Ana SayfaKürsüDoğuda ve Batıda Bilim ve Toplum

Doğuda ve Batıda Bilim ve Toplum

Çeviri: Kamuran Kızlak

Aşağıdaki metin saygın Çin bilim tarihçisi Dr. Joseph Needham’ın (1900-1995) 1964 yılında Science & Society dergisinde yayınlanan makalesinin çevirisidir. Türkçeye “Doğu ve Batı Arasında Bilim” veya “Doğunun Bilgisi Batının Bilimi” gibi adlar altında çevrilen kitabının bir özeti sayılabilir. Kitabın sıradan okuyucu için zorlayıcı bir içeriğe sahip olduğuna dair dünyada çok sayıda yorum vardır.

Dr. Needham, “15. yy’a kadar Çin bilim ve teknolojisi Avrupa’dan çok ileride olmasına rağmen, Modern bilim neden Çin uygarlığında değil yalnızca Avrupa’da gelişti?” sorusunun cevabını Çin’in yüzyıllar boyunca değişmeden kalan, Konfüçyüsçü ve Taocu (kutsal) metinlerle donatılan “Bürokratik Feodal Sistem (veya Asyatik feodalizm, Asya tipi üretim tarzı)”inde aramaktadır. Dolayısıyla, sınıfsal hareketlilik (Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi gibi) ile bilimsel gelişme arasındaki ilişkilere dikkat çekmektedir.

Aslında, Needham’ın yukarıda andığım ve “Needham bulmacası” olarak bilinen sorusu Çin entelektüelleri arasında çok popüler tartışma -aslında düpedüz gevezelik- konusudur. Bu bulmacayı çözenin Nobel ödülünü kazanacağı söylenir. Bu konunun, bir nevi, memleketteki “Ne olacak bu memleketin hali” gailesinin Çin entelektüelleri arasındaki versiyonudur diyebiliriz. Bir doktora dersinde bu konu açıldığında, “Eski Çin’de bilimin-bilimsel bilginin gelişmesini engelleyecek faktörler olmadığı gibi gelişmesini teşvik edecek, gelişmesine yol açacak faktörler de yoktu” değerlendirmesini yapmıştım. Kısaca, (1) Avrupa’da bilgi Kilisenin tekelindeydi ve hakikatın bilgisi (ya da evrenin-dünyanın bilgisi) kilisenin hurafeleriyle çatışıyordu. Bilim, kilisenin hurafeleriyle çatışarak, yeni palazlanan ve bilim-teknolojiden çıkarı olan burjuva sınıfının desteğini alarak gelişi. Çin’de bilim-bilimsel bilginin çatıştığı-gelişmesini engelleyen kilise benzeri “bilgiyi tekelinde tutan” kurum-yapılar yoktu. (2) Needham’in “bürokratik feodalizm” diye adlandırdığı sistem için gerekli olan bilim ve teknoloji ihtiyaç olduğu kadar zaten üretiliyordu ve bu sistemin ihtiyacına göre ve ihtiyacı kadar üretilen bilgi-bilim sonuçta bilimin gelişmesini engelleyici bir faktör oldu ve (3) coğrafi keşiflere girişme ve kolonyalizm gibi denizaşırı faaliyetler de olmadığı için bilimsel bilginin daha fazlasına ihtiyaç duyulmuyordu, ta ki 17. yy ortalarında Hollanda, Portekiz vs donanmaları Çin topraklarına kolonileştirme saldırıları başlatana ve 18. yy ortasındaki I. Afyon savaşına kadar. Neyse, mevzu uzun ve kapsamlı. Lafı uzatmadan şimdilik burada bırakayım…

Doğuda ve Batıda Bilim ve Toplum

Çin kültür alanında bilim tarihi, bilimsel düşünce ve teknoloji üzerine sistematik, nesnel ve yetkin bir inceleme yazma fikrini ilk oluşturduğumda (1938), temel sorunu “Modern bilim (on yedinci yüzyıldan, Galileo’nun zamanından beri bildiğimiz haliyle) neden Çin uygarlığında (ya da Hint uygarlığında) değil yalnızca Avrupa’da gelişti?” olarak belirlemiştim. Yıllar geçtikçe ve sonunda Çin bilimi ve toplumu hakkında bir şeyler öğrenmeye başladığımda, bu soruyla eşit derecede önemli olan ikinci bir sorunun daha olduğunu fark ettim: MÖ birinci yüzyıl ve MS 15. yüzyıl arasında Çin uygarlığı, insanın doğal bilgisini pratik insan ihtiyaçlarına uygulama konusunda neden Batı uygarlığından çok daha etkiliydi?

Şimdi, tüm bu soruların cevabının öncelikle farklı uygarlıkların sosyal, entelektüel ve ekonomik yapılarında yattığına inanıyorum. Çin ile Avrupa arasındaki karşılaştırma özellikle öğreticidir. İklim koşullarının karmaşıklaştırıcı faktörü devreye girmediği için neredeyse bir test tezgahı deneyi denebilir. Genel olarak, Çin kültür bölgesinin iklimi Avrupa’nın iklimine benzer. Olağanüstü sıcak bir iklimin modern doğa biliminin yükselişini engellediğini (Hindistan örneğinde ileri sürüldüğü gibi) söylemek mümkün değildir. Farklı uygarlıkların doğal, coğrafi ve iklim koşulları kendilerine özgü özelliklerini gelişmesinde büyük rol oynasa da, bu öneriyi Hint kültürü için geçerli bulma eğiliminde değilim. Sorun şu ki, bu, Çin hakkında da iddia edilemez.

Pek çok insanı tatmin eden bu “fiziksel-antropolojik” veya “ırksal-ruhsal” etkenlerden herhangi birinin geçerliliği konusunda başından beri derin kuşku duyuyordum. Çinli arkadaşlar ve meslektaşlarımla ilk kez yakın kişisel temas kurduğumdan beri geçen otuz yıl boyunca deneyimlediğim her şey, yalnızca bu şüpheciliğimi doğruladı. 700 yıl kadar önce Çin’e (ve Hindistan’a) gelen Monte Corvino’lu John’un yüzyıllar önce söylediği gibi, tamamen “di nostra qualità (Bizim gibi, bizimle aynı)” olduklarını kanıtladılar. (Giovanni da Montecorvino diye de bilinir, 1247-1328 yılları arasında yaşamıştır. Hindistan ve Çin’de ilk Latin-Roma Katolik misyonunun kurucusudur – Kamuran Kızlak). Kültürler arasındaki büyük tarihsel farklılıkların sosyolojik araştırmalarla açıklanabileceğine inanıyorum. 

Çin bilim ve teknolojisinin, diğer tüm etnik kültürel nehirler gibi modern bilim denizine aktığı zamandan önceki başarılarının ayrıntılı tarihine daha da derinlemesine girdiğimde, yalnızca Avrupa’da ortaya çıkan atılımın-büyük bilimsel ilerlemenin (breakthrough) nedeninin, Rönesans’ta orada hüküm süren özel sosyal, entelektüel ve ekonomik koşullarla bağlantılı olduğuna ve asla ne Çin zihninin ne Çinli entelektüelin ne de Çin felsefi geleneğinin herhangi bir eksikliğiyle açıklanamayacağına ikna oldum. Birçok yönden bu, Hıristiyan âleminin dünya görüşüne göre modern bilimle çok daha uyumluydu. Böyle bir bakış açısı Marksist olabilir ya da olmayabilir – benim için kişisel yaşam ve çalışma deneyimine dayanıyor.

Bu nedenle, bilim tarihçiliğinin amaçları doğrultusunda, Rönesans ve Reform ile birlikte ticaret ve ardından endüstriyel kapitalizmi kendi rahminden doğuran Avrupa’nın aristokratik askeri feodalizmi ile Ortaçağ Asya’sının özelliği olan diğer feodalizm türleri (eğer gerçekten öyleyse) arasındaki bazı temel farklılıklar konusunda dikkatli olmalıyız. Bilim tarihi bakış açısından, sorunumuzu çözmemize yardımcı olacak, en azından Avrupa’da var olandan yeterince farklı, bir şeye sahip olmalıyız. Bu nedenle, tüm uygarlıkların “geçmiş olması gereken” toplumsal gelişme aşamaları hakkında katı ve bir örnekleştirici formül öneren Marksist düşüncedeki eğilime hiçbir zaman sempati duymadım.

Bunların en eskisi olan ilkel komünizm (ilkel komünal toplum), pek çok tartışmaya neden olan bir kavramdır. Böyle bir aşama, Batılı antropologların ve arkeologların çoğunluğu tarafından genellikle reddedilse de (elbette V. Gordon Childe gibi bazı dikkate değer istisnalar dışında), toplumun sosyal sınıflar farklılaşmadan önceki bir durumu olduğuna inanmak bana her zaman son derece mantıklı görünmüştür. Eski Çin toplumu üzerine yaptığım araştırmalarda, bunun her seferinde sislerin arasından yeterince açık bir şekilde göründüğünü buldum. Hikâyenin diğer ucunda, feodalizmden kapitalizme geçişte, esaslı bir zorluk yok. Bu geçiş ayrıntılar açısından elbette son derece karmaşıktı ve daha çalışılması gereken çok şey var. Özellikle toplumsal ve ekonomik değişimler ile modern bilimin yükselişi arasındaki kesin bağlantılar, yani doğal fenomenlerin sistematik deneysel araştırmasına matematiksel hipotezlerin başarılı bir şekilde uygulanması belirsizliğini koruyor. Tüm tarihçiler, teorik eğilimleri ve önyargıları ne olursa olsun, modern bilimin yükselişinin Rönesans, Reform ve kapitalizmin yükselişiyle pari passu (aynı oranda, aynı hızda) gerçekleştiğini kabul etmeleri bir zorunluluktur. Bir yanda toplumsal ve ekonomik değişimler ile diğer yanda “yeni ya da deneysel bilim”in başarısı arasındaki yakın bağlantılar saptanması en zor olan değişkenlerdir. Bu konuda çok şey söylenebilir; fakat bu makale bunun yeri değil. Sorunumuz, modern bilimin neden başka hiçbir yerde değil sadece Avrupa’da gerçekleşmiş olduğudur.

Avrupa’nın konumunu Çin ile karşılaştırırken önümüzdeki en büyük ve en muğlak sorunlar şunlardır: (a) Çin Ortaçağ feodalizminin (eğer bunun için uygun terim buysa) Avrupa feodalizminden ne kadar ve ne şekilde farklı olduğu ve (b) Çin’in (ya da aslında Hindistan) hiç klasik Yunan ve Roma’daki gibi bir “köleci toplumu”ndan geçti mi? Sorun, sadece kölelik kurumunun var olup olmadığı değil -bu tamamen farklı bir sorun- toplumun bir zamanlar kölelik üzerine kurulu olup olmadığıdır.

Bir biyokimyacı olarak çalıştığım ilk günlerde, Karl A. Wittfogel’in Hitler öncesi Almanya’da az çok ortodoks bir Marksistken yazdığı “Wirtschaft und Gesell-schaft Chinas (Çin Ekonomisi ve Toplumu)” adlı kitabından çok etkilenmiştim. Özellikle “Asya tipi bürokratizm” ya da “bürokratik feodalizm” kavramını geliştirmekle ilgileniyordu ve daha sonra bazı Çinli tarihçilerin bu kavramı kullandığını gördüm. Bu kavram, kısmen Marx ve Engels’in çalışmalarından kaynaklanan veya on yedinci yüzyılda Hindistan’da Moğol imparatoru Aurungzeb’in doktoru olan Fransız François Bernier’in gözlemlerinden türetilen bir ifade. Marx ve Engels, “Asya tipi üretim tarzı”ndan söz etmişlerdi. Bunu farklı zamanlarda tam olarak nasıl tanımladıkları ve şimdi tam olarak nasıl tanımlanabileceği veya tanımlanması gerektiği bugün hemen hemen her ülkede bir kez daha hararetli tartışmaların konusu olmuştur. Genel olarak konuşursak, temelde bürokratik karakterde olan ve seçkinliği soy bağıyla belirlenmeyen elitler tarafından yönetilen, çok sayıda görece kendi kendini yöneten köylü toplulukları temelinde işleyen, hala büyük ölçüde kabile karakterini koruyan ve çok az iş bölümü olan veya hiç olmayan bir devlet ve endüstri aygıtının gelişmesini ifade ediyordu. Buradaki sömürünün biçimi, esasen merkezi devlet, yani kraliyet veya imparatorluk sarayı ve onun bürokratik görevlileri için vergilerin toplanmasından ibaretti.

Devlet aygıtının gerekçesi elbette iki yönlüydü: Bir yandan tüm bölgenin savunmasını örgütledi (ister eski bir “feodal” devlet, ister daha sonra Çin imparatorluğu olsun) ve diğer yandan imar-inşa işlerinin yapım ve bakımını organize etti. Çin tarihi boyunca ikinci işlevin birincisinden daha önemli olduğunu çelişkiye düşme korkusu olmadan söylemek mümkündür ve bu Wittfogel’in de gördüğü şeylerden biridir. Ülke topoğrafyasının ve tarımın gerektirdiği büyük ölçekli bir dizi su işleri şu amaçlara yönelikti: (a) büyük nehirlerin korunması, taşkın koruması ve benzerleri; (b) suyun sulama için, özellikle pirinç ekimi için kullanılması; (c) vergi olarak toplanan tahılın ambar merkezlerine ve başkente getirilebilmesi için çok uzaklara uzanan bir kanal sisteminin geliştirilmesi. Bütün bunlar vergi sömürüsünün yanı sıra angarya emeğinin de örgütlenmesini gerektiriyordu. Kendi kendini yöneten köylü topluluklarının devlet aygıtı karşısındaki yegâne görevinin vergi ödemek ve talep edildiğinde kamusal amaçlar için iş gücü sağlamak olduğu söylenebilir.

Bunun yanı sıra, devlet bürokrasisi genel üretimin örgütlenmesi işlevini yani tarım politikasının yönetimini de üstlendi. Bu nedenle, böyle bir toplum tipinin devlet aygıtı şimdi “bir ekonomik üst komuta” olarak adlandırılıyor. Sadece Çin’de en eski yüksek memurlar arasında Ssu Khung, Ssu Thu ve Ssu Nung’u (Mühendislik İşleri ve Tarım için Topluluk Yöneticileri) buluyoruz. İlk olarak MÖ 5. yüzyılda önerilen (her yerde üretilemediği bir yerden başka bir yere taşınması gereken tek mal olan) tuz ve demir üretiminin “millileştirilmesi”nin MÖ 2. yüzyılda tam anlamıyla uygulamaya konulduğunu da unutmamalıyız. Ayrıca Han döneminde hükümete ait bir Fermente İçecekler Kurumu vardı. Sonraki hanedanlar döneminde de benzer bürokratik endüstrilerin birçok örneği vardır.

Daha derinlemesine bakıldığında, bu durumun diğer yönleri kendini ortaya koymaktadır. Örneğin, köylü üretimi özel kontrol veya özel mülkiyete bağlı değil kamu kontrolü altındaydı ve teorik olarak imparatorluk sınırları içindeki tüm topraklar İmparatora aitti. İlk başta ailelere ait bir toprak mülkiyeti görünümü olsa da, bu kurum Çin tarihinde hiçbir zaman Batı’nın feodal tımar haklarıyla karşılaştırılabilir bir şekilde gelişmedi. Çünkü Çin toplumu “en büyük çocuk-ilk doğan çocuk hakkı sistemi”ni sürdüremedi. Bu nedenle, aile reisinin ölümünde tüm toprak mülklerinin yeniden parsellenmesi (taksim edilmesi) gerekiyordu. Bu toplumda şehir devleti anlayışı da yoktu. Kasabalar, çoğu zaman kendiliğinden ortaya çıkan pazar merkezlerinde büyüme eğiliminde olsalar da, bilinçli olarak idari ağın düğüm noktaları olarak kuruldular. Her kasaba, prens veya imparator adına sivil valisi ve askeri görevlisi tarafından kontrol edilen tahkim edilmiş bir şehirdi. Çünkü Çin toplumunda ekonomik işleyiş ordudan çok daha önemliydi. Bu nedenle, valinin genellikle garnizon komutanından daha saygın bir kişilik olması şaşırtıcı değildir. Son olarak, geniş anlamda, köleler ne tarımsal üretimde ne de sanayide çok fazla kullanılıyordu. Kölelik, çağlar boyunca öncelikle ev içiydi -ev işleri içindi- ya da bazılarının deyimiyle “ataerkil” karakterdeydi.

Tang (608-907) veya Song (960-1279) hanedanlığı dönemindeki Çin’de bulunan “Asyatik üretim tarzı” gibi oldukça gelişmiş biçimler, esas olarak sınırlı anlamda “feodal” bir toplumsal sisteme dönüştü. Büyük bölümü tarımsal sömürüye dayalı olan bu zenginlik esasen bürokratikti; fakat askeri-aristokratik değildi. Yine de, bu (sivil) bürokratik yapıya abartılı anlam yükleyerek “Çin tarihinde sivil değerlerin derinliği” gibi bir değerlendirme yapmak imkansızdır. İmparatorluk gücü, tımarlı baronlar hiyerarşisi aracılığıyla değil Batılıların “Mandarin Sistemi” (‘Mandarinate’: Çin’de yüksek memurlardan kurulu yönetimi biçimi, Kamuran Kızlak) olarak bildiği son derece ayrıntılı bir kamu görevlileri/devlet memurları sistemi aracılığıyla uygulandı. Bu memurlara verilen mülkler miras yoluyla geçmez; her değişimde yeniden düzenlenirdi.

Şunu açıkça söyleyebilirim: Çin kültürü üzerine yapılan yaklaşık otuz yıllık çalışmanın Çin toplumunu anlama konusunda çok anlamlı olduğudur. Dolayısıyla, Asya “bürokratik feodalizmi”nin önce doğal bilginin büyümesini-gelişmesini ve bunun insan yararına teknolojiye uygulanmasını neden desteklediğine, daha sonra ise -modern Avrupa’daki diğer feodalizm biçiminin aksine- modern kapitalizmin ve bilimin gelişmesin nasıl engellediğine dair bazı anlamlı ayrıntıları göstermenin mümkün olduğuna inanıyorum.

Ağırlıklı olarak ticari bir toplum düzeni Çin uygarlığında asla ortaya çıkamazdı. Çünkü temel “Mandarin Sistemi” (Mandarinate), yalnızca soy bağıyla geçen aristokratik feodalizmin ilkelerine değil, aynı zamanda, zengin tüccarların değer sistemlerine de karşıydı. Aslında, Çin toplumunda sermaye birikimi olabilirdi; fakat bunun sürekli üretken endüstriyel işletmeler için kullanımı (endüstriyel işletme kurulması) bilge-bürokratlar tarafından sürekli olarak engellendi -tıpkı onların üstünlüğünü tehdit edebilecek diğer herhangi bir toplumsal eylem gibi. Bu nedenle, Çin’deki tüccar loncaları hiçbir zaman Avrupa uygarlığındaki şehir devletlerinin tüccar loncalarının statüsüne ve gücüne yaklaşamadı.

Birçok yönden, Orta Çağ Çin’inin sosyal ve ekonomik sisteminin Orta Çağ Avrupa’sından çok daha rasyonel olduğunu söylemeliyim. Bürokrasiye giriş için kullanılan imparatorluk sınav sistemi (kökeni MÖ. II. yüzyıla kadar uzanır), “olağanüstü yeteneklerin tavsiye edilmesi” şeklindeki çok eski uygulamayla birlikte, “mandarin sistemi”, iki bin yılı aşkın bir süre boyunca ulusun en iyi beyinlerini kendine topladı. Bu durum, en iyi beyinlerin özellikle feodal beylerin ailelerinde, hele feodal beylerin en büyük oğullarından oluşan daha sınırlı bir grupta ortaya çıkma olasılığı olmayan Avrupa’daki durumla büyük bir tezat oluşturmaktadır. Erken Ortaçağ Avrupa toplumunun kuşkusuz belirli bazı bürokratik özellikleri vardı. Örneğin, “Kontluk” makamı ve “Kraliyet Temsilcisi” konumu gibi kurumlar vardı, piskoposlar ve din adamları kralın altında yönetici olarak yaygın şekilde kullanılıyordu. “Kontlar” ofisi, “Kraliyet Temsilcisi” konumuna ve piskoposların ve din adamlarının kralın altında yönetici olarak yaygın şekilde kullanılmasına yol açan kurumlardı. Ancak tüm bunlar, Çin sisteminin tam olarak devreye soktuğu “yönetim yeteneğinin sistematik kullanımı”yla karşılaştırıldığında çok geride kaldı. 

Dahası, Çin’de yönetim yeteneği öne çıkarılıp tam olarak doğru yere yerleştirilmekle kalmadı. Aynı zamanda, Konfüçyüsçü değerler sistemi ve ideal o kadar güçlüydü ki, bilge-seçkin/üst sınıf olmayanların temsilcileri çoğunlukla daha düşük konuma sahip olmalarının bilincinde kaldılar, yani kabullendiler. Geçenlerde bir üniversite topluluğunda bu konularda bir konuşma yaparken biri dinleyici şu mükemmel soruyu sordu: “Çin tarihi boyunca askerler sivil yetkililerden daha aşağı konumda olmayı nasıl kabul edebildiler?” Ne de olsa, “kılıcın gücü” diğer uygarlıklarda ezici olmuştur. Yanıt verirken aklıma hemen bürokrasinin taşıdığı imparatorluk karizması, yazılı karakterin kutsallığı (Çin’e ilk gittiğimde, üzerinde kelimeler yazılı olan herhangi bir kağıt parçasını onurlu bir şekilde yakmak için kullanılan ocaklar bazı tapınaklarda hâlâ mevcuttu) ve kılıcın kazanabileceği ama yalnızca “logos”un koruyacağına dair Çinli inancı geldi. Saray için düzenlenen ayrıntılı törenler için sabırsız davranan ilk Han imparatoruna beraberindeki filozoflardan birinin “İmparatorluğu at sırtında fethettin; ama onu at sırtından yönetmeyi asla başaramayacaksın” dediğinden bahseden ünlü bir hikâye vardır. Bundan sonra, ayinlerin ve törenlerin (sabırsızlıktan uzak) tüm ayinsel görkemiyle gözler önüne serilmesine izin verildi. Eski zamanlarda Çinli lider genellikle önemli bir yönetici ve her zaman bir generaldi. Burada önemli olan nokta, daha aşağı konumda olmayı açıkça kabul eden askerlerin psikolojisidir. Çoğu zaman onlar “başarısız olmuş sivillerdi” (İmparatorluğun sivil memurluk -ki İmparatorlukta memur “bilge” demektir- sınavlarında başarısız olan kişilerdi demek istiyor, Kamuran Kızlak). Elbette güç, tüm toplumlarda olduğu gibi nihai argüman, nihai yaptırımdı. Fakat soru şuydu: Hangi güç, ahlaki mi yoksa tamamen fiziksel mi? Çinliler yalnızca birincisinin (ahlaki güç) kalıcı olduğuna, ikincisinin (fiziksel güç) kazanabileceği şeyi ancak birincisi elde tutabileceğine derinden inanıyorlardı.

Antik çağlarda saldırı silahlarının icadındaki ilerlemenin (özellikle etkili tatar yayında -yaylı tüfek), savunma zırhındaki ilerlemeyi çok geride bıraktığı kanıtlanmıştır. Antik çağda feodal beylerin yaylı tüfeklerle silahlanmış halk ya da köylüler tarafından öldürüldüğüne dair pek çok vaka vardır. Bu nedenle, belki de, Konfüçyüsçü ikna olgusu ortaya çıktı. Çinliler Whigs’lerdi, “Whigs’ler tartışmadan başka güç kullanmaz.” (Whigs: Kraliyet otoritesini sınırlamak ve parlamentonun gücünü artırmak isteyen ve 17. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın başlarına kadar varlığını sürdüren büyük bir İngiliz siyasi grubu, Kamuran Kızlak.) Örneğin, Çinli köylü-çiftçi, Prensini vurabileceği bilindiği için devletinin sınırlarını savunmak amacıyla savaşa sürüklenemezdi. Fakat ister vatansever ister sofist olsun, filozoflar tarafından kendi devleti ve İmparatorluk için savaşmanın gerekli olduğuna ikna edilirse, o zaman savaşçı olarak katılırdı. Bu nedenle, Çin klasik ve tarihi metinlerinde yer alan ve  “propaganda” olarak (mutlaka aşağılayıcı bir anlamda değil) adlandırılabilecek şeyin varlığını tarihçi uygun bir şekilde hesaba katmalıdır.

Bu konuyla ilgili başka bir argüman da ilgi çekicidir: Çinlilerin her zaman öncelikle bir köylü-çiftçi olduğu ve hayvancılıkla ve denizcilikle uğraşmadığı gerçeği. Bu son iki meslek, aşırı emir ve itaati gerekli kılar. Bir çobanın hayvanları sürekli gezdirmesi gerekir, kaptan mürettebatına gemideki herkesin hayatını tehlikeye atacak şekilde emirler verebilir. Ancak köylü-çiftçi mahsul için gerekli olan her şeyi yaptıktan sonra çıkmaları ve yetişmeleri için bekler. Çin felsefi literatüründeki ünlü bir mesel, bitkilerinin büyüme hızından memnun olmayan ve hızlı büyümelerini sağlamak için onları çekmeye başlayan Sung hanedanlığından bir adamla alay eder. Bu nedenle güç, işleri yürütmek için her zaman yanlış yoldu. Dolayısıyla, işleri yürütmenin doğru yolu her zaman askeri güçten ziyade sivil ikna yöntemiydi. Askerin sivil memur karşısındaki konumu hakkında söylenebilecek her şey, gerekli değişikliklerin yapılması koşuluyla, tüccar için de geçerlidir. Servet o haliyle değerli değildi. Ruhsal-manevi bir gücü yoktu. Refah verebilirdi ama bilgelik veremezdi. Oysa Çin’de zenginlik nispeten daha az prestije sahipti. Her tüccarın oğlunun tek düşüncesi bilge olmak, imparatorluk sınavına girmek ve bürokraside üst sıralara yükselmekti. Böylece, on bin kuşak boyunca sistem kendini devam ettirdi. Tabii ki daha yüksek bir düzleme yükseltilmiş olsa da, bu geleneğin hala yaşayıp yaşamadığından emin değilim. Örneğin, içine doğduğu değerlerle mevcut konumu pek alakasız olan Parti görevlisi, hem aristokratik değerleri hem de açgözlü (mülk düşkünü) değerleri hor görmez mi? Tek kelimeyle, belki de sosyalizm, Çin ortaçağ bürokratizminin kabuğuna hapsedilmiş, egemen olmayan adalet ruhuydu. Temel Çin gelenekleri, belki de bilimsel dünyanın işbirlikçi topluluklarıyla Avrupa’dakilere göre daha uyumlu olabilir.

1920 ve 1932 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde Marx’ın “Asya tipi üretim tarzı” ile ne kastettiği üzerine büyük tartışmalar oldu. Bu tartışmalar Rusça’dan tercüme edilmediği için Batı ülkelerinde bu konuda çok az şey biliniyor. Rusça tartışmaların herhangi bir kopyası hala mevcutsa, bunların Batı dillerinde yayınlanması çok yararlı olur. Sonuçları izleyememiş-okuyamamış olsak da, ilkel komünal toplum-köleci toplum-feodalizm-kapitalizm-sosyalizm gibi standart geçişten bir farklılaşmaya karşı çıkanların galip geldiğine inanılıyor. Bunda şüphesiz kişi kültü döneminde sosyal bilimlerde hakim olan dogmatizm ikliminin de rolü olmuştur. Artık İngiliz Marksistlerinin “feodalizm”in anlamsız bir terim haline gelmesinden duydukları büyük utancı dile getiren genç yazarlarımız var artık. Açıkça şunu söylüyorlar: “Hem bugünkü Ruanda-Urundi’yi hem 1788’deki Fransa’yı, hem 1900’lerdeki Çin’i hem de Norman İngiltere’yi kapsayan bir sosyo-ekonomik aşama analize yardımcı olabilecek her türlü özgül karakterini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.” … Alt-bölümlere şiddetle ihtiyaç var. Dikkat çekici olan şey, bu yazarların Marx ve Engels’in özgün görüşleri hakkında pek bir şey bilmiyormuş gibi görünmeleri. İçlerinden biri,  “Asya tipi üretim tarzı tezi uzun zaman önce kullanım dışı kaldı” diyor. Bununla birlikte, aynı yazar, bazı Asya ve Afrika toplumlarının durdurulmuş gelişimi sorununu çok iyi bir şekilde ortaya koymaya devam ediyor ve bölgesel varyasyonlar arasında terminolojide bir farklılaşma sağlamak için Marx’ın “Asyatik tarzı”nın veya hatta birkaç tarzının rehabilite edilmesini tavsiye ediyor. “Proto-feodal” teriminin (kendi icadım olduğuna inanıyorum) kullanımını daha sonra farklı şekillerde gelişen tek bir temel aşama için de önerebilirim.

Bugünlerde Wittfogel’in adı Marksist yazılarda ne zaman geçse nefretle anılıyor. Bunun nedeni, Hitler döneminde (halen çalışmakta olduğu) Amerika’ya göç etmesidir. Wittfogel, entelektüel Soğuk Savaş’ta uzun yıllar önde gelen bir savaş baltası sallayıcısı olmuştur. Son kitabı Oryantal Despotizm’i hem eski hem de yeni Rusya ve Çin’i hedef alan bir karşı propaganda olarak gören yazarlar büyük olasılıkla haklıdır. Wittfogel şimdi, ister totaliter ister diğer toplumlarda olsun, gücün kötüye kullanımını bürokratizm ilkesine atfetmeye çalışıyor. Fakat şimdi benim ve birçok kişinin fikirlerine muhalif olması, bir zamanlar düşüncelerini oldukça parlak bir şekilde ortaya koyduğu gerçeğini değiştirmiyor. Wittfogel belki abartmış olsa da, onun “hidrolik toplum (su/su kontrolü toplumu)” teorisini özünde hatalı bulmuyorum. Çünkü Çin tarihinde bayındırlık işlerinin (nehir kontrolü, sulama ve ulaşım kanallarının inşası) mekansal kapsamının, bireysel feodal veya proto-feodal beylerin toprakları arasındaki engelleri defalarca aştığına inanıyorum. Bu nedenle, gücü her zaman merkezde, yani “kabile” klan köylerinin dar-küçük kitlesinin üzerindeki kemerli bürokratik aygıtta toplama eğilimindeydi. Bunun Çin feodalizminin “bürokratik” hale gelmesinde önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Bilim ve teknoloji tarihçisi açısından Çin feodalizminin Avrupa feodalizminden ne kadar farklı olduğu elbette önemli değildir. Ancak yeterince farklı olmalı (ve kesinlikle inanıyorum ki

yeterince farklıydı), hatta Batı’da kapitalizm ve modern bilim başarılı bir şekilde gelişmesine karşın Çin’de bu iki özelliğin topyekun engellenmesini açıklayacak kadar farklıydı.

Bürokrasiye gelince, bütün toplumsal kötülüğü onların üstüne yıkmak tamamen saçmalıktır. Aksine, çağlar boyunca insanın sosyal organizasyonunun muhteşem bir aracı olmuştur. Dahası, insanlık devam ederse, daha yüzyıllar boyunca bizimle olacak. Şimdi önümüzde duran temel sorun, bürokrasinin insancıllaştırılmasıdır. Öyle ki, sosyalizmde bürokrasinin örgütlenme gücü yalnızca sıradan erkek ve kadınların yararına kullanılmamalıdır. Modern insan toplumu, modern bilim ve teknolojiye dayalıdır ve giderek daha fazla dayanacaktır. Bu böyle devam ettikçe, oldukça organize bir bürokrasi her gün biraz daha kaçınılmaz olacaktır. Buradaki yanılgı, modern bilimin yükselişinden sonra oluşan bir sistemi ondan önce var olan herhangi bir öncül sistemle karşılaştırmaktır. Çünkü modern bilim bize artık bürokrasiyi insancıllaştırma iradesini gerçekten uygulayabilecek telefonlardan bilgisayarlara kadar uzanan geniş bir araç zenginliği verdi. Bu insancıllaştırma iradesi, esas olarak Konfüçyüsçülük, Taoizm ve devrimci Hıristiyanlığın yanı sıra Marksizm’e dayanabilir.

“Doğu despotizmi” terimi, Çin’in ekonomik ve toplumsal yapısı hakkında bilinenlerden derinden etkilenen on sekizinci yüzyıl Fransa’sındaki Fizyokratların spekülasyonlarını anımsatmaktadır. Bu sistem onlar için elbette çok hayran oldukları aydınlanmış bir despotizmdi, Wittfogel’in daha sonraki yıllardaki hayal gücünün acımasız ve kötü sistemi değil. Israrla olgusal gerçeklerden hareket etmesi nedeniyle dünyanın dört bir yanındaki sinologlar onun sonraki kitabını sabırsızlıkla beklediler. Bu nedenle, örneğin, Orta Çağ Çin’inde eğitimli bir kamuoyu olmadığını söylemek imkansızdır. Aksine, bilge-seçkinler (üst tabaka) ve bilge-bürokratlar geniş ve çok güçlü bir kamuoyu oluşturdular ve imparatorun emir verdiği ancak bürokrasinin itaat etmediği zamanlar oldu. Teorik olarak, İmparator mutlak bir hükümdar olabilir. Fakat pratikte olup bitenler, tarihsel metinlerin çağlar boyunca Konfüçyüsçü tefsir ile yorumlanarak oluşan geçmiş örnekler ve geleneklere göre düzenleniyordu. Çin her zaman bir “Tek Parti Devleti” olmuştur ve iki bin yılı aşkın bir süredir yönetim “Konfüçyüsçü Parti”nin hakimiyetindeydi. Bu nedenle, benim görüşüme göre, Wittfogel’in  kullandığı “Doğu despotizmi” terimi Fizyokratların kullandığı terime göre daha makul veya tercih edilebilir değildir ve ben bu terimi asla kullanmam. Diğer yandan, benimsemekte büyük güçlük çektiğim bazıları eski, bazıları da şimdilerde önem kazanmaya başlayan birçok Marksist terim var. Örneğin, bazı metinlerde geçen “hayali devlet yapısı”, bağımsız çiftçi köylerinin “gerçek dayanağı/temeli” ile tezat oluşturuyor. Bu bana doğru gelmiyor; çünkü devlet aygıtı köylü-çiftçilerin yaptıkları işleri kadar gerçekti. “Özerklik” terimini köy topluluklarına uygulamaktan da hoşlanmıyorum; çünkü bunun yalnızca çok kesin sınırlamalar içinde doğru olduğunu düşünüyorum. Gerçek şu ki, tamamen yeni bazı teknik terimlerin geliştirilmesine acilen ihtiyacımız var. Burada, Batı’nın bildiği her şeyden çok uzak ve bildiklerine benzemeyen toplum durumlarıyla uğraşıyoruz. Bu yeni teknik terimleri icat ederken, Yunan ve Latin kökenli terimleri son derece farklı toplumlara uyarlamaya çalışmak yerine Çince ifadeler kullanmayı öneriyorum. Burada, örneğin, bürokrasi için “guan-liao” terimi yararlı olabilir. (“Guan liao” İngilizce bürokrat demek. Fakat Çin İmparatorluk bürokratlarıyla Batı toplumunun bürokratları arasında işleyiş, işlev, görevlendirme, vs açısından köklü farklılıklar vardır. Yani eski çin’de bürokrat deyince Batı’daki gibi bir bürokrat anlaşılmaz. İngilizce terim yerine Çince karşılık kullanmak bu açıdan gerekli ve önemlidir. Kamuran Kızlak). Daha uygun bir terminoloji elde edebilseydik, bu aynı zamanda ilgili başka sorunları ele almamıza da yardımcı olabilir. Burada, Japon toplumunun Batı Avrupa toplumuna daha çok benzediği ve tam da bu nedenle modern kapitalizmi geliştirmeye daha yatkın olduğunu düşünüyorum. Bu, tarihçiler tarafından uzun süredir kabul edilmektedir. Ancak son yazılar, Japon askeri-aristokratik feodalizminin, Çin bürokratik toplumunun üretemediği kapitalizmi tam olarak nasıl geliştirebildiğini saptadı.

Sonra, “köleci toplum” hakkında bir şeyler söyleyebilirim. Çin arkeolojisi ve edebiyatıyla ilgili kendi deneyimlerime göre, Çin toplumunun, Shang ve erken Chou dönemlerinde bile, Akdeniz kültürlerinin köleciliğiyle (Akdeniz’de dolaşan köleli kadırgaları ve İtalya’nın tarlalarına yayılmış latifundia’ları ile) aynı anlamda bir köleci toplum olduğuna inanmaya pek meyilli değilim. Bu konuda, Marksist düşüncede son yirmi-otuz yılda öne çıkan “tek-yönlü” toplumsal gelişim aşamaları sisteminden etkilenen bazı çağdaş Çinli akademisyenlerden ayrılıyorum. Konu halen yoğun bir şekilde tartışılıyor ve henüz hiçbir konuda kesinlik sağlandığını söyleyemeyiz. Birkaç yıl önce, Cambridge’de farklı uygarlıklardaki kölelik üzerine bir sempozyum düzenledik. Bu sempozyum sırasında tüm katılımcılar Çin toplumundaki kölelik biçimlerinin başka yerlerde görülenden çok farklı olduğu konusunda hemfikir olmak zorunda kaldı.

Klanın ve aile yükümlülüklerinin egemenliği nedeniyle, bu uygarlıkta herhangi birinin Batılı anlamda “özgür” olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı oldukça şüpheliydi. Diğer yandan, (birçok kişinin inandığının aksine) kölelik belirgin bir şekilde nadirdi. Gerçek şu ki, Çin’de farklı dönemlerdeki köle ve yarı köle grupların statüsünün ne olduğunu Batılı sinologlar da Çinli bilim insanları da henüz tam olarak bilmiyor (ve bu tür grupların çok farklı türleri vardı). Bu konuda çok sayıda araştırma yapılması gerekiyor. Ancak, Batı’da haliyle köleliğin Çin’de toplumun tamamı için ne ekonomik ne de politik alanda hiçbir zaman bir temel olmadığı zaten açıkça görülüyor.

Toplumun köle(cilik) temeli sorunu, Yunanlılar ve Romalılar arasında bilim ve teknolojinin konumunu etkilediği ölçüde belirli bir öneme sahip olsa da, başlangıçta benim asıl ilgi alanım olan şeyle yani Batı’da geç Rönesans’ta modern bilimin doğuşu ve gelişimiyle daha az ilgili. Bununla birlikte, daha önceki dönemde yani Hıristiyanlığın ilk on dört yüzyılında ve ondan dört veya beş yüzyıl önce Çin toplumunun Doğa bilimlerini insan yararına uygulamadaki büyük başarısı üzerinde çok önemli bir etkisi olabilir. Çin’de Akdeniz’de kadırgalarda köle kullanımıyla karşılaştırılabilecek hiçbir şeyin olmaması çok çarpıcı ve anlamlı değil mi? Yelken ve onun çok rafine bir kullanımı, antik çağlardan beri Çin gemilerini hareket ettirmek-yürütmek için kullanılan evrensel yöntemdi.

Çin’de insan gücünün toplu kullanımı konusunda eski Mısır’daki inşa yöntemleriyle karşılaştırılabilir hiçbir kayıt yoktur. Bu nedenle, şimdiye kadar Çin toplumunda teknolojinin getireceği işsizlik korkusuyla bir icadın reddedilmesine ilişkin bir örneğe rastlamamış olmamız da dikkat çekicidir. Çin’in işgücü çoğu insanın sandığı kadar büyükse, bu faktörün neden bazen kendini göstermediğini anlamak kolay değil. Eski Çin kültüründe çoğu zaman Avrupa’dakinden çok daha önce kullanılmaya başlanan ve emekten tasarruf sağlayan çok sayıda alete sahibiz. Bu duruma verilebilecek en somut örneklerden biri el arabasıdır. Bu araç Batı’da on üçüncü yüzyıldan önce bilinmiyordu; fakat Çin’de üçüncü yüzyılda bile yaygın olarak kullanılıyordu ve bundan neredeyse iki yüz yıl önce ortaya çıkmıştı. Nasıl ki bürokratik aygıt, modern bilimin Çin kültüründe neden kendiliğinden ortaya çıkmadığını açıkladığı gibi, aynı şekilde, kitlesel köleliğin yokluğu da Çin kültürünün daha önceki yüzyıllarda saf ve uygulamalı bilimi geliştirme başarısında önemli bir faktör olabilir.

Şu anda, “Asya tipi üretim tarzı” sorununun yeniden ele alınması konusunda Avrupalı genç akademisyen sosyologlar arasında büyük bir heyecan var. Bu heyecan, kısmen, şimdi azgelişmişlik koşullarda ortaya çıkan Afrika toplumlarının yorumlanmasında bu tür fikirlerin taşıdığı önemden kaynaklanmış olabilir. Geleneksel hale gelen kısıtlı kategorilerin onları tamamen açıklayacağı kuşkuludur. Fakat belki de en büyük uyarıcı, Marks’ın 1857 ve 1858’de yazdığı “Formen die der kapitalistischen Produktion vorhergehen (Kapitalizm Öncesi Ekonomi biçimleri)” başlıklı bir metninin 1939’da Moskova’da yayınlanması olmuştur. Bu, “Kapital” için bir tür ön çalışmaydı ve 1952’de Almanya’da yeniden yayınlanan ve temel makalelerden oluşan bir kitap olan “Gundrisse der Kritik der politischen Ökonomie”ye (Gundrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma) dahil edildi. Marks’ın bu metninin yirmili ve otuzlu yıllarda Rusya’daki tartışmalara katılanlar tarafından bilinmemesi büyük bir talihsizlikti. Çünkü “Asya tipi üretim tarzı” konusundaki fikirlerinin tek derin ve sistematik açıklaması o metinde yer alıyordu. Soru, Marx ve Engels’in bu üretim tarzını dünyanın geri kalanındaki toplum tiplerinden birinden veya diğerinden niteliksel olarak farklı bir şey olarak mı yoksa yalnızca niceliksel olarak farklı mı gördükleridir. Bunu esasen “geçici” bir durum olarak görüp görmedikleri veya “bürokratizmi” dördüncü temel toplum türü olarak düşünüp düşünmedikleri henüz net değil. “Asya tipi üretim tarzı” sadece klasik feodalizmin bir türü müydü? Bazı Çinli tarihçiler bunu kesinlikle feodalizmin özel bir türü olarak görmüşlerdir. Ama bazen Marks ve Engels, bunu sanki köleci toplum (köleci üretim) ya da feodal toplumdan (feodal üretim) niteliksel olarak farklı bir şey olarak görüyor gibiydiler. “Bürokratik feodalizm” kavramlarının Kolomb öncesi Amerika’ya veya Orta Çağ Seylan’ı gibi diğer toplumlara ne kadar uygulanabileceği sorusu da her zaman vardı. Bu, Wittfogel’in son zamanlarda üstünde çok düşündüğü ancak tatmin edici sonuçlara ulaşamadığı türden bir sorundur (dizininde Seylan’dan söz bile etmiyor). Şimdi genç sosyologlar bu sorunu oldukça farklı bir açıdan ele alıyorlar.

Onların düşüncelerinin, Çin bilim ve teknolojisinin erken gelişen ama daha sonra geri kalan karakteriyle ilgili sorumu büyük ölçüde aydınlatacağından hiç şüphem yok. Özellikle Fransız arkadaşlarım ve meslektaşlarım jean Chesneaux ve André Haudricourt bu konuda aktif rol aldılar ve bundan sonra yazılanlar onların bana sundukları bazı fikirlere dayanıyor. Açıkça görülüyor ki, Çin bilim ve teknolojisinin erken dönemde yüzyıllar boyunca devam eden üstünlüğü “Asyatik bürokrasi” özelliklerine sahip bir toplumun ayrıntılı, akılcı ve bilinçli mekanizmalarıyla ilişkilendirilmesi gerekiyor. Temelde “bilgeliğe dayalı” bir şekilde işleyen bir toplumdu, iktidar koltukları askeri komutanlar tarafından değil bilgeler tarafından dolduruluyordu. Merkezi otorite, köy topluluklarının “otomatik” işleyişine büyük ölçüde güveniyordu ve genel olarak onların yaşamlarına müdahaleyi asgariye indirme eğilimindeydi.

Bir yanda köylü-çiftçiler ve diğer yanda çobanlar ya da denizciler arasındaki temel farktan daha önce söz etmiştim. Bu fark, Çince wei ve wu wei terimleriyle veciz bir şekilde ifade edilir. Wei, güç ve irade gücü uygulamasını; nesnelerin, hayvanların ve hatta diğer insanların kendilerine emredilen şeyi yapmaları gerektiğine dair kararlılığı kastediyordu. Fakat wu wei bunun tam tersiydi: Her şeyi kendi haline bırakıyor, doğanın kendi yoluna gitmesine izin veriyor, olaylara karşı gelmek yerine doğaya göre hareket ederek yarar sağlıyordu -ve nasıl müdahale edilmeyeceğini biliyordu. Bu, çağlar boyunca hüküm süren büyük Taocu düstur, öğretilmemiş doktrin, sözsüz fermandı. Bu öğreti, Bertrand Russell’ın Çin’de bulunduğu zamanlarda derlediği şu ruhani/kutsal cümleyle özetlendi: “Sahip olmadan üretim, kendini ortaya atmadan eylem, tahakküm olmadan gelişme.”

Şimdi, wu wei, yani müdahalenin olmaması, çiftçilerin ve köylü topluluklarının “otomatik-kendiliğinden” iktidar-yeterliğine saygı gösterilmesine çok iyi bir şekilde uygulanabilir. Eski “Asyatik” toplum yerini “bürokratik feodalizme” bıraktığında bile, bu tür anlayışlar canlılığını korudu. Çin siyasi pratiği ve hükümet, sürekli olarak eski Asya toplumundan ve tek karşıt çift olan “köyler-prens”ten sisteminden miras kalan müdahale etmeme ilkesi üzerine kuruluydu. Bu nedenle, tüm Çin tarihi boyunca, en iyi yargıç toplum işlerine en az müdahale eden kişiydi ve tüm tarih boyunca klanların ve ailelerin başlıca gayesi mahkemelere başvurmak yerine işlerini kendi içlerinde halletmekti. Böyle bir toplumun doğal dünya üzerinde derin felsefi düşünceye yatkın olması olası görünüyor. İnsan, doğal dünyanın mekanizmalarına olabildiğince derinlemesine nüfuz etmeye ve içerdiği güç kaynaklarından olabildiğince az müdahale ederek ve “uzaktan etkileşim” kullanarak yararlanmaya çalışmalıdır. Son derece zekice olan bu tür düşünceler her zaman bir araçlar ekonomisiyle sonuç elde etmeye çalıştı ve doğal olarak, özünde Bacon’cu nedenlerle, doğanın araştırılmasını teşvik etti. Dolayısıyla, sonuç sismograf, demir döküm ve su gücü gibi erken dönem parlak başarılarıydı. 

Dolayısıyla, müdahaleci olmayan bu insan etkinliği anlayışının başlangıçta doğa bilimlerinin gelişimi için elverişli olduğu söylenebilir. Örneğin, “uzaktan etkileşim” tercihinin erken dönem dalga teorisine, gelgitlerin doğasının keşfine, jeo-botanik araştırmada olduğu gibi mineral kütleleri ve bitkiler arasındaki ilişkilerin bilgisine, ayrıca manyetizma bilimine de büyük etkisi oldu. Galileo zamanında modern bilimdeki büyük atılımın temel özelliklerinden birinin manyetik polarite, sapma vb. bilgisi olduğu sıklıkla unutulur. Ayrıca, Öklid geometrisi ve Batlamyus astronomisinin aksine, manyetik bilim tamamen Avrupa dışından yani Avrupalı olmayan bir katkıydı. 12. yüzyılın sonuna kadar Avrupa’da burada hakkında konuşmaya değer bulabileceğimiz bir şey bilinmiyordu ve Çinlilerin daha önceki eserlerinin Avrupa’ya aktarıldığına şüphe yok. Çinliler (Babilliler dışında) tüm eski halklar arasında en büyük gözlemciler ise, bunun nedeni belki de tam olarak (Taocuların “su sembolü” ve “ebedi dişil” üzerine gizemli şiirlerinde yer alan) müdahaleci olmayan ilkelerin teşvik edilmesi değil miydi? 

Bununla birlikte, “köy-prens” ilişkisinin müdahaleci olmayan karakteri, bilimin ilerlemesine elverişli belirli bir dünya anlayışı doğurduysa da, bunun bazı doğal sınırlamaları vardı. Çobanlardan ve denizcilerden oluşan bir halk için çok doğal olan, karakteristik olarak Batılı müdahalecilikle uyumlu değildi. Tüccar zihniyetinin uygarlıkta lider bir konuma gelmesine izin veremediği için yüksek zanaatkarlığın tekniklerini bilginlerin geliştirdiği matematiksel ve mantıksal akıl yürütme yöntemleriyle kaynaştırmaya muktedir değildi. Böylece modern doğa biliminin gelişiminde Vincean (Leonardo Da Vinci) aşamasından Galilean aşamasına geçiş sağlanamadı, belki de mümkün olmadı.

Orta Çağ Çin’inde, Yunanlıların veya Orta Çağ Avrupa’sının şimdiye kadar denediğinden daha fazla sistematik deney vardı. Ancak “bürokratik feodalizm” değişmeden kaldığı sürece, matematik, tamamen yeni bir şey üretmek için ampirik doğa gözlemi ve deney ile bir araya gelemezdi. Deney çok fazla aktif müdahale gerektirir ve bu, sanat ve ticarette her zaman, hatta Avrupa’da olduğundan daha fazla kabul görmüş olsa da, Çin’de bunu felsefi olarak saygın kılmak belki de daha zordu.

Ayrıca, Orta Çağ Çin toplumunun doğa bilimlerinin Rönesans öncesi düzeyde gelişmişliğine son derece olumlu baktığı başka bir yol daha vardı. Geleneksel Çin toplumu oldukça organikti ve oldukça uyumluydu. Devlet, sorumluluğunu asgari müdahale ile yerine getirse de, tüm toplumun iyi işlemesinden sorumluydu. İdeal Hükümdar’ın eski tanımının şu şekilde olduğu hatırlanmalıdır: “Sadece yüzünü Güney’e dönerek oturmalı ve On Bin Şey’in otomatik olarak iyi yönetilmesi için erdemini {té) her yöne uygulamalı”.

Defalarca gösterdiğimiz gibi, Devlet bilimsel araştırmalara güçlü yardımlar sundu.

Örneğin, bin yıllık kayıtları tutan astronomik gözlemevleri kamu hizmetinin bir parçasıydı. Yalnızca edebi değil, aynı zamanda tıbbi ve tarımsal ansiklopediler de Devlet namına yayınlandı ve zamanları için dikkate değer bilimsel keşif gezileri başarıyla tamamlandı (Sekizinci yüzyılın başlarında Hindi Çin’den Moğolistan’a uzanan bir meridyen yayının jeodezik araştırması ve güney yarımkürenin takımyıldızlarının haritasını güney gök kutbunun yirmi derece yakınına kadar çıkarmak için yapılan sefer). Buna karşılık, Avrupa’da bilim genellikle kişisel bir girişimdi. Bu nedenle, yüzyıllarca geride kaldı. Yine de, Çin Devlet bilimi ve tıbbı, zamanı geldiğinde, on altıncı yüzyılda ve on yedinci yüzyılın başlarında Batı biliminde meydana gelen niteliksel sıçramayı yapacak durumda değildi.

Bazı Asyalı entelektüeller “Asya tipi üretim tarzı” ya da “bürokratik feodalizm” fikrine şüpheyle yaklaşmışlardır. Çünkü onu kendi toplumlarının tarihinde gördüklerini sandıkları belli bir “durgunluk” dönemi ile özdeşleştirmişlerdir. Asya ve Afrika halklarının ilerleme-gelişme hakkı adına, Batı’nın geçtiği aşamaların aynısını bu toplumlar için geçerli kabul etmek ve sahiplenmek istediler. Bu yanlış anlaşılmayı gidermek bence çok önemli. Çünkü Çin’in ve diğer eski uygarlıkların Avrupa-Batıyla tamamen aynı toplumsal aşamalardan geçtiğini apriori olarak varsaymamız için hiçbir neden yok gibi görünüyor.

Aslında, “durgunluk” kelimesi Çin için hiçbir zaman geçerli olmadı; bu tamamen Batılı bir yanılgıydı. Başka bir yerde gösterdiğim gibi, geleneksel Çin toplumunda devam eden genel ve bilimsel bir ilerleme söz konusuydu. Ancak, Avrupa’da Rönesans’tan sonra modern bilimin büyük bir hızla gelişmesi Çin toplumundaki bu ilerlemeyi şiddetli bir şekilde geride bıraktı. Çin homoeostatikti (içsel denge durumu) veya arzu ederseniz sibernetikti deyin; ama asla durgun değildi. Çin’de yapılan temel keşiflerin ve icatların Avrupa’ya aktarıldığını gösteren çok sayıda örnek sunulabilir. Örneğin, barut ve ondan sonraki her şey bir yana, manyetik bilimi, ekvatoral göksel koordinatlar ve gözlem amaçlı astronomi aletlerinin ekvatoryal montajı, kantitatif (niceliksel-sayısal) haritacılık, dökme demir teknolojisi, iki yönlü (emme basma) çalışma ilkesi ve dönel ve uzunlamasına hareketin standart birbirine dönüştürülmesi sayesinde ileri geri hareket eden buhar makinesinin temel bileşenleri, mekanik saat, üzengi ve kullanışlı at koşumları…

Bu çok çeşitli keşif ve buluşların Avrupa’da sarsıcı etkileri olmasına rağmen Çin’de bürokratik feodalizmin toplumsal düzeni bunlardan çok az rahatsız oldu. Bu nedenle, Avrupa toplumunun yerleşik istikrarsızlığı, temelde daha rasyonel bir toplum olduğuna inandığım Çin’deki homoeostatik denge (içsel denge durumu)  ile karşılaştırılmalıdır. Geriye Çin ve Avrupa’daki sosyal sınıflar arasındaki ilişkilerin bir analizi kalıyor. Batı’daki sınıflar arasındaki çatışmalar yeterince iyi çalışılmıştır. Fakat Çin’de bürokrasinin soya bağlı olmayan doğası nedeniyle bu görev çok daha zordur. 

Son on yıllarda, Avrupa dışındaki büyük uygarlıklarda, özellikle Çin ve Hindistan’da, bilim ve teknoloji tarihine büyük ilgi uyandı. Bu ilgi bilim insanlarının, mühendislerin, filozofların ve oryantalistlerin alanına giriyor, tarihçilerin tamamının alanına değil. Çin ve Hint bilim tarihinin onlar (tarihçiler) arasında neden popüler olmadığı sorusu akla gelebilir. Özgün kaynaklara ulaşmak için gerekli dilbilimsel ve kültürel araçların eksikliği doğal olarak bir engel oluşturmaktadır ve kişi öncelikle 18. ve 19. yüzyıl bilimi tarafından cezbedilirse, elbette Avrupa’daki gelişmeler ilgisini çekecektir. Yine de, bunun arkasında daha derin bir nedenin bulunduğuna inanıyorum.

Modern bilim ve teknolojinin kendiliğinden gelişmediği büyük uygarlıkların incelenmesi, modern bilimin Eski Dünya’nın Avrupa ucunda nasıl ortaya çıktığına dair nedensel bir sorunu gündeme getirme eğilimindedir. Gerçekten de, eski ve Orta Çağ Asya uygarlıklarının başarıları ne kadar parlak olursa, sorun o kadar rahatsız edici hale gelir. Son otuz yıl boyunca, Batı ülkelerindeki bilim tarihçileri modern bilimin kökenine ilişkin sosyolojik teorileri reddetme eğiliminde oldular. O zamanlar bu tür hipotezlerin sunuluş biçimleri kuşkusuz görece kabaydı; ama bu onların rafine edilmemesi için kesinlikle bir neden değildi.

Belki de bilim tarihinin bir akademik disiplin olarak yerleştiği bir dönem için hipotezlerin kendilerinin de fazla sarsıcı olduğu düşünülüyordu. Tarihçilerin çoğu, bilimin toplum üzerinde bir etkiye sahip olduğunu görmeye hazırdırlar; ancak toplumun bilimi etkilediğini kabul etmeye eğilimli değildirler. Bilimin ilerleyişini yalnızca fikirlerin, teorilerin, zihinsel veya matematiksel tekniklerin ve bir büyük adamdan diğerine meşaleler gibi aktarılan pratik keşiflerin içsel veya özerk aktarımı/geçişi açısından düşünmeyi seviyorlardı. Esasen “içselciler” veya “otonomistler” olmuşlardır. Başka bir deyişle, “Tanrı tarafından gönderilmiş bir adam vardı, onun adı…” Kepler. (Tıpkı Alexander Pope’un “Doğa ve doğanın yasası karanlıkta saklıydı. Tanrı, Newton olsun! dedi ve her şey aydınlandı” deyişi gibi. Kamuran Kızlak)

Bu nedenle, diğer uygarlıkların incelenmesi, geleneksel tarihsel düşünceyi ciddi bir entelektüel güçlük içine sokmaktadır. Zira onun talep ettiği açıklama türü, (1) bir yanda Avrupa ile büyük Asya uygarlıkları arasındaki toplumsal ve ekonomik yapıdaki temel farklılıkları ve değişkenliği ve (2) diğer yandan, yalnızca modern bilimin Avrupa’daki gelişimini değil, aynı zamanda, kapitalizmin yalnızca Avrupa’daki gelişimini (dünyanın başka hiçbir yerinde benzeri olmayan) protestanlık, milliyetçilik vb. tipik eşlikleriyle birlikte de açıklayacak farklılıkları gösterebilecektir. Bu tür açıklamaların çok daha fazla ayrıntılandırılabileceğine inanıyorum. Fikirler, dil ve mantık, din ve felsefe, teoloji, müzik, insancıllık, zamana ve değişime karşı tutumlar alanındaki çok sayıda faktörün önemini hiçbir şekilde ihmal etmemelidirler. Ama söz konusu toplumun, kalıplarının, dürtülerinin, ihtiyaçlarının, dönüşümlerinin analiziyle ilgilenecekler.

İçselci veya otonomist görüşe göre bu tür açıklamalar hoş karşılanmaz. Bu nedenle, ona sahip olanlar, diğer büyük uygarlıkların incelenmesinden içgüdüsel olarak hoşlanmazlar. Ancak, modern bilimi ortaya çıkaran geç Rönesans’ın “bilimsel devrimi”nin sosyolojik açıklamalarının geçerliliğini ve hatta uygunluğunu reddederseniz, bu devrim için fazla devrimci oldukları gerekçesiyle onları reddederseniz ve, aynı zamanda, Çinlilerin ve Hintlilerin yapamadığını Avrupalıların neden yapabildiğini açıklamak isterseniz, kaçınılmaz bir ikileme sürüklenirsiniz. Boynuzlarından biri saf şans, diğeri ise ne kadar kılık değiştirmiş olursa olsun ırkçılıktır. Modern bilimin kökenini tamamen şansa bağlamak, insan aklının bir aydınlanma biçimi olarak tarihin iflas ettiğini ilan etmektir. Coğrafya üzerinde durmak ve iklimi şans faktörleri olarak öne sürmek durumu kurtarmaz. Çünkü bu sizi doğruca şehir devletleri, deniz ticareti, tarım ve benzeri -özerkliğin hiçbir ilgisi olmayan somut faktörler- sorununa getiriyor.

Bilimsel devrimin kendisi gibi “Yunan mucizesi” de bu durumda mucizevi kalmaya mahkumdur. Ama şansın alternatifi nedir? Şudur: “Yalnızca, belirli bir halk grubunun, bu durumda Avrupa “ırkı”nın, diğer tüm halk gruplarına karşı içsel bir üstünlüğe sahip olduğu doktrini”. İnsan ırklarının, fiziksel antropolojinin, karşılaştırmalı hematolojinin ve benzerlerinin bilimsel olarak incelenmesine elbette bir itiraz olamaz. Ancak, “Avrupa üstünlüğü doktrini” politik anlamda ırkçılıktır ve bilimle hiçbir ortak yanı yoktur.

Avrupalı otonomcu korkarım ki “biz insanız ve bilgelik bizimle doğdu” inancıyla doludur. Bununla birlikte, ırkçılık (en azından açık biçimleriyle) ne entelektüel açıdan saygın ne de uluslararası kabul edilebilir olduğundan, otonomistler zaman geçtikçe daha da belirginleşmesi beklenebilecek bir ikilem içindeler. Önemli Avrupa yüzyılları boyunca bilim ve toplum ilişkilerine dair giderek canlanan bir ilgi görülmekle birlikte, bu ilginin tüm uygarlıkların sosyal yapılarını daha yoğun bir şekilde incelemesini ve ihtişam açısından birbirlerinden nasıl farklı olduklarını açıklamasını da bekliyorum. 

Özetle, Çin ile Batı Avrupa arasındaki analiz edilebilir sosyal ve ekonomik model farklılıklarının, hem Çin bilim ve teknolojisinin daha önceki hakimiyeti hem de sadece Avrupa’da daha sonra modern bilimin yükselişinin sonunda aydınlanacağına inanıyorum. 

Kaynak: Dr. Joseph Needham, Science and Society in East and West; Science & Society, Fall, 1964, Vol. 28, No. 4, pp. 385-408 

 

kaynak: https://kamuraninnotdefteri.blogspot.com/2023/06/doguda-ve-batda-bilim-ve-toplum.html

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar