Ergenekon

Ergenekon:

‘Devlet-İslam-Kürt’ Versus ‘Devlet-Türk-Kürt’

 

Metin Kayaoğlu

Devlet “Ergenekon”a karşı

Bugün “Ergenekon operasyonu”, derindeki ya da yüzeydeki devlete karşı değil, bilakis derindeki ve yüzeydeki devlet eliyle yürütülüyor. Bu operasyon elbette devlet içine uzanıyor ve bu esnada, devletlunun, kendini bu “personel”den yeterince ayrıştıramamış bir ve ağırlıklı kanadı olan TSK’nın ve öteki kurumların pozisyonunu sınırlıyor. TSK’nın şimdiki hakim eğilimi bu operasyona onay vermektedir. Elbette kendine kalsa bu şekilde yapmazdı. Sonuç itibarıyla, kurumsal devlet tarafından yürütülen bir işlemden bahsediyoruz. AKP’ye kapatma davası açan ve bu partiyi, “laikliğe karşı bir odak olduğu”nu saptayarak kapatmamayı tercih eden de bu devlet… Ergenekon operasyonuna, “hükümet” tarafından “iktidar”a karşı yürütülüyor olsaydı gerçekten, yani devlet kurumu dışından ve oraya yürüyen bir tazyikten bahsedebilecek olsaydık, burjuva anlamda bile “demokratik” bir yön atfedilebilirdi. Fakat, tanımı gereği, devletin kendisi tarafından yürütülen bir işlemin demokratik olmasa bile bu yönde potansiyeller barındırması ihtimali bulunmuyor.

Bu anlamda, Ergenekon operasyonunda tutuklananlar, –yakındıkları gibi– hakikaten devletin mağdurudur. Devletlerinden böyle bir karşılık beklememiş, o yüzden gafil avlanmışlardır. (Gafil avlansa da çözülmeyen Doğu Perinçek müstesna!)

Operasyonun bir “soğuk barış” ortamında yapıldığı anlaşılıyor. Bir taraf, rızasını aldığı öteki tarafın birtakım uzamış, yozlaşmış, teamül dışına çıkmış, ele güne karşı savunamayacağı saçaklarını buduyor. TSK’da temsil olunan öteki taraf, bu işlemi doğal olarak huzursuz bir tevekkülle izliyor, ve kendine çekidüzen verme ihtiyacı duyuyor.

TC Devleti, basit bir kurum olmadığını, karmaşık bir yapılanma olduğunu bu olaylar nezdinde bir kez daha ortaya koydu. Aynı sebeple, bu süreç “demokratik” yollara sapmayacak ve kontrollü bir şekilde sonucuna ulaşacaktır.

“Fırat’ın doğusu”

Ergenekon operasyonunun en azından liberal demokratik bir boyut kazanmasının yegane koşulu, Kürdistan’daki sağır sultanın bildiği eylem ve işlemlerden dolayı yargılamaların göstermelik olmaksızın yapılmasıdır. Böyle bir ihtimal var mı? Türkiye’nin şu koşullarında ve yapısal güçler konumlanmasından dolayı böyle bir ihtimal yok. TRT Şeş gibi birtakım gerici reformlar yapılıyor, belki bunu başkaları da izleyecek. Fakat gerici niteliği çok açık olan bu gelişmelerin, tarihsel ilerleme anlamına gelse de, politik bakımdan hiçbir ilerici boyutu olmadığı, bilakis karşı-devrimci bir niteliğe sahip olduğu savunulmalıdır.

Türkiye’de sözün tam karşılığıyla, gerici bir ilerleme olduğundan söz edilebilir. Bu, gayet nesnel bir süreç olarak algılanmalıdır.

Ergenekon operasyonunun, kirli savaşın failleri bu suçlarından dolayı yargılanmadıkça, demokratik bir muhteva kazanması söz konusu olamaz.

ABD icazeti ve Türk ulusal dinamiği

Bu operasyonun, ABD’nin onayı ve gözetiminde yürüdüğü kesin olsa gerektir. Bunun gözden kaçırılamaz belirtileri var.

Öte yandan, “Ergenekoncular”ın ABD’ye karşı bir söyleme sahip olduğunu da görmezden gelmemek, ABD’ye karşı tepkilerini en azından bir yönüyle ciddiye almak gerekmektedir.

Ancak, bugün Türkiye’de, ülkesel ölçeğe ulaşmış hukuki ya da politik aktörlerin hiçbirinin ABD’nin karşısında olmayı göze alamayacağı da kesindir. (Buna, Ergenekon davasının pek ulusalcı lanse edilen yüksek rütbeli sanıkları da dahildir.) Bu aktörlerin “büyük müttefik”le ilişkilerinde elbette farklı tarz ve yordamları olacaktır. TSK ve öteki devlet kurumları ile AKP ve Fethullah Gülen Hareketinin ABD’yle bağımlılık ilişkileri bakımından farklı talep ve yönelimleri var, ama yapısal ayrımlar taşıdığını sanmak büyük bir yanılgı olacaktır.

Ancak Ergenekon operasyonunun sanıkları nezdinde bir fark bulunmaktadır, ve operasyonun gerekçeleri arasında bu farkı da saymak gerekmelidir. Ergenekon operasyonunun mağdurlarının bir tür “Türk ulusalcısı” nitelik taşıdığı görülüyor. Çok önemli mevkilerde bulunmuş sanıkların, ülkenin “Avrasya bloku”na katılmasını söylemiş olması yabana atılamaz.

ABD, Ergenekon operasyonuna başka nedenler yanı sıra bunlardan dolayı cevaz verdi ve Genelkurmay bu emperyalist ülkeye ayak diremeleri dizginlemede inisiyatifsiz kaldığı için devreye girme zorunluluğu duydu. Muhtemelen, operasyonun şekil ve yöntemiyle, TSK’nın egemenleri, ABD’yle yeni tarz egemenlik ilişkisine direnmeye çalışmalarından ve kendi içlerindeki başıbozuklukları dizginlemede gösterdikleri basiretsizlikten ötürü cezalandırılmak istenmektedir.

Tüm bunlara rağmen, devrimci politik duruşun kendini, karşı karşıya geldiği momentlerde, eğer bunlar arasında bir ayrım varsa, ABD’ci olana karşı değil asıl olarak devletlu olana karşı konumlandırması esastır. Zira, ABD’ye karşı olmaktan devlete karşı olmaya giden bir yol pratik dışında yoktur, ama devlete karşı olmanın ABD karşıtlığına götüren kestirme bir yolu bulunabilir. Kaldı ki, kurumsal sonuçları ve etkileri itibarıyla, bu ülkede sahici, sözcüğün gerçek karşılığıyla, yani kurumsal Amerikancılar, yeni bir ilişkilenmeyi egemen kılmaya heves edenler değil bizzat onlarca yıl boyunca rejimin subaşlarında bulunanlardır.

Ergenekon operasyonu, dava süreci henüz olgunlaşmamışken bile, ABD kontrolü dışına çıkmış başıbozuk unsurları bastırma anlamında, politik hedefine ulaşmış ve tasfiyeyi gerçekleştirmiştir. Bunda başarının AKP Hükümetinde olduğu sanılmamalıdır; TSK –başıbozukluktan kendini arındırarak– kurumsal kimliğini konuşturmuştur nihayet.

Emperyalizme karşı mücadele sorunu

İlk kuşak devrimcilerin, her zaman anlayışta olmasa da pratikte çözdüğü bir mesele, bugün “güncellenmiş” bulunuyor.

71 devrimcilerine göre, devrimin “ulusal” yanı tali, “demokratik” yanı birincildi. Çünkü ülke emperyalizmle ilişkiler bakımından bir sömürge değil yarı-sömürgeydi, veya bağımlı bir nitelik arz ediyordu. “Ulusal” yan ancak bir işgal ya da yakın işgal tehlikesi koşullarında öncelik kazanırdı. Bunun dışındaki zamanlarda mücadele mızrağının sivri ucu her zaman içerideki devlet iktidarına karşı yöneltilmeliydi. İlk kuşak devrimcilerin pratikte gayet açıklıkla “çözdüğü” bu mesele, 1990’ların ortalarından itibaren yeniden çözülmeyi bekleyenler mertebesine yükseldi. “Kahrolsun ABD emperyalizmi” ve “Tam bağımsız (demokratik) Türkiye” sloganları tekrar duyulur olmaya başladı. Bu sloganlar, ilk kuşak –ve izleyicisi– devrimcilerin ağzında henüz bir başlangıcın anlaşılabilirliğini taşıyordu. Ama artık herhangi bir “masumiyeti” kalmamıştır ve haksız Kürt savaşını sürdürmenin ve ‘kurumsal Kemalizm’i ihya etmenin karşılığı, yedeği ya da yanalı olarak işlevlenmektedir.

Koca bir tarih göz önüne alındığında, sol hareketin öncelikli görevinin emperyalizme –ve onun işbirlikçisi AKP iktidarına– karşı mücadele olduğu ifadesi hiç de masum değildir. Bu sloganın devlet aygıtına karşı mücadeleyi, es geçmese de, emperyalizme karşı mücadelenin sonrasına bıraktığı gayet açık değil mi? Öte yandan, devasa varlığıyla devlet aygıtı dururken, emperyalizme düşmanlığın devrimciliğin baş şartı olduğunu kim söylüyor?

Ergenekonculara ABD’ye karşı ya da mesafeli olmak bir türlü yakıştırılamıyor; sanki, karşılarında durmak için illa ABD’ci olmaları gerekiyor? Oysa, Ergenekoncular arasında ABD karşıtı en azından bir damar var. Peki, bu olaya nasıl yaklaşacağız? İşçi Partisi’ni bir yana bırakalım, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapmış emekli orgeneral Tuncer Kılınç’ın görev başındayken ve en son gözaltından serbest bırakıldıktan sonra söylediği sözler yenilir yutulur nitelikte değildi. Devlet terbiyesinden geçmiş birinin, açıkça NATO’dan çıkılması gerektiğini söylemesi arızi kabul edilemez. Eski bir genelkurmay başkanının, kendisiyle, Güney Kürdistan operasyonu ve Kardak krizindeki tutumundan dolayı uğraşıldığını söylemesi karşılığı olmayan şeyler değil.

Üstelik, bu figürlerin hiçbiri görev başındayken ABD’ye karşı istikrarlı ve kararlı bir tutum sergilemiş değildir. Türk Ordusu, kurumsal kimlik olarak 1945’den bu yana ABD’yle ilişkilerini yapısal sarsıntıya uğratmadan sürdürmüştür. 1950’de Kore’ye asker gönderilmesinden başlayarak, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 süreçlerinin tamamen ABD gözetim ve oluruyla yapılmış işlem ve eylemler olduğu tarihe malolmuştur. Öte yandan, ABD’cilikte şampiyon kabul edilen ve bu yönü hiç sorgulanmayan DP hükümetlerinin başbakanı Adnan Menderes’in 1950’lerin son yıllarında Sovyetler Birliği’ne yönelmesinin ve ABD’ye bağlılığına atfen “Morrison Süleyman” lakabıyla çağrılan AP’li başbakan Demirel’in 1960’ların son yıllarında Sovyetler Birliği’yle ortak sanayi yatırımlarına gitmesinin ABD’yi ne kadar rahatsız ettiğinin enformasyonu ancak uzun yıllar sonra ortaya sürülüyor. Yani Amerikancılık ya da “ulusalcılık” konusunda Türkiye’de sivillerle askeriyenin ya da “ilerici Kemalistler”le “gerici dinciler”in arasında herhangi bir “işbölümü” bulunmuyor, ve bu mesele, yalınkat politik algılara konu edilecek bir nitelik de arz etmiyor. Ancak, ne olursa olsun, TSK’nın ya da sivil kurumların, ABD’nin emir-komuta zincirinde olmadığı da kabul edilmeli ve aralarında bazı pürüzlerin olabileceği öngörülmelidir. TSK, en kötü konumda olduğu 1950’lerde bile ABD’nin ordusu değildi ve Türkiye, aynı kategoriden sayılabilecek başka her ülke gibi kendi özgüllüklerini kendi varlığında yeniden üretebilmektedir. İsmet İnönü’nün “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır” sözünün muhatabı elbette ABD’ydi. Haşhaş ekiminin serbest bırakılması karşısında tepki duyan, Kıbrıs savaş ve işgalini ambargoyla yanıtlayan da ABD’ydi. Kürt savaşı sırasında, TSK’yla ABD arasında birtakım sorunlar yaşandığı da bir gerçektir. Ünlü “1 Mart (2003) tezkeresi”, sırf TSK kefil olmadığı için geçmemiştir Meclis’ten (safdil solcuların kendilerini merkeze koyan tarih yazımına rağmen). ABD’nin bu gelişmeleri not etmemesi düşünülemezdi. Bu faktörlerin hiçbiri, ABD’yle arası bozulana doğrultulmuş silahların namlusunun başka yere yönelmesini gerektirmez.

Darfur’da kirli savaş yürüten Sudan devlet başkanı El Beşir’i, Zimbabve devlet başkanı Mugabe’yi hatırlatmalıyız. Ya da daha yakın coğrafyalardan örnekleri… ABD işgalinden önceki yıllarda Saddam Hüseyin’i, şimdiki İran’da Ahmedinecad iktidarını örnek verebiliriz. Bu ülkelerdeki devrimcilerin, iktidardaki halk düşmanlarının Batılı emperyalistlerle ve başta ABD’yle sorunu olduğu için, mücadeleyi tatil mi etmeleri gerekiyor? (Güney Amerika’daki örnekler, başta Chavez olmak üzere, başka bir kategoridedir.)

Gerici Türk ulusalcılığının yükselişi

İlk pratik Türk milliyetçiliğinin 20. yüzyılın başlarında Makedonya’da ulusal kurtuluş savaşçılarıyla mücadele eden Osmanlı-Türk subayları arasında geliştiği anlatılır. Kabaca, bir ulusalcı hareket ulusalcı bir reaksiyon yaratmıştır. Ama ilki devrimciyken sonraki tam da adı üstünde reaksiyoner yani gericidir. Kurtuluş Savaşı bu yaratımın itilimiyle kotarılmıştır. Birinci Türk ulusalcılığı dalgası tarihsel burjuva devrimci yönleri olan Kurtuluş Savaşıyla taçlandı. Bu anlamda, arada gelişen yükselişler yanında, belki de ikinci büyük ulusalcılık hamlesi, Kürt dağlarında gerillalarla çarpışan Türk ordu mensupları arasında ortaya çıktı. Kemalizm, bu mücadele sırasında ve mücadelede –birinci büyük döneminde– galip gelmenin de etkisiyle yeniden üretildi ve yapılandırıldı. Buna birçoklarınca neo-Kemalizm denildi.

TSK’da alt kademelerden en üst kademelere varıncaya değin ortaya çıkan gerici nitelikteki yeni-ulusalcılık, sol hareketin Kürt Hareketi sayesinde önemli ölçüde törpülenmiş ve gömülmüş olan ilerlemeci / modernleşmeci anlayışlarının dirilmesine meydan verdi. Nasıl olsa, Kürt Hareketi de yenilmişti!

Sol hareketin önemli bir kesiminde, Kemalizmin ezilen ulusun hareketlerine karşı yürüttüğü argüman aynen benimsendi. Şeyh Sait isyanından Dersim isyanına, Menemen isyanından Demokrat Partinin gelişmesine kadar kritik olduğu kabul edilen her moment bir kez daha canlandırıldı. Bugün, solcu ağızlardan, ordunun devrimci dinamiğinden, “Cumhuriyetin kazanımları”nın korunmasından, “ülkenin bölünmesi”ne karşı uyanıklıktan söz edildiğini duyabiliyoruz. Bugün, bir devrimcinin Cumhuriyetin kazanımları üzerinden neyi kazanmayı hesaplayabileceği, ya da sınırları korumaktan neyi ve kimin kazancını korumayı düşündüğü yanıtı zor bir soru değildir. Dönüştürmeye gücümüzün yetmediği hakikatlerin varlığını teslim etmek başka, onları savunmak ve onların neferi olmak bambaşkadır.

Peki, bu gelişmeler ortamında ilerici bir Türk ulusalcılığının gelişme olanağı hiç mi yoktur? Kendini Kürt Hareketi karşısında ifade ettiği sürece böyle bir ihtimalin zerresinin olmadığını söylemeliyiz.

Türk ulusalcılığının gösterdiği bir tepkiye bakılsın: “Son günlerde gelinen aşamaya bakınız: / Kuyular kazılıyor, kemikler, kafatasları çıkarılıyor, subaylar tutuklanıyor… / Asker ‘Terörle savaşıyorum’ derken meğer neler yapmış? / PKK’ye bağışlama, Apo’ya af gerek… / Asker kötü… / PKK cici… / Bu süreçte askerin sindirilmesi gerek…” (İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 27 Mart 2009)

Burada sıklıkla gündeme getirilen bir almaşık, Kurtuluş Savaşındaki Türk-Kürt ittifakı esprisidir. Ancak bu yaklaşımın temelden yalancı olduğu açıktır. Türk Kurtuluş Savaşında böyle bir ittifak gerçekleşmemiştir. Türk tarafının öznesi, Kürtlerin öznemsi varlıklarını başarıyla ve maharetle yedeğine almış, kullanmıştır. Bu “birlik” hiçbir şekilde ilerici veya örnek nitelik arz etmez. İkincisi ve daha canlı ve güncel olanı, bugün bir Kürt öznesi vardır. Ve bu özne, kolayca yenilir yutulur bir varlık değildir.

AKP’nin devlete hakimiyeti sorunu

Günümüzde AKP’nin devlet kurumlarına ve bürokrasiye egemen olması, sol hareketi hangi bakımlardan ilgilendirir? Sol hareket, bunu, peşin bir tehlike olarak mı görmelidir?

Bu, Cumhuriyetin ilanından beri sosyalist solun temel nitelikte bir sorunudur ve sırf bu yüzden, kritik momentlerde sol hareketin solcu niteliği erozyona uğramaktadır.

Türkiye’de Cumhuriyetin başından itibaren iki egemen klik arasında süren mücadeleyi, sol hareketin ana gövdesi her zaman bir tarafa ilişerek karşılamıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve Atatürk’ün ölümüne kadarki dönemde, varlığını TKP’de bulan sol hareket safını net bir şekilde Atatürk ve İnönü kanadı olarak belirlemiştir. TKP, 1920’lerin sonundaki birkaç yıllık istisna dışında, bayağı bir burjuva zihniyetin hakimiyetinde, Kemalist diktatörlüğün ülkenin ezilenlerine yönelik kanlı tasarruflarını bile alkışla karşılayabilmiştir. Öte yandan, 1945’den başlayarak 1951’e kadar, sol hareket, DP’nin adında simgelenen kliğin tarafında yer almıştır. Bu iki kısa ara dışında bütün Cumhuriyet tarihi, 1970’lerdeki devrimci sıcaklık atmosferinde zihinlere çekilerek, 1980’e kadar, sol hareketin, Cumhuriyetin egemen kliğinin yanında yer aldığı bir tarih olarak cereyan etmiştir. Sol hareketin anlayışına göre, Cumhuriyet ve onun ideolojisi Kemalizm, tarihsel ilerlemeyi temsil etmektedir ve sosyalist bir alternatif de ancak bu çizginin ilerlemesinden doğabilecektir. Cumhuriyet ve kazanımları, İslamcılık karşısında tehlikededir!

Bu, egemenlerin bir kesiminden kopamamış solculuğun ömrü yüzyıla ulaşmış korkusudur. Üstelik, burjuva güçlerin şu ya da bu kesiminin eteğine yapışmış veya eteğinden dökülen demokratlar her dönem var olageldi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri ardından, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle Demokrat Parti, 1960 ve 1970’lerde Adalet Partisi, 1980 ve 90’larda Anavatan Partisi ve nihayet son onyılda AKP’de varlığını bulan bir çizgiye karşı duran ve bu politik özneler şahsında Cumhuriyete karşı bir gerici reaksiyon görerek, öteki kanadın ardında ya da eteğinde yer alan bir solculuk, hep aynı argümanlarla oldu. Günümüzde sol hareketin genelinde ortaya çıkan ayrışma da, devletlüde yaşanan ayrışmanın yeni bir evreye girmesinden kaynaklanmaktadır.

Sol hareket, önceki yıllarda da bol örnekleri görülen, ama asıl 1960’larda 27 Mayısçılıkla başlayan bir politikleşme süreciyle, AP iktidarına karşı CHP’nin ve devlet bürokrasisinin hakim kanadının savunulması üzerinden varlığını oluşturdu. Bu solculuk kendine bir tarih anlayışı da buldu. Cumhuriyetin kuruluşu bir devrimdi ve DP başta olmak üzere karşı-devrimciler Kemalist mevzileri bir bir ele geçirmeye uğraşıyordu.

Şimdi olan, 1970’lerin pratik devrimci ortamının geriye ittiği, 1980’lerle birlikte Kürt Hareketinin neredeyse gömdüğü bu solculuğun hortlamasıdır.

Kurumsal Kemalizm, geniş anlamda bir anlamanın konusudur ve bu konuda devletin bir değişime gitmesi ancak Kemalizmin Kemalizm olarak değişmesi şeklinde olur. Bir burjuva demokratik devrim beklemek için, bunun pasifi de olsa, nedenlerimiz yok. Ama liberal bir bakışın var…

AKP’nin devlete hakim olması ne anlama gelebilir? Bir egemen sınıf kanadının TC devlet aygıtına hakim olması bir sosyalist için ne ifade eder?

AKP’nin İslamcı oluşu mudur onun devlete hakim olmasının kötülüğü? Eğer bu doğruysa, ötekiler de Kemalisttir, ve İslamcılara karşı Kemalistleri neden ve hangi gerekçeyle tercih etmemiz gerekmektedir? Kemalistler solculara kol kanat germiş, onlara yaşam alanı mı açmıştır devrimci mücadele vermeleri için?

Bu durumda, İslamcılık kötü, Kemalizm iyi –en iyisinden, kötünün iyisi– bir niteliğe sahip olmuş oluyor.

Devlet aygıtının niteliği anlamında Türkiye Cumhuriyeti “kurumsal Kemalizm” olarak ifade edilebilir. Artık bir tarihsel olgu olarak görülebiliyor; kurumsal Kemalizme ne DP muhalefet etmiştir, ne de AP ve ANAP… Onların muhalefeti, deyim uygunsa, “ideolojik Kemalizm”edir ve bu, devlette egemenlik mücadelesi verdikleri öteki tarafın ideolojisidir. Yani kavga, tamamı kurumsal Kemalizm zemininde yer alan kesimler arasında cereyan etmektedir.

Peki AKP?

Ne AKP İslamcıdır, ne de Fethullah Gülen Hareketi

Milli Nizam Partisinden Refah ve Saadet Partilerine kadar uzanan “Milli Görüş” geleneği ‘politik İslamcı’dır; hem de politik rejim karşısında duruşları itibarıyla “Ilımlı İslam” tabirine uyan bir profile sahiptir bu kesim. Fakat, kökenini bu akımdan alan AKP, ‘politik İslamcı’ bir parti değildir. “Milli Görüş gömleğini çıkarmıştır.” (AKP, buna rağmen, geçmişini tümden bir yana bırakamıyor ve kalıntılarını çeşitli düzlemlerde yansıtıyor.)

Said-i Nursi, şahsında, İslamcı bir akımı temsil etmektedir. “Barışçıl, şiddetten uzak, modern yaşam biçimiyle pek çatışmayan” Nurcular, bugün kalıp model olarak alınan “Ilımlı İslam”a gayet uyan bir profil çizmektedir. Fakat, başlıca kökeni Nurculuk olan Fethullah Gülen Hareketi ‘politik İslamcı’ bir akım değildir.

Nurculuk karşısında Gülencilik neyse, Milli Görüş karşısında da AKP odur.

Fethullah Gülen Hareketini verili devlet yapısına, orduya karşı bir dinamik olarak almak, onun güya İslamcı ideolojik yönünü esas alan –solcu olan ya da olmayan– Aydınlanmacı zihniyetin ürünüdür. Gülen Hareketi, bütün açıklığıyla devletçidir, modernleşmecidir ve Kurumsal Kemalizm olarak devlete egemen olma mücadelesi vermektedir. (Gülenciliğin, kendine düşmanlık besleyen ordu mensuplarıyla yordamınca mücadele etmesi de bu ‘hukuk’un doğal bir işlemidir.)

İdeolojik Kemalistler ve bunlara dahil edilmesinde sakınca olmayan solcular, Gülen Hareketinin ve dinsel yönleri de bulunan bir muhafazakarlık türünün devlet kurumlarına egemen olma çabasını dehşetle izliyorlar. Bu, ta 1930’larda başlayan bir süreçtir ve bir yönüyle, geleneksel Anadolu muhafazakarlığının demografik yayılmasıdır.

1960’ların sonlarında sol hareket, devletin aynen bugün gibi İslamcı mürteciler tarafından ele geçirilmek üzere olduğunu iddia ediyordu. Sol hareket ve bu hareketten pratik-politik bakımdan kopan devrimci hareket dahi, kendini Kurumsal Kemalizmi savunan politik ve ideolojik duruşun bir mensubu görüyordu. Bunda, her şeyden önce, rejim ve sistemden kendini koparmak anlamında bir sorun var. Ta en başından Kürt ayaklanmaları nezdinde ve boyutlanarak 1950’den itibaren, Türkiye Cumhuriyeti tarihini “Cumhuriyet devrimleri” ile “Cumhuriyete karşı devrim”in mücadelesi olarak anlamanın hiçbir devrimci yönü olamaz.

İki gerici yol: ‘Devlet-İslam-Kürt’ üçlüsü ile ‘Devlet-Türk-Kürt’ üçlüsü

Otarşik Kemalizmin sonu gelmiş görünüyor. Bu, Kemalizm olarak Kurumsal Kemalizmin değil, onun bir tarihsel döneme özgü biçiminin sonu demek oluyor. Aslında, Misak-ı Millici ve üniterci, çevresine sırtını dönmüş Kemalizmin gününün dolduğu bugün en dar Kemalistler tarafından bile anlaşılıyor. Dolayısıyla Kemalizmi ulus-devletçilik, içine kapalılık, Arap düşmanlığı üzerinden tanımlamak, onu bir tarihle ve bir önsel özle sınırlamak anlamına gelir. Türkiye’nin kriz bölgesinde Sovyetler’in dağılması, Batı Asya’da ülke yönetimlerinin ardı ardına sarsılması koşullarında hala içine kapalı ve yüzü sadece Batıya dönük şekilde durmasını beklemek ve bu tutumu Kemalizme gömmek (Kemalizmi de bu tutumla birlikte gömmek) naif bir tarihselciliktir.

Ulus-devlet doktrinini salt ötekiler değil dar-Kemalistler de bırakmış bulunuyor bugün. Özal kadar Demirel, AKP kadar Ergenekoncular, Fethullahçılar kadar TSK da ulus-aşırı bir “vizyon”a sahiptir artık. TC, “Adriyatik’ten Çin Seddine” sözünü uygulamak bir yana şiar bile edinemedi, ama hiç değilse bölgesinde bir aktör olması sadece bir hayal değil.

Türkiye için, Kürt ve İslam, sadece kendi içini düzenlemek bakımından değil, buna giderek daha yakın şekilde bağlanan bölgedeki konumu bakımından da operasyonel hususlar olmaktadır. TC rejiminin yapısı baştan beri geniş anlamda “kurumsal Kemalizm”di. Bu, görünür gelecekte de varlığını koruyacaktır. Ancak rejimin Kürt ve İslam unsurlarını ele alış tarzı, devlet katında sürmekte olan egemenlik mücadelesi sonucu tayin edilecektir.

Türkiye’nin önünde, süreci, çatışan egemen güçlerin hangisinin götüreceğine bağlı olarak iki seçenek görünüyor. Bunlardan biri, AKP ve Fethullah Gülen Hareketinin ittifakla hareketiyle Devlet-İslam-Kürt bileşiminin yaratılacağı bir gelecek tasavvurudur. AKP’nin TSK’yla çatışmada Fethullah Gülen Hareketi kadar rijit olmadığı anlaşılıyor. Bu hal çaresinde, rejimin çözemediği iki başlıca sorun soğurularak çözülmüş olacaktır. Kendileri de “İslam” faktörü bakımından bu soğurulmanın aktif nesneleri olan AKP ve Fethullah Gülen Hareketi, egemenliklerini Kürt sorunu nezdinde de “Devlet-İslam” faktörlerinin üst-etkisiyle tesis ederek rejimi selamete erdirebilirler. Neredeyse bütün sol liberaller bu bileşime “ilişmiş” bulunuyor. Bu bileşimdeki İslam faktörü, zaten, –gerici yönlerini de bir yana bırakmış– politik İslam niteliğinden tamamen sıyrılarak gericiliği teyit edilmiş halde işlevlenecektir. Fakat Kürt faktörünü halletmek o kadar kolay görünmemektedir.

Bu bileşimin Kürt sorununu çözmesi, Kürtlerin üzerindeki yabana atılamaz İslam faktörünü devletin tepe tepe kullanarak işlevlendirmesine dayanacaktır. Kürt Yurtsever Hareketi de ayrıştırılarak tasfiye edilmelidir bu hal çaresinde. Yani, Devlet-İslam-Kürt bileşiminin nesnel ideali, Kürt sorununun gerici tarzda çözülmesidir.

Öteki bileşimin Devlet-Türk-Kürt üçlüsü olduğu söylenebilir. TSK’da simgelenecek kesimin –kendi başına kalabilse– bu bileşime razı olacağı öngörülebilir. Zaten, “sol Ergenekoncular”ın da, “yükselen yıldız” olarak Kemalizmi ekleyerek, bu bileşime oynadığı izleniyor. Ancak bu almaşıkta, görüleceği gibi, İslam faktörü geleneksel konumunu sürdürmektedir; istenen, bu faktörü bastırmaktır. Kürt faktörü ise, Kürt Yurtsever Hareketinin ezilerek soğurulması koşuluna bağlanmıştır. Dolayısıyla bu bileşimin de nesnel ideali, Kürt sorununun gerici tarzda çözülmesidir.

Devlet-Türk-Kürt bileşiminin “sol” versiyonu, Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük şahsında, “Kürt” başlığını Barzanicilikle değil, ya PKK’nin verili haliyle laik Kemalist “dönüştürülmesi”yle ya da Türkiye Kürtlerinin ezilmiş bir PKK’nin ardından yeni bir kapsayıcı Kemalizmin nüfuzuna alınmasıyla somutlamak istiyor.

Her iki bileşimdeki eksik halkayı Kürt başlığı oluşturuyor. Devletin Kürt başlığını bu bileşimlerin birine organik bir unsur olarak katması mümkün olmazsa sorunun baş ağrıtıcılığı artarak sürecektir. Ancak şu haliyle devlet kurumlarının bu konuda bir irade göstermeleri ihtimali de gözükmüyor. Devlet bir anlamda kendi “resmi söylem”inin esiri olmuş bulunuyor. Yani, TC Devleti, bu konuyu sürüncemede bırakmaya, sıkışmaya, bölgedeki önü alınamaz gelişmelere ve ABD’nin müdahalesini beklemeye mahkum görünüyor.

Devrimci hareketin yaratmayı hedefleyeceği bileşim Kürt-İslam-devrim’dir.

Bunun bugün sadece Kürt(-devrimci) bileşeni operasyonel bir gerçek olarak ortadadır. Devrimcilik önemli ölçüde gerilemiş bulunuyor. İslam ise, devrimci bir damarı, izlenebilecek ölçüde bir türlü çıkaramamaktadır. İslam, kendi başına devrimci damar yaratamamıştır, ancak Türkiye devrimci hareketinin halkın İslamıyla yabancılığı da tarihsel bir engeldir. Sol hareket, başından beri genel olarak olmasa da en azından bir başlıca kanalı vasıtasıyla Kürt başlığını karşılayabildi ve Kürt başlığı devrimci bir tarzda varolmayı sağladı. Ancak, sol hareketin temel handikapı “İslam” başlığında ortaya çıkmaktadır. Sol hareket, genel olarak, neredeyse istisna kalmamacasına, laikliği Cumhuriyetin sahipleriyle paylaştı. Bu başlıkta, sol hareket, genel olarak “devrimci” olamadı ve ideolojik zihniyeti itibarıyla rejimden kopamamak bir yana, onun sahipleriyle aynı zihin ve duyu dünyasında yer aldı. Türkiye devrimci hareketi, engin Türk ve Müslüman halk kitleleriyle içeriden temasın yollarını bulmalıdır. Laikleşmiş ve egemen kanatlardan birine güçlü ve taze bağlarla bağlanmış kitlelerin devrimci harekete yönelme ihtimali –1960 ve ‘70’lerden farklı olarak– kalmamış görünüyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar