Çetin Konuk
Terimler savaşı
“Küreselleşme/globalizm”, “tek kutuplu dünya”, “yeni dünya düzeni”… Bu kavramlar 1990’dan günümüze, dünya genelinde en sık kullanılan kavramların başında geliyor ve her biri sınırları çizilmeyen, neyi ifade ettiği belli olmayan aynı ya da benzer şeyleri anlatmak için kullanılıyor. “Globalizm” kavramının kullanımının bir diğer işlevi de, kavram kargaşası yaratarak, somut tarihsel gelişmeleri ve gerçekleri tersyüz etmektir. Bugüne kadar yaşanan onca şeye rağmen, bu kavramların içeriği tüm gerçekliğiyle hala anlaşılamamışsa, üzerinde çok çeşitli şekillerde yorumlar yapılıyorsa, burjuva ideologların ve izleyicilerinin başarılı olduklarını söyleyebiliriz.
“Globalizm” terimi, değişik şeylerin tek bir kategoride ifade edilmesi için kullanılmaktadır. Örneğin, iletişim teknolojisindeki gelişmeler, hava taşımacılığının yaygınlaşması, döviz spekülasyonları, sınır ötesi sermaye hareketlerinin artması, kitle tüketimi, global ısınma, genetik mühendisliği, çokuluslu şirketlerin güçlenmesi, yeni uluslararası işbölümü, emeğin uluslararası hareketi, ulus-devletin gücünün azalması, post-modernizm ya da post-fordizm gibi… Politik olarak ise, sözcüğün belirsizleştirilmesi ve hayalete dönüştürülmesi, onu, kendi başına yaşamı olan bir şey haline getirmekte, onu bir güç haline dönüştürmekte, insanın iradesi dışında, kaçınılmaz ve önünde durulamaz bir bağımsız varlığa sahip bir şeymiş gibi fetişe etmektedir. Sözcüğün kullanımındaki bu belirsizlik, politik sonuçlarında olduğu gibi, “globalizm” tartışmalarındaki diğer unsurları da bozmaktadır.
Dünyayı belirleyen temel ekonomik ilişkilerin bütünü emperyalizm ile ilgilidir. Ne var ki bunlar günümüzde “küreselleşme” terimi ile açıklanmaktadır. “Küreselleşme”, kavram olarak emperyalizmin yerine geçmiştir, ve bu terminolojik değişim, aynı olgulara iki farklı biçimde bakmak anlamına gelmektedir. “’Küreselleşme’ terminolojsini kullanan çözümlemeler emperyalizmi stratejik bir kavram olarak kulananlardan ayrılır.”[1] Marksizmin süregelen krizine bağlı olarak, post-Marksistlerin “küreselleşme” terminolojisini kullanmaları gerekçesini, bunun önüne geçilmez bir süreç olduğu, bunda “iyi yönler aramak” gerekliliğinde bulurken, ideolojik teslimiyeti pekiştirmektedir. “Yeni bir çığır açıldığını, yeni bir çığırın doğduğunu, kapitalist gelişme sürecindeki basit değişimlerden farklı büyük bir niteliksel sıçrayış yaşandığını söyleyen ‘sol entellektüellerin’ çoğunluğu şaşırtıcıdır. Bu ‘sol entellektüeller’, Marksist iktisatçılar veya post-modernist kültür teorisyenleri olabilirler; ve yeni çağa değişik isimler takabilirler. En yaygın olarak ‘küreselleşme’ çağı ya da ‘post-modernite’ süreci bazen de her ikisi”[2]
Has kapitalist güçlerin elinde ise bu terminoloji, kapitalizmin yenilmeyecek tek güç olduğu ve alternatifinin ise yalnızca yine kendisi olduğu şeklinde belirmektedir. Aslında ‘yeni dünya düzeni’, daha önce kullanılan bütün kavramları kapsayan bir formülasyondur.
“Globalizm”in yeni bir şey olmadığının, kapitalist ilişkilerin coğrafi olarak ve insan yaşamının her alanını etkileyen bir genişlemesi olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Ancak 1970’lerden beri kapitalist ilişkilerin gelişmesine ilişkin var olan iki farklı düzey (teknolojideki gelişmeler ve iktidar gücünün yoğunlaşmasındaki gelişmeler) sık sık globalizm başlığı altında bir araya getirilmektedir.
Değişen ne?
19 Eylül 1992 tarihli World Economy dergisi şu değerlendirmeyi yapar: “1980’lerde dünya ekonomisinde çok önemli bir değişiklik yaşandı. Bu dönemde ulusal mali piyasaların aralarındaki sınırların çoğu ortadan kalktı ve gerçekten global bir sermaye piyasası oluşmaya başladı.”[3] Derginin bahsettiği “global sermaye”, “küreselleşme” demagojisinin ekonomik temelidir. Emperyalistler “küreselleşme” demagojisi yaparken iki temel üzerinde hareket etmektedir: 1- Sermayenin kendi arasında birleşmesi ve tüm dünyayı bir ağ gibi sarması. 2- Bilim ve teknolojideki gelişmelere paralel olarak, iletişim alanında gelinen yer… Bu iki gelişme elbette, birçok başka gelişmeyi ve sonucu da yaratmaktadır. Burada önemle vurgulanması gereken yan şudur: Marksist bir bağlamdan hareket ettiği söylenebilecek araştırmacılara göre, emperyalist sermayenin birleşmesi ve dünya üzerinde hakimiyetini arttırmaya yönelik girişimleri, emperyalistler arası ilişkilerin II. Paylaşım Savaşı sonrası yeni bir biçim almasından başka bir şey değildir.
“Burada söz konusu olan kapitalizmin şu ya da bu evresi değil kapitalizmin hareket yasaları, onun değişim sürecine başlangıçtan itibaren sürekli hükmeden kuralların mantığıdır. Durum kapitalizmin 21. Yüzyıl eşiğinde, 19. Yüzyıl ortalarındakinin aynı olup olmaması değildir. Tam tersine durum kapitalizmin değişmesi, ama bu değişimin baştan beri anlaşılır bir ‘süreç mantığı’ ile yönlendirilmesidir. Hem küresel genişlemesinde hem de toplumsal koşulları alt-üst etmesinde kendisini gösteren süreç mantığı.”[4]
Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzenine ilişkin Korkut Boratav şu değerlendirmeyi yapar: “Dünya kapitalist sisteminde 1990’lı yıllarda emperyalizm kavramını işlevsiz kılacak boyutta gelişmeler, (…) Ticaretin, sermaye hareketlerinin ve finans sistemlerinin artan boyutlarda liberalleşmesinin gerçekten yeni dönüşümler olduğunu söylemek güçtür.”[5] Kapitalizmdeki gelişmeleri, merkez kapitalist ülkelerin etkinlikleri olarak tanımlayan Samir Amin ise gelişmelerin yarattığı etkenleri sosyal teoriyi de “sorgulayan” beş büyük tekel olarak belirler. Amin bunları şöyle sıralar: “1) Çağdaş merkezlerin teknoloji alanında sahip oldukları tekel, 2) Dünya ölçeğinde önemli finansman akımlarını denetleyen tekeller, 3) Gezegenin doğal kaynaklarına ulaşmayı sağlayan tekeller, 4) Kitle iletişimi ve medya alanında faaliyet gösteren tekeller, 5) ve nihayet kitle imha silahları alanında faaliyet gösteren tekeller.”[6] Bütün bu tekeller “küreselleşen” değer yasasına işlerlikler kazandırmaktadır. Bu değer yasaları sosyal ve politik çerçeveden kopartılmış “saf ekonomik” rasyonaliteden çok, tekellerin koşullandırmalarının yoğunlaşmış göstergeleridir.
“Küreselleşmiş” toplum
“Sosyalizm öldü”, “ideolojiler bitti”, “tarih bitti”, “kapitalizm sonsuzluğunu kanıtladı”… Emperyalistler artık istedikleri “Yeni Dünya Düzeni”ni kurabilirlerdi. “Herkes bu düzene uymalı, üzerine düşen görevleri yerine getirmeliydi”. Uymayanlar ise bir şekilde uydurulacaktı. ABD Dışişleri Bakanı James Baker YDD’nin ilan edildiği dönemde; “Birleşik Devletlerin önderliğinin güvenlik ve politik alanlarda sınırlılığına inanmıyorum. Bu önderliğin ekonomik alana da yayılması gerektiğini düşünüyorum” diyordu.[7]
“Amerikan gazeteciliği”nin dekanı” olarak nitelenen Lippmann’ın bu konudaki temel düşünceyi berrak bir şekilde açıkladığı ifade edilir: ‘Suskun bir sürünün homurtusundan ve tepinmesinden özgür yaşayabilmemiz’ için… ‘Halk layık olduğu yere koyulmalıdır.’ Sürüye zorla boyun eğdirilmezse, o zaman düşünceleri etkili bir şekilde denetlenmelidir.”[8]
Lippmann, “Bir demokraside iki siyasi rolü ayırt eder. Birincisi bilgi ve anlayışa ulaşmış ‘sorumlu insanlara’, ‘içerdekiler’e, ‘uzman sınıf’a verilen roller vardır.” Bunlar, “Sağlam bir kamuoyu oluşturmaktan sorumludurlar.” “Başlatırlar, yürütürler ve hallederler.” Ve bu iş bitiriciler “cahil, işgüzar dışardakilerden”, “ehliyetsiz halktan korunmalıdırlar.”
Lippmann’ın belirttiği ikinci rol ise, kamunun yani onun deyimiyle “ayak takımının”, sürünün görevidir. “Yargıda bulunmak” kamunun yararına değildir. Sadece gücünü, şu ya da bu sorumlu insanlar grubunun emrine vermek onun yararınadır.” “Homurdayan ve tepinen şaşkın sürülerin ‘kendi işleri’ vardır.’ ‘Eylemin meraklı izleyicileri olma, katılımcıları değil, katılım ‘sorumlu adamın’ işidir.”
Bu yaklaşımda, eğitimli uzmanlar, bizim adımıza, bizim için “globalizm” adına bir “gelecek” kuruyorlar. “Dünyanın efendileri”, “Yeni Dünya Düzeni”ni, Churchill’in ağzından şöyle ifade ediyorlar: “Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için hiçbir şey beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünyanın yönetimi aç insanların eline geçerse tehlike her zaman kapımızda olur. Oysa hiçbirimizin daha fazlasının peşinden koşmak için bir nedeni yok… Gücümüz bizi ötekilerin üstüne yerleştirdi. Kendi malikanesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz.”[9]
Ulus-devletler
“Neo-liberalizm”in en büyük iddialarından birini, günümüz koşullarında klasik anlamda bir bağımlılık/bağımsızlık olgusunun söz konusu olmadığı, bunun yerini “karşılıklı bağımlılık” ilişkisinin aldığı oluşturmuştur. “Neo-liberalizm”e göre, “global” olarak ulusal ekonomiler birbirleriyle ayrılmaz bağlar içindedir ve bu bağlar “3. dünya ülkeleri”nin “metropollere” bağımlılığı yanında, “metropoller”in “3. dünya ülkelerine” bağımlılığını da getirmiştir. Bu “karşılıklı bağımlılık”, “3. dünya ülkeleri”nin “metropoller”e sanayi malları ihracını artırarak, “metropoller”deki sanayilerle rekabet edebilme koşullarını da yaratmıştır. Üretim için gerekli girdilerin bir kısmının dış ülkelerden gelmesi, bu tür sanayilerin dışa bağımlılığını kaçınılmaz kıldığı gibi (uluslararası işbölümünün bir sonucu olarak), ürünlerin “metropol” ülkelere satılma zorunluluğu, aynı zamanda “metropol” ülkelerin bu ürünleri satın alma zorunluluğu ile birlikte gelişmiştir. Bu koşullarda, tekil ulusal ekonomilerin kendi başına yeterli olması ve gelişebilmesi olanaksızlaşmıştır.
“Globalleşme”nin ulus-devletlerin gücünü azalttığına ya da yok ettiğine ilişkin yapılan atıflar, gerek kavramsal gerekse dilsel açıklığa ihtiyaç göstermektedir.
Ulus-devlete ilişkin rüzgarlar ulusal harekette de etkisini göstermiştir: “Ayrılmak, ayrı devlet kurmak, emperyalist sistemden gelen egemenlik yaklaşımına karşı cephe almak, bütünüyle sistem dışına çıkmak ve kendi kabuğuna çekilmek, ulusları geliştirmiyor, geliştirmedi de. Yüzyılın sonuna geldiğimiz bir süreçte, artık ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, çözüm yöntemi olarak esas alınmaması gereken, gelişme açısından yeterlilik arz etmeyen, ulusun bütün yönleriyle gelişimine denk düşmeyen bir yöntem olarak kalıyor. Nitekim bunu esas alan uluslar geri kaldılar. Şimdi bu devletler yıkılıyor. Bu tür bağımsızlık anlayışı, içinde bulunduğumuz dünyaya denk düşmüyor.”[10]
Öz olarak denilmektedir ki, “Globalleşen” dünyada anti-emperyalist bir ulus-devlet uzun süre ayakta kalamaz ve ülke içinde ekonomik gelişmeyi sağlayamaz. Dikte ettirilmeye çalışılan bu vargı, anti-emperyalist bir ekonomik kalkınma programının, ne denli “insani” olursa olsun, uygulanabilmesi için gerekli ekonomik kaynakları bulamayacağı iddiasıyla sona ermektedir. Böylece, politik anlamda “globalizmin” taşıdığı anlam; her türden anti-emperyalist ekonomi-politikalarının “kaynak sorunu” nedeniyle uygulanamayacağının söylenmesidir. Şu halde, Lenin’in “ulusal bağımsızlığın bozulması da özellikle yoğunlaşmaktadır”[11] tesbitinden kalkarak, “küreselleşme” ile birlikte, ulus-devlet gerçeği sona ermiş midir?
Kapitalist ölçekte bu kaynaklar, sabit ve döner sermaye olarak tanımlanır. Söz konusu olan tekil kapitalistin yatırımı olmadığından, ülkesel ölçekte bu sermayenin bulunması “ekonomik kaynak” olarak tanımlanmaktadır. Emperyalist sistem içinde ele alındığında bu “ekonomik kaynak”, yani yatırım ve üretim için gerekli sermaye, ülkenin emperyalist sistem içindeki yerine göre değişkenlikler gösterir.
Emperyalist-kapitalist ülkeler açısından, ekonomik gelişme için, öncelikle bir sermayenin varolması gereklidir. Bir başka deyişle, kapitalist üretimin başlayabilmesi için, kapitalistin öncelikle bir “ekonomik kaynak”, yani sermaye bulması şarttır. Bu yüzden, emperyalist-kapitalist ülkelerde kapitalizmin ilk ekonomik kaynakları ilkel sermaye birikimi olarak ortaya çıkar. Hiçbir şey yoktan var edilemeyeceğine göre, kapitalist üretim için ilk “ekonomik kaynak” bir yerden gelmiş olmak zorundadır. Bu ilk “ekonomik kaynak”, yani ilkel sermaye birikimi olmaksızın, kapitalist üretimden söz etmek olanaksızdır. Aksi halde, mevcut olan, yani birikmiş olan bir sermayenin nereye ve nasıl yatırılacağı sorusu ortaya çıkar ki, bu da “kaynağı nereden bulacaksın” sorusunu soran herhangi bir “neo-liberalizm” yanlısının demagojisi için hiçbir işe yaramayacaktır. Onların demagojisinin temeli, gerçekleştirilmek istenen amaç için mevcut olmayan bir “kaynak”ın nereden bulunulacağı sorusunda yatmaktadır. Dolayısıyla, emperyalist-kapitalist ülkelerin bugün ellerinde mevcut olan olağanüstü sermaye birikimi değil, başlangıçta mevcut olmayan sermayenin nasıl biriktirildiği sorusu yanıtlanmak zorundadır.
Emperyalist-kapitalist ülkelerin bugünkü olağanüstü sermaye birikimlerinin kökenini, Marx’ın Kapital’de ayrıntılı olarak anlattığı “ilkel birikim” oluşturur. Sermaye birikimi, milyonlarca insanın proleterleştirilerek, onların ürettiği artı-değere el konmasıyla sağlanabilmiştir. Sermayenin bundan sonraki birikim süreci, artı-değer üretimini artırma ve artı-değer oranını yükseltme süreci olarak işlemeye başlamıştır.
Ancak, kapitalist sermayenin emperyalist-kapitalist ülkelerdeki olağanüstü birikimi, salt işçi sınıfının ürettiği artı-değere el konulmasıyla gerçekleşmemiştir. 19. yüzyılda Asya, Afrika ve Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesi ve buralardaki hammadde kaynaklarına el konulması, kapitalist ülkelerdeki sermaye birikiminin hızlanmasına ve boyutlarının büyümesine yol açmıştır. İngiliz kapitalizminin sermaye birikiminin en önemli halkalarından birisi Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi olmuştur. İngiliz tekstil sektörünün gelişimi, bir yandan Hindistan ve diğer sömürgelerden temin edilen ucuz hammaddelerle, diğer yandan bu ülkelerdeki dokuma tezgahlarının yok edilmesiyle birlikte olmuştur.
Eski kolonyalist sistem ve bugünkü emperyalizm arasında farklılıklar olduğunu belirten Ani Loomba, “modern dünyada, toprak işgali, maddi kaynaklara el konulması, emeğin sömürülmesi başka bir ulusun politik ve kültürel yapısına müdahale edilmesi olarak kolonizasyon ile küresel bir sistem olarak emperyalizm arasında bir ayrım yapabiliriz”[12] der. Farklılıklar içermesine rağmen günümüzde de emperyalizm “fiili işgallere” kadar varan yöntemleri uygulamaktan kaçınmamaktadır. Yine de kolonyal yöntemlerle emperyalizm arasındaki farklılıkları koymak durumundayız.
Diğer yandan emperyalizm döneminde, kolonyalist yöntemde sömürgelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının bu ülkelerden taşınması yolu ile değil, bağımlı ülkelere sermaye ihracı yolu ile kaynakların ülkesinde işlenerek dünya pazarına sürülmesi ve meta ihracının dünya pazarlarına bağımlı ülkeler üzerinden gerçekleşmesi sağlanmaktadır.
Bu ekonomik süreç sonunda emperyalist sömürüye tabi olan ülkelerdeki ulus-devletin durumunu, Zapatista Komutanı Marcos şöyle anlatır: “Küreselleşme sahneye çıktığında, devlet stiriptiz yapmaya başlar, gösterinin sonunda üzerinde yalnız çıplak zorunluluklar, yani baskı güçleri kalır. Maddi temeli tahrip olduğundan, egemenliği ve bağımsızlığı iptal edilmiş, politik sıfatı silinip kaybolmuş ulus devlet mega şirketlerin basit güvenlik birimleri haline gelir. Dünyanın yeni efendilerinin doğrudan yönetmeye ihtiyaçları yoktur. Ulusal hükümetler onlar adına işleri yoluna koyma görevini üstlenmiştir.”[13]
Kolonyalist yöntemlerden vazgeçen emperyalistler ulusal devletleri bağımlı kılarak kendilerinin söz konusu ülkedeki temsilcileri haline getirmektedirler.
Emperyalizm üzerine ilk teorik ayrılıklar
Lenin, emperyalizm teorisini, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı kitabında kapsamlı bir şekilde ortaya koyar. Kitabında, İngiliz burjuva iktisatçısı Hobson’un ve 2. Enternasyonal önderlerinden Hilferding’in elde ettiği verilere özel bir yer verir. Ancak Hobson’un 1902’de yazdığı Emperyalizm ve Hilferding’in 1910 yılında yazdığı Mali Sermaye adlı kitaplarının eleştirisini yapmayı da ihmal etmez.
Lenin, Marx’ın Kapital’de dile getirdiği temel tezlere dayanarak ve kapitalist ülkelerdeki ekonominin yeni olgularını genelleştirerek, emperyalizmi, kapitalizmin son aşaması ve proleter devriminin arefesi olarak tahlil eder. Kapitalizmin bu evresini, önceki rekabetçi kapitalizmden ayıran şeyin tekelleşme olduğunu gösterir. Emperyalizmin temel özelliklerini ve tekellerin egemenliğinin somut biçimlerini ayrıntılı olarak ele alan Lenin, emperyalizmi, aynı zamanda “asalak ve çürümüş kapitalizm”[14] olarak da tanımlar.
Lenin’in tanımıyla emperyalizm, kapitalizmin bir tarihsel aşamasıdır.: “(1) üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış, ve bu ‘mali-sermaye’ temeli üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”[15]
Hobson ve Hilferding
Emperyalizm sorunu, uluslararası sosyalist hareket tarafından ilk kez, II. Enternasyonal’in 1908’de gerçekleştirdiği kongrede gündeme gelmiştir. Uluslararası sosyalist hareket saflarında emperyalizm konusunda ilk ayrımın ortaya çıktığı bu kongrede Lenin, Rosa Luxemburg, Kautsky, Plehanov gibi dönemin Marksistleri bir grup oluşturarak, emperyalizme, emperyalizmin sömürgelerdeki eylemlerine karşı çıktılar. Marksist grubun karşısında yer alanlar ise, emperyalizmi “uygarlık taşıyıcı”sı olarak niteleyip onayladılar.
Bu ayrılığın ardından I. Paylaşım Savaşı geldi çattı ve Marksist grup, bir bütün olarak emperyalizme tavır almayı, soyut tartışma platformundan somut eylem platformuna taşıyamadığı için, yeniden bölündü. Aralarında Lenin’in de olduğu ve sonradan III. Enternasyonal’i oluşturacak olan grup, daha düne kadar birlikte oldukları insanların emperyalist savaşı desteklemelerini hayret ve öfkeyle karşıladılar. Lenin, ‘kendi’ hükümetlerinin yanında saf tutan bu kişileri tereddütsüz, “sosyal-şoven” ve “sosyal emperyalist” olarak suçladı.[16]
I. Paylaşım Savaşının en şiddetli döneminde kendi emperyalizm teorisini oluştururken Lenin, aynı zamanda çarpık emperyalizm teorilerinin sahiplerini de teşhir eder. Lenin’in üzerinde durduğu teorisyenlerin başta geleni II. Enternasyonal önderlerinden Kautsky olmakla birlikte, o, Hobson’dan Hilferding’e kadar ve hatta Rosa Luxemburg’a kadar pek çok kişiyle de polemikler yürütür. Örneğin Hobson’un “inter-emperyalizm” teorisini, İngiliz papaz takımının hilekar bir yutturmacası sayar. Çünkü bu teoriyi Hobson şöyle formüle etmiştir: “Her biri bir dizi uygarlaşmamış ve bağımlı ülkeye sahip birkaç büyük federal imparatorluk temeline yerleşmiş olan Hıristiyanlık, çok kişiye, çağdaş eğilimlerin en mantıksal gelişimi olarak, İnter-emperyalizmin sağlam bir temel üzerine kurulacak sürekli bir barış umudunu en çok taşıyan bir gelişim gibi görünmüştür.”[17]
Hobson, bu teoriyle yığınları aldatmayı, onları sahte umutlar peşinde koşturmayı amaçlar. İnter-emperyalizmin pek o denli kötü olmadığını, sürekli bir barışı sağlamaya elverişli olduğunu propaganda eder.
Hobson, emperyalist ülkelerin dünyayı “barışçı” yoldan bölüşmek için, aralarında “birlik” kurmalarının (yani İnter-emperyalizme yönelmelerinin) gerçek nedenlerini görmemezlikten gelir. Oysa Lenin, “İnter-emperyalist birlikler” için, “kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerin ‘mütarekeleri’ olmaktan başka anlam taşımamaktadır”lar, der.[18] Çünkü ona göre bu ittifaklar savaşları hazırlar ve savaşlardan doğarlar. Gerçi Hobson, emperyalistlerin dünyayı ‘barışçıl’ yollardan bölüşmelerine onay verir ancak, dönemin bütün burjuva yazarları gibi, emperyalizmin savaşçılığının kaçınılmazlığını reddeder. Onun tercihi, serbest piyasa ve demokrasidir, yani Lenin’in deyimiyle, “barış” için masum dileklerde bulunmaktır.
Hobson’un serbest rekabetçi kapitalizme dönüş çağrılarına Hilferding; “Daha ilerlemiş olan kapitalist politikanın karşısına, günü geçmiş serbest döneminin politikasını ya da devlet düşmanlığını çıkarmak, proletaryanın işi değildir” diye karşı çıkar. Çünkü ona göre, emperyalizme proletaryanın vereceği karşılık serbest ticaret değil, sosyalizm olmalıdır. Ancak Hilferding’in sosyalizm anlayışı, II. Enternasyonal’in bilinen oportünist anlayışından öte bir şey değildir: “Kapitalizmin barışçıl yoldan sosyalizme intibak” etmesinin savunulmasıdır.
Hilferding’in, esas olarak emperyalizm üzerine söyledikleri dikkat çekicidir. Üretimin ve sermayenin genişleyen yoğunlaşmasının tekellere yol açtığını ve açmakta olduğunu kabul etmez Hilferding. Ona göre, kapitalizmin içine girdiği aşama, “finans kapital” (Mali sermaye) aşamasıdır ki, bu da bankaların çekip çevirdiği sanayicilerin kullandığı sermayeden oluşur. Bu anlayışın temelinde, kapitalizmin bu aşamasına ilişkin tekellerin tayin edici rolünü ve onun tüm çelişkilerinin keskinleşmesini gizlemek yatar. Daha açık bir ifade ile emperyalizmin en önemli özelliklerini; kapitalizmin asalaklığını ve çürümüşlüğünü, dünyanın paylaşılmışlığını ve onun yeniden paylaşılması için, zorunlu olan mücadeleyi yadsımak gerekir.
Hilferding, burjuva iktisatçılara dayanarak, tekellerin faaliyeti yoluyla rekabetin, üretim anarşisinin ve bunalımının kaybolduğunu ve planlı, bilinçli bir örgütlenmenin egemen olmaya başladığını iddia etti. “Örgütlü kapitalizm” çağının tröstlerin, kartellerin yönlendiriciliğinde barışçıl bir şekilde, “planlı sosyalist ekonomiye” evrileceğini öne sürdü. Ancak bunun için işçi sınıfının tekelcilere ve bankerlere ekonomiyi yürütmelerinde yardımcı olması, herhangi bir mücadeleye girmemesi gerektiğini vazetti. Kısacası Hilferding, devrim olmaksızın “Mali sermaye” çağında tedricen sosyalizme geçilebileceği propagandası yaptı. Onun bu “örgütlü kapitalizm” anlayışı, Lenin’in deyimiyle, “Tekelci kapitalizmin keskinleşen çelişkilerini gizlemekten”, işçi sınıfının bilincini zehirlemekten başka bir anlam ifade etmemekteydi. Emperyalist savaşın kaçınılmazlığını reddeden, gündeme gelince de sosyal-pasifist çizgi izleyen Hilferding, yaşamını Nazi kamplarında yitirse de, Alman emperyalizminin hükümetlerinde görev almaktan kaçınmamıştır.
Hilferding’in anlayışı kapitalizmin sosyalizme evrileceği şeklindeki bir ekonomizmi içeriyordu, Rosa Luxemburg’un bu dönemdeki bakışı da, onun zıddı bir noktaya işaret ediyordu. Sermaye Birikimi adlı yapıtında emperyalizmin genel bir tablosunu çizen R. Luxemburg; kapitalizmin ekonomik genişlemesinin söz konusu olmadığını, aksine bu genişlemenin durduğunu ve bundan dolayı da kapitalizmin ister istemez birden çökeceğini, ileri sürüyordu. Çürüyen kapitalizmden anladığı, kendi kendine yok olup gidecek bir kapitalizmdi.
Lenin, başta R. Luxemburg olmak üzere aynı görüşleri savunan Spartakistler’in yanılgılarını, çeşitli yazılarında ele alır. Özellikle, “Junios Broşürü Üzerine” ve “Emperyalist Ekonomizm ve Marksizmin Bir Karikatürü” başlığını taşıyan yazıları, sadece bu “çöküş teorisi”ni değil, aynı zamanda bu teoriyle şöyle ya da böyle bağlantılı diğer yanlış görüşleri (Ulusal soruna ve ulusal kurtuluş savaşlarına bakış, proletarya partisinin görevleri vb.) de mahkum eder.
Kautsky ve ultra-emperyalizm
Kautsky, emperyalizmin “yalnızca bir dış siyaset sistemi” (yani ilhak) olduğunu ve kapitalizmin gelişmesinde belli bir ekonomik aşamayı ya da erişilen düzeyi emperyalizm diye tanımlamanın yanlış olduğunu ilan ederken Lenin buna karşı çıkarak, emperyalizm “sözcüğü”nün bu anlamda ya da başka bir anlamda kullanılmasının yasaklanamayacağını, ama bir tartışma yürütmek isteniyorsa, terimleri doğruca tanımlamak gerektiğini belirtir.
Emperyalizmin tanımlanması konusunda Lenin’in en şiddetli mücadeleyi yürüttüğü kişi Kautsky olmuştur. Kautsky, emperyalistler arasında savaş çıkmayacağını ilan eden bir yazı yayımladıktan iki hafta sonra I. Paylaşım Savaşı başlamıştı. Yalnız sorun, sadece bu konuda yanılmak da değildi, savaş için söylediklerini dayandırdığı emperyalizm teorisinin yanlış kurulmasıydı. Kautsky, şöyle tanımlıyordu emperyalizmi: “Emperyalizm, büyük ölçüde gelişmiş sınai kapitalizmin ürünüdür. Onu, sanayileşmiş her kapitalist ulusun gittikçe daha geniş tarım bölgelerini, bu bölgelerde hangi uluslar oturursa otursun, ilhak etmek ya da egemenliği altına almak olarak da tanımlayabiliriz.”[19]
Lenin, bu emperyalizm tanımını birçok açıdan mahkum eder, tanımda öncelikle, kapitalizmin bu yeni aşamasına ilişkin yapısal bir özellik bulamaz. Sanayi kapitalizmi var; bu, “çok” gelişiyor, o zaman tarım bölgelerini ilhak etme gereğini duyuyor ve böylece emperyalizm oluyor… Demek ki emperyalizm, sanayi sermayesinin nicelik artışından başka bir şey değil. Oysa Lenin, sorunun yapısal özelliklerini vurgularken, sermaye ihracı gibi belirleyici, niteliksel dönüşümler üzerinde durur.
İkinci olarak Kautsky, ilhaklar sorununa önemsiz bir konu olarak bakar ve burjuvazinin siyaseten bundan vazgeçebileceğini söyler. Lenin bu görüşü şöyle özetler: “Asıl olan şu ki; Kautsky, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakta; ilhakların mali sermaye’ce ‘tercih edilmiş’ bir politika olduğunu ileri sürmekte; ve bu politikanın karşısına, güya mümkün olan ve gene mali sermaye temeline dayanan başka bir burjuva politikası çıkarmaktadır. Bundan da ekonomi için, fetih politikası gütmeyebilen bir politika tarzıyla bağdaşabileceği sonucuna gitmektedir.”[20]
Emperyalistler arası rekabetin her şeyi belirlediği o günün teknolojik koşullarında ve politik biçimlenişinde, geri bıraktırılmış ülkeleri ilhaksız sömürmek pazar ve hammadde kapatmak mümkün değildi. Bu anlamda ilhak politikası, Kautsky’nin ileri sürdüğü gibi bir “tercih” değil, bir zorunluluktu. Kautsky’nin bunu görmemesi “ekonomi dışı zor”a başvurma ilkesini mutlaklaştırmasından ötürüdür. Açıkçası o, emperyalistlerin ilhakçı bir siyaset gütmeden de sömürülerini sürdürebileceklerini önermektedir.
Kautsky ekonomiye yön veren tekellerin, siyasette tekelci olmayan, şiddete başvurmayan, ilhakçı olmayan yöntemlere başvurabileceğini önermesiyle nereye varmak istiyordu? Bilindiği gibi Kautsky savaş öncesi dönemde emperyalizmi “çok gelişen sanayi kapitalizminin bir ürünü” saymaktaydı. Bu niceliksel ilerleme anlayışı onu I. Paylaşım Savaşında ultra-emperyalizm görüşüne kadar götürür. Şöyle der: “Salt ekonomik açıdan kapitalizmin, kartellerce izlenen politikanın alanına taşıyacağı yeni bir evre, bir ultra-emperyalizm evresi olanaksız değildir.”[21]
Kautsky’ye göre ultra-emperyalizm -diğer bir deyimle “süper emperyalizm”-, emperyalist ülkelerin kendi aralarında yapacakları anlaşmalarla savaşları ortadan kaldırabilecekleri ve örgütlü bir dünya ekonomisi yaratabilecekleri bir aşamadır. Kautsky’nın, gelişmenin evrensel bir tekele, tek bir dünya tekeline yönlendiğini, daha doğrusu bütün dünya mülkiyetinin tek bir tekelde toplanacağını ileri sürmesi elbette amaçsız değildi. Onun amacı çok açık bir şekilde, kapitalizmin barışçıl ve bunalımsız bir gelişme gösterebileceği hayalini yayarak emperyalizmi şirin göstermek, işçi sınıfını silahsızlandırarak burjuvaziyi güçlendirmekti. O, bunu, sosyalizme giden bir süreç olarak göstermiştir: Üretim son kerteye kadar toplumsallaşacak, mülkiyetin bireyselliği ile çelişkisi aşırı ölçüde artacak ve sonunda “Gordiyon’un düğümü” gibi bir darbede halledilip sosyalizme geçilecektir.
Kautsky, kapitalizmin düz bir çizgi halinde, neredeyse mantığı önceden çizilmiş bir nihai hedefe doğru ilerlemiş olduğunu düşünür. Onun kafasındaki bu soyut model (ultra-emperyalizm), tek başına tarihi yanlış anlamasının bir ürünü değildir. Böyle olmadığını, yani Kautsky’nin gerçek niyetini, I. Paylaşım Savaşı bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Çünkü Kautsky, savaşta sosyal-şovenizmin temel tutumunu izlemiş, “kendi ülke burjuvazisi”nin yanında saf tutmuştur. “Barış getirici emperyalizm” teorisinin sahibini, Lenin işte bundan dolayı “dönek” olarak mahkum etmiştir.
[1] Korkut Boratav, “Emperyalizmin Küreselleşmesi”, Derleyen: Ahmet Tonak, Küreselleşme, İmge Yay., Ankara 2000, s. 22
[2] Elen Meiksins Wood, “Küreselleşme Post-Modernite”, Derleyen: Fikret Başkaya, Küreselleşme mi, Emperyalizm mi?, Ütopya Yay., s. 74
[3] World Economy‘den aktaran: Dünya Gazetesi, 22 Şubat 1999
[4] Wood, a.g.e., s. 71
[5] Boratav, a.g.e., s. 28
[6] Samir Amin, Değişim Halindeki Dünya Sistemi, Çev.: Fikret Başkaya, Özgür Üniversiye Defterleri , Ankara 2000, s. 42-44
[7] International Herald Tribune’den aktaran: Radikal Gazetesi, 21 Mart 1999
[8] Walter Lippmann’dan aktaran: Noam Chomsky, Düşük Yoğunluklu Demokrasi, Çev.: Ahmet Fethi, Alan Yay., 2. Baskı, İstanbul 1995, s. 101
[9] W. Churchill’den aktaran: Noam Chomsky, Dünya Düzeni: Eskisi Yenisi, Çev.: A. Çakıroğlu, T. Birkan, Metis Yayınları, s. 14
[10] Serxwebun, Ağustos 1999, Sayı: 212
[11] Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Çev.: Cemal Süreya, Sol Yayınları, Ankara 1989, s. 146
[12] Ania Loomba, Kolonyalizm, Post Kolonyalizm, Çev.: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay.,İstanbul 2001, s. 24
[13] Komutan Marcos’tan aktaran: Z. Bauman, Küreselleşme, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., s. 77
[14] Lenin, Emperyalizm, a.g.e., s. 150
[15] Bkz.: A.g.e., s. 107-108
[16] Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev.: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara 1989, s. 166
[17] Lenin, Emperyalizm, a.g.e., s. 142
[18] Aktaran: A.g.e., s. 142-143
[19] Aktaran: A.g.e., s. 109
[20] A.g.e., s. 112
[21] Aktaran: A.g.e., s. 113