gerektirir?”
Altınoğlu, bu olaydaki tutumun da liberal özünü sağlam bir devrimci tutumla ortaya koydu: “… bırakalım üstelik resmen ‘devrimin temel güçleri’ arasında saydıkları bu katmanın taşıdığı devrimci potansiyeli kucaklayacak taktiksel plânlar oluşturmaya girişmeyi, onların harekete geçmesinden heyecan ve sevinç bile duymamakta, tersine rahatsız olmaktadırlar. Ve devrimci üslûbu bile bir yana bırakarak ‘kriz ve yarattığı yok olma tehdidi’nin, ‘orta sınıfların aklını kaçırmasına neden ol’duğunu, ‘onları kışkırtarak isyan ettir’diğini ileri sürmektedirler. Evine ekmek götüremeyen, evinin ve dükkânının kirasını, bankalara olan borçlarının anaparasını ve faizlerini ödeyemeyen küçük esnafın militan eylemini ‘aklını kaçırma’ olarak nitelemek, herhâlde aç kalmanın ne olduğunu bilmeyen burjuva liberallerine ve bürokratlara, isyanı akıl kaçırmayla özdeşleştiren reformistlere ve düzen bekçilerine yakışır.”
Altınoğlu, bununla kalmadı ve esnaf ayaklanması vesilesiyle devrimci hareketin birçok üyesine gönderdiğini belirttiği Mart 2002 tarihli bir yazıda, hareketin “geleneksel olarak beslendiği” kesimler dışında “el değmemiş” kaynaklarla da temas kurmasının gereğine vurgu yaptı.
“Nisan 2001 eylemlerinde tepkilerini açığa vuran küçük esnaf ve zanaatkârların durumunun da gösterdiği gibi, derin ekonomik bunalım ve onun da katkısıyla yaşanmakta olan toplumsal deprem koşullarında TDH, yalnızca geleneksel olarak beslendiği işçi ve emekçi katmanlar arasındaki desteğini genişletme olanağına sahip olmakla kalmamaktadır; o, bu ortamda, dinsel inançları güçlü emekçiler arasında ve hatta burjuva ordusunun tabanında destek ve yedek güçler edinme olanağına da sahiptir. Ancak, bir kez daha yinelenmesi gerekiyor ki, böylesi el değmemiş kaynakları harekete geçirebilmesinin vazgeçilmez önkoşulu, TDH’nin stratejik ve taktiksel bakışını ve siyaset yapma tarzını devrimci bir özeleştiriye tabi tutması ve köklü bir biçimde geliştirmesidir. Kuşku yok ki o, Türk ulusalcılığına ödün vermeksizin işçi ve emekçi kitlelerinin yurtsever ve anti-emperyalist tepkilerini ve dinsel gericiliğe ödün vermeksizin onların, ABD neo-faşistlerinin Arap ve İslam halklarına açtığı haçlı seferine karşı anti-emperyalist tepkilerini yedeklemeye çalışabilir ve çalışmalıdır da.”[50]
Geçen yıllar boyu, ne Altınoğlu’nun dikkat çektiği toplum kesimlerinin yeni bir hareketine, ne de devrimci hareketin onlarla başarılı bir ilişkilenişine tanık olundu, ama Altınoğlu, bir konjonktürde sol hareketin genel olarak uzak durduğu bir eylemin önemine tarihsel vurgusunu yapmış oldu. Sol hareketin hâlâ temel bir sorununun “el değmemiş” bu kesimlere el değdirememesi olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekiyor.
Kürt ‘Ulusal’ Hareketi
Altınoğlu’nun Kürdistan Kurtuluş ve Özgürlük Hareketine ilişkin tutumunun olumsuz olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat vardır. Tartışılması gereken bu konuyu ele almadan önce, onun kaleminden çıkmış bir metni okumak gerekiyor.
Garbis Altınoğlu,19 Mayıs 2013’te yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Benim Kürt hareketine karşı tutumum, bu konunun bizimkiler açısından iyice gelip dayattığı 1989’dan bu yana, hatta daha öncesinden bu yana tutarlı oldu. Ben, özellikle 1984 çıkışını ‘ileriye doğru atılmış çok önemli bir adım’ olarak nitelediğimi çok iyi anımsıyorum. (Olayları duyduğumuzda havalandırmada bizden biriyle volta atıyorduk.) Onu izleyen yıllarda, bizimkilerin bu hareket için daha önce yapmış oldukları ‘karşı-devrimci’ nitelemesini değiştirmek için çok uğraştım; ama etkili olamadım. Bu hatalı resmi konum, ancak 1991’de, yani 1984’den tam 7 yıl sonra değiştirilebildi. Bir başka ilkellik ve tuhaflık da şuydu: Hâlâ resmen ‘karşı-devrimci’ görülmesine rağmen 1987’de yayın yaşamına başlayan dergide, daha o zamandan kuyrukçu ve sağcı bir tutum vardı. Ve bu tutum o günden bu yana, hatta 1994’den sonra da ‒bazı önemsiz yalpalamaları saymazsak‒ süregeldi. Örneğin, 1994 birleşmesinden sonra yayımlanan haftalık gazetenin 3. sayısında bizimkiler, bölgeye giden öğretmenlerin ve diğer kamu görevlilerinin öldürülmesini destekleyen ve benim kısa bir süre sonra eleştirdiğim bir yazı yayımladılar. Oysa onlar o yazıyı yayımladıklarında ulusal hareket artık bu taktikten vazgeçmeye başlamış ve Apo bu tür eylemleri doğru görmediklerini açıklamıştı. Kraldan çok kralcılık böyle bir şey işte. Her neyse; detaylarına girmeksizin, benim bu konudaki tutumumun, en azından 1984’den bu yana tutarlı olduğunu söyleyebilirim.”
Bu sözler, Garbis Altınoğlu’nun Kürdistan Hareketinin yalınkat bir eleştiricisi olmadığının açık kanıtı olsa gerektir. Hele hele, bu hareketin sosyal-şoven bir konumdan eleştirisinin Altınoğlu’nda eser miktarda bile olduğuna ilişkin bir anıştırmanın açık hata olduğu ortadadır.
Öyleyse, Altınoğlu’nun Kürdistan Hareketine ilişkin görüş ve tutumunu değerlendirirken daha incelikli bir yol tutturmak gerekmektedir. İlk olarak, Altınoğlu’na göre, (Türkiyeli) Marksistlerin, Marksist olmakta ısrarlı ve bilinçli iseler, başka bir yapının ideolojik nüfuzuna girmesi kabul edilemez. Burada Altınoğlu, tamamen meşru bir konumdadır. Ardından, Altınoğlu’nun eleştiri konusunu, Kürdistan Hareketinin önderliğinin ideolojik ve politik yönelimi oluşturmaktadır. Altınoğlu bu konuda gizlemeye gerek duymadığı bir tepkiye sahiptir. Öteki bir başlığı, Altınoğlu’nun bunlara karşılık Kürdistan Hareketinin ve genelde Kürt ulusal hareketinin tarihsel ve politik rol ve işlevine nasıl baktığı oluşturmaktadır. Ve sonuncu olarak, Altınoğlu, Kürdistan ile Türkiye’nin indirgenemez ayrı varoluşlar olduğu kanısındadır.
Nüfuza direnç
Altınoğlu, Kürt Hareketini öncelikle ideolojik bakımdan eleştiriyordu. Fakat Altınoğlu’nun asıl sorunu, kendi örgütünün Kürdistan Hareketinden ideolojik ve politik olarak etkilenmesiydi. Nitekim, ayrılırken, Lenin’in Ne Yapmalı?’da muarızları için kullandığı bir benzetmeyi kullanmış ve örgütünün “Öcalan’ın kıçı önünde secdeye durduğunu” yazmıştı. Burada, Altınoğlu’nun Öcalan’ın ideolojik konumuna mesafesi değildir öncel olan; öncel olan, kendi yoldaşlarının Marksizm dururken Öcalan’dan etkilenmesine, ondan öğrenmelerine ilişkin düşüncesidir. Altınoğlu kendi yoldaşlarına isyan ediyordu: Marksist iseniz Marksizme, Apocu iseniz Apo’ya bağlı olacaksınız; sözde birine, eylemde ötekine bağlılık kabul edilemez! Hangi yanda olunduğundan bağımsız olarak, bu seçenekte de herhangi bir sorun görülemez.
Yoldaşlarının pratik-politik zihniyeti belirgindi ve Altınoğlu’nun aksine, pratik kimseler olarak bu aykırılığı sorun etmeden yol yürüyebiliyorlardı. Fakat, Altınoğlu, haklı olarak, tutarlılığa çağrı yapıyordu; çünkü ideolojik nüfuz ve günlük pratik etkinin politik nitelikte tayin edici roller oynayacak bir aşamaya gelmesi mukadderdi ona göre.
Altınoğlu, sarsılmaz doğrultusuyla, esasen PKK’nin Marksizmle ilişkisi üzerine ideolojiden başlayan ve politikaya uzanan bir dikkat ve eleştirel konumda oldu ısrarla. Buna ilişkin ne söylenebilir? İdeolojik bakımdan söylediklerini ortodoks bir Marksist-Leninist perspektiften eleştirmek olanaksızdır. O, her şeyde olduğu gibi PKK eleştirisinde de her adımında sürekli ve kesin olarak klasiklere başvurdu.
Onun değerlendirmesine göre, “Türkiyeli devrimci örgütlerin PKK ile taktiksel bir bağlaşma kurmasına kimse itiraz edemez. Sorun burada değil. Sorun, Marksizmi rehber aldıklarını ileri süren Türkiyeli devrimci örgütlerin, PKK’nın burjuva-milliyetçi bir hareket olduğunu unutmaları ve onunla STRATEJİK BİR BAĞLAŞMA kurabileceklerini sanmaları. Komünist ya da tutarlı devrimci örgütler, kendi siyasal ve örgütsel bağımsızlıklarını korumaya özen göstermek kaydıyla, pekâlâ PKK gibi bir burjuva-milliyetçi bir hareketle belli bir süre birlikte yürüyebilirler.”[51]
Öcalan’a büyük öfke
Altınoğlu’nun şimşeklerini, kendini Marksizmin klasikleriyle kıyaslayan, hatta onları aştığını ileri süren Öcalan çekiyordu. O, Öcalan’ın Aralık 1996’da yayınlanan bir röportajını anımsattı. “Felsefemde öncelik, sonralık, ilk ve son yoktur” başlığını taşıyan bu röportaj PKK’nin organı Serxwebun‘da yayınlanmıştı. Altınoğlu’nun aktardığı röportajda Öcalan şöyle diyordu:[52]
“Marx, sadece sözünü söylüyor. Benim durumum çok farklı, benim için söz söyleme işin en basit kısmı. Lenin onun örgütsel esaslarını söylüyor, benim için örgütsel esaslarını da söylemek çok basit bir iş. Onlar sınıf mücadelesi diyor. Benim sınıf mücadelesi demem de çok sıradan basit bir iş. Ben bunların hepsini adeta abc biçiminde çoktan öğrenip, bir kenara atmışım. Daha fazla yaptıklarım var…
“Tamam yani sorunlu adamlarla da devrimi yürütme…. Lenin bu konularda bizdeki kadar derin değil. Ve belki de fazla anlam veremiyor. Biz bu noktada tam bir büyük usta gibiyiz. Düşünemediği çok şeyi, aslında derinliğine ele almış uyguluyoruz. Lenin’de de sınırlıdır örgüt içi sorunları çözme ve hatta çaresizdir de. Bir nevi aydın gibi durur. Benimki fırtınalı bir savaşçılıktır. Müthiş ilişkilerine kadar, hücrelerine kadar savaşçılıktır. Lenin’in aklına gelmez, Mao’nun da. Bizimki çok daha ileridedir. Savaşım düzeyinde, örgüt düzeyinde kesin ilerlemişiz. Bu Leninizm çerçevesinde ele alınırsa, böyledir. Fakat biz daha farklıyız. Bizim durum kabaca Lenin’in örgüt anlayışıyla izah edilemez. Benzerliği var, ama onu biraz aşıyor… […]
“Çağın peygamberi gibi büyük savaşım içindeyim. Yani filozofluktan öteye bizimki biraz peygamberce bir eylem olarak da tanımlanabilir. […]
“Yani çok filozof, çok siyasetçi, sadece düşünür, siyasal ilkeyi söylerler, ben ise söyleme işini, teori işini çok sıradan bir iş olarak yaparım.
“Teknik bazılarında halk ordusudur, bazılarında halk iktidarıdır, bazılarında partidir, bazılarında belki de elli yıl sürecek olan savaşlardır. Bende ise, pek kimsenin akıl edemediği bir kişinin kendi kendisine ordulaşması, olağanüstü bir hareket gücü haline, yani teknik olay haline getirmesidir. Ben şu anda bir tekniğim, aslında örgüt tekniğiyim. Düşünce tamamen bu teknikte birleşmiş. Bütün PKK bir yana ben bir yana. Veya benim kendimi teknik haline getirmem. Zaten bütün engellere rağmen kendimi yürütüyorum. […]
“Filozoflar bu noktada zavallı. Hatta siyasetçiler, siyaset bilimcileri bile zavallı. Benim düzeyim çok farklı. Ben onların müthiş pratiğe dönüşmüş biçimiyim. Filozofların bir ömür boyu söyleyeceğini ben bir dakikada söylerim.
“Siyasetçilerin elli yılda yapacağı işi ben bir günde yaparım. Bu kadar üreten bir tekniğim. Bunu neden böyle yaptım? Savaşım esaslarım, düşman gerçeğim, başarma zorunluluklarım, kolay kaybetmeye hiç fırsat vermeyişim, mutlak başarıya kendimi kilitlemem kişi olarak beni böyle olağanüstü pratikçi olmaya, en derin bir felsefi sorunu, belki de filozofların yüzyıllardır söyleyip de hala pratikleştiremediklerini benim çoktan pratikleştirmeme götürdü…
“Aslında savaşımız TC’yle sınırlı değil. Ve hatta çağlar ötesine gidiyor. Şu anda ben kendimi yüzyılla bile sınırlı görmem, bin yılla da sınırlı görmem. Sınırsız, süresiz bir yaşam gücü. Benim felsefemde öncelik sonralık, ilk ve son yoktur. Veya başlangıcı sonu da belli olmayan. Biraz da evrenselizmi yakalama oluyor. Evrene göreyim.”
Altınoğlu’nun, inanmış bir Marksist-Leninist olarak, Öcalan’ın bu sözlerine isyanla karşı çıkmasında anlaşılmayacak bir şey yok. Onun en az iki yerde bu sözleri okurlarına öfkeyle sunduğunu gördük. Burada Altınoğlu, ancak şöyle bir eleştirinin konusu olabilir. Öcalan’ın bu peygamberce tutumunun Kürdistan Hareketinin seyrinde çarpıcı ve kıyas kabul etmez bir işlev gördüğünü Altınoğlu önemsemiyor. Öcalan, geniş Kürt kitleleri seküler olmayan bir haleyle sarıp sarmalıyor ve onları mücadeleye sevk ediyor. Altınoğlu, ‘Batılı’ diyebileceğimiz rasyonel ‘sevk ve idare’ tarzı dışındaki bir tarzı kabul etmek istemiyor. Bu yüzden, Kürt toplumu hakkındaki Kıvılcımlı’nın erken, Öcalan’ın geç ‘ağır’ sözlerini Marksist-Leninist terbiyesi gereği olarak da, kabul edemiyor, içine sindiremiyor.[53] Ama ne olursa olsun, Altınoğlu’nun Kıvılcımlı’ya gösterdiği ‘hoşgörü’yü ‘plebyen’ Öcalan’dan esirgediği dikkat çekmektedir.
Tarihsel ve politik meşruiyet
Altınoğlu, “Kürt ulusal hareketi”nin tarihsel ve politik meşruiyeti konusunda en küçük bir belirsizliğe sahip değildir. Ona göre, “PKK, ‒demokratik konfederalizm ve devletsizlik üzerine yapılan tüm anlamsız ve demagojik gevezeliklere rağmen‒ bir ulusal devlet kurma doğrultusunda yürümektedir ve onun bu çabası da ilkesel düzeyde tamamen meşrudur. Kurulacak bir Kürt devletinin işçi sınıfının ve diğer yoksul katmanların önderliğinde olmasından yana olan Marksist-Leninistler, hâlihazırdaki koşullarda bu devletin emperyalist gericiliğin bir aleti olmamasını dilemekten ve özellikle bu ikinci tehlikeye dikkat çekmekten öte pek bir şey yapamazlar.”[54]
“Ezilen bir ulusun ulusal zulme karşı direnişine önderlik etmekte olması, tüm belirttiğim stratejik zaaflarına rağmen PKK’nın taktiksel düzeyde ilerici bir konumda durduğunu gösterir. Buna, PKK’nın kardeş örgütü PYD’nin Suriye’de cihatçı terör örgütlerine karşı savaşımda oynadığı olumlu rolü eklemek gerekir. Demek ki, sözkonusu stratejik zaaflara ve liderlerinin ileri boyutlara varan pragmatizmine bağlı olarak PKK, son derece koşullu ve göreceli olmakla birlikte taktiksel düzeyde ilerici bir nitelik taşımaktadır. Bu önemsiz bir ayrıntı olarak görülemez.”[55]
Altınoğlu, ekliyordu: “Rojava’da PYD önderliğinde sürdürülen savaşımın ilerici ve demokratik niteliği tartışma götürmez. Dahası PYD ve HPG’nin cihatçı terör örgütlerine karşı başarılı kavgasının Suriye ve bölge halklarının direniş ruhu ve pratiğinin büyümesine önemli bir katkısı olduğu da söylenmeli. Buna ek olarak PYD önderliğinin ABD ve Rusya gibi emperyalist devletlerin başat rol oynadığı Ortadoğu’da başarılı bir diplomasi sürdürdüğünü söyleyebiliriz.”
Altınoğlu, Güney Kürdistan’daki bağımsızlık referandumunun da tüm kayıtlarına karşın meşru olduğunu dile getirdi: “Hiç kimse 25 Eylül’de Güney Kürdistan halkının kendi iradesini dile getirme girişimine karşı çıkmamalıdır. Bunu sosyalizm ve Marksizm adına yapanlar devrimci proletaryanın teorik ve siyasal duruşunu çarpıtmakta ve sosyal şoven adını hak etmektedirler.
“Ben, Türk kökenli komünist ve devrimcilerin bu konuyu ele alırken çok daha özenli ve dikkatli olmaları gerektiği kanısındayım.”[56]
İki ayrı nesnellik
Altınoğlu’nun Kürt sorununa ilişkin yaklaşımına damga vuran temel kabul, onun, “her iki devrimin objektif nitelikleri arasında farklılıklar” görmesidir.[57]
Altınoğlu’na göre, Kürdistan Hareketiyle “stratejik” bir bağlaşma, bu hareketin ulusal niteliği dolayısıyla mümkün değildir. Türkiye’nin batısındaki işçi sınıfının devrimsel konumunun anti-kapitalizm olduğunu ve Kürt Hareketinin doğası gereği bu “ileri” konumu karşılayamayacağını ileri süren Altınoğlu, bu bakımdan, Kürdistan Hareketinin ulusal yolunda yürümesinin meşruiyeti konusunda hiçbir sınırlamaya gitmezken, onun Türkiye’deki devrim potansiyelini tarihsel politik nedenlerle kucaklayamayacağını dile getiriyordu. “Sorun sadece, Kürt ulusal hareketinin reformist bir rota izlemesinden kaynaklanmıyor. Bu hareket, çok daha radikal bir nitelik taşıdığı 1980’li yıllarda da, anti-kapitalist görevlerle yüz yüze olan Türkiye işçi sınıfı ve yoksul halkına bir çıkış yolu gösteremez ve onlara önderlik edemezdi. Taşra ve kır ağırlıklı olan Kürt ulusal hareketi, kent ağırlıklı olan ve burjuvazi-proletarya çelişmesinin damgasını vurduğu Türkiye’nin Batısı’nın işçi sınıfına önderlik edemez. (Bunun bir başka kanıtı da, Kürdistan İŞÇİ Partisi anlamına gelen adına rağmen PKK’nın, gerek Türkiye Kürdistanı’nda ve gerekse Batı’da çalışan milyonlarca Kürt işçisinin karşı karşıya olduğu ağır sömürüye ilişkin herhangi bir talep, politika ve etkinliğinin olmamış olmasıdır.)”[58] Altınoğlu, bu yapısal ayrımı, Kürdistan Hareketinin politik bakımdan devrimci ya da reformcu niteliğinden bağımsız değerlendiriyordu. Kürdistan Hareketi ile Türkiye işçi sınıfı ontolojik bakımdan ayrı dünyalara aitti. Ona göre “bu hareket doğası gereği ‘yerel’, yani ulusal bir nitelik taşımakta”ydı.”[59]
Altınoğlu’nun yaklaşımının özellikle Kürt Hareketinin indirgenemez teritoryal boyutuna ilişkin gücü reddedilemez. Fakat Altınoğlu’nun, bazı kesimlerce Kürt Hareketinden ayrı ve özgül bir demokratlık vehmedilen HDP’nin “içinden Kürt ulusal hareketini çekip çıkardığımızda geriye pek bir şey kalmayacağını” gerçekçi bir şekilde görmesine karşın, “Kürt ulusal hareketi”nin “Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ilerici hareketin ana gövdesini oluştur”ması karşısında söz konusu indirgenemez ayrılığı nasıl düzenlediğini anlayamıyoruz. Hareketin bu özelliğinin “taktiksel düzeyde büyük bir önem ve değer taşıması”na karşın, örneğin,” Kürt ulusal hareketi kökenli Demirtaş’ın neden Türkiye’nin tümü için uygun bir cumhurbaşkanı adayı olmadığını ve olamayacağını” söyleyemesine[60] karşın, Altınoğlu’nun Türkiye’de ilerici ve demokrat muhalefet hareketinin de Kürtler tarafından temsil edilmesinin “Türkiye’nin Batısı”nın devrimi bakımından ne gibi yapısal sorunlar barındırdığıyla yeterli güçte yüzleştiği söylenemez.
Anti-Maoculuk ve Kaypakkaya
Altınoğlu’nun, devrimcileşme süreci yaşayan bir genç olmayı geride bırakmasının ve misyon sahibi bir devrimci olduğu aşamanın katı bir Maoculuk şeklinde tecelli ettiğini biliyoruz. O, bu yönelimini, içinde yer aldığı TİİKP’ten Çaru Mazumdarcı bir Maoculuğu savunarak ayrılmaya götürecektir. Bu, katı bir Maoculuktur ve Altınoğlu, 1978-9’a kadar bu çizgisini yumuşayan bir evrim içinde koruyacaktır. Bu zamandan başlayarak Altınoğlu’nun bu kez katı bir anti-Maocu olduğunu ve ölünceye kadar bu çizgiyi ‒yine bir evrimle‒ koruduğunu göreceğiz.
Altınoğlu hangi dinamik sonucu Maoculuktan uzaklaşmıştır? Bunun yanıtını, 1970’lerin ikinci yarısında devrimci hareketin yaşadığı dinamikte bulacağız. 1974’ten sonra, devrimcilerin çok büyük kısmı, bir özeleştiri sürecine girdi. Bu sürece direnen ve ‘71 devrimciliği’nin özgün kaynaklarını olduğu gibi savunan çok az kesim vardı. Altınoğlu, özeleştiri akıntısında olanlardandı. Nitekim, TKP/ML’de yaşanan ‘76 ayrışmasında Hareket tarafında kalacak ve girilen özeleştiri süreci, kendini besleyen bir dinamik olarak işleyerek, Mao Zedung’un bir anti-Marksist olarak reddedilmesine kadar varacaktı. TKP/ML Hareketi, bu süreci 1977’den başlayarak ‘80’e ulaşıncaya kadar adım adım yaşadı. Bu örgütün, ezici çoğunluğu bu yıllarda politikleşen ve yönetici konuma gelen kadrolarının bir anlamda ideolojik ergenleşmelerinin “Mao Zedung Düşüncesini ret kampanyası”nda gerçekleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Garbis Altınoğlu da bu süreci sıkı bir şekilde yaşayacak ve bu süreç, sonraki yaşamında politik karakterine damga vuran bir özellik kazanacaktı. O, tıpkı Kıvılcımlı’nın TKP’nin Komintern’in “üçüncü dönem” çizgisini edinmesindeki tutumu gibi, örgütünün yönelimini mantıksal sonuçlarına kadar götürecek ve katı bir anti-Maocu ve katı bir Enver Hocacı olacaktı.
Altınoğlu, MLKP’nin kendi etkisi görülen temel belgelerinde de bu izin sürmesini sağladı. Örneğin, bu örgütün kuruluş programının, gerçekteki manzarasıyla kıyaslandığında daha işçici, daha ideolojistik olduğu görülecektir. Altınoğlu’nun, ayrıldığı zaman örgütüne yönelttiği eleştirel temalardan birini onun Maoculuğun etkilerinden bir türlü sıyrılamaması oluşturmaktaydı.
Altınoğlu, “Mao Zedung Düşüncesini ret kampanyası” dönemini her zaman çok önemsedi. O, olay ve olguları bu dönemde edindiği bilinçle ele aldığını sıklıkla ifade etti. Bu edinimin sonuçlarını geçmiş ve geleceğe taşımakta duraksamadı. Kaypakkaya’yı örneğin bu paradigmayla değerlendirdi ve onun Maocu olmadan önce kaleme aldığı bir yazının Leninist niteliğini vurguladı.
Altınoğlu’na göre, Maoculuğun da yaygın üst-etkisiyle 71’in üç devrimci örgütünün ortak özelliği, “işçi sınıfının tarihsel rolünü kavramama ve anti-kapitalist bir perspektife sahip olmama”ydı.[61] Bu devrimciler içinde Kaypakkaya, 71 devrimci hareketinin en ileri temsilcisidir ama Marksist değildir.[62] İlginç bir şekilde, Altınoğlu’nun görüşlerine göre, Kaypakkaya’dan Maocu etki ve belirlenimler sıyrılacak olsa geriye bir Marksist kalacak gibidir. Örneğin, Kaypakkaya’nın ulusal sorunu “hemen hemen tutarlı Marksist-Leninist bir tarzda ele alabilmiş” olmasının nedeninin, Mao’nun yazılarında ulusal soruna ilişkin bir şey olmaması, buna karşılık Kaypakkaya’nın bu konuda Lenin ve Stalin’i izlemesi olduğunu yazmıştır.[63]
Altınoğlu, Kaypakkaya’yı üç döneme ayırır. İsabetli olarak “asıl Kaypakkaya’nın üçüncü evrenin Maoist Kaypakkaya’sı olduğunu da cesaretle vurgular.[64] “Olgun”[65] Kaypakkaya’nın Maoculuğunu reddederken, onun “genç” döneminin Leninizmini savunur. Kaypakkaya’nın 1970 yılını, sadece bu bir yılı kapsayan ikinci evresinin “Marksizm-Leninizme en fazla yaklaştığı dönem” olduğunu ileri sürer.[66] Bu yıl içinde Kaypakkaya, “İşçi-köylü hareketleri ve proleter devrimci politika” yazısını yazmıştır ve Kaypakkaya’nın ikinci evresinin en iyi anlatımı bu yazıdır.[67] Aslında, Altınoğlu bu yılda Kaypakkaya’nın özgün olduğu konusunda yanılmaktadır. Çünkü 1970 yılı, Aydınlık’ın da ‘en Leninist’ olduğu zaman dilimidir aynı zamanda. Ve burada özgün bir Kaypakkaya değil iyi bir Aydınlıkçı buluruz. Nitekim, Mahir Çayan da bu yıldaki görüşleri bakımından değerlendirdiği PDA’yı “lafta Marksist” olarak nitelemiştir. Kaypakkkaya’nın, övdüğü yazısını daha sonra reddetmesindeki ‘diyalektiği’ göz önüne almamıştır Altınoğlu. 71 devrimcilerinin ‘kollektif yanlış’ındaki tarihsel meşruiyeti de gözden kaçırması gibi.[68]
1979’da edinilen Marksizmin niteliği nedir? Altınoğlu’nun da kararlı bir şekilde savunacağı bu Marksizm, bir ‘dar-Leninizm’dir. Enver Hoca’nın, önce SBKP ve sonraki onyıl içinde ÇKP ile ayrışmasında yükselltiği bayrakta dar-Leninizm yazmaktadır ve bu, Altınoğlu’nun izleyeceği çizgi olacaktır. Altınoğlu, tutarlı, ideolojik edinimli bir Marksist olarak, örgütünü de sonraki yıllarda bu konumdan değerlendirecek ve pratik duyulu devrimciler olan örgüt yöneticilerinin içinde bulundukları dönemden etkilenen ideo-politik evrimlerini bu bakış açısından eleştirecektir. İdeolojik-politik formasyonunu 1979’da oluşturmuş olan ve Altınoğlu’nun da aralarında olduğu örgütlü topluluğun, Maoculuğa karşı olan özdeneyimlerinin etkisinden bilişsel olarak hiçbir zaman sıyrılamadığı söylenebilir. Onlar için Maoculuk, içlerindeki sağcılığı temsil ediyordu ve ona karşı mücadele Marksizmin ideolojik arılığını simgelemekteydi. Fakat Altınoğlu’nun buradaki farkı, yoldaşlarının kendilerini gelişen olaylara ve döneme ilan etmeden de ayarlayabilen pratik duyulu devrimciler olmasına karşılık, Altınoğlu’nun pratiğini illa ideolojik ve programatik olarak taçlandırmayı öne almasıydı. Altınoğlu, bir anlamda, 1979’da örgütündeki yeni kuşağın egemenliğini nasıl devrimci tevekkülle karşıladıysa, bu kuşağın kendi rüştü anlamına gelen anti-Maoculuk ve Enver Hocalığı da aynı devrimci tevekkülü daha ileri götürerek edinmiş, içselleştirmiştir.
Bütün bunlar neyi gösteriyor? Altınoğlu, yoldaşlarının savrulmasına tepkinin de etkisiyle, Marksizmin iç devrimci diyalektiğini izlemekte başarısız kalmaktadır. Altınoğlu’nun Marksizm anlayışı, Marx ile Lenin arasındaki ayrımı görebilen ve bu ayrımdaki tarihsel diyalektiği yakalayabilen bir boyuttan yoksundur. Böyle bir yoksunluğun Mao’yu edinebilmesini beklemek söz konusu olamazdı elbette.
Liberal Ağın Bulaşığı
Altınoğlu’nu, kendi konumumuzdan edinmek kadar eleştirmek de bir yükümlülüktür. Onu eleştirinin kavranılacak bir halkasının 2010’da yapılan Anayasa referandumundaki “yetmez ama evet”çi tutum olduğunu sanıyoruz. Altınoğlu bu kritik olayda, Tayyip Erdoğan iktidarının tasarrufunu desteklemenin doğru olduğunu savunmuştu: “Bence referandum, çok daha geniş bir kavganın, AKP ve bağlaşıklarının İttihat ve Terakki artığı/ uzantısı askeri-bürokratik kliğin ve bağlaşıklarının gücünü sınırlama kavgasının küçük bir parçası.”[69] Ona göre, AKP iktidarı “askeri-bürokratik klik” karşısında “daha ‘olumlu’, yani daha az gerici”ydi çünkü.
Burada bizce, Altınoğlu’nun iki gerici egemen klik arasında baş düşman olanı hedef tahtasına oturtmayı ve ikincil düşmanla bağlaşımı ya da ona tek yönlü destek vermeyi öngören anlayışından kritik olarak farklı bir husus vardır. Bunu, “askeri-bürokratik klik” sözünde buluyoruz. Bu söz, iki gerici egemen klik türünden bir ayrımı esas almaktan uzaklaşmanın işaretidir; iki gerici egemen klikten biri “askeri-bürokratik” olarak nitelenmektedir. Üstelik ta İttihat ve Terakki’den beri süregelen bir varlıktır bu klik… Bunun, liberal kavramlar setinin önemli bir bileşeni olduğu çok açıktı ve Altınoğlu, bu konjonktürde ayrımını liberal paradigmanın terimleri üzerinden inşa ediyordu. Bu yaklaşımın salt tarih anlayışı değil politika anlayışı da tipikti ve Altınoğlu’nun, değen özneyi sarıp sarmalayan bu bulaşıcı ağa kısmi de olsa bir yerinden takılmış olduğunu vurgulamak tarihsel yükümlülüktür.
Altınoğlu’nun, 2010’daki Anayasa referandumundaki tutumunun gerekçesini; liberal dalga, varlıksal Ermenilik ve ‘yüksek teori’ eksikliği gibi üç etmenin karşılaşmasının oluşturduğu bir anaforun etkisiyle dile getirdiği görüşündeyiz.
Altınoğlu, son iki-üç onyılda, Marksizmin içinden ve aynı zamanda dışarıdan gelen teorik, ideolojik, politik liberalizmin bir şekilde etkisinde kalmıştır. Geniş anlamda liberalizm, bir yandan Marksist kavram ve kategorilerle Marksizmin içinden, öte yandan kritik konjonktürleri de başarıyla istismar ederek dışarıdan, ama her yol ve boyuttan bir gelişme yaşamıştır geçen onyıllarda. Altınoğlu gibi birini bile etkisine alabilen bir güçlü gelişmedir bu. Öte yandan, gnoseolojik içkin nedenini elbette sadece ‘çeken bilir’, ama Altınoğlu, doğduğu andan itibaren dış dünya nezdinde bir ‘sorun’ olarak taşıdığı bir varlıksal niteliği, Ermeniliğini, son yıllarında daha belirgin ifadeyle yaşar oldu. O, belki bu etkiyi en az yaşayan bir Ermeniydi, ama önceki yıllara göre anlamlı bir fark olduğu gözleniyordu yaşantısında. Bir başka etmen olarak, Altınoğlu, Marksizm ediniminin bütün kapsamına karşın, Marksizmin ‘yüksek teori’siyle karşılaşma konusunda her zaman belirgin bir eksiklik manzarası sundu. Biz, bu eksikliğin, karşılaştığı birtakım etkiler karşısında onu ‘silahsız’ bıraktığını kabul ediyoruz. Bu etmenlerin, derece farkıyla da olsa artmış olmasının, birbirini çaprazlamasına besleyerek, onda daha önce olmayan toplam bir etki yarattığı, ancak vurgulamalıyız, etkinin de arızi bir bulaşıklıktan, kısmi bir kapılmadan öteye gitmediği görüşündeyiz. Ne kadar zayıf olursa olsun, bunların Altınoğlu’nda dikkat çekici olduğunu söylemek zorunludur: “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu. Birinciliği beyaza verdiler.”[70]
İdeolojik sağlamlıktan Ermenilik
Altınoğlu, Ermeni halkından olmasının duyusuna kategorik olarak hiçbir zaman kapılmadı. O, bilincini bu varlık üzerine kurmaya kesinlikle yabancı bir anlayışa sahipti.
Bir soydaşını eleştirirken, “gözleri Ermeni sorunundan ve Ermenilere yapılan haksızlıklar dışında hiçbir şeyi görmeyecek kadar körleşmiş olan Pilvankian’ın uç boyutlara varan hatalı yaklaşımının yansımalarını, Kürt milliyetçilerinde de görüyoruz” diyor ve varlığa bağlı duyuya kapılmaya açık ve bilinçli bir şekilde karşı duruyordu.[71]
Sağlam kategorik ilkesini ısrarla yineliyordu: “Görülmedik acılar çekmiş ve gerçek bir jenosidin kurbanı olmuş olan Ermeni halkının bağrından çıkmış olan aydın ve ilerici insanlara yakışan, dünyanın neresinde olursa olsun TÜM ezilen halklara ve insanlara ve onların geçmişte ve şimdi yaşadığı acılara duyarlı olmaktır. Ve zaten, asla Ermeni halkına yapılanları unutmak ve görmezden gelmek anlamına gelmeyen devrimci enternasyonalizm de bundan başka bir şey değildir.”
Onun, ortalıkta dolanan liberal kültüralizmin evrenine girmesi söz konusu olamazdı. İç savaştan kaçan Suriyeli Ermeni bir genç kızın başarı öyküsü üzerine yazdığı bir yazıda bu bir kez daha açıkça görülecekti. Yetenekli gencin Kanada’da aldığı bir ödül söz konusu olmuştu ve Altınoğlu, Ermenilerin sevincine eleştirel yaklaşmıştı:
“Suriye gibi küçük ülkeleri terörize etmek, cihatçı terör örgütlerini beslemek, silahlandırmak, yüzbinlerce insanın ölümüne yol açmak, milyonlarca insanı yerini yurdunu terk etmek zorunda bırakmak ve ortaya çıkan kaos, yıkım, açlık, evsizlik, yoksulluktan yararlanmak Kanada gibi ‘uygar’ ve ‘demokrat’ ülkelere pek yakışıyor doğrusu!!!”[72] Altınoğlu, bu yazısı üzerine Arslan Kılıç adlı bir facebook hesabından “bravo” aldı! “Bravo Garbis… Sen, mazlum Ermeni halkının yüz akısın. Garbis Lenin’in daha 1913’te yazdığı, ‘İleri Asya, Geri Avrupa’ makalesini de anmalı. Yeri gelmiş çünkü.” Bu Arslan Kılıç, Kaypakkaya’nın devrimci girdabına her nasılsa kapılmış ve uzun yıllar yattığı hapiste ‘akıllanıp’ Perinçek’in devletli solcu kucağına tekrar sığınmış ‒yani Altınoğlu’nun karşıtı tıynetteki‒ kişinin ta kendisiydi.[73]
Altınoğlu, 1990’larda solda peydahlanan liberal Ermeni-sevicilikten hiç hazzetmedi, hatta bu duyuyu tiksintiyle küçümsedi. Bir örneği şu satırlarda görülüyordu o duyunun: “Ermeniler tarihte üreticilikleri, emekçilikleri ve kültürel zenginlikleri ile tanınır. Üretimle iç içeliği ve emekçi karakterleri en belirgin özellikleridir… Barbar, kaba, intikamcı, kindar ve başka halkları arkadan hançerleyen türden özellikleri olmayan bir halktır. Tarihsel zorunluluk ve haklılıklarının dışında bir savaşçılıkları yoktur denilebilir. Ermeniler, birlikte yaşadıkları diğer halklara karşı hep hoşgörülü, saygılı ve barışçı olmuşlardır. Anadolu tarihinde cesur, sert, yurtsever ve emekçi karakteristikleriyle de öne çıkan ve tanınan bir halktır.”
Bu pasaj, örgütüne ait bir yayın organında yayınlanan yazıdandı ve Altınoğlu, bu yazıya yansıyan çocuksu liberalizmi güçlü ve sert Marksist tarzıyla mahkûm etti ve yoldaşlarına eğitmenlik etmeyi görev saydı:
“Yazarın sandığının tersine hiçbir yerde ve hiçbir zaman, tarih boyunca değişmeyen bir ‘halk gerçekliği’ yoktur ve olmamıştır da. Bu saçma bir şey olurdu. Onun, çok ezilmiş ve büyük acılar çekmiş olan Ermeni halkını savunma tutumuna saygı gösterebilir ve bu ‘olumlu’ güdünün etkisiyle kaleme sarılmasını anlayışla karşılayabiliriz. Ne var ki bilimin girdiği yerde duyguların rolü olamaz ve bir Marksist duygularının basıncı altında gerçekleri ve ilkeleri eğip bükemez. Ve gene bir Marksist, bir ahlak hocası edasıyla Ermenilerin başka halklara karşı hep hoşgörülü, saygılı, barışçı vb. oldukları türünden idealist ve gerçeğe de uymayan savlar ileri süremez.”[74]
Onun, bu yazıya dönük eleştirisinde, Slav halklarının Osmanlı’ya karşı mücadelelerine karşı çıkan Marx ve Engels’in, daha sonraki zamanlarda ve Sovyetler Birliği’nde de pek öne çıkarılmayan görüşlerini sadakatle yansıtması dikkate değer:
“Yazar arkadaşımız, Sırp ve Bulgar halklarının Osmanlı devletine karşı yürüttükleri ulusal kurtuluş savaşımından olumlu bir tarzda söz ederken Lenin’in Marx’a göndermede bulunarak sözünü ettiği bir gerçeği ‒o günün konjonktüründe Güney Slavlarının ulusal hareketinin gerici bir rol oynadığı gerçeğini‒ atladığını görüyoruz. O dönemde Çarlık Rusyası’nın koruması altında bulunan ve bu rejimin ileri karakolu rolünü oynayan Sırp ve Bulgar halklarının ulusal kurtuluş kavgası, Avrupa gericiliğinin kalesi konumunda bulunan Çarlığın elini güçlendirmeye hizmet ettiği için objektif olarak gerici bir rol oynamaktaydı. Bu halkların, Osmanlı despotizmine karşı savaşımının belli bir demokratik içerik taşıması, tablonun genelini değiştirmemektedir. Marx ve Engels’in sözkonusu yöntemsel yaklaşımı bugün de geçerlidir.”[75]
Altınoğlu’nun ‒birazdan ele alacağımız etkilenimi koşullarında‒ bu konuya tekrar dönme olanağı bulsa ne diyeceği merak edilebilir. Altınoğlu, MLKP içindeyken de genel rüzgâra kapılma konusunda sürekli uyarılar yapıyordu. Kemalizme karşıtlığın liberaller ve Kürt Hareketi etkisiyle aşırıya götürülmesi bunlardan biriydi ona göre. O, 1998’de örgütüne şu uyarıyı yapmayı gerekli görüyordu:
“Geçerken burada, basınımızda neredeyse yerleşik bir önyargı haline gelmiş olan bu hatanın altını çizmek istiyorum. Kemalizme ve Kemalist yanılsamalara karşı savaşımda ölçünün kaçırılması, Kürt ulusalcılığının etkileriyle birleşmiş ve Türk burjuva cumhuriyetinin toplumsal gelişme açısından feodal Osmanlı İmparatorluğu’na göre daha ileri bir evreyi temsil ettiğinin adeta unutulmasına yol açmıştır. Osmanlı döneminin idealize edilmesi, bizim ya da genel olarak ilericilerin değil; gericilerin, İslamcıların, faşistlerin ve bağnaz Türk ulusalcılarının işidir. Türk ulusalcılarıyla PKK da içinde olmak üzere her tür ve renkten Kürt ulusalcılarının, Osmanlı’yı Kemalist burjuva cumhuriyetine yeğleme ve ondan daha olumlu görme noktasında birleşmiş olmalarıysa tarihin ilginç bir cilvesinden başka bir şey değildir. Bizim, bu ‘güzide topluluğa’ katılmamız gerekmez.”[76]
Fakat Altınoğlu’nun söz konusu “güzide topluluk”la ilişkisinin farklı bir seyre girdiğini göreceğiz ilerleyen yıllarla birlikte. Altınoğlu, Kaypakkaya’dan yaptığı bir aktarmayla, tarihte kalmış tarihsel sorunları bugünün politik gündemi yapmanın niteliğini koyuyor, ve yoldaşlarını ve gelecekteki kendini de uyarıyordu: “[Kaypakkaya’nın] bu satırları yazmasından çeyrek yüzyıl sonra, daha ileri şeyler söylemesi gereken bizlerin böylesi sığ sularda yüzmemiz, küçük-burjuva ulusalcılarına ve idealist burjuva profesörlerine yaraşır tartışmalarla uğraşıyor olmamız, herhalde hepimizi düşündürmelidir. Hem de derinden!”[77]
Alttan işleyen ve liberalizmden gelen
“Benim Ermeni olduğumu hiç aklına getirdin mi?” Bu cümlecik, Garbis Altınoğlu’nun, örgütünden ayrılığı sonrası tepkilerini dile getiren yoldaşına yazdığı notta yer alıyordu.[78] Altınoğlu’nun Ermeniliği zaten adıyla haykırıyordu kendini. Türkiye gibi “Ermeni dölü”nün küfür olarak günlük yaşamda yer bulduğu bir ülkede Ermeni olmanın, olmayanların, gnoseoljik anlamda anlayamayacağı bir ontolojik indirgenemezliği vardır. Bu gerçeğin, ideolojik bilişle kolayca yok olacağını sanmak saflık olur. Marx’ın, önde gelen bir devrimci olan damadı Lafargue’un ‘zenci’ kökenine ilişkin özel yazışmalarını biliyoruz. Altınoğlu’nun düşmanın özel düşmanlığını çeken etnik halinin birlikte işkence gördüğü, birlikte omuz omuza mücadele yürüttüğü yoldaşlarında ne gibi etkiler yarattığını bilemeyiz. Ama bunun bir etkisi olduğunu anlamanın kestirme yolu, Garbis Altınoğlu gibi bu tür şeyleri öne çıkaracak herhalde son kişinin diline yansıyandır. Altınoğlu’nun, en yüksek mevkisinde yer aldığı örgütünde böyle bir duyguya sahip olması gerçeğin psikolojik korkunçluğudur.
Zaten yıllar sonra, “Türkiye’de Ermeni bir devrimci olmanın ne menem bir şey olduğunu anlatabilir misiniz?” sorusuna verdiği yanıtta da şöyle diyecekti: “Bu soruya 10 yıl önce muhatap olsaydım, etnik kökenin devrimci harekette hemen hiçbir rol oynamadığını söylerdim. Şimdi farklı düşünüyorum. Türkiye’de Ermeni olmak hangi alanda olursanız olun, izole edilmeyi, görmezden gelinmeyi göze almayı gerektirir. Bunu özdeneyimimle öğrendim. Fakat Türk toplumunda bu Ermeni-karşıtı koşullanmayı besleyen bir genel damar daha var: Farklı görüş ve tutumlara katlanamama ve hattâ düşmanlık ya da anti-demokratizm damarı. Bu toplumun ürünü ve bir parçası olan devrimcilerin onun olumlu ve olumsuz özelliklerini miras almaları kaçınılmaz. Egemen sınıfın topluma dayattığı ideolojik önyargıları ve toplumsal tarihin yükünü algılamayan ve bu önyargı ve yüklere karşı bilinçli bir savaşım vermeyen her devrimci ister istemez onları şu ya da bu ölçüde paylaşacaktır. Armenofobiyi, bağımsız devrimcilik yaptığım son 12 yıl içinde daha çok yaşadım, yaşıyorum: Örneğin, sadece devrimci gruplar değil, bir-iki istisna dışında çeşitli devrimci siteler de bana karşı âdeta bir sansür uyguluyor ve yazılarımı görmezden geliyorlar. Hem Ermeni, hem de komünist olmam, görüşlerimi sağa sola bükmeden ve birilerine biat etmeden olduğu gibi ortaya koymam, benim durumumu biraz daha farklı ve özel kılıyor sanırım.”[79]
Bu kayıtsızlık Altınoğlu Ermeni olduğundan mıdır, yoksa onun “komünist olması, görüşlerini sağa sola bükmeden ve birilerine biat etmeden olduğu gibi ortaya koyması”ndan mı? Burada, Altınoğlu’nun yanıldığını ve onun karşılaştığı kayıtsızlığın kesinlikle görüşlerinden olduğunu ileri süreceğiz. Ortalıkta dolanan liberal Ermenilere karşı bir “Armenofobi”nin, toplumda değil ama liberal ve solcu topluluklarda olduğunu söyleyemeyiz sanırız. Altınoğlu, görüşlerini, solcu topluluğun da artık büyük ölçüde içinde yer aldığı bu “güzide topluluk”un yani liberal kamuoyunun ilgisini çekecek bir hale soksaydı, Ermeni olduğu için görmezden gelinmek bir yana, bir renk olarak yaldızlanır, öne çıkarılırdı muhtemelen.
Nitekim Altınoğlu, sol hareketin ve solcu kamuoyunun Ermeniliğe ilişkin değişimini şöyle anlatıyor:
“Sol bugün ‘Ermeni sorunu’na daha duyarlı hâle gelmiştir; ama bu, devrimci hareketin, tarihinin –gerek ideolojik ve gerekse örgütsel bakımdan‒ en zayıf dönemlerinden birini yaşadığı bir konjonktüre denk gelmiştir. Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan sol örgütler, Kürt hareketine yaslanarak varolmaya çalışan sol örgütler ve Türk milliyetçiliğine ödün veren sol örgütler var. İkinci ve üçüncü kategorilerdekilerin, gerici dalgaya boyun eğdiği (Marksist literatürde ‘tasfiyecilik’ olarak adlandırdığımız olgu) bu koşullarda sol örgütlerin kalıntılarının ‘Ermeni sorunu’na daha duyarlı hâle gelişlerinin ne denli içtenlik ve derinlik taşıdığı tartışılır.”[80]
O, işte burada sorunun kendisine parmak basıyor. Solun bugün Ermeni sorununa daha duyarlı hale gelmesi, devrimci yollarla olmamıştır. Sol hareket liberalizmin nüfuzuna girdiğinden ve girdiği için, kendini Türkiye’nin egemen devlet tarihinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Bunu yaparken, Türkiye egemenlerinin liberal olduğu söylenmesine karşın liberallikle hiçbir politik ilgisi bulunmayan bir kesiminin yanına ilişen liberallerin yanaşığı olmuştur sol hareketin zihniyeti. Böylece sol hareket, İttihat ve Terakkicileri Ermenilere karşı işledikleri suçlardan yargılayan işgal İstanbul’unda kurulu ve ağırlıkla İngiliz emperyalizminin kuklası hükümetlerin tarafına geçmiştir. Bağımsızlık bu öyküde de mevcut değildir.
Bu bakımdan, Türkiye sol hareketinin Ermeni sorununa duyarlı hale gelişinin içtenliğini tartışmaktan önce, bunun kendine ait bir duyarlılık mı olduğu sorgulanmalıdır. Hayır; Türkiye sol hareketinin kahir ekseriyeti liberalizmin kültüralizmi içine bırakmıştır kendini ve böylece çok-duyarlı, çok-duygulu, çok-insancıl bir sol peydahlanmıştır.
Altınoğlu’nun bu süreçte liberallerin rolünü teslim ettiği şu sözleri anlamlı: “Son yıllarda Türkiye solunun; Kemalizmden, hatta son dönemin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve İttihat ve Terakki çetesinden devralınan Rum, Ermeni, Süryani düşmanlığı duygu ve pratiğine karşı daha ya da çok daha duyarlı hale geldiğini kabul etmemiz ve bunun olumlu bir gelişme olduğunu teslim etmemiz gerekir. (Ve tabii bu olumlu gelişmede ‘liboşlar’, ‘yetmez ama evetçiler’ diye aşağılanan liberal ve demokrat burjuva aydınlarımızın bir bölümünün önemli rolünü unutmamak kaydıyla.) Bu olumlu gelişme, kesinlikle ve hiçbir durumda sol içi sayılmaması gereken ‘devletçi sol’u kapsamıyor ve kapsaması da gerekmiyor. Türkiye solunda asla Hristiyan düşmanlığı boyutlarında olmamakla birlikte anti-Semitizm ve anti-Kürdizm olduğunu ve bu şovenist akıma karşı koyulması gerektiğini söyleyebiliriz ve söylemeliyiz.”[81]
Altınoğlu’nun, AKP iktidarının liberallerle barışık olduğu yıllardaki genel havanın etkisine girmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu yıllarda Altınoğlu’nun, Ermeni sorunu merkezde yer almak üzere, bazı konularda fikri bir evrim yaşadığı izlenimi doğmaktadır. Bunlar arasında başlıca olarak Türk Kurtuluş Savaşına ilişkin değişen görüşünü ve Lenin ile Stalin’i politik yaşamı boyunca ilk kez eleştirmeye başlamasını sayabiliriz.
Oysa Altınoğlu daha 2006 gibi yakın bir tarihte Kaypakkaya’yı Türk Kurtuluş Savaşının “ulusal” yönünü görmezden geldiği için eleştiriyordu.[82] Ona göre, Kaypakkaya’nın, “Türkiye halkının Kemalistlerin önderliği altında İngiliz ve Fransız emperyalistlerine ve onların Yunan uşaklarına karşı sürdürdüğü ulusal kurtuluş savaşının cılız ve sınırlı da olsa ilerici bir karakter taşıdığını yadsıması […] elbette yanlıştı.”[83] O, aynı yazısında “Türkiye’nin emperyalist devletler tarafından işgal edilmesi ve paylaşılmasıyla örtüşen […] işçi ve köylü kitlelerinin büyük bir hareketlilik içine girdikleri 1919-21 dönemi”ni önemsiyordu.[84]
Kaypakkaya’yı Kurtuluş Savaşını küçümsediği için eleştiren Altınoğlu, yıllar içinde Kaypakkaya’dan ‘ileri’ giderek ve liberal tezleri benimseyerek kendisi üstlenecektir bu rolü! Değişimin aktif faktörü Ermeni sorunudur.
Altınoğlu, 2016’da, F. R. Atay’ın, Ermeni Soykırımını kast ederek, “Bu facia olmasaydı, Kuvayı Milliye hareketi tutunamazdı”[85] ifadesini, onun ve Kıvılcımlı’nın “Türk ‘ulusal kurtuluş’ savaşının esas içeriğinin el konan Ermeni (ve Rum) mallarını mülk edinme ve onları meşru sahiplerine ya da onların yakınlarına geri vermeme çabası olduğunu itiraf et”me olduğu şeklinde yorumluyor.[86]
Altınoğlu, Türk Kurtuluş Savaşını kast ederek, “bu savaşın gerçek anlamıyla bir anti-emperyalist savaş olmayıp, İttihat ve Terakki çetesinin ve Anadolu eşrafının […] Hristiyan halklara karşı gerçekleştirdikleri insanlık suçlarının üzerini örtme, bu halklardan sağ kalanların topraklarına ve ülkelerine geri dönmelerini önleme ve özellikle bu halklardan vahşet ve zorla alınmış olan maddi zenginlikleri muhafaza etme savaşı olduğunu, Grek işgali ve yayılmacılığına karşı haklı direnişin bu savaşın ancak ikincil ve hiç de belirleyici olmayan yanı olduğunu” ileri sürmeye yönelir.[87]
Altınoğlu, girdiği yolu çeşitli boyutlarıyla pekiştirir: “Kemalist hareketi ve 1919-22 dönemini, 1914’den itibaren yaşanan Hristiyan halklarının sürgünü/ kıyımı ile Türk ‘ulusal kurtuluş’ savaşı arasındaki kopmaz bağı görmeden, görmezden/ gelerek ya da en iyi olasılıkla küçümsemek suretiyle yapılacak bir değerlendirme girişimi daha baştan sakat olacaktır.”[88]
Bir eğime kapılan Altınoğlu’nun, dört yıl boyu büyük bir enerjiyle çalıştığı kitabın sonuna üç ayrı yazara ait metinler eklediğini görürüz. Bunlardan birinin başlığı “Kişiler temelinde İttihatçı-Kemalist yakınlığı”dır.[89] Burada Altınoğlu, aktardığı çalışmayla Kemalist kadroların nasıl İttihat ve Terakki’den ve özel olarak da Teşkilat-ı Mahsusa’dan tevarüs ettiğini kanıtlamaktadır. Bir kere, Osmanlı ordusunun ve bürokrasisinin yenilgiden sonra bir direniş eğilimi gösterenleri arasında İttihatçı kalıntıları ya da İttihatçılarla ilişkili olanlar dışında hiç kimsenin olmadığını varsaymak için kanıta gereksinim duyulmamalıdır. İstanbul’da İngilizlerle birlikte davrananlar mı Kemalist harekete yönelecekti?
Bu kadar apaçık bir gerçeği kanıtlamaya Altınoğlu neden bu kadar önem verdi peki? Çünkü Altınoğlu, son yıllarında liberal bir etkiye kapılmıştı. Bu, ortodoksisi ne kadar güçlü olursa olsun görmezden gelinemeyecek bir gelişmeydi.
Türk Kurtuluş Savaşını kök ulusalcılar ya da Osmanlıcılar son yıllarda 1915’teki Çanakkale savaşı ile başlatıyor, kök liberaller ise Ermeni Soykırımı ile… Gerçeklik bakımından ikisi de aynı statüdedir. Bu ikisi de, gerçekte Altınoğlu’nun önceki yıllarda savunduğu görüşlerden farklı bir tarih ve politika anlayışına sahiptir. Altınoğlu’nun Kaypakkaya’yı eski eleştirisine göre Kaypakkaya Kurtuluş Savaşında ulusal yönü küçümsüyordu. Gerçekte Kaypakkaya, ulusal yönü küçümseme olarak görünen yaklaşımıyla, Altınoğlu’nun sonradan gireceği etki alanına karşı bir bariyer oluşturmuştu. Kaypakkaya ne ulusalcı ne de liberal paradigmaya giriyordu; o, tutarlı bir modellemeyle, Türk Kurtuluş Savaşının sınırlı ulusallığını teslim ediyor, ve ne emperyalist Çanakkale savaşıyla, ne de Ermeni Soykırımıyla politik bağ kuruyordu. Kaypakkaya, tarihsel sürekliliğin güçlü bir şekilde farkındaydı elbette; ama aynı topraklarda, aynı toplumda ve hatta aynı biyolojik ve hukuki şahıslar üzerinden bir süreklilik anlayışına uzaktı Kaypakkaya. O, tarihsel süreklilik ve politik görece ayrım üzerinde duruyordu. O, Ermeni Soykırımının suçlularının ve Çanakkale savunmasının “kahramanları”nın yürüttüğünü elbette biliyordu Kurtuluş Savaşını ve görüşlerini bu bilgilere karşın ortaya koyuyordu. Çanakkale savaşı ile Ermeni Soykırımını yapan politik tarihsel özne ile 1919’da Ankara’da örgütlenmeye başlayan özne başkaydı ‒insan malzemeleri büyük ölçüde aynı olsa da. Altınoğlu’nun o zaman Kaypakkaya’da görmediği ve sonra da atladığı husus bu idi.
Altınoğlu Yunan işgaline direnişin haklı olduğunu teslim ediyor ama İngiliz ve Fransız ordusunun ‒içlerindeki Ermeni lejyonlarıyla ne gam!‒ yürüttüğü harekâtın işgal olduğunu unutuyor. Doğu cephesindeki gelişmelerin, Ekim Devriminin etkisiyle ne kadar karmaşık seyrettiğini Altınoğlu anıtsal kitabında geniş olarak tartışıyor –ama bizce teorik olmayan bir şekilde.
Bu yıllarla birlikte, Altınoğlu, tarihsel gerçeklerle ve tarihsel geri dönülmez sonuçlarla soğukkanlı bir şekilde yüzleşme tutumunu, liberal cereyanın etkisiyle gevşetmiş görünüyordu. Evet; hiçbir şekilde vatan savunması olarak kabul edilemeyecek olan, emperyalist savaşın bir cephesinden başka bir şey olmayan Çanakkale’de Almanlar komutasındaki Osmanlı ordusu başarılı olmasaydı Türk Kurtuluş Savaşının yanı sıra Rusya Ekim Devriminin olacağı tartışma konusu olacaktı. Ama bunlar tarihsel değil kurgusal bir yaklaşımın işidir. Eğer Osmanlı Anadolu, Kürdistan ve Batı Ermenistan’ı Ermenisizleştirmeseydi Kurtuluş Savaşını yürüten kadro bu bölgelerde homojen Müslüman bir nüfus bulamaz ve dolayısıyla, ekonomik ve mali boyutu bir yana, örgütlenemezdi.
Evet; örneğin Rus çarlığı savaşa girmese ve savaşta birkaç milyon köylü ve işçi ölmese, milyonlarca köylü silahlanmasaydı Ekim Devrimi başarıya ulaşamazdı. Yani bu “facia olmasaydı” Ekim Devrimi muhtemelen tutunamazdı.
Altınoğlu, Marksizm alanına liberal bir mızrak gibi giren bazı tarihçilerin dümen suyunda, Türk Kurtuluş Savaşındaki az ölü sayısının, bir kurtuluş savaşı olmadığının kanıtı olarak ileri sürülebileceğini sanıyor. Ekim Devrimi, o ünlü 7 Kasım akşamı, büyük ölçüde bir iktidar boşluğu ortamında neredeyse kansız bir şekilde başarılmıştır. Şu halde, bu devrimi küçümsemek mi gerekecektir. Sonraki kanlı iç savaş anlatılmasın; o günden ve o aylardan söz ediyoruz. Çünkü Oysa, büyük savaş sonunda, emperyalist orduların yorulduğu, savaşmak istemediği koşullarda ortaya çıkan ve hiç de fazla güçlü olması zorunlu olmayan bir direniş enerjisi, İngiliz ve Fransız ordularını savaşmaksızın çekilmeye yetmiştir.
Altınoğlu’nun Ermeni sorununa ilişkin girdiği liberal nüfuzun gücü ne kadar önemli olduğunu asıl bir başka başlıkta gösterecektir. Altınoğlu, artık Lenin ve Stalin’i eleştirmektedir! Ermeni Soykırımı ve bağlı olarak Türk Kurtuluş Savaşına ilişkin, Lenin ve Stalin’le birlikte Bolşevikleri eleştirmesi çarpıcı bir durumdur. Burada da, Altınoğlu’nun Kaypakkayacı değil, liberal bir hatta yol aldığını ileri süreceğiz. Onun Kurtuluş Savaşına ilişkin görüşlerinin Marksizme en yakın bir liberalizmden ama genel olarak liberal dalgadan etkilendiğini söylemek zorundayız.[90] Ulusalcı tarih yazımının alternatifi liberal tarih yazımı değildir.
Altınoğlu, Lenin ve Stalin’in Ermeni Soykırımıyla ilgili bir şey demediğini şikayetle aktarıyor. “Bu bağlamda öncelikle Lenin ve Stalin’in yapıtlarında 1914-22 yılları arasında Anadolu’nun Hristiyan halklarının topraklarından sürülmesi ve büyük ölçüde yok edilmesiyle sonuçlanan kıyım ve jenositlerden söz etmedikleri olgusunun altını çizmeliyiz.”[91]
Soykırımda genel kabule göre 1 milyon civarında Ermeni öldürüldü ve sağ kalan birkaç yüz bini de tehcir edildi. Toplamda, 7 ila 9 milyonu sivil olmak üzere 16 ila 20 milyon insanın öldüğü tahmin edilen Birinci Dünya Savaşının, sırasında ve sonrasında, Ermeni Soykırımının kamuoyuna sayısal olarak ne ölçüde yansıdığını bilemiyoruz. Ermenilere dönük bir “katliam”ın yaşandığı biliniyordu ve Lenin ile Stalin için bu olayın bahse konu olmasını beklemek, onların öteki katliamlardan söz ettiği bir ortamda karşılığı olan bir beklenti olacaktı.
Altınoğlu’nun, politik yaşamı boyunca kapılmaya direndiği bir girdaba en dış halkasından da olsa kapıldığını söylemek zorundayız. Bir başka yönden, “kaval kemiği acısı”na Garbis Altınoğlu gibi bir ortodoksi anıtı bile dayanamamıştır sonunda. Bunun nedeninin, örgütlü olunsun ya da olunmasın, ‒büyük harfle‒ ‘Teori’ yoksunluğu olduğunu sanıyoruz. Teori yoksunluğu, Altınoğlu’nun Hikmet Kıvılcımlı’yı bütünsel olarak anlaması ve eleştirmesine de engel olacaktır.
Bakışlar’ın Göremediği
Teorik dayanak
Altınoğlu, içinde bulunduğu politik örgütleri ve genel olarak sol hareketi herhalde sürekli olarak “teorik gerilik”le eleştirdi. Örgütünden ayrılış metninde teorinin rolünü özellikle vurguladı. Ona göre MLKP teoriyi bir süs olarak anlıyordu. Oysa yapılması gereken, Marksist-Leninist teorinin politik işe koşulmasıydı; “teori bir süs, bir dekor olarak algılanmamalı, devrim ve sosyalizm kavgasının vazgeçilmez bir aracı” haline getirilmeliydi.
Bu eleştirinin gereği olarak, o, baştan beri kendi müktesebatınca, teorik referanslarla temellendirilmiş politik yazılar yazmaya gayret etti. Onun, biri hariç bütün kitap çalışmalarının bu şekilde nitelenmesi mümkündür: Teorik olarak temellendirilmiş politika yazıları. Ama burada Altınoğlu’nun bu kavram ve kategorileri ne şekilde edindiğine ilişkin bir değerlendirme gerekiyor.
Altınoğlu’nun kitaplaştırılmış çalışmalarının önemli bir teması sosyalizm deneyimleri üzerineydi. O, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sürecinde yazdığı yazılarla, bu ülkelere öteden beri nasıl yaklaşıyorsa o şekilde yaklaşıyor ve politik şaşmazlıkla bu deneyimlerin son aşamasını da mahkûm ediyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa: Nereden Nereye[92] başlığını taşıyan çalışmasıyla Altınoğlu, bu ülkelerde yaşananların köklerine ilişkin bir şey demeyecektir. Nitekim, aynı sıralarda sosyalist önderi kabul ettiği Enver Hoca’nın ölümünden sonra Arnavutluk’ta yaşananları da aynı yaklaşım tarzıyla mahkûm etmişti: Alia Revizyonizmi Üzerine.[93] Mao Zedung Düşüncesi ve Çin Devrimi Üzerine Eleştiriler[94] başlığını taşıyan derleme de on yılı aşkın bir süre önce yapılan tartışmaların bir yansıması mahiyetindeydi. Bu kitaplarda Altınoğlu’nun, sosyalizm deneyimlerinin Arnavutluk’u dahil ederek neden başarısız olduğuna ilişkin nedensel bir değerlendirme yapmaktan kaçındığını görürüz. Yaşamının sonraki yıllarında da bu konuda herhangi bir çalışma yapmamıştır. Oysa, bu konunun Altınoğlu için çok önemli olduğunu varsayabiliriz.
Bunların dışında, TDKP Nereye?[95] başlığıyla kaleme aldığı ve imzasız yayınlanan kitabın, Türkiye sol hareketinin reformculuğa doğru yapısal yöneliminin güçlü bir saptaması ve eleştirisi olduğu görülecektir. Altınoğlu, Ortadoğu: Seçme Yazılar’dan[96] sonra, son olarak, yaklaşık 30 yıllık yazılarından derlenen üç ciltten oluşan Seçme Yazılar: Polemikler’i[97] yayınladı. Bu çalışmalar, Altınoğlu’nun uzun yıllara yayılan ve büyük bir sabır ve emekle kaleme aldığı sağlam düşüncelerden oluşuyordu. Ancak biri, Altınoğlu’nun yapıtları arasında tamamen farklı bir yer işgal edecektir. Bu, onun yoğun çalışmasının ürünü olan ve Hikmet Kıvılcımlı üzerine başladıktan sonra, Kıvılcımlı vesilesiyle geniş açılı bir tarih çalışması olan Osmanlı ve Türkiye Tarihine Bakışlar[98] adlı anıt eseridir. (Kısaca Bakışlar olarak anacağız.) Bakışlar, Altınoğlu’nun basit bir günlük gelişme üzerine bile yazarken gösterdiği çaba, ciddiyet ve titizliğin yaklaşık dört yıllık misliyle yoğun bir örneğidir öncelikle.
Altınoğlu’nun bu çalışmasının, en azından Marksist bir devlet ve aygıtları çalışması olmak bakımından amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Zaten o da, Lenin’in bir cümlesini kitabına giriş sözü yaparak bunun ne kadar derinden farkında olduğunu gösteriyordu: “Devlete ilişkin oportünist önyargılara karşı bir savaşım yürütmeksizin, emekçi yığınların genel olarak burjuvazinin ve özel olarak emperyalist burjuvazinin etkisinden kurtuluşu olanaksızdır.” Altınoğlu, derin bir bilinçle, Kıvılcımlı’nın devlete ilişkin durduğu Marksist olmayan, onun sözleriyle “anti-Marksist” yeri binlerce örnekle gösteriyor kitap boyunca.
‘Yüksek teori’ yoksunluğu
Altınoğlu açısından Kıvılcımlı ile ilgilenmek tayin edici bir farklılığa işarettir. Onun önceki on yıllarına kalsa, Kıvılcımlı’yla uğraşmaya değmezdi. Fakat Altınoğlu, Kıvılcımlı’da, kendini ısrarla çeken, bırakmayan bir şey buldu: Kıvılcımlı, “Marksizmin Türkiye tarihine ve topraklarına uygulanışı doğrultusunda benzeri görülmemiş bir çaba harcamış ve bu anlamda ülkemizin tarihine benzeri olmayan bir düşün ve –aynı ölçüde olmamakla birlikte‒ bir eylem insanı olarak geçmiştir.”[99] Altınoğlu, “Türkiye sol hareketinin en üretken ve entellektüel düzeyi en yüksek üyesi”[100] diyerek döne döne vurgulamıştır Kıvılcımlı’nın önemini. “Kıvılcımlı, Osmanlı ve Türkiye toplumunun gerçeklerini inceleme yolundaki çabası açısından benzersizdir. Vardığı sonuçların çoğuna katılmasam da Kıvılcımlı’nın bu yanının örnek alınması gerektiği kanısındayım. Bu kanıdayım; çünkü devrimci hareket, Marksizm-Leninizmin evrensel ilkeleriyle Türkiye’nin ve Kürdistan’ın özgül niteliklerini birleştirmeden ve bu bilgi temeli üzerinde bir devrimci strateji oluşturmadan hiçbir ciddi mesafe alamaz.”[101]
Fakat, Altınoğlu’nun bir kitap olarak anmak için fazlasıyla büyük hacimli bir çalışma olan Bakışlar’a karşın bir doyumsuzluk yaşadığı görülecektir. O, öncelikle Türkiye ilerici aydınının yüzeyselliğine, kapsamlı analiz yapma ve teorik emek harcama yetisinin sınırlı oluşuna[102] güçlü bir tepki ve karşılık veriyordu bu devasa çalışmayla aslında.
Bakışlar’da, Kıvılcımlı’nın her şeyini didik didik etmesine karşın, yine de yazarı tarafından, Kıvılcımlı’nın “teorik tezlerinin tam ve doğrudan değil, ama kısmi ve dolaylı bir eleştirisi” olduğu söylenebilmiştir.[103] Altınoğlu, 650’yi aşkın büyük boy yoğun sayfadan oluşan bir çalışmadan sonra hâlâ, Kıvılcımlı’nın görüşleri üzerine “nispeten ayrıntılı bir biçimde değinmiş” olduğunu, “ama daha fazla derinleştirilmesi gerektiğine inandığı”nı yazabilmektedir.[104] Eserinin “Önsöz”ünde de “Sonuç”unda da yaptığı emsalsiz çalışmanın eksik olduğunu vurgulamayı, üzerinde çalıştığı Kıvılcımlı’nın eserinin kapsamını gören bir öğrenci edasıyla vurgulama engin gönüllülüğünü gösterebilmiştir. Altınoğlu, yaptığıyla, üç-beş sayfada nice defterlerin dürülüp çöpe atıldığı bolca örneğin, hatta geleneğin olduğu Türkiye için çıtayı yükseğe çıkarmıştır.
Altınoğlu, böylece iki hususu açığa vurmaktadır. Birincisi, kitapta ifade ettiği gibi, bildikçe ne kadar az bildiğini fark etmenin bilgeliğine erişmiştir. Ve bu durum, Altınoğlu’nu, bu kadar çalıştıktan sonra bile, yetersiz bir çalışma yaptığını ifade etmek zorunda bırakmaktadır. Altınoğlu, pür bir içtenlikle konusunu sevmiş, pür bir dikkatle konusuna eğilmiş ama tüm bunlara karşın, yine de eksikliklerini en azından sezinlemekten geri durmamıştır. Altınoğlu, geç olgunlaşmış bir Marksist örneği vermekteydi böylece. Ama birazcık çalıştıktan sonra çalışmasının semeresinden sarhoş olanlardan çarpıcı şekilde farklı olarak, daha kat etmesi gereken ne kadar çok yol olduğunu derinden görerek, yaptığı hiçbir şeyden tatmin olmayan, hep eksikli bulan bir yapıtın ve tutumun sahibi olmuştur.
Bütün bunlara karşın Altınoğlu’nun çalışmasında, Kıvılcımlı’nın Marksizmin özgülleşmesi konusunda olumlu bir katkısından söz ettiği muhtemelen hiçbir şey bulamayız. O, Kıvılcımlı’nın eserini Marksizm-Leninizm bilgisi ve birikimine göre değerlendirmiş, bu arada ilgili yazını geniş bir açıdan öğrenmiş, bu değerlendirmesinde çarpıcı bir dikkat sergilemiş ama Kıvılcımlı’nın “çaba”sının pozitif hiçbir sonucunu görmemiştir. Buradan, Altınoğlu’nu eleştirmeye geçebiliriz.
Bakışlar’dan sonra bile Kıvılcımlı’yı ancak kısmen eleştirdiğini söyleten etmenin, bir tevazu gösterisi değil, Altınoğlu’nun bu çalışması sırasında yoksun olduğunu anladığı ya da sezinlediği temel bir eksiklik olduğunu sanıyoruz. Bu, bizce “yüksek teori” eksikliğidir. ‒Büyük harfle‒ Teori eksikliği… Altınoğlu’nun Kıvılcımlı eleştirisinin gelip durduğu, bu eksikliğin kendini gösterdiği yerdir. Altınoğlu, ideolojik ve politik bakımdan çok güçlüydü ama teorik bakımdan silahsız sayılabilirdi. Kıvılcımlı herhalde her sözünü bir teorik model bağlamında, bir modelin doğrultusunda ediyordu ‒ve bu arada olguları bir hamur gibi yoğuruyordu elbette! Fakat Altınoğlu, bu yoğun çalışma sonucunda herhangi bir model oluşturamamış ve Kıvılcımlı’yı olgular düzeyinde ‘yatay’ ve politik-ideolojik bakımdan ‘dikey’ olarak eleştirebilmiştir ancak. Bu ona, Kıvılcımlı’nın ideolojik olarak anti-Marksist olduğunu kanıtlamaya yetmiştir gerçi, ama bilgeleşen Altınoğlu bu yetmeyle yetinmemiştir hiçbir zaman. O yüzden, Bakışlar’ın, Altınoğlu’nun yarım kalan çalışması olduğunu söyleyebiliriz. Çok hacimli olan Bakışlar’a dönük bu değerlendirmeyi, Altınoğlu tarzı kılı kırk yaran bir titizlikle değil, semptomlar ve örneksemelerden çıkararak yapma hakkını buluyoruz.
Oysa, Kıvılcımlı’nın derdinin teorisini yapmaya girişmeksizin Kıvılcımlı’nın gerçek eleştirisi de yapılamayacaktır. Altınoğlu, bir model gerektiren bu avadanlıktan yoksundu ve asıl önemlisi, kendisi de bu eksikliğin derinden farkına varmıştı. Altınoğlu, kendine verili Marksist-Leninist literatürü sorgulama serbestisi tanımadı ‒ele aldığımız bir örnek dışında. O, bu donanımın sorgusuz bir militanı ve uygulayıcısıydı. Altınoğlu, ‘teori üzerine Teori’ yapmaktan hep uzak durdu.
Kıvılcımlı’nın görüşlerini didik didik etmeyi bir yöntem olarak bilmiştir, ama onun tartışmasındaki aşırılıkları, ya Lenin’den epigram yaptığı cümle gibi temel ilkelerle ya da olgusal karşı kanıtları yığarak mahkûm etmeye yönelmiştir. “Kişiler temelinde İttihatçı-Kemalist yakınlığı”nı olgusal olarak kanıtlamaya gerek duymuştur Altınoğlu.
Altınoğlu’nun Bakışlar’ının ‒büyük harfle‒ Teoriden yoksun olduğunun semptomlarından birinin, bu eserin sonuna alınan bir ek’ten, bir yazara ait “Neden resmi tarih?” başlıklı yazıdan çıkarılacağını ileri sürebiliriz.[105] Altınoğlu, etkisine kapılıp kitabına aldığı bu dört sayfanın dayandığı teoriyi sorgulamayı hiç aklına getirmemiştir. Burada yazılanların her zaman ve durumda aynı teorik izleğe sahip olduğundan habersiz gibidir. Bu yazının tezlerinin aynen Stalin Sovyetler’i için de geçerli olduğunu biliyor muydu Altınoğlu? En azından, yazarının bilişsel vargısıyla bunun vazgeçilmez bir öğe olduğunu bilmek zorundaydı. Burada, tipik bir aşağıdancılık ve iktidar karşıtlığı yaklaşımı koyan yazıda sorun bulunmuyor; yazar, yazdıklarını basit bir dilsel düzenlemeyle, Stalin döneminde yazılan SBKP Tarihi’ne de uyarlayabilir, Stalin döneminin uygulamalarına da teşmil edebilir. Burada sorun Altınoğlu’ndadır. Söz konusu yazıda, Aydınlanma devrimi yapmamış her iktidarın yapmak zorunda olduğu şeyler yazılıyor ‒hiç kuşkusuz Sovyetler Birliği dahil! Altınoğlu’nun yer verdiği yazar, politik tarihi reddeden, aşağıdan, kitlelerin yarattığı tarih anlayışını benimseyen bir yazar olarak Sovyetler Birliğini de, Atatürk Türkiye’sini de aynı kavram dizisiyle mahkûm edebiliyor. Bu yazara, yazısını ekte verecek kadar değer veren Altınoğlu, onun, eski örgütünde de çokça eleştirdiği liberal anti-Kemalizm furyasından başı dönmüş bir figür olduğunu ıskalamış görünüyor. Peki Altınoğlu, bu konuda ne düşünüyor? Altınoğlu, bu konularda silahsız görünüyor. Altınoğlu, politik tutumunun ideolojik teorisini bulma konusunda büyük bir çabanın ve bilincin örneğidir, fakat o, bu teorinin dayanacağı teori konusunda nedense hep sessiz kalmayı yeğlemiştir.
Altınoğlu’nun teorik yöntemsizliği tarihsel bazı olguları ele alışında da görülecektir. Mesela, Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmet’le yasalaşan “kardeş katli” ilkesine ilişkin şöyle demektedir: “Bence bu konuyu, günümüzün bakış açısı ya da insan hakları standartlarına değil, o dönemin siyasal gerçekliğini ele alarak değerlendirmek gerekir.”[106] Altınoğlu’nun ifadesi, solcu âlemin yaygın referansları olan ve kendisinin de referansları arasında bulunan bazı tarih yazarlarının “insanlık dışı” Osmanlı esprisine göre epeyi ileride gerçi, ama bu ilerilik kategorik bir boyuta geçemiyor. Bu tür meseleler, “bence” ya da “sence” değil, nedensellikler üzerinden açıklanmaz mıydı? Altınoğlu, bu tür konuları ele alma teorisinden yoksun olduğu için, halk tipi tarihçiler ya da yazarlar karşısında bir mesafelenme gösteriyor olsa da, şu tür cümleler kurabiliyor: “Fatih Sultan Mehmet’in giriştiği savaşlarda, hiç de gerekli ya da zorunlu olmadığı halde sivil halkı hedef alan kırımlara girişmiş olduğunu eklememiz gerekiyor.”[107] Gerekli ya da zorunlu bir sivil halk kırımını kabul ettiğini mi anlamalıyız bu sözlerden? Altınoğlu’nun bu önermesinin ardında duracağını hiç sanmıyoruz. Çünkü o, ne olursa olsun, meseleye teorik yaklaşma aşamasında değil henüz. Tarihsel materyalizmin, tarihin nedenselliğini ortaya koyacak kavramlarıyla ilerleyemiyor Altınoğlu.
Altınoğlu, yöntemsiz ve teorisiz tarih anlayışı gereği yazıyor: “Ne daha önce o ülkede yaşamakta olan halkların daha sonra gelen halkları dıştalama, kovma ve kıyıma tabi tutma hakkı vardır ve ne de daha sonra gelen halkların daha önce orada yaşamakta olan halkları dıştalama, kovma ve kıyıma tabi tutma hakkı.”[108] Meseleye, genellikle izlediği yöntemsiz ve teorisiz tarihçilerin bakış açısından yaklaştığı için, bu sözler Altınoğlu gibi nedensellik ve tarihsellik okulundan geçmiş olması gereken bir Marksistin kaleminden çıkabiliyor. Sanki, bin yıl önce Türkler, ellerinde çiçeklerle gelmişti İran’dan geçerek Rum ülkesi, Ermenistan ve Kürdistan’a…
Türkler, maddi geçim amacıyla gelmişti bu topraklara ve onların önemli bir kısmının maddi geçim aracı yağma, talan ve çapuldu. En ‘masum’unun izlemek zorunda olduğu yaşam gereci, sürüleri için otlaklar aramaktı ve bu, yerleşik ziraatçi halklarla zorunlu olarak çatışma yaratacak bir etmendi. Kaldı ki, Türkler hiçbir zaman salt toplumsal ve ekonomik birimler olarak çıkıp gelmedi bu topraklara. Onların elinde aynı zamanda kılıç ve yay da vardı. Yerli halkların da şu ya da bu şekilde var olan ve silahlı güçler tarafından korunan bir politik düzeni vardı. Şu halde, daha önce “Anadolu’da yaşamakta olan halklar” Türkleri nasıl karşılamalıydı? Türklerin bu topraklara yerleşme hakkından soyut olarak söz edilebilir miydi? Ya da karşı taraftan bakılarak, yerli halkların Türkleri kabul etmeme haklarından söz edilebilir miydi? Net olarak hayır! Altınoğlu, “hak” gibi birtakım normatif terimlerle bu tarihi anlayamazdı.
Altınoğlu’nun Türk Kurtuluş Savaşına ilişkin liberal kayması ele alınmıştı. Ama başka bir bağlamda sürdürmek gerekiyor. Altınoğlu, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı sırasında asker kaçaklarının otomatik olarak cezalandırılması talebini “yargısız infaz” olarak niteleyecek ve Mustafa Kemal’i, “askerlerin bu pasif isyanının altında yatan nedenler üzerinde durmadığı” için eleştirecektir.[109] Altınoğlu yanlış bir çıkarsama yapmaktadır ve asıl kendisi, Mustafa Kemal’in yaptığının altında yatan nedenler üzerinde durmamaktadır. Mustafa Kemal, o acil anda olayların nedenselliğine ilişkin uzun vadeli önlemler almayacaktı tabii, ona düşen, acil sorunu acil önlemlerle çözmekti.
Kıvılcımlı ve Öcalan
Altınoğlu, bir bakıma bildik sularda hareket ettiği için, ‒bir-iki tartışmalı tema hariç‒ hiçbir zaman Marksizm dışına çıkmadı, ama Kıvılcımlı, bir deli cesaretiyle ve daha çok da hevesiyle, her yöne seyirttiği için çok zaman Marksizm dışında oldu. Tarih ve teori çalışmaları bağlamında mesele Kıvılcımlı gibi yapmak ama Marksist de olabilmektir.
Altınoğlu, yazdığı muhtemelen her şey Marksizm dairesinde kalan biriyken, Kıvılcımlı, yazdığı niceliksel bakımdan çok şey Marksizm dışında olmasına karşın, Marksizmin sorunları bakımından daha verimli ve ufuk açıcı bir konumdadır. Altınoğlu’nun Marksizmi, bizim neredeyse kesintisizce birçok olay ve olguda sağlam nirengimizken, Kıvılcımlı hiçbir zaman gevşemeye izin vermeyecek, sırtın yaslanamayacağı bir büyük kümedir.
Altınoğlu’nun yazdıklarının eksiği vardır, fakat bu eksik ‒sol âlemin genel duyusu içinde yer aldığından‒ pek görünür değildir. Kıvılcımlı, eksik ve fazlasıyla aktif bir uğraşı zorunlu kılmaktadır. Kıvılcımlı’yla belli bir süre boyunca tek başına yürünemez. Ama Altınoğlu, eksikleri ne olursa olsun, bir kayıtla birlikte, kızıl çizgi oluşturan bir devrimcidir. Ama onun hareket alanı, genel olarak, Marksizmin tarihsel ya da teorik olarak dışına çıkarılmamış, dışında olmayan arazilerdir.
Kıvılcımlı bizi sıçratabilecek biridir. İleriye ama aynı zamanda geriye de sıçratabilecek. Altınoğlu, sıçratma konumuna hiç gelmemiştir, ama yolumuzdan çıkarmayacak bir sağlam kılavuz ipidir. İşaretler dizisidir. Kesikler halinde olabilir, ama gösterdiği yön hiçbir zaman devletin saflarına atmayacaktır bizi. Altınoğlu, Kıvılcımlı’nın ayrıcalığını gördüğü için onunla yıllar boyu emsalsiz bir şekilde uğraşmıştır. Hiçbir “doktorcu” Kıvılcımlı’ya bu enerjiyi harcamamıştır. Öte yandan, onun, hâlâ Kıvılcımlı’nın vardığı sonuçların çoğuna katılmadığını ifade etmesindeki teorik-olmayan niteliği bir kez daha vurgulamak zorunludur. Altınoğlu’nun Kıvılcımlı karşısındaki ‘nicel’ikselciliği, onun bu büyük yapıtın etkisinden bir türlü kurtulamamasından ve bu büyük yapıtı bütünsel bir eleştiriye tabi tutamamasından, ya da en azından Kıvılcımlı’nın eserini teorik olarak ‘nitel’eyememesinden kaynaklanmaktadır.
Altınoğlu’nun, Kıvılcımlı’nın özgülleştirme çabasına değer vermesini bir yönüyle anlamak mümkündür. Çünkü Marksizm alanında bu çabaya girişen başka kimse olmadığı görüşündedir. Bu bağlamda, Altınoğlu’nun Kıvılcımlı’ya dönük yaklaşımını bir başka politik tarihsel şahsiyet açısından sorgulayabiliriz. Öcalan’dan söz ediyoruz. Altınoğlu’nun, özgülleştirme çabası ne olursa olsun, Marksizm dışında gördüğü ve birçok tutum ve görüşünden çok rahatsız olduğu Kıvılcımlı’ya neden Öcalan’a yaptığı gibi tepki göstermediğini ve bu konudaki ‘anlayışlılığı’nı Öcalan’dan neden esirgediğini sormalıyız. Altınoğlu’nun, en azından pratik başarısından dolayı, Öcalan’ın Kürdistan’ın özgül niteliklerini gözeten –elbette Altınoğlu’na göre devrimci olmayan‒ bir strateji geliştirmiş olmasını takdir etmesi beklenirdi. Üstelik, Kıvılcımlı uzun yaşamı boyunca hiçbir pratik başarı gösteremeyen son derece zayıf bir politik figür olmasına karşılık, Öcalan’ın Türkiye tarihindeki tek başarılı devrimci hareketin kurucu önderi olduğu apaçık gerçeği karşısında…
Sonuç
Marksist-Leninist nirengi noktamız Garbis Altınoğlu’nu izleme yükümlülüğünü koruyacak, onun yapıtıyla uğraşmayı sürdüreceğiz…
“Garbis Altınoğlu’nun Açıklaması” (Halkın Birliği, 28 Mart 1978, Sayı: 31); “Garbis Altınoğlu’nun Aydınlıkçılara Devrimci Yanıtı”, Teori ve Politika 79, Kış 2020.
Altınoğlu ile röportaj. https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/garbis-agparik-ile-reportaj. Altınoğlu bu metni facebook sayfasında da (21 Mayıs 2014) yayınladı.
MLKP Merkez Komitesi, “Zorunlu Bir Açıklama”, Haziran 2000.
Altınoğlu, “Mevlana Celaleddin-i Rumi: Burjuvazinin Sevgilisi”, Teori ve Politika 45, Bahar 2007, ss. 121-173.
Altınoğlu, “Referandumda Alınacak Tavır” (20 Ocak 2017). https://tr-tr.facebook.com/garbisaltinoglu/posts/1527305247297663?__tn__=K-R
Altınoğlu, “Referandum Tartışmaları” (19 Şubat 2017). https://www.facebook.com/garbisaltinoglu/posts/1558114180883436/
Altınoğlu, “Seçim ve Taktik Tartışmaları” (22 Haziran 2018). https://noktahaberyorum.com/secim-ve-taktik-tartismalari-garbis-altinoglu.html#.XhnZddIzbIU
Altınoğlu’nun facebook sayfası yazısı (16 Temmuz 2018).
https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/garbis-agparik-ile-reportaj-2ci-bolum. kaypakkayahaber.com‘un sorularına yanıtlar 1, (13 Kasım 2016). “Garbis Ağparik ile Röportaj” (15-18 Ekim 2016).
https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/garbis-agparik-ile-reportaj
kaypakkayahaber.com‘un sorularına yanıtlar 2 (15 Kasım 2016).
Altınoğlu, “Areg Pilvankian’la Tartışma”, facebook sayfası yazısı (14 Nisan 2018).
Altınoğlu, “Bir Beyin Hırsızlığı”, facebook sayfası yazısı (6 Ocak 2019).
Arslan Kılıç, 22 Aralık 2018 tarihli “ABD ile Birlikte Yürümek” başlığını taşıyan yazısı vesilesiyle de övmeyi ihmal etmedi: “Garbis’te ideolojik sağlamlığın doğruları ile, dogmatizmin zaman şaşması yanılgıları iç içe… Ama Garbis, önemli dogmatik yanlışlarına rağmen hâlâ devrimci mevzide.”
Altınoğlu, “Ermeni Sorunu Üzerine Eleştirel Notlar” (18-19 Mayıs 1998). https://turkishmarxist.wordpress.com/1998/05/19/ermeni-sorunu-uzerine-elestirel-notlar/
Funda Tosun ile Röportaj, Agos Gazetesi, 21 Mayıs 2014.
A.g.y.
Altınoğlu, “Seçici ve Tutarsız Enternasyonalistlerimiz” (16 Ocak 2018). (https://tr-tr.facebook.com/garbisaltinoglu/posts/1915269188501265?__tn__=K-R)
Mesela şu yazısı: “’Milli Mücadele’, Kemalistler ve Bolşevikler: Doğrular ve Yanlışlar – Bölüm III” (22 Aralık 2017). (https://tr-tr.facebook.com/garbisaltinoglu/posts/1887936734567844?__tn__=K-R
“’Millî Mücadele’, Kemalistler ve Bolşevikler: Doğrular ve Yanlışlar” (23 Aralık 2017) https://noktahaberyorum.com/milli-mucadele-kemalistler-ve-bolsevikler-dogrular-ve-yanlislar-garbis-altinoglu.html#.Xhn8edIzbIU
Mao Zedung Düşüncesi ve Çin Devrimi Üzerine Eleştiriler, Sun Yay., İstanbul 1993
“6-7 Eylül 1955 Tartışmalarına Kıvılcımlı’nın Katkısı”, facebook sayfası yazısı (7 Eylül 2016).
kaypakkayahaber.com‘un sorularına yanıtlar, 2 (15 Kasım 2016)