Teori ve Politika’nın Azameti
ve Sefaleti
Demir Küçükaydın
Teori ve Politika dergisi yayına başlayalı on yıl olmuş. Bir derginin, hele bir sol dergi ise ve de hele bir teorik dergi ise, on yıl boyunca çıkmış olması bile başlı başına bir övgüyü hak ediş demektir.
Yapılan işin sırf nicelik olarak çapını ve önemini anlamak için bir kıyaslama daha iyi bir fikir verebilir.
Biz de buralarda, Ali Dayı’nın (İbrahim Sevimli) başı çekmesiyle, 1994-95 yıllarında Sosyalizmin Sorunları diye bir dergi çıkaralım demiştik. Sayfalarımıza Avrupa’da yaşayan elde kalan herkesi topladığımız da söylenebilirdi. Ama iki sayı çıkarabildik. Birinci sayı Sosyalizmin Sorunları konusunun kendisiydi. İkincisi Milliyetçilik ve Irkçılık. Konusu Din olan üçüncü sayı ise hiçbir zaman çıkmadı.
Şimdi bunun karşısında, neredeyse Sosyalizmin Sorunları’nın çıkamadığı yerde, 1996 yılının kışında yayına başlayan ve şimdi 36. sayısını çıkarmış bulunan Teori ve Politika’nın, sadece nicelik olarak bile, ne kadar zor bir işi başardığı görülebilir. Kütüphanemde neredeyse koca bir raf dolduruyor. Kimisi tek sayı, kimisi çift sayı, rengarenk sırtları görünüyor. Sadece sırtlarına bakması bile bir zevk. Dikkat ettiniz mi bilmem. Gri olan bir tane. En sevilen renkler mavi, kırmızı, yeşil ve kavuniçi. Sadece otuzuncu sayının sırtı beyaz değil. Gerçi dikkatli bakınca 31 ve 32-33’ün de beyaz olmadığı görülüyor. Ama çok koyu olmadığından pek fark edilmiyor. Hasılı her kitaplığın raflarında sergilemekten zevk alacağı, gurur duyacağı, uzun soluklu bir çaba.
Alayoğlu, yazı isterken, onuncu yılı doldurduk, “gençliğimize giriyoruz sayılır” demişti, ben de “yaşlanmışsınız” diye takılmıştım. Gerçekten bizim şu sol yayın organlarının ortalama ömrüne göre çoktan ölmesi gerekirdi. Ama ölmek ne kelime, hayat yeni başlıyor diyorlar. Eh öyledir. İnsanlar gibi dergiler de yaşlandıkça hayata daha çok bağlanırlar. Güzel bir şey aslında yaşlandığını fark etmeden, daha yıllarca yaşayacağını düşünürken ölüvermek. Ya da öldüğünü bilmeden yaşamaya devam etmek.
Bir de sürekli olarak artık çoktan ölmüş olması gerektiğini düşünerek hayatı bir yük gibi sırtında taşımak da var. Doğrusu çok şanslı Teori ve Politika’yı çıkaran arkadaşlar. Onlara imreniyorum. Yaşlandığını fark etmeden çocukluğu yaşar gibi uzun bir hayat. Allah hepimize böyle bir hayat ihsan eylesin.
Eh, bunca övgü yeter. Aslında övgüde cimri olmalı. Bu sefer bir istisna yapalım dedik, on yıl çıkmanın mükafatı. Şimdi gelelim yergiye. Ama ondan önce bir hikaye. Hani şu eski uygarlıkların tecrübelerini derleyen, Sadi’nin hikayeleri gibi bir hikaye.
Vakti zamanında ülkenin birinde bir padişah varmış. Marifetleri olan kullarının marifetlerini görmeyi ve eğer beğenirse onları ödüllendirmeyi pek severmiş.
Bu padişahın ülkesindeki kullarından biri de, kırk yıl boyunca, kırk adım öteye koyduğu bir çuvaldızın deliğinden kırk adımdan kırk dikiş iğnesini geçirmekle uğraşmış. Sonunda bu işte iyice ustalaştığına kani olduktan sonra, padişahın huzuruna çıkmış ve marifetini göstermek istediğini söylemiş.
Padişahın huzurunda kırk adım öteye koyduğu çuvaldızın deliğinden kırk dikiş iğnesini kırk atışta geçirmiş. Herkesin hayret ve takdir dolu bakışları arasında padişahın huzurunda yerlere kadar eğilerek ödülünü beklemiş.
Padişah “bu kuluma önce kırk altın verin sonra da kırk sopa vurun” demiş.
Bizim çuvaldız deliğinden ve de kırk adımdan dikiş iğnesi geçirme ustası, “hünkarım, kulunuz, bu kırk altını anladı da niye kırk sopa da vurdurursunuz, yaptığım iyi ise ve onu altınla ödüllendiriyorsanız bu sopa nedir?” diye sormuş.
Padişah da, “kırk altın, yaptığın zor işin karşılığıdır demiş. Bu kırk sopaya gelince, bunca emek, bunca çaba ne sana, ne insanlığa zerrece yararı olmayan bu iş için harcadıklarınadır. Be adam, bunca sabır bunca emeği işe yarar bir iş için kullansaydın ya” demiş.
Biz bu fıkrayı anlatmadan önce kırk altınımızı vermiştik. Şimdi kırk sopaya gelelim.
* * *
Marx ve Engels, Marksizmi, yani Tarihsel Maddeciliği, kendilerini bir kere aydınlattıktan sonra “farelerin kemirici eleştirisine” terk ettikleri ve daha sonra Alman İdeolojisi adıyla yayınlanan eserlerinde ilk kez ortaya koyarlar.
O zamana kadar temel sorunları, düşünce ve varlık ilişkisiydi. Bu ilişki üzerine uzun çalışmalardan sonra, insanların düşüncelerinin varlıklarını değil, varlıklarının düşüncelerini belirlediği sonucuna ulaşırlar. Ondan sonra meşhur on birinci tezden bütün ömürleri boyunca yaptıklarına kadar her şey, bu çıkarılmış sonuçla bir tutarlılık içindedir.
Bu nedenle varlığı anlamak için topluma, toplumu anlamak için tarihe yönelirler. Ve tam da bu nedenle, “biz bir tek bilim tanıyoruz, tarih bilimi, o da doğa ve toplum tarihi olarak ikiye ayrılır” diye yazarlar Alman İdeolojisi’nde.
Bu nedenle, Marksizmin, yani Tarihsel Maddeciliğin ham maddesi, toplumsal olgulardır, olaylardır, tarihtir; yaşanan ve yaşanmış bulunan tarihtir.
Yani Marksizmin özüne bağlı olmak, onun temel metodolojik ilkesine bağlı olmak, Marksizm üzerine yazmak değil; onun kurucularının yaptığını yapmaktır. Yani toplumsal olgulardan yola çıkmak, onları çözümlemek ve onlardan hareketle genellemeler yapmak, o genellemeler ışığında tekrar olguları ele almak vs. biçiminde bütün bilimlerin yaptığı gibi yapmaktır.
Ama işte Teori ve Politika’da tam da bulunmayan budur. Teori ve Politika, bu metodolojik ilke bakımından göz önüne alındığında, Marksist bir dergi değil, Marksizm hakkında bir dergidir.
Elbette, Marksizmin kendisi de bizzat bir toplumsal fenomen olduğundan, onun şu veya bu yönde değişimi de bizzat Marksizmin konusudur. Bu bakımdan, pekala, Marksizm hakkında Marksist bir dergi de olabilirdi. Ama Marksizm hakkındaki Marksist bir dergi de, yine Marksizmin temelindeki metodolojik düşünce ve varlık ilişkisi ilkesine bağlı olmak, yani Marksist düşüncedeki değişimleri, son duruşmada varlıktaki değişimlerle açıklamalı, yani yine tarihe yönelmelidir. Yani düşünceyi varlığın belirlediği ilkesine dayanan düşüncenin geçirdiği evrim de yine bizzat varlıktan hareketle; yani toplumsal ilişkilerden ve tarihten hareketle anlaşılabilir.
Ama işte Teori ve Politika’da olmayan tam da budur.
Evet o Tarih ve Toplum hakkında değil, Marksizm hakkında bir dergidir. Ama Marksizmi de Marksizmin yöntemiyle ele almamakta, tam da Marksizmin kendisine karşı mücadele ederek doğduğu idealizmin yöntemiyle ele almaktadır. Bu bakımdan, Teori ve Politika, Marksizm üzerine idealist, diğer bir deyişle, anti Marksist bir dergidir. İşin kötüsü kendisini Marksist sanmaktadır ve muhakkak ki bu inancında da samimidir.
Bu ifade çok acımasız gelebilir. Ama biz öyle ince düşünceler aleminden pek anlamıyoruz. Kaba olaylara bakalım.
Önce Marksizm üzerine bir dergi olduğunu birkaç fırça darbesiyle görelim.
Maalesef tek tek istatistik hazırlayacak bir zamanımız yok. Ama en kaba gözlemci bile burada söyleneceklere itiraz etmeyecektir.
Derginin belli bir konuyla adlandırılmış sayılarının çoğunun adı: (konu) + Marksizm adını taşımaktadır.
Postmodernizm ve Marksizmin Güncelliği (yani Post Modernizm ve Marksizm de denebilir); Aydınlanma ve Marksist Eleştiri (Pekala Aydınlanma ve Marksizm de olabilir); Ekoloji ve Marksizm; Savaş ve Marksizm; Milliyetçilik ve Marksizm; Marksizmin Krizi, İşçi sınıfı ve Marksizm; İslam ve Marksizm; Zaman ve Marksizm; Türkiye’de Sol ve Marksizm
Dikkat edilsin bunlar sadece konu ağırlığı belirtilmiş sayıların başlıkları. Sadece bu başlıklar bile, derginin, Marksizm üzerine bir dergi olduğunun ip uçlarını vermektedir.
Derginin konusu örneğin post modernizmin Marksist bir açıklaması değildir; Aydınlanma’nın Marksist açıklaması değildir; Ekolojinin, Savaşın, Milliyetçiliğin vs. Marksist bir açıklaması değildir, en iyi olasılıkla, bunlar hakkındaki Marksist görüşlerdir. Marksizmin bu konularda ne dediğidir.
Bütün bunlar Marksizm üzerine bir etüdün başlıkları olabilirler. Ama bu onların Marksist olduğu anlamına gelmez, Marksizm üzerine oldukları anlamına gelir.
Başlığı böyle olmayan sayılarda da durum farklı değildir. Hatta hemen hemen tüm yazılarda konu hep Marksizmdir.
Tek tek yazılara girince, tartışılanların Marksizm de olmadığı, Marksizm üzerine o konuda yazılmış yazıların tartışıldığı görülür.
Ama o yazıların kendileri de bizzat, Marksizm üzerine Marksist olmayan yazılardır. Dolayısıyla Teori ve Politika’nın gerçek konusu, Marksizm de değil; Marksizm ve o konu hakkında başkaları tarafından yazılmış yazılarda Marksizmin nasıl ele alındığıdır.
Elbette bu da konu olabilir ve Marksist olarak incelenebilir. Niçin Marksizm üzerine böyle devasa bir labirent oluşturan muazzam bir yazın ortaya çıkmıştır?
Örneğin bunu açıklayan Marksist araştırmalara da elbet ihtiyaç vardır. Ama Teori ve Politika, Marksizm üzerine bu yazını da Marksist bir yöntemle ele almamaktadır. Yani onu toplumsal bir fenomen olarak ele alıp incelememekte, bu labirentlerde oyalanmaktadır; o yazıların yöntemiyle o yazıları ele almaktadır.
Ve buradan giderek düşünceler tarih ve toplumdan hareketle değil; düşüncelerden hareketle tarih ve toplum anlaşılmaya çalışılmaktadır. O koca dergi sayıları içinde, hep düşünceler ele alınmakta düşüncelerden hareketle toplum anlaşılmaya çalışılmaktadır. O düşünceleri tarihten ve toplumdan hareketle anlama çabası bile yoktur. Hemen hemen hiçbir sosyolojik çalışma bulunmamaktadır o koca yığın içinde.
Şu veya bu yanlış fikir Marksizme egemen olmasaydı, şimdi işlerin bu kadar kötü olmayacağı gibi gizli bir varsayım vardır. Bütün sorun ipin ucunun nerede kaybedildiğini bulmaktadır. Şu veya bu yanlış fikirler yüzünden Sovyetler de, Türkiye Sol Hareketi de veya başka bir şey de bu günkü durumdadır. Temel gizli yanlış var sayım budur Teori ve Politika’da.
Halbuki soru şöyle de sorulabilir? Niçin o yanlış fikirler üstün geldi. Niçin orada doğru fikirler ortaya çıkmadı veya çıktıysa da benimsenmedi? Soruyu böyle sorduğunuzda, toplumsal nedene, yani Marksizmin doğuşunda ifade ettiği ilkeye geri dönmüş ve Marksistçe düşünmeye başlamış olursunuz.
Yani Stalin’in şu veya bu fikri veya Lenin’in fikrindeki şu veya bu yanlış ya da Marx’ın fikrindeki şu veya bu görüş yanlış olduğu için Sovyetler bürokratikleşmemiş aksine, iç savaş koşulları; adeta yamyamlığa geri dönüş; işçi sınıfının fiili yok olmuşluğu; ileri ülkelerde devrim olmaması gibi nedenlerle Stalinizm yükselmiştir.
İdealistlerin bu açıklama hiç hoşlarına gitmez. Onlar düşüncenin labirentleri arasında geviş getirmeyi çok severler. Çok banal, kaba, maddi gelir böyle açıklamalar onlara. Ama tam da zurnanın zırt dediği yer orasıdır.
Bu fikirlere yönelişin ardında, Marksizme Marksist olarak yaklaşmayışın ardında; Marksist yöntemi uygulamayışın ardında tam da bu küçük burjuva sınıfsal eğilim vardır. Küçük burjuvazinin devrim ve reform arasında yalpalaması vardır ve o bunun ifadesi ve aracıdır.
O zaman, yani Marksist yöntem kullanıldığında, niye Stalinizm’in üstün geldiğinin toplumsal temelleri araştırıldığında; her şeyden önce Rusya’nın geriliği ile karşılaşılır. Orada da şu sorun ortaya çıkar: Bu geri ülkede nasıl ve niye sosyalist devrim oldu? Orada da Troçki, yani geri bir ülkede demokratik görevlerin sosyalist devrime yol açacağı ön görüsü ortaya çıkar. O zaten aynı zamanda otomatik olarak, niye Sovyetlerin o hale geldiğini de açıklar. Ve bu açıklama fikirlerle, idealist bir açıklama değil, o fikirlerin niye egemen olduğuna dair, sosyolojik, yani Marksist bir açıklamadır.
Yani Marksist yönteme uygun olarak davrandığınız an, ister istemez, klasik Marksizmle ve açık bir tavır alışla karşılaşmanız kaçınılmazdır. O da somut bir politik tavırdır. Ama şu veya bu düşünceye taktığınızda, oralarda aradığınızda bütün o gidişin suçlusunu, bu Marksist açıklama ve pozisyonla karşılaşmaktan kurtulursunuz.
Bu nedenle, politik olarak, küçük burjuva sosyalizmi veya merkezcilik diyebileceğimiz akımlar; Devrimci Marksizm ve Stalinizm arasında yalpalayanlar idealizme muazzam bir eğilim gösterirler. Bu onların Marksist bir görünümü kurtarmalarını ve gerçek sorundan kaçmalarını ve açık bir tavır almaktan kurtulmalarını sağlar.
Tabii bunun için pek kirlenmemiş iyi teorisyenlere ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç özellikle Althusser ve Gramsci gibilerde bulunur. Gramsci’nin merkezcilerce bunca sevilmesinin nedeni de budur. O gereken Marksist otoriteyi, görünümü ve radikalliği sağlamanın bir aracıdır.
Ne var ki, bu sadece, küçük burjuvazinin tutarsızlığıyla ilgili değildir. Onun skolastik, köylü niteliğiyle de ilgilidir. Yani sadece modern toplumdaki temel sınıflar arasındaki bir kararsızlığın ifadesi değil; aynı zamanda kültürel ve tarihsel boyutu da olan bir yanı vardır.
Küçük burjuvazi her şeyden önce köylülük, uygarlığa ya da modern topluma uzaklık demektir. O modern toplumda, geçmiş üretimin kalıntısını ve o üretimin gerçekleşmesi için zorunlu olmayanı; klasik uygarlıkta da, uygarlık öncesini ifade eder.
Uygarlık ve modern toplum onun karşısında üstün bir sentezi ifade eder. Bu durumda, o kendisini, daha önce, uygarlık ya da modern toplumca olaylardan hareketle yapılmış genellemelerden hareket eder durumda bulur. Bu nedenle tümden gelimci ve skolastiktir. Bu nedenle olaylar değil, tarih değil, toplum değil düşüncelerdir onun konusu. Düşüncelerden hareketle olayların sırrına ermeye çalışır.
Tipik örneği batıdaki Ortaçağdır. Aristo’nun zamanının bilgisine dayanarak yaptığı genellemeler karşısında Teori ve Politika aynı durumdadır. Kendisi olaylardan hareketle Aristo’nun yaptığını yapmaya, genellemelere gitmeye kalkmaz. Bunu yapacak kavramsal ve kültürel temel yoktur.
Aristo, Sümerlerden beri gelen medeniyetler zincirinin birikimine dayanmaktadır. Bu genellemeler onu ifade eder. Aristo’yu manastırlarda okuyan rahipler ise, daha birkaç kuşak önce, ilkel komünü yaşayan, Roma üzerinden uygarlıkla buluşmuş, çok geri bir kavramsal ve kültürel arka plana dayanan Gotlar, Germenler vs.dir.
Bu ister istemez skolastiği besler. Genellemeler dokunulmazlık ve dogma olurlar. Hayat ve olaylara, o bir zamanların binlerce yıllık birikimi üzerine oluşmuş genellemelerden çıkarsamalar yoluyla ulaşılmaya çalışılır.
Yani Ortaçağ ya da köylülük; uygarlık ya da şehir karşısında kültürel ve kavramsal olarak daha geri olduğundan, skolastik olmak zorundadır. Tümden gelimi kullanır. Uygarlığın genellemelerinden hareketle olayları anlamaya yön bulmaya çalışır. Olaylardan hareketle genellemeler yapacak durumda değildir; o zaten önceden yapılmıştır.
Aynı durum gerek dünya ölçüsünde, gerek tek tek ülkelerde Marksizmin ve sosyalist hareketin de başına gelmiştir.
Marksizm binlerce yıllık birikime ve özellikle burjuva uygarlığının birikimine dayanan aydınlarca ve de o temel aşılarak geliştirilmiştir. Marksist olmak için en gelişmişinden bir burjuva teorik, kültürel ve kavramsal arka plan, olmazsa olmaz koşuldur. Sadece bu da yetmez, onunla bir savaş ve onun aşılması da gerekir.
Marx, Engels, Lenin, Troçki, Adorno, Luksemburg gibi bütün Marksistler çok iyi bir burjuva kültürel, kavramsal, teorik arka plana sahip olmakla kalmazlar, uzun ve acılı iç mücadelelerle onun aşılmasını da içlerinde taşırlar.
Halbuki, devrim bulutlarının doğuya kaymasıyla birlikte, sosyalizm ve sosyalist hareket de doğuya, köylülüğün egemen olduğu; burjuva kültürü bir yana çoğu kez, klasik uygarlıkların kültürünün bile yeterince bilinmediği ve özümlenmediği bir insan kitlesine yayılır Marksizm. Yani bırakalım, bürokrasinin yaptığı tahrifatları ve metafizikleştirmeyi, bu olmasaydı bile yeni radikalleşmiş doğu ülkelerinin yoksulları karşısında Marx, Batı Ortaçağı karşısında, Aristo’nun durumundadır.
Bu nedenle, neredeyse ekim devriminden sonra Marksizm bayrağıyla yayılmış hareketlerin olduğu her yerde, Marksizmin yöntemi yoktur. Marksizm üzerine bir yazın vardır. Marx’ın sonuçları, onlardan gerçeğin ve olaylar hakkında bir yönelişin bulunacağı sihirli feylosof taşları gibidir. Olaylardan hareketle genellemelere gidiş yoktur. Marx’ın yaptığı genellemelerden hareketle olayların anlaşılması ve onlara yön verilme çabası görülür. Skolastik tüm yazına egemendir. Ama bu bütün skolastik, muazzam dogmatik bir Marksizm söylemi biçimindedir.
Sosyoloji yok olur. O sosyolojik genellemeler de adeta bir tür felsefi genelleme anlamı kazanırlar. Ve böylece, somut sosyolojik tahlilin yerini, felsefi kavramlardan hareketle, en somut politik, stratejik hatta taktik sorunlara ilişkin çıkarsamalar yapma yöntemi alır.
Bunun en tipik örneği Mao’dur. Çelişkiler üzerine felsefi genellemelerden somut devrimin stratejisi sorunlarına ilişkin çıkarsamalar yapıverir. Aslında teori, bütün skolastik sistemlerde olduğu gibi, politikanın basit bir aracıdır.
Bu skolastik yöntem aynen Türkiye sosyalist hareketine de damgasını vurmuştur. Baş çelişkinin ne olduğundan devrim stratejisi, taktikleri çıkarılabiliyordu. Baş çelişki kavramının skolastik ve Marksist olmayan niteliği bir yana bırakılsa bile, baş çelişki de, somut toplumsal ilişkilerin analizinden ve bu analizde kullanılan kavramların geliştirilmesinden hareketle değil; baş çelişkinin ne olduğu veya “baş” ve “ana çelişki” veya “aktüel baş çelişki” gibi kavramların ayrımlarından çıkarılıyordu.
Böylece nasıl Ortaçağda bütün yazın, Aristo’nun dedikleri üzerine, ondan çıkarsamalara dayanan bir tartışmaysa, sosyalizmin ortaçağı diyebileceğimiz, Ekim devriminden bu yana, (Klasik geleneği sürdüren Batı Marksizmi, Troçkist gelenek ve Kıvılcımlı gibi bir istisna bir yana) bütün Marksist yazın, aslında Marx’ın dedikleri üzerinden çıkarsamalara dayanan bir skolastik bir tartışmadır.
Nasıl Ortaçağın manastırlarında kimse, bütün zamanların gelmiş geçmiş en büyük ve en sistematik düşünürü olan Aristo’nun yöntemini değil, sonuçlarını ve adını kullanıyordu ise; yirminci yüzyılda da, sosyalist harekette, modern çağın en büyük ve sistematik düşünürü olan Marx’ın yöntemi değil dedikleri ve adı kullanıldı. İşin kötüsü bunu kullananlar, Aristo mantığının sözlerini kendi diyalektiklerinin bir kanıtı olarak karşısındakileri öldürmek için bolca kullanırlarken, Aristo mantığını bile kullanacak kültürel ve kavramsal temelden çok yoksundurlar. Yani Marksist diye bilinen yazının, özellikle örgütlerin, devrimci ve sosyalist sol organların yüzde doksan dokuz onda dokuzu, bırakalım Marksizmi bir yana, Aristo mantığından bile yoksundurlar. En temel, en basit kavram ve kategorileri karıştırırlar. Klasik uygarlıkların teologları kadar olsun, mantıklı ve sistematik düşünce geleneğiyle bağları yoktur. Ama bunlar için işçi hareketi reformistleştiği veya bürokratik aparatların kontrolünde olduğu için, bu yöntem bir radikalizmi ifade etmenin aracıdır politik olarak çoğu kez.
Bu nedenle Batı’nın merkezcileri ile doğunun merkezcileri arasında yöntemden gelen yakınlıklar ve özdeşlikler kadar farklı bir politik tavrın vurgulanması da vardır. Birinde, devrimci Marksizmden uzaklaşmanın aracı olan idealizme kayış; diğerinde reformizmden uzaklaşmanın, radikalizmi ifade etmenin bir aracıdır.
İşte Teori ve Politika, bu iki geleneği, bu iki damarı da içinde taşıyor. Bir yandan, doğu köylülüğünün skolastik karakterini, politik olarak devrimci bir tavrı sürdürme eğilimini; diğer yandan Batı’nın küçük burjuva merkezcisinin sosyolojik açıklamadan, açık bir tavır alıştan kaçışını fikirler aleminin labirentlerinde gizleyen, devrimci Marksizmden uzaklaşmanın aracı olan eğilimini birleştirmektedir.
Elbette ikisi de reformist değildir. İkisi de radikal bir duruşu savunur. Ama bu politik radikallik, burjuvazinin ufku içinde, onun varsayımları kabul edilerek ifade edilebilir. Doğulu kültürel olarak, batılı konum olarak, burjuva ufkunu aşma ve modern işçi sınıfının yanında yer alabilme durumunda değildir. Bunun ideolojik ve metodolojik yansımasıdır Teori ve Politika’da görülen yaklaşım.
Bu temel yanlış olduğu için, nerede ne dediği fazla önemli değil. Arada elbet doğrular da olur ama yanlış saatler bile ara sıra doğruları gösterirler. Ve yanlışın aracı olan doğrular en yanlış doğrulardır.
* * *
Böylece, Teori ve Politika’ya, kırk sopa borcumuzu da ödemiş olalım.
Teori ve Politika’nın temel yöntemsel yanlışı ve bunun tarihsel nedenlerine ilişkin bir Marksist açıklama örneği sunmaya çalıştık. Doğru veya yanlış olabilir. Ama işte tam da Teori ve Politika’da hiç olmayandır bu yöntem. Onun yanlışının somut olarak görünmesi ve anlaşılması için bir somut örnek olarak görülebilir bu yazı.
Teori ve Politika’nın o muazzam yığını aslında, Devrimci Marksizme gidişi engelleyen; yanlış hayaller yayan bir duvardır.
Hikayemize dönersek. Adam çuvaldızdan iğne geçirirken, hiç kimseye zarar vermiyordu. Teori ve Politika ise çapı ve görünüşüyle yanlış hayaller yayıyor ve Devrimci Marksizme doğru bir evrimin önünde bir engel oluşturuyor.
Ahlakçılar doğru hedefler için yanlış araçların kullanılması üzerine konuşmayı ve yanlış araçlar kullanmayı mahkum etmeyi çok severler. Ama yanlış hedefler için doğru araçlar kullanmanın çok daha korkunç olduğunu görmezden gelirler: çünkü burada artık amacın kendisi sorun olur: Onların bütün derdi ise amacın kendisini tartışmamak, araçlardan ahlakın ilkesini çıkarmaktır.
Bizim temel sorunumuz ise tam da burada, biz amacın kendisini sorun olarak görüyoruz. Bu durumda, Teori ve Politika’nın bu yazının başında övdüğümüz bütün nitelikleri de, aslında yanlışın araçları, dolayısıyla daha kötü ve tehlikeli oluyorlar.
Bu durumda verdiğimiz kırk altını da (baştaki övgüleri de) geri alıyoruz.
Hatta günahlarını affettirmek için, Taptuk Emre’nin kapısındaki Yunus Emre gibi, kırk yıl Marksizmin kapısında, odun taşıması gerektiğini düşünüyoruz.
17 Şubat 2005 Perşembe