Nevzat Yaşar
“Biz dogmatik bir tarzda dünyanın geleceğini kestiriyor değiliz, tersine yeni dünyayı eskinin eleştirisi yoluyla bulup çıkartmaya uğraşıyoruz. Geleceği bina etmek ve her şeyi bütün zamanlar için bir kerede yerli yerine koymak bizim işimiz olmadığına göre, şu anda yapmamız gereken şey daha da açıktır; kastettiğim varolan her şeyin amansızca eleştirilmesidir. Bu eleştiri hem vardığı sonuçlardan, hem de çatışmaya gireceği muhtemel güçlerden korkmaması anlamında amansız olmak zorundadır.”
(K. Marx)
IV
Tek ülkede devrimin olabilirliği ve zaferi, yaşamın içinde bir örneğin yaşamayı başarmasına kadar tartışmalıydı. Aslında bu tartışmayı Ekim devriminden önce Lenin bitirmiş durumdaydı. Devrimin, olduktan sonra yaşayabileceğini ise Ekim devriminin kendisi kanıtladı. Dolayısıyla artık 1917’den sonra sosyalizm için sorun yaşamın devam edip etmeyeceğiydi. Bunun üzerinde 1. Bölümde durmaya gayret ettik. Konuya devam etmeden önce, sorunun anlaşılırlığı için bir varsayım üzerinde duralım. Ekim Devrimi, başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa’da bir devrime yol açsaydı veya Batı Avrupa’da Ekim’e bağlanmadan ve bağımsız olarak bir devrim gelişseydi ne olurdu? Yaşanılan deneyimlerin kaderi değişir miydi? Sonuncu soruyu olumlu cevaplandırmak mümkün değil. Birincisine gelinirse, bu, Ekim Devriminin yaşadığı sürecin sancısız geçmesine yol açmanın dışında devasa bir dünyasal etkiye yol açardı, fakat sosyalizmlerin kaderi gene değişmezdi; çünkü sorun, süreçlerin sancılı geçmelerinden öte boyutlara sahiptir. Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde gelişmiş bir sanayi kapitalizmi temeli üzerinde yükselecek bir inşa da, -tek tek ülkeler sınırları içine hapsedilmemiş olup bir dünya sosyalist cumhuriyeti şeklinde örgütlenilmiş olmaktan bağımsız olarak- aynı akıbete uğrayacaktı.
Sosyalizm bir kere zaferi kazanıp, yaşamını verili koşullardan yararlanarak sürdürmeyi başarınca, geriye inşanın sorunlarını adım adım, bir biçimde aşmak kalıyor. Nedir bunlar? Ekim açısından NEP politikalarıdır. Üretimde, emperyalist sistemden aşırılma Taylorist yöntemlerin uygulanmasıdır. Zorla kollektifleştirmedir, vs. Denilecektir ki, bunlar uygulanmasaydı, sosyalizm kısa sürede sanayileşmeyi sağlayıp ilerleyemezdi. Geri bir ülkede uygulanan biçimleriyle sosyalizmler, bu türden sorunları, bu yöntemlerle aştılar. İşte, eğer Ekim’le beraber Batı Avrupa’da da devrimler zafer kazanmış olsaydı, oralarda muhtemelen bu sorunlar yaşanmayacaktı. Keza devrim tek ülkede değil, bir ülkeler grubunda gerçekleşmiş olsaydı, tasarım, her ülkenin kendi sosyalizmini uygulaması şeklindeydi. Çünkü, Ekim’in mantığının izini 1945’e getirdiğimizde, sosyalist sisteme dahil olan “halk demokrasileri” [1] ve yeni sosyalist ülkelerin bağımsız ulus-devletler olarak şekillendiklerini görürüz. Oysa gene aynı dönemde sosyalist sisteme dahil olan Litvanya, Moldovya, Letonya ve Estonya ise SSCB ile birleştiler. Stalin’in önderliğindeki Merkez Komitenin hazırlayıp SBKP/B MK’sı Sekreteri G.M. Malenkov’un Partinin, Ekim 1952’de yapılan 19. Kongresinde okuduğu raporda şöyle deniyor: “Rapor döneminde Sovyet ailesine yeni halklar katıldı. Litvanya, Moldovya, Letonya, Estonya Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri kuruldu. Tüm Ukrayna halkı tekrar bir tek devlette birleşti. Beyazrusya, tüm Beyazrusya halkını bir ailede topladı. Kuzeybatıda yeni sınırlarımız var, bunlar daha adil ve yurt savunması amaçlarına daha uygundur. Uzakdoğuda eskiden Rusya’dan koparılmış olan Güney Sakhalin’i ve Kuril adalarını Sovyetler Birliği geri aldı. Sovyetler Birliği’nin devlet sınırları şimdi ülkemiz halklarının tarihsel olarak koşullandırılmış gelişmesine en iyi şekilde uymaktadır.“[2] (abç)
Demek ki bir dünya sosyalist devletleri, ya da teklikten kurtulmak anlamında bir birlik zaten öngörülmüyor. SSCB’nin içinde yer alan cumhuriyetlerin ayrılabilme hakları ise sadece kağıt üzerinde var. Çünkü Birliğe katılmaları kendi iradelerinden bağımsızdır. Aksi taktirde, bir düzineye yakın ülkeden sadece dört tanesi SSCB’ye katılıp öbürleri dışarıda tutulmazdı. Ama “tarihsel koşullanmaya uymak” bunu gerektiriyor. Bunun, 2. Dünya Savaşı sonrasına özgü bir durum olduğu iddia edilir. Buna katılmak mümkün değil. Aynı durum Ekim devrimi sürecinde yaşandığı gibi, ayrı bir coğrafya olan Çin’de de yaşanıyor. Bir anlamda, tarihten devralınan durum devam ettiriliyor.[3]
Kaldı ki SSCB’nin kendisi tek uluslu bir devlet değil. Böyle olunca çökmenin nedeni olarak “tek” olmayı göstermenin esprisi zaten ortadan kalkıyor. Bir başka gerçek ise, “tek” devletin sınırları içinde olunmadığı halde, büyük “kardeş”e oluşan bir bağımlılık söz konusuyken ve büyük “kardeş”in çözülme ve yıkımı öbürlerini peşinden sürüklüyorken, nasıl olur da aynı sınırlar içinde yer almış olmak, bu aynı sınırlar içinde yer alanları ortak akıbetten kurtarır? Yani aynı sistem içinde birbirlerine sıkı bir şekilde bağlananların aynı akıbeti paylaşmaları söz konusu olduğu gibi, “tek ülke uygulaması”ndan öte, devrimini yapan her ülkenin birleştiği bir Dünya Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuş olunabilseydi bile, malum sonuç kaçınılmazdı. Çünkü sorunlar, yürümenin biçiminde değil yürüyüş tarzının özünde yatıyordu.
Sovyetler Birliği’nin 2.Dünya savaşı sonrasında içinde yer aldığı sistem, ya da sosyalist ülkeler sistemi uzun erimli olmadı. Ülkeler arasında, eğer birbirlerine Demokratik Almanya Cumhuriyeti ile SSCB gibi bağlı değillerse, görüş ayrılıklarının çıkması ve bunlarda direnildiği koşullarda, bu ayrılıkların derinleşmesi kaçınılmazdır; nitekim, SSCB ile diğer “halk demokrasisi” ülkeleri arasında zaman zaman sorunlar çıkmıştır. Ülkeler arası ikili ilişkilerde, ya bir taraf için hakim bir ilişkinin sözkonusu edilmesi gerekir, ya da yol ayrımına gelinecek bir sürece girilmesi kaçınılmazdır.
Dünya kapitalizminin evrensel bir ekonomi yarattığı bir gerçektir, ancak bu ekonominin içinde yer alan ülkeler hiç de “siyasal bağımsızlıklarını” koruduklarından dolayı, bağımlı olunan sistemin çökmesiyle çökmüyorlar. Ya da en azından bağımlı ülkeler, bağımlı oldukları emperyalist ülkenin kaderine direnebiliyorlar. Oysa yaşanılan deneylerde, bırakın bir devlet sınırları içinde yer alarak aynı kaderi paylaşmayı, bağımsız ve ayrı duruşa rağmen aynı kader paylaşıldı.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka husus, aynı sistemin içinde yer alıyor olmakla beraber, nihayet gerçekte bağımsızlıklarını koruyabilmiş olan ülkelerin, sistemin sarsıntılarını görece ardzamanlı yaşadıkları gerçeğidir. Mesela Çin ve Arnavutluk, Stalin sonrası dönemde, söz konusu bağımsızlıkları sayesinde sorunları sistemle aynı zamanda yaşamadılar. Keza, Arnavutluk’un, gene bu aynı durumdan dolayı, Çin’deki gelişmelerden de kendisini zamansal paralellik anlamında, ayırdığını söyleyebiliriz. Aynı akıbete kendi kulvarlarında uğramış olmaları, bizi zorunlu olarak, sistemi tartışmaya götürüyor.
V
Sanayide devlet mülkiyeti ile tarımdaki kooperatif ve kollektif çiftlikler, sosyalizmin kuruluşunun en önemli göstergesi olarak kabul edildikten sonra, sosyalizmin inşasının yürütülmesi ve bir noktadan sonra artık “tanımlanan sosyalizm” anlamında inşanın tamamlanması mümkündür. Bunun, nihai amaç olan komünizm olmadığı ise zaten uygulayıcıların kendilerince ifade ediliyor.
Lenin, 7 Kasım 1919’da yazdığı “Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika” başlıklı makalesinde bu tanımı şöyle ifade ediyor: “Sosyalizm, sınıfların ortadan kaldırılması demektir. Sınıfları ortadan kaldırabilmek için ilkin büyük toprak sahiplerini ve kapitalistleri alaşağı etmek zorunludur. Görevimizin bu kısmı yerine getirilmiştir, ama bu, görevimizin yalnızca bir kısmıdır, üstelik en zor olan kısmı da değildir. Sınıfları ortadan kaldırmak için gerekli olan ikinci şey, fabrika işçisiyle köylü arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak, hepsini işçi yapmaktır.“
Yaşanılan sosyalizm deneylerinde, toplumsal gelişmelerin seyri içinde, aslında toplumun tamamını işçi yapmaya yönelik çabanın başarısı, sosyalizmi inşanın tamamlanması olarak ilan edildi. Aslında eğer sosyalizmin kendisi, “herkesi işçi yapma”ya indirgenirse, söylenenlerin doğru olduğunu teyid etmek gerek. Oysa bu, madalyonun sadece bir yüzüdür; öbür yüzü ise, eğer proletarya diktatörlüğü varsa ve uygulanıyorsa, herkesin proleter olduğu bu toplumda, siyasal yaşamda da herkesin eşit olması gerektiğidir. Oysa iktidar Partinin aracılığıyla yürütülüyor. Sovyetlerin fonksiyonel olmadıkları bir yana, zaten onlar da partinin denetiminde, Partiye ise herkes üye olabilme şansına sahip değil. Kayıtlar selektif bir yöntemle yapılmakta ve zaman zaman gerçekleştirilen “temizlik” harekatlarıyla üyelerin çoğu kapı dışarı edilebilmektedir.
Şunu sözkonusu ediyoruz: Parti’nin ve Sovyet’in hukuku “zorunluluklarla” lekelenmemiş olsaydı bile sonucun değişmesinin olanağı yoktu. Yani H. Fırat’ın tüm itiraz noktaları zorunluluklardan azade bir şekilde yaşanmış olsaydı bile “son” değişmeyecekti. Çünkü “herkesin işçi olduğu” bir toplumda, herkes işçinin haklarını kullanma hakkına sahip değilse, o zaman durum, bu hakları kullanan azınlığın (yani Parti’nin) dejenerasyonunun maddi temelini oluşturuyor demektir. Denilebilir ki, devrimden sonra varolan ve bilinen yürüyüş biçiminin kendisi bir anlamda bunu koşulluyordu.
Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı‘nda şöyle der: “Yığınların sınıflara bölündüğünü herkes bilir; … ve siyasal partilerin de, genel kural olarak en çok otorite ve etki sağlamış olan, en deneyimli ve sorumlu görevlere seçim yoluyla gelen ve lider diye adlandırılan kişilerden meydana gelmiş, oldukça kararlı gruplar tarafından yönetildiğini herkes bilir.”
Yığınların sınıflara bölündüğü koşullarda partilerin konumu ve yığınlarla ilişkileri bakımından bunlar tamamen doğrudur. Oysa sınıfların varlığının söz konusu edilemediği koşullarda durumun tamamen ya da hiç değilse önemli oranlarda başkalaşması beklenir. Sınıfların varlığı ya da farklılıklarından, sosyalist inşa döneminin belirli bir aşamasında artık farklı sınıflardan bahsetmenin doğru olmadığı, Lenin’in tanımlamasına uygun olarak çalışabilir tüm nüfusun “işçi” statüsünde olduğu durumu kastediyoruz. Yani en azından iktisaden farklı sınıflar yok, herkes işçidir. İdeolojik cephedeki durumu bir kenara bırakıyoruz. (Ya da etkilenmeler olsa da cidiye alınamaz. Nihayet, “insanlar yaşadıkları gibi düşünür”.)
Oysa kapitalizm koşullarında proletarya, tıpkı sonradan ortaya çıktığı gibi, iktidarı alma mücadelesi arenasına da sonradan (izin verilmediğinden yasa-dışı anlamında) zorla giren bir sınıftır. Sınıflı bir toplumda, sınıflar (hatta sınıfların farklı kesimleri) iktidar yarışına ve/veya iktidarı yıkarak kendi iktidarlarını kurma mücadelesine partileri aracılığıyla katılırlar. Keza her partinin bir sosyal tabanı vardır. Peki, bu yarışı (biçimi ne olursa olsun) kazanan Proletaryanın Partisi, öbür partileri safdışı etmekle kalmayıp, imha ettikten sonra, kurduğu sosyal sistemle onların sosyal temellerini de ortadan kaldırmasına rağmen, halen bir yarış varmışçasına hareket edebilir mi?
Yaşanmış örneklerden biliyoruz; hareket ediliyor. Keza teoride de, farklı sınıfların varlığı koşullarında izlenen tarzın devam ettirilmesi öngörülmüştür. Şimdi tekrar önceki söylediklerimize dönelim. Herkesin proleter olduğu bir toplumda, herkes adına, kapitalizm koşullarında iktidar mücadelesi vermeye göre örgütlenerek kulvarda yerini alan Komünist Partisi iktidarı yürütüyor. Oysa uygulamanın adı “Proletarya Diktatörlüğü”dür.
Öncelikle bu tersliği gidermek gerek. Devrimin olduğu günden itibaren, yaşanıldığı gibi bir uygulamanın maddi bir temeli sözkonusudur. Kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesinde yerini alan Komünist Partisi elbette, içinde kendisini var eden koşullara göre hareket edecektir. “Yığınların sınıflara bölünmüşlüğü”nün ortadan kalkması ölçüsünde bu biçimin değişmesi gerek. Ya da başka bir ifadeyle, iktidarı kullanma hakkına “işçi olan herkesin” sahip olabilmesi gerek. Bunun yapılamadığı koşullarda diktatörlük proletaryanın değil, onu kullananın yani partinindir.
Aslında, Paris Komününden sonraki ilk başarılı girişim olan Ekim Devriminde Lenin’in, iradi müdahale ve merkeziyetçiliğin rolü anlamında çubuğu tersine büktüğü, bu günden geriye bakıldığında daha iyi anlaşılıyor. Demek gerekir ki, o günkü koşullarda zaferin garantisi için bu zorunluydu. Ancak sürece bu durumu düzeltme çabasının damga vurması gerekirken, deyim yerindeyse tersine gidildi.
Paris Komününün zaferi esnasında ve yıkılışının ardından, Komünden çıkarılması gereken dersler ve Komünün yıkılış nedenleri tartışılırken şu üç önemli hata her zaman vurgulanmıştır: 1) Ulusal Muhafız Merkez Komitesi (sonrasında ise Komün), bir iç savaşa karşı olduğundan askeri önlemlere yeterince baş vurmadı, 2) Merkez bankasını kamulaştırmadı, 3) Merkez Komite hemen seçim kararı alarak yönetimi seçimle oluşacak Komün’e devretme kararı aldı.[4]
Marx bu durumu L. Kugelmann’a (12 Nisan 1871’de) yazdığı mektupta şöyle açıklıyordu: “Eğer yenilirlerse, bunun nedeni yalnızca ‘soylulukları’ olacak… İkinci yanlış; Merkez Komite, yerini komüne vermek için görevlerini çok çabuk bıraktı. Gene çok büyük bir ‘onur’ titizliği yüzünden!” (abç)[5]
Paris Komününde “çok çabuk” yapıldığından yıkılmaya neden olan şey, Ekim Devriminde, yapılmadığından yıkılma nedeni oldu. Bu durum sonuçlara elbette farklı yansıyacaktı. Birincisinde, “çok çabuk” yapılan şey, saldırıları göğüslemeyi zaafa uğrattığından cepheden bir saldırı yıkılmaya yetti. Oysa Ekimde, Devrim tam da Komünün bu tecrübesizliğinden yeterince ders çıkarmıştı. 1921 yılına kadar süren dönemde Sovyet’in etkisizliğini (belki de tam etkili olamamasını), başka bir ifadeyle çubuğun tersine bükülüşünü bu durum açıklıyor.
O zaman şöyle özetleyebiliriz: H.Fırat açısından, sonuca etki etmeyen fakat yaşanan sürecin kendisi ve sorunların o anda çözümü üzerinde, ibrenin sağa veya sola oynamasına neden olan gelişmenin kusurları giderildiğinde bile sonuç değişmeyecekti. Sosyalizm, sınıfın iktidarını Sovyet aracılığıyla sürdürmesiyse eğer, bu iktidar organının işlevini yitirdiği andan itibaren, proletarya diktatörlüğünden değil, Komünist Partisinin iktidarından bahsetmek gerek. Yani sözkonusu olan “parti ile devletin özdeşleşmesi” ise, iktidardan partinin iktidarı anlaşılmalıdır.
Komünist Partisinin “sınıfın tümünü kapsaması”, ne Lenin, ne de Bolşeviklerce zaten öngörülmüyordu.Yani bir Partinin devrimin belli bir aşamasından sonra sınıfın tümünü “kapsamadığı”nın ileri sürüldüğü yerde, bu “kapsamama”nın biçimi de tartışılmak durumundadır. Eğer yeni bir sav olarak ileri sürülmüyorsa, bu yapılan şey, teorinin gereğinin yerine getirilmesidir.
- Leninist iki kısımlı parti teorisinin, yarattığı sonuçlar anlamında, devrim öncesi ve sonrası açısından tartışılması gerekir. Devrim öncesi açısından, ideal olan bu örgütlenme modeli[6], Devrim sürecinde proletaryanın bu parti aracılığıyla hakimiyetini kurmasını sağlıyor, oysa bu model devrimden sonra, öncesi gibi uygulanırsa, kendi iktidarını zehirliyor, zehirleyebiliyor. Herkesin işçi olduğu bir toplumda, herkesin partiye üye olabilme hakkının olmaması anlaşılır bir şey değil. Parti proletaryanın partisi, ama proletarya partiye üye olmak için var olan yöneticilerin onayını almak zorunda olacak. Bertolt Brecht’in deyişiyle o zaman, “üyeler sekreterleri seçmiyorlar, aksine sekreterler üyeleri seçiyorlar”.[7]
- Oysa biliniyor ki, toplumlarda politikayla ilgilenen insan sayısı sınırlıdır. Bunların ideolojik eğilimleri ne olursa olsun, kendilerini ifade etmenin bir biçimini bulamazlarsa, var olan tek kulvarın içinde onlar da yürür. Burada şu malum “yanlış ideoloji” saptamalarının üzerinde durmuyoruz, eğer bir yanlışlık varsa bunun bir de kaynağı olmalı. Dolayısıyla bir yanlışlıktan bahsedilecekse, bu gene sistemin sorgulanmasını gerektirecektir. Çünkü insanlar durup dururken yanlışları savunuyor olamaz. Farklı düşünüyor olmak, bu farklı düşünenlerden birinin, kendisinin “mutlak doğru” olduğu iddiasına yol açarsa, öbürleri “mutlak doğru”nun dışında olmakla zaten “anti” olurlar.
- Politikayla ilgilenenlerin[8] sınırlılığı, isteniyor olmaktan ötedir. Yani herkes Komünist Partisine üye olsun demekle, herkes üye olmaz. Devrim öncesinin gerektirdiği bedelin ağırlığını bir tarafa bırakalım, devrimden sonra bile herkes partiye ilgi göstermez. Oysa biliyoruz, herhangi bir ülkede “tek parti” iktidarı sona erdikten sonra peydahlanan neredeyse tüm partiler bu “tek”ten çıkıyor. Bunun bir işçi veya burjuva partisi olmasının sonuçlar üzerinde bir etkisi ise hemen hemen yok. Burjuva partiler örneğine Türkiye’nin 1945’lerdeki durumu verilebilir. Komünist partiler örneğine ise Arnavutluk ve Emek Partisi verilebilir. Fatos Nano’dan Salih Berişa’ya kadar, bunlara şu anda komünist olarak görülen partiyi de ekleyebiliriz, hepsi AEP’in üyeleriydi. Hatta bundan da öte, bu kişiler AEP’in MK üyeleriydiler. Demek ki “sosyalizm” döneminin AEP içinde yer alan politikacıları, kapitalizm döneminde büyük çoğunluklarıyla gene politikacılık yapıyorlar, bu sefer ayrı partilerde ama gene de liderlik koltuklarında.
- Nitekim H.Fırat da bu durumu şöyle açıklıyor: “Önce revizyonizm ve revizyonistler çıkmıyor, önce bunları yeşerten toprak oluşuyor. Demek oluyor ki, buna uygun kurumlar, ilişkiler, alışkanlıklar, gelenekler, düşünsel eğilimler oluşuyor; revizyonizm bu zeminde mayalanıyor; revizyonistler bu toprakta çimlenip yeşeriyorlar. Hiç de parti ve devlet yönetimini ‘ele geçir’miyorlar, basbayağı ‘ellerinde’ buluyorlar.”[9]
- Aslında daha önce belirttiğimiz gibi, H.Fırat böylece daireyi fasit bir biçimde kapatıyor. Yani sınıflı bir toplumda, proletarya, partisinde örgütlenir, objektif ve subjektif koşulların olgunlaşmasıyla devrim olur, sosyalizm inşa edilmeye başlar ve ardından geriye dönüş olur. Komünistlere düşen de her şeyi sil baştan yapmaktır. Tabii bu komünistler eski komünistler değil, çünkü onları “tarihsel zorunluluklar” revizyonist yaptı!
- “Eğer -der Marx, Kugelmann’a 12 Nisan 1871’de yazdığı mektupta- mücadeleye yalnızca yanılmaz uygunluktaki fırsatlar koşuluyla girilmiş olsaydı, dünya tarihini yapmak gerçekten çok kolay olurdu.” Oysa tarihi yapmak öyle kolay değil. Bunu 20. Yüzyılın sonunda, hem de bu yüzyıla damgasını vuran gelişmelerin sonuçlarından çıkartmak mümkün.
Şunu da ekleyelim: Tarih boyunca komünistlerin parlamentoya itirazları, onun temsili bir kurum olmasından kaynaklanmaz. Tersine “temsili kurumlar” dönemler itibarıyla uygulanan proletarya diktatörlüklerinde de mevcuttur. Paris Komünü ve Sovyetler de temsili kurumlardı. İtiraz, parlamentoların, yetkilerini hükümetlere devrederek, çıkardıkları yasalar üzerindeki bütün denetimlerini kaybetmelerine ilişkindir. Bu, en tam burjuva cumhuriyetlerinde bile demokrasinin bir hayale dönüşmesinin de başlıca nedenidir.
- Bundan dolayıdır ki, Paris Komünü, komün temsilcilerini direkt seçmenin yanında, seçmenlerin temsilcilerini istedikleri zaman geri alabilme haklarını da garanti altına alıyordu. Oysa SSCB’ye baktığımızda (ki H.Fırat, bu sorunu ele alıyor), Sovyetin işlevini yitirmesinin yanında, direkt temsiliyet olanakları da ortadan kalkmış durumda: Adayları belirlemede alttan üste doğru kademeli bir eleme, nihai söz sekreteryanın. Buna, temsiliyetin dolaylı niteliğini de eklersek, aslında geriye hiçbir şey kalmıyor. Sovyet, yetkilerini merkezi yürütmeye, o da hükümete devrediyor. Yani gerçek anlamda, proletaryanın “iradesi” ancak, partinin otoritesini devam ettirmek için kurulu onlarca “elek”ten geçtikten sonra, tecelli edebiliyor.[10]
- Kısaca, bürokrasi üzerinde de duralım. Bir sistemin kendisi, niteliğinden bağımsız olarak, eğer varlığını koruyarak verimli olmak (kendi istem ve belirlemeleri doğrultusunda) istiyorsa, bir uzmanlaşma sağlamak zorundadır. Toplumsal yaşamın çeşitlenen ihtiyaçları uzmanlaşmayı da beraberinde getirir. Bu, o işi yapanların niyetlerinden bağımsız olarak böyledir. Tıpkı, Leninist parti teorisindeki profesyonellerin rolü gibi, veya komünistlerin düzenli orduya prensip olarak karşı olmalarına rağmen, Ekim devriminden sonra bunun bir ihtiyaç olması gibi… Dolayısıyla bir devlet kurulacaksa ve işletilmesi hesaplanıyorsa, bir bürokrasinin olması gerek. Ve nitekim böyle de oluyor.
- Öte yandan Leninist parti teorisinin kendisi de bir uzmanlaşmayı şart koşuyor. İki kısımdan biri profesyonellerdir. Bu uzmanlaşma, devrimden önce irademizin dışındaki koşulların gerektirdiği bir olguyken, devrimden sonra tamamen partinin yarattığı koşulların idamesine ait bir olgu oluyor. Yani partinin kendisinde, devrimden sonraya hakim olan bir bürokrasi zaten var. Aslında bir anlamda bozulmanın başladığı alanın merkezi de burasıdır.
- Devrimden sonra, devrim öncesinden gelen üyelere tanınan ayrıcalıklar da aslında onların sağlam oluşundan ve kararlılığından kaynaklanmıyor, tersine hakimiyetlerinin çıkarlarıyla bütünleştirilerek korunmasından kaynaklanıyor. Yoksa bütün komünistlerin eşit değerlendirilmeleri gerek. Nihayet, verili an’da, devrimden sonra üye yazılanlar da komünist. Oysa bu yetmiyor. İki kısım varlığını sürdürüyor olmakla beraber, bir de üyeliğin zaman ölçüsü işin içine giriyor. Bu, diktatörlüğü proletarya adına sürdüren komünist partisinin bir tüzük hükmüdür.
- İlginçtir; parti içi mücadelelerdeki saflaşma da devrim öncesi üyeler üzerinde yürütüldüğü gibi, gelinen her noktada, hakim olanlar, yadsıdıklarının kaynağını devrim öncesine götürebiliyorlar. Güvenilirliğin kanıtı bu sefer tersten hainliğin kanıtı olabiliyor. Keza kitleler bu mücadelelerde de yok.
- Devletlerin niteliğinden bağımsız olarak soyutlandığında, hiçbir ülkede kökleşmiş bir bürokrasiden dolayı, en azından burjuva devletlerin yıkılmadığı görülüyor, hem de tüm kokuşmuşluklarına rağmen!
- Sonuç olarak, hayatın kendisi gösterdi ki, proletaryanın adına yürütülen (kapitalist düzendeki duruma göre kurulmuş, ve sosyalizmde de aynı kuruluş ve örgütlenme mantığını korumuş) komünist partilerin iktidarlarının; ya da başka bir ifadeyle proletaryanın değil, onun (sınıflı toplum gerçeğine göre kurulmuş) temsilcisi olma iddiasındaki komünistlerin iktidarlarının yıkılması, bir anlamda kaçınılmazdı. Yani, bu tür bir sosyalizmle yürünülen bu yoldan ancak bu sonuca varılabilirdi.
- Dolayısıyla, sosyalizmin tarihsel sorunlarının tartışılmasında öncelikle “biçim”selcilikten kurtulmak gerek. Eğer yaşanılan koşullar bu insanları yaratıyorsa, o zaman koşulların kendisi üzerinde tartışmak gerek. Tartışmayı “öz”e yöneltmeden sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek mümkün değil. Bu, sosyalizmin yeniden emekçilerin umudu haline gelmesini de sağlayacaktır. “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacak”sa, bu “eseri” koruma ve yönetme hakkı da bunu kuranlara ait olmalı.[11]
[1] “Halk demokrasileri”nin incelenmesi ayrı bir çalışma gerektirdiğinden, genel kabul gören bu adı -geçici olarak- kullanmakla yetiniyoruz. Bu konudaki eleştiri hakkımızı saklı tutuyoruz.
[2]SBKP(B) Parti Kongre Raporları/19 ve 20. Kongre Raporları, Çev.: İsmail Yarkın, İstanbul 1989, İnter Yay., s.81
[3] Çin’i hiçbir zaman sosyalist olmamış bir ülke ve ÇKP’yi de komünist olmamış bir parti olarak görmek, genel değerlendirmenin değiştirilmesini gerektirmiyor.
[4] Bilindiği gibi, Merkez Komite, 19 Mart 1871’de bir bildiri yayınlayarak, Komün seçimleri yapılana kadar Paris’in yönetimini üstleniyordu. Seçim tarihi 22 Mart olarak belirlenmişti. 22 Mart’ta patlak veren Vendöme alanı olaylarından dolayı da seçim ancak 26 Mart’ta yapılabildi. 28 Mart’ta MK, Paris Belediye Sarayında görevi Komüne devretti.
[6] İki kısımlı parti teorisinin esasını da, tartışmadan geçiyoruz. Devrim öncesi döneme ilişkin bir model olarak esasen katıldığımız bu parti anlayışına yönelik eleştiri hakkımızı saklı tutuyoruz.
[8] Devrimden önce, herkes safını bir biçimde zaten belirlemiş durumda. Devrim sonrasında, Devrim (ve Partisi), kendisinin dışında olanları safdışı ettikten sonra, deyim yerindeyse, süreç sıfırlanır. Var olan durumda, iktidar partisinin dışında kalan kimse yok, süreç içinde ise, farklı düşünenlerin kendini farklı ifade etme olanağı yok. Böyle olunca, “herkes” partinin içindedir.
[10]Komünist Partisinin kendi hukuku içinde düzenli yürüyüp yürümemesi, sonucun üzerinde uzunluk ya da kısalık bakımından bir etki yapar. Oysa, biliniyor ki, KP, kendi hukukunu da tam olarak uygulamıyor, onyılları aşan zamanlarda iktidardaki bir partinin kongresini toplamamış olmasının hiçbir mazereti olamaz.
[11]Devrimler tarihsel olarak, işçi sınıflarının gelişkin olduğu ülkelerde gerçekleşmedi. İşçi sınıfının devrim yapma misyonu ve sosyalizmden birinci derecede çıkarı olan sınıf olma niteliği bir şeydir, devrimlerin proletaryası görece zayıf ülkelerde, “zayıf halkalar”da gerçekleşmesi başka bir şeydir.