Ana SayfaArşivSayı 8Devlet ve İktidar Sorunu

Devlet ve İktidar Sorunu

Marx ve Engels, sınıflar savaşımında başlıca sorunun iktidar sorunu olduğunu belirtmelerine rağmen, kuramsal olarak bir iktidar kavramı ortaya koymamışlardır. Marksizmin kurucuları, Komünist Manifesto, 18.Brumaire, Gotha-Erfurt Programlarının Eleştirisi gibi eserlerinde değindikleri “iktidar” (yönetme erki, güç, egemenlik vb.) kavramını genel olarak, sınıf ilişkileri ve devlet içerisinde işlemişlerdir. Devlet ve iktidar deyimleri, buna bağlı olarak birbirlerinin yerine ikame edilerek kullanılmıştır. Devlet denildiğinde bir sınıfın iktidarı anlaşılırken; iktidar deyiminden sadece hükümetler anlaşılmıştır.1

Devlet ve iktidar sorunsalı, karşımıza iki ayrı noktada çıkmaktadır. İktidar, yapısal kurumların toplum üzerindeki etkilerini içerirken; devlet, kendisini oluşturan bütün “üst yapı” kurumları (hukuki, dini, siyasal, vb.) ile, çıkarına hizmet ettiği belli sınıf ya da sınıfların diğer sınıf ya da sınıflar üzerindeki zora dayalı aygıtıdır. İktidar, mücadele eden sınıflar arasındaki ilişkilerin, toplum üzerindeki etkilerini belirtir. Bu anlamda iktidar, mücadele durumundaki sınıfların çatışmalı ilişkilerinin doğurduğu etkilerin genel bir anlatımıdır.

I.

Devlet (baskı) aygıtının görevi, özü bakımından, son analizde, sömürü ilişkileri olan üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin siyasal koşullarını devlet (baskı) aygıtı olarak, baskı (fiziksel ya da değil) ile sağlamaktır.”2

Devlet olarak örgütlenmiş sınıf egemenliği, sınıfların çatışma düzeyinin farklılıklarına bağlı olarak, kendisini farklı biçimler altında gösterebilir. Devlet, sınıf egemenliğini, hukuk çerçevesi içinde dengeli, değişmez, oturmuş bir yapıya kavuşturmaya çabalar. Sınıflararası ilişkilerde, egemen sınıf aleyhine ortaya çıkan çatışmalı durumlarda, siyasal iktidardan bağımsız bir zor aygıtı olarak devlet devreye girer.3* Çünkü devlet, Lenin’in tanımıyla “sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir…varlığı da, sınıf çelişmelerinin uzlaşmaz olduklarını tanıtlar”.4 Tüm siyasal sınıf mücadeleleri, devletin herhangi bir sınıf ya da sınıf temsilcilerinin ittifakı tarafından elde tutulması ya da elde edilmesi ve korunması çevresinde döner. Devletin kendisi kapitalizmde sermayenin yoğunlaşmış bir biçimi olarak, sermaye adına toplumun diğer kesimlerinin karşısına zorba olarak dikilir.

Devlet, düşünce tarihinde, üzerinde çok tartışılan bir kavram olmak yanında, devlete bakış, “Marksistleri” değerlendirmede bir mihenk taşı oluşturur.5 Devlet, Hegel’in ileri sürdüğü gibi, “ahlak düşünün gerçekliği”, “aklın imgesi ve gerçekliği” mi, yoksa Lenin’in deyimi ile, varlığıyla “sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisi” mi?

Bu tanımlamayla göreceli olarak toplumun dışında duran, Hegel’de olduğu gibi, kendi kendine varolan, bireyin hak ve hukukundan hareket eden, burjuva ideolojisinde “Toplum Sözleşmesi” üzerinde kurulan, birliği ve “nesnel ahlak” ilkesini kendinde belirginleştiren, ya da “…objektif ahlak idesinin edim halindeki realitesi… kendi kendisine açıkça görülen, kendi kendini bilen ve düşünen ve bildiğini bildiği için yapan, cevhersel irade… örf ve adetlerde dolaysız olarak; bireyin kendilik bilincinde, bilgisinde ve faaliyetinde dolaylı olarak varolan”6 biricik unsur olan devlet, bizi kendisiyle kendisini oluşturan organların karıştırılmasına götürür.

Hegel’in devlet tanımında ve “Toplum Sözleşmesi” kavramında, toplumsal ve siyasal kategori birbiri içerisinde kaybolurken, toplumsal düzeyin ilerde gitmesi karşısında, siyasal düzey geriden onu kendisine çekmektedir”.7 Her iki yaklaşım da, bizi, siyasal yanın (yürütmenin) daha ilerde olduğu yanılsamasına götürür.

Bu yanılsama karşısında Marx, Hegel’e karşı çıkarak “İnsanın özünün siyasal değil, toplumsal olduğunu ortaya koymuştur”.8 Marksist literatürde, en genel anlamıyla devlet; bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı aygıtı olarak tanımlanır. “Uzlaşmaz karşıtlıkları artık yeni baştan uzlaştıramamakla kalmayan tersine onları sonuna kadar geliştirmek zorunda bulunan…”9 sınıf iktidarı aracı devlet, bir “düzenleme organı” olarak, dışardan dayatılan güç olmaktan çok, toplumsal gelişmenin belli bir aşamasındaki zorunlu bir ürün olarak ortaya çıkar.

Althusser, “Marx’ın her toplumun yapısını özgül bir belirlemeyle eklemlenmiş ‘düzey’ ya da ‘kerte’lerden oluşmuş biçimde tasarladığını” belirtiyor ve toplumun yapısına ilişkin belirlemesini ekliyor: “Altpapı ya da ekonomik temel ile kendisi de iki ‘düzey’ ya da ‘kerte’: Hukuki, siyasal ve ideoloji içeren üstyapı.”10

Marx, siyasal düzey ile toplumsal düzey arasındaki ilişkiyi ayakları üstüne oturtarak, temele toplumsal düzeyi koyar ve buradan hareket eder. Çünkü tarih anlayışı olarak, insanın, toplumsal varlık olması mutlak iken, siyasal bir varlık olması ancak tarihsel bir zaman birimine tekabül eder. Her iki düzey arasındaki kopukluk bu anlamada mutlak değil tarihseldir. Tarihsel bir durum olarak devletin varoluşu ve yok oluşu (komünist toplumun kurulması) tarihsel bir zorunluluktur.

II.

Tarih felsefesi, devletin insanlar arası ilişkileri düzenleyip anlaşmazlıkları çözmesini ön plana çıkartıyor.

Bu bakış, tarafsız devletin sağladığı bireyin özgürlüğünü anlatır.Özgürlük, eylem dışında kendisini felsefede insan topluluğu içerisinde, tek tek bireylerde somutlar. Tarih içerisinde ise sınıflar arası ilişkilerde belirlenir. Burjuvazi özgürlük düşüncesini tarih felsefesinden ödünç alıp kullanırken Marksizm özgürlüğü tarih biliminden alarak gerçek anlamda sınıf mücadelesinin yasalara bağlı gelişen bir sonucu olarak ortaya koyar. Bu yüzden Marksizmde ütopyacılığı görememekteyiz. Marksizm, toplumu tarihin somut gelişimi ile tasarlamış, ve toplumun bağrından çıkan yeni topluma geçişin doğal bir tarihi süreç olarak incelenmesi ve sonuçlarını ortaya koyması ile tarih felsefesinden ve filozoflardan ayrılmıştır.

Böylece devlet, çıkışı ile “insanlar” arasındaki toplumsal ilişkileri düzenlerken; sınıflar arasındaki ilişkileri çözemiyor. İnsanlar arası çatışmayı epistemolojik düzlemde aile içi çatışma olarak gösterip, “baba devlet” olarak kardeş kavgasını önlemek gerekliliği ile harekete geçiyor. Düzenleyici güç olarak burada devlete kesin ihtiyaç vardır. Marksizm ise, Engels’in tanımlamalarında olduğu gibi, sınıflar savaşımını ilerlemenin itici gücü olarak belirtirken devletin “düzenleyici rolüne” de yer verir Bunu Poulantsaz şöyle anlatır: “Devlet sınıfsal politik çatışmayı önlemede köktenci bir yaklaşım göstermez; yapının bütünlüğüne yansıyıp, onu sarsacak derecede olmasına meydan vermez. Devlet ‘toplum’ ve sınıfların yok olmasını önler, yani tek kelime ile toplumsal oluşumun patlamasını engeller.”11

Zor (baskı) aygıtı olarak devlet, Marksist terminolojinin temel vurgusudur. Bu vurgu, sınıflı toplumların ortaya çıkışı ile “sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının” ürünü ve ifadesidir. Nerede ve ne zaman sınıf karşıtlıkları uzlaştırılamazsa orada devlet ortaya çıkar. “Öyleyse devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi ‘ahlak fikrinin gerçekliği, aklın simgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet daha çok toplumun, gerçekleşmesinin belirli bir aşamasındaki ürünüdür; bu, toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün, kendi kendisiyle çözülemez bir ilişki içine girdiğinin itirafıdır… görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.”12

Böylece devletin asli görevinin, geçmişten günümüze bütün sınıf çatışmalarını durdurmaya çalışması ve sisteme yönelen tüm şiddetli karşı çıkışları bastırması olduğu anlaşılmaktadır. Sınıf karşıtlıklarının denetim altına alınması gereksinimi zoru (baskıyı) gerektirir, çünkü, devlet, sınıf çatışmasının ortasında ortaya çıkmıştır. Kural olarak o, en güçlü, ekonomik bakımdan egemen sınıf haline gelen ve egemenlik altında tutulan sınıfı, denetim altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eden ve üreten sınıfın devletidir. Zor gücü olarak devletin uygulama farklılıkları sınıf mücadelesinin durumuna göre değişir.

Sınıf çatışmasının şiddetlenmesi durumunda, tarihsel süreçte görüldüğü gibi, egemenler egemenlikleri için daha fazla baskıda bulunurlar. Yaptıkları her şey özgürlük, düzen ve sosyal barış adınadır! Böylelikle “mantıki olarak kendi bakış açılarından” işçilerin bir grevde başvurduğu şiddeti mahkum edebilirler ve aynı zamanda grevi bastırmak için devleti şiddet kullanmaya çağırabilirler.

Toplum dış ve iç saldırılara karşı ortak çıkarları savunmak üzere kendi kendine bir organizma yaratır; bu organizma devlet iktidarıdır. Devlet daha doğar doğmaz kendini toplumdan bağımsız kılar, ve belli bir sınıfın organizması hâline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini üstün kıldığı ölçüde daha da bağımsızlaşır. Bağımsız bir güç haline geldi mi, devletin kendisi de artık bir ideoloji yaratır. İdeolojisine bağladığı kimseler devletin ekonomiyle bağının üstünü örtmeye çalışarak onu her şeyin üzerinde göstermek için her hileye başvururlar. “Her özel durumda, ekonomik olgular, yasa biçiminde onaylanmak için hukuksal konular biçimini almak zorunda olduklarından, ve aynı zamanda daha önce yürürlükte olan bütün hukuksal sistemi hesaba katmak gerektiğinden, hukuksal biçim her şey olmak, ekonomik içerik ise hiçbir şey olmamak durumundadır.”13

Egemen sömürü tipinin tanımlanması, tarihsel sınırlar içerisinde özgül sınıf egemenliğinin siyasal yapısını çözmek için gereklidir. Ama bu tek başına ekonomik yapıdaki değişikliklerin siyasal etkilerini açıklamaz. Aynı ekonomi tipi örnekleri ve aynı devlet tipi örnekleri arasındaki sayısız değişikliğin geniş alanını kavramak gerekmektedir. Lenin, “somut tarihsel oluşumları sadece tarihsel materyalizmin genel ilkeleri ile açıklamanın olanaksızlığı”nı ifade ederken Althusser bu konuya yeni bir boyut ekler: “Devlet teorisini geliştirmek için, yalnızca devlet aygıtı ile devlet iktidarı ayrımını değil, fakat açıkça devletin (baskı) aygıtının yanında olan fakat onunla karıştırılmaması gereken bir gerçeği de göz önüne almak zorunludur. Bu gerçeğe kendi kavramının adını vereceğiz: devletin ideolojik aygıtları.”14

Toplumdan çıkan ama toplumun üstünde ona yabancılaşan devlet denilen “güç”, başlangıçta silahlı güç olarak örgütlenen halkla artık aynı şey olmayan bir “kamu kuruluşu”na dönüşür. Devlet, yalnızca baskıyı içeren kurumlar halinde değil -hükümet, ordu, yönetim, polis, mahkemeler vb.- birçok özelleşmiş kurumuyla doğrudan halkın karşısına çıkan birbirinden ayrı kamusal kurumlar halinde örgütlenir. Oysa “yönetici sınıfın devleti olan devlet, ne kamusal ne özeldir. Tam tersine her türlü kamusal ve özel ayrımın ön koşuludur. Devletin ideolojik aygıtlarını oluşturan kurumların özel ya da kamusal olması pek önemli değildir, önemli olan işleyişleridir.”15

III.

Bir sınıfın bir başka sınıfa karşı örgütlenme düzeyi, ya da bir sınıfın diğer sınıflara göre, sınıfsal mücadele alanındaki özgül (ekonomik, politik, ideolojik) uygulamaları, iktidar ilişkilerine dayanır. Devletin toplumdan yalıtık görünmesini sağlayan da iktidar ilişkileri içerisinde net olarak görünmeyen sınıfsal ilişkilerdir. Çünkü devlet ve iktidar arasındaki direkt bağ, toplum tarafından görülmemektedir.

İktidar ilişkilerinin, sınıfsal ilişkiler olduğu vurgusunun belirleyici yanı iktidara alternatif olmaktır. Bu, her durumda sınıfın (politik güç olarak) en geniş anlamda iktidara alternatif olma eşiğinin var olmasını gerektirir. Söz konusu edilen “kendisi için sınıf” (politik bir güç) olma özelliğidir. Marx’ın, “…kuşkusuz işçi sınıfının siyasal hareketinin sonal amacı siyasal iktidarı ele geçirmesidir” vurgusu, toplumsal bir güç ya da ayrı bir sınıf olarak iktidara yönelmenin, temelde iktidar öngörüsü ile örgütlenmenin gerekliliğinin altını çizmektedir. Lenin bu vurguyu, özellikle sınıfsal örgütlenme ve iktidar kuramında, toplumsal bir güç olma koşulu yanında, “sınıf iktidarı” koşullarını sağlamaya yönelik yani sınıfı iktidara götürecek bir örgütlenme ve sınıfsal güçle pekiştirir.

İktidar olarak örgütlenmek”, yönetme erkinin, sosyal yapıların ve yapısal etkinliklerin sınırlarına bağlıdır. İktidar uygulamaları, çeşitli sınıfsal mücadele ilişkileri içerisindeki etkinliklerin yapısal sınırlar oluşturmasını sağlayacak biçimde kendine göre özgül biçimler alır. İktidarın yapısal sınırlar içindeki devlet uygulamaları bireyin özgürlüğüne dayanır. “Hukuk bakımından işçinin, küçük burjuvanın ya da köylünün seçim hakkı fabrikatörün seçim hakkına eşittir… niçin? Çünkü, bugünün tarihsel etkinlikleri parlamentolar dışında bulunuyor; bunlar ekonomik gruplaşmalar ve gelişmeler ve uluslar arası olaylardır. Örneğin, bugün hepimiz oyumuzu kullandık ama hiç de hükümet bizi temsil etmiyor”16 diyen Sartre, iktidar yapıları tarafından belirlenmiş ilişkilerin farklılıklarını belirtiyor.

Sınıfların gücü, karşılıklı etkileşimleri, iktidarın yapısal değişiklikleri ve uygulamalardaki farklılıkları politik iktidarın gücünden çok sınıfsal mücadele alanı içinde egemen güç olan sınıf(lar)a göre belirleyen Lenin, 1917 Nisan’ında şunları söylüyor: “Proletaryanın köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü şimdiden gerçekleşmiş bulunuyor. Ama olağanüstü özgün bir biçimde ve çok önemli birçok değişikliklerle… Gerçek yaşamda şimdiden bambaşka bir şey görüyoruz; bu ikisinin, birinin ve ötekinin, son derece özgün, şimdiye kadar hiç görülmemiş bir biçimde birbirine geçişini. Önümüzde, yan yana, bir arada, aynı zamanda, hem burjuvazinin egemenliği(ni) (Lvov-Guçkov Hükümeti), hem de kendi isteğiyle iktidarı burjuvaziye bırakan ve isteyerek burjuvazinin kuyruğuna takılan proletaryanın ve köylülüğün devrimci diktatörlüğünü görüyoruz.”17 Sartre ve Lenin’in örneklerinde iki farklı iktidar uygulamasının özgün biçimlerini görüyoruz.

IV.

Devletin varlık nedenini, maddi yaşamın çelişkileri, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. Çünkü devletin gelişmelere uyumunu sağlayan ve her gelişme içerisinde pekiştiren iktidardır.* Bu gelişmelerin içinde “hukuki, siyasal, dinsel, entelektüel, artistik, felsefi biçimleri ve insanların çatışmanın bilincine vararak ve çatışmayı sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri” ayırmak gerekir.

Sınıf kavramı sömürü kavramından ayrılmaz. Eğer sömürü varsa sınıflar da vardır. “Üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkının, kendilerine başkalarının emeğinin ürünlerine el koyma olanağını verdiği bireyler grubu sömüren bir sınıftır.”18 Somut gelişimleri boyunca sınıflı toplumlar, büyük yapısal değişiklikler gösterirler. Toplumların yapısal değişikliklerinde devlet tipi somut örneklerde görülebilecek farklılıklar, temel ekonomik ve sınıfsal yapının karmaşıklığıyla bağlantılıdır.

Ekonominin belirleyiciliği, devlet ve iktidar tartışmalarında özellikle iktidar uygulamaları üzerinde kaba bir biçimde günlük ekonomik ilişkilerin yaptırım gücü olarak görülür. Ortaya çıkan sonuç anlamsızlık ve belirsizliktir. Bu anlamada ekonominin belirleyici yanını Engels, Joseph Bloch’a yazdığı mektupta şöyle dile getirmektedir: “…Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse ekonomik etken biricik belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı öğeleri -sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb.- Hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogmatik sistemlere gelişmeleri- hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirler. Bütün bu öğeler arasında bir etkileşim vardır; bu etkileşimde bütün sonsuz ilinekler (yani aralarındaki iç bağıntı o kadar uzak ya da ortaya konulması o kadar olanaksız olduğundan var değil sayıp göz ardı edebileceğimiz şeyler ve olaylar) çokluğu ortasında, ekonomik devinim kendisini olurlamak zorundadır.Yoksa teorinin herhangi bir döneme uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu.”19 Engels’in ifadesiyle, Marx tarafından sıkça kullanılan, ekonomik durumun temel olması, sınıfsal uygulamalarda devletlerin biçimi ve politik ideolojik iktidarların arasındaki uygulama farklılıklarına, ekonomist yaklaşım açısından gidilecek sonuca karşı kalın bir çizgi çekilmektedir. Belirli bir tarihsel dönemi kapsayan iktidar ilişkileri ve uygulamalarını sadece anlık ekonomik ilişkiler çerçevesinde anlamaya çalışmak, devlet ve iktidar uygulamaları arasındaki farklılıkları ve bunların sınıf ilişkileri içindeki diğer bağlarını anlamsızlaştırır.

Sınıf egemenliğinin anahtarı, bu egemenliğin dayandığı sömürü biçimini anlamaktır. Her egemenlik ve bağımlılık ilişkisi, doğrudan doğruya üretim ilişkisi içerisinde doğar, gelişir ve üretim süreci üzerinde belirleyici etmen olarak etki yaptığı yöntemi belirler. Üretim sürecinden doğan ekonomik topluluğun, özgül siyasal yapısı da bu temel üzerinde kurulur. Üretim araçları sahipleri ile gerçek üretici arasındaki doğrudan ve dolaysız ilişkinin belli bir zamandaki biçimi, emek tiplerinin ve tekniklerinin, dolayısı ile emeğin toplumsal üretim gücünün gelişim sürecinde belli bir aşamaya tekabül eden bu ilişki daima, bütün toplumsal yapının, egemenlik bağımlılık ilişkilerinin siyasal biçimini içeren ulaşılmaz sırrını, kısacası devletin özgül biçimini açığa vurur. Aynı ekonomik temelin, başlıca koşulları her yerde aynı olsa bile, sayısız görüngül koşulun, doğal çevrenin, ırk kompozisyonunun, dış tarihsel etkilerin altında egemenlik ve bağımlılık ilişkileri sayısız farklılıklar gösterirler.

Komünist Manifesto’da, devlet ve demokrasi arasındaki bağıntıda iki kavram yan yana kullanılmaktadır. “Proletaryayı egemen konuma yükseltmek” ve “demokrasi savaşını kazanmak”. Bu görüşle, proletarya diktatörlüğü dahil her devlet tipinde demokrasi her zaman egemen sınıfın dar egemenlik sınırları içerisinde kuşatılmıştır. Bunun sonucu olarak demokrasi her zaman hangi sınıf adına demokrasi sorusu ile karşı karşıyadır.

Karşılıklı dengeleme veya durgunluk dönemlerinde ekonomik ve siyasal etmenlerin eşit düzeye geldikleri ve hatta siyasetin Popper’ın “toplum mühendisliği” dediği şey gibi, daha fazla önem kazanarak öne geçtiğini gösteren onlarca kanıt bulunabilir. Engels, devletin modern toplumla olan ilişkisi konusunda şu görüşleri ileri sürer: “Hegel’in de onayladığı eski geleneksel anlayış, devleti belirleyici öğe, sivil toplumu ise bu birincisi tarafından belirlenen öğe olarak görüyordu. Görünüşte böyledir. Nasıl ki tek başına bırakılmış bir insanda faaliyetlerinin bütün devindirici güçleri, onu harekete geçirmek için zorunlu olarak beyninden geçmeli, onun iradesinin dürtülerine dönüşmeliyse, aynı şekilde sivil toplumun bütün gereksinmeleri de -iktidardaki sınıf hangisi olursa olsun- herkese kendilerini yasa biçiminde dayatmaları için devletin iradesinden geçmelidirler. İşin kendiliğinden anlaşılan biçimsel yanı budur.”20

V.

“Marx ve Engels, sadece belirli bir devlet biçimini değil genelde devletin kendisini de … bilimsel sosyalizm çerçevesinde aşmak ve rafa kaldırmak istiyorlar.”21

Marksizmin bu düşünüşünün temelinde, nasıl ki burjuvazi olmadan üretim sürdürülebiliyorsa devlet olmadan da insanların kendilerini yönetebileceği savı yatar. Burjuvazi üretimden kendisini yalıtarak salt egemen yönetici konumunda bulunması ile gereksiz hale gelmesi ve, devletin de, iktidarın üreticilerin elinde olduğu ve sömürenin ve sömürülenin olmadığı bir ortamda gereksizleştiği ortaya çıkmaktadır.

Ayrı ayrı her ülkenin, kendi tarihsel sınırları içinde gelişen üretim ilişkilerine bağlı olarak devlet biçimleri de farklılaşır. Bu farklılıklara rağmen hepsinin ortak yanları kapitalist anlamda az ya da çok gelişmiş olmaları ve burjuva toplum alanı üzerinde kurulu olmalarıdır. Demokrasi de bu anlamda “…bin yıllık bir çağın gelişini gören burjuvazinin en sonuncu devlet biçimidir.”22 Bu devlet biçimi altında özgürlük ve demokrasi aynı anlamda ve birbirlerinin yerine kullanılır. Tarihsel süreç içerisinde demokrasi özgürlükle bağdaşmıştır. Oysa gelişim bundan farklı olarak, mutlakiyetten burjuva demokrasisine, burjuva demokrasisinden proleter demokrasiye buradan da demokrasisizliğe doğrudur.

Bütün çelişkileri yok eden, uzlaşmanın merkezi, Gordion düğümlerini çözen İskender’in kılıcı olan demokrasi her egemen sınıfın istediğidir. Her sınıf demokrasi için savaşır ve ondan kaçınmaz, çünkü demokrasi egemenlere aittir. Sorun, demokrasinin kimin için olduğudur. Demokrasi; hangi sınıf kim için sorununu bağrında sürekli olarak taşır.

Bu soruya Marksistler proletarya için ve sınıfsız topluma kadar, diyerek cevap vermişlerdir. Bir devlet biçimi olarak demokrasi de, bellirli bir tarih durumunda en elverişli olan sınıf diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Demokrasi hangi biçim altında olursa olsun , demokratik hukuk düzenine göre eşitlik ve herkese özgürlük bellirli bir sınıfın egemenliği altında göreceli bir özgürlüktür. Kapitalist toplumda burjuvazinin “ekonomik ya da maddi özgürlüğü”23 sosyalizmde ezilen halkların ekonomik ve siyasal özgürlüğüdür. Bu devlet biçimleri kaçınılmaz olarak, sınıfsız toplumun kurulması ile yok olacaktır. Yokoluş Maksizmde sönme kavramı altında kullanılmıştır. “Devletin” tarihsel evrimde yok oluşa doğru giderken, aniden birden bire değil yavaş yavaş sönerek kendi işlevini kaybedip yok olacağı belirtilmektedir.

En yetkin en gelişmiş devlet tipi, parlamenter demokratik cumhuriyet sınırlarını aşamamaktadır. Bu devlet tiplerinde iktidar, parlamentoya aittir. Devlet aygıtı, yönetim aygıtı ve organları her zamankilerdir. Örneğin sürekli ordu, polis pratik olarak görevinden alınamaz. Bunlar, ayrıcalıklı, halkın “üstüne” konmuş memurlar topluluğudur. “Ekonomik maddi özgürlük”, sömürü ve sınıf ilişkisini gizlemeye çalışan bir örtü durumundadır.

Bu konuda bir örnek olarak, yükselen sınıf burjuvazi tarafından örgütlenen Fransız devrimindeki gelişmeleri alacağız: “1789 Büyük Fransız Devrimi, ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ üçlü sloganı altında gelişti. Ama özgürlük ilanı, her şeyden önce, iktidara gelen burjuvazi için söz konusuydu; aynı burjuvazinin eşitliği ilan ederken amacı, eski düzen sırasında aristokrasinin yararlandığı ayrıcalıkları yok etmekti. Kardeşlik, burjuvazinin yeni iktidarının bir çeşit ülküselleştirilmesi olarak beliriyordu.” “Bu durumda ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ üçlüsü iktidarı ele geçiren burjuvazi için, Eski Düzeni devirmiş olan devrimden doğan haklarını pekiştirme anlamına geliyordu ve bu ilkelerin uygulanmasını eksiksizce toplumun tümüne yaymak hiç de söz konusu değildi.”24

Marx, Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihini taşıyan mektubunda yaygın olarak bilinen şu saptamayı yapar: “Benim yaptığım, sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.”25

Bu sözleri ile Marx, ilk olarak kendi devlet teorisiyle diğer devlet teorileri ile arasındaki başta gelen köklü farklılıkların, sonra kendi devlet teorisinin özünü açıklamıştır. Engels, Marx’ın devlet teorisini onaylarken devlet öncelikle yalnızca karşıtları kuvvet zoruyla bastırmak için kullanılan bir geçiş kurumu olduğuna göre proletaryanın, devleti, ona gereksinim duyduğu sürece özgürlük olsun diye değil, karşıtlarını bastırmak için kullandığını belirterek devletin sönmesini “özgürlük olanaklı olduğu anda da devlet, devlet olarak var olmaktan çıkar”26 ifadesi ile gerekçelendirir. Özgürlük kavramının bu anlamda sınıflar kavramı ile bağdaşmadığını belirten Engels’in “gerçek anlamda” özgürlük sözcüğünden sınıfsızlığı kastettiği açıktır. Proletarya burjuvaziye karşı kazandığı savaşta onu yok etmeyi dolayısıyla kendisini yok etmeyi hedeflemektedir. Ancak sınıf kendisini ve devleti yok ettiği zaman özgürlükten söz etme olanağı doğar. Tüm sınıfsal ilişkilerin yok edilmesi ve sınıfsız toplum, ancak devletin yok edilmesiyle gerçekleşebilir.

Bütün insanların özgürlüğü özümsediği durumda bir baskı aygıtı olarak devlet gereksiz hale gelir. Özgürlüğün geniş ortamında baskı altına alınacak belli bir güç yoksa baskı gücü kendiliğinden gereksiz hale gelir. Sınıfsız topluma geçişte baskı sınıfların varlığı gereğince yine gerekecektir. Özel bir baskı aygıtı olarak devlet yine gereklidir; ama bu devlet Engels’in deyimi ile, “gerçek anlamıyla bir devlet değil, geçici bir devlettir”.

Çoğunluğun iktidarı ele geçirdiği ve devleti yönettiği bir ortamda baskı için özel bir aygıta olan gereksinimin azalması, demokrasinin geniş yığınlar içerisinde yayılması ile sonuçlanır. Geniş yığınlar, kendi üzerlerinde kurulan ve onlarla ilgisi olmayan örgütlü baskı mekanizması yerine, kendi özörgütlülüklerini oluştururlar ve kendi güçlerinin örgütlenmesi için devlet gibi karmaşık bir aygıta gereksinim duymazlar.

 

1Lenin, hükümet kavramının devletin belirleyici niteliği olmadığını vurgularken örnek olarak militarizm yokluğu ile kendisini gösteren krallıkları ve krallıkların belirleyici niteliği olan militarizmi ve bürokrasiyi taşıyan cumhuriyetleri örnek verir. (Bak.: Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Çev.:Kenan Somer, Ankara 1989, Bilim ve Sosyalizm Yay., s. 22)

2Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev.: Y. Alp, M. Özışık, İstanbul 1994, İletişim Yay., 4. Baskı, s. 39

3Bu savı anayasal düzenlemelerin, tarihsel örneklerini sıralayarak, bunların ortaya çıkış ve bunalım anlarını izleyerek politik düzlemde görebiliriz. Anayasalar, ya yıllarca sürmeyi amaçlayan bir düzenin kabulü, yeni bir sınıfın egemenliğini belirtmek ya da bir bunalım döneminden sonra, güçlü çıkanın iktidarını dengeli ve kalıcı kılmak, oturtmak ve onaylamak için yapılır.

* Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev.: Süleyman Arslan, Ankara 1989, Bilim ve Sosyalizm Yay., 7. Bası, s. 19

4

519. yüzyılda 1871 Paris Komününün kanla bastırılmasından sonra, ortaya çıkmamış bir sorun 1917 Ekim devrimi ile gündeme gelince Marksistler içinde devlet konusunda bir krizin patlak verdiğini görüyoruz. Özellikle II. Enternasyonalcilere karşı Lenin’in karşı duruşu salt Sovyetler Birliği devletinin savunusu doğrultusunda Marksizmi odak alarak, politik ve ideolojik bir kaygı ile değil, Marksizmin bu konuda kabalaştırılması ve yavanlaştırılmasına karşı bir duruş olarak da kendisini göstermektedir.

6Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, İstanbul 1991, Sosyal Yay., s.199.

7Osman Albayrak, “Özgürlük, Terör ve Devlet”, Teori ve Politika, Sayı 4, Güz 1996, s.26

8H. Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Çev.: S. Hilav, Sorun Yay., İstanbul 1996, s. 111

9Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev.: Kenan Somer, Sol Yay., Ankara 1992, s.175

10Althusser, a.g.e., s. 25

11N. Poulantsaz, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev.: L. Topaçoğlu, Ş. Süer, Belge Yay., s.40

12 Engels, a.g.e., s. 175

13K.Marx, F. Engels, Seçme Eserler, C. 3, Ankara 1979, Sol Yay., s. 452

14Althusser, a.g.e., s. 33

15 Althusser, a.g.e., s. 34

16 J.P. Sartre, Denemeler, Çev.: S. Eyuboğlu, V. Günyol, Say Yay., İstanbul , s. 65

17 Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev.: M. Erdost, Ankara 1992, Sol Yay., 5. Bası, s. 22-23

** İktidarların gelişim ve değişimler sonrasında gösterdikleri uyum çabaları, devleti yeniden gelişen şartlara uygun hale getirme çabasıdır. Bu çaba, yönetim erki tarafından gerçekleştirilip topluma şu ya da bu şekilde kabul ettirildikten sonra, devlet bir yapılar bütünü olarak bunları devralır ve kendi erki altında değişecek iktidarlara yürütme olarak bunları dayatır.

18Stanley W. Moore, Marx, Engels, Lenin’de Devlet Kuramı, Çev.: A. Cumhur Aytulun, İstanbul 1989, Simge Yay., s.21.

19Marx, Engels, Seçme Yazışmalar, C.2, Çev.:Yurdakul Fincancı, Ankara 1996, Sol Yay., s. 235-236

20F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1992, Sol Yay., s. 51

21Karl Korcsh, Marksizm ve Felsefe , Çev.: Yılmaz Öner, Ankara 1991, Belge Yay.,1. Bası, s. 48

Korsch bu belirlemeyi Marksizmin felsefe karşısındaki duruşu ile karşılaştırarak sunmakta, “Marksizm ve felsefe öte yandan Marksizm ve devlet olmak üzere, iki sorun arasında paralellik ” kurmaya çalışmaktadır. (A.g.e., s. 51)

22K.Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev.: M. Kabagil, Ankara 1989, Sol Yay.,3. baskı, s. 42

23

24Jacques Duclos, Demokrasi ve Kişisel İktidar, Çev.: K. Kurtgözü, Ankara 1987, Başak Yay., 1. Bası, s. 17-23

25 K. Marx, F. Engels, a.g.e., s. 75

26 K. Marx, F. Engels, a.g.e., C. 2, s. 84

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar