Teori ve Politika Üzerine
Marjinal Düşünceler
Hasan Polat*
“Nesimi’ye sormuşlar; o yar ile hoş musun?
Hoş olayım olmayayım, o yar benim kime ne.”
Devrimcilerin teoriyle ilişkisi üzerine kısaca
Teoriye ilgisizlik, devrimci kadroların alamet-i farikası olmaya devam ediyor. Geniş devrimci kadro kategorisi kendini teoriyle etkin biçimde ilişkilendirmiyor. Teoriyi, dar / elit kadro kategorisinin ‘iş’i, teorisyenlerin uğraş alanı olarak görüyor ve teoriyle ilişkilenimde edilgen bir pozisyon seçiyor. Edilgenlik ve ilgisizlik konumunda oluşan teori algısı, teoriyi doktrinle eşitliyor ve en dar anlamıyla kavrıyor. Doktrinin vulger bir okuması veya kavranışı teorik donanım kabul ediliyor. Teorik tedrisat ve birikim resmi öğretilerin öğrenilmesi, belli kitap, dergi ve diğer metinlerin okunmasının ötesine geçmiyor. Devrimci parti ve örgütlerin iç / dış tartışmaları veya eğitimle seviye yükseltme gibi özel örgütsel çabaları, önemli olsa da, palyatif iyileştirme ve ilerleme niteliklerini aşamıyor. Gerçekliğin bu tablosu, teorinin sınıf mücadelesinin temel bir alanı / boyutu olarak yeterince kavranmadığını; daha da önemlisi kurumsallaşamadığını gösteriyor. Teorisyenlerden teorik yayınlara, propagandacılardan eğitmenlere değin geniş bir kurumsallaşmayı, örgütsel araçları gereksinen teorik (ideolojik) mücadele alanı, ne yazık ki en az örgütlü alan görünümündedir. Sorunlu / arızalı yapısal durum sürüp gidiyor. Teoriye ilginin zayıf, teorik üretimlerin ise oldukça gerilerden ve sınırlı seyrettiği süreçlerden geçerek geliyoruz. Kırk kişiyiz ve birbirimizi biliyoruz!
Devrimci hareketin farklı siyasal kuvvetleri arasında anlamlı ve kayda değer teorik-ideolojik tartışmaların neredeyse yok denecek düzeye gerilemiş olması, gerçekliğin çarpıcı bir göstergesidir.
Devrimci teori söz konusu olduğunda, Hikmet Kıvılcımlı, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya’nın teoriye yüksek değer biçtikleri, belli –kimi çığır açıcı– teorik tezler ve çalışmalarıyla devrimci hareketin teorik arka planına ve ufkuna anlamlı bir miras bıraktıkları vurgulanmalıdır. Ne yazık ki bu miras yereli ve evrenseli kucaklayacak özgün teorik çalışmalarla teorinin yeniden üretimi ve geliştirilmesi anlamında süreklileştirilememiştir.
1970’li yıllar, devrimci hareketin teorik-ideolojik ve siyasal kimlik/form kazandığı dönemdir. ‘70’ler aynı zamanda teorik-ideolojik tartışma ve tezlerin üretildiği, devrimin temel ve güncel sorunlarına bağlanmış devrimci teorinin atılım gerçekleştirdiği bir dönemdir. 1970’lerdeki teorik, siyasal ve örgütsel biçimlenme daha sonraki tarihi günümüze uzanan bir çizgide belirlemiştir. Günümüzdeki teoriye yaklaşım bilinci ya da teoriyle ilişkileniş tarzı, esasen ‘70’lerdeki teoriye yaklaşım tarzı ve mentalitesidir. Teorinin belli “uluslararası komünist hareket” merkezlerine angaje bir perspektifle konumlandırıldığı, teorinin örgütsel / fraksiyonel doktrinler biçiminde kavrandığı bir teori anlayışıydı bu. Teori üretim zaviyesi ve sistemi, aktarmacılık, özetçilik, derlemecilik, yorumlamacılık ve eklektisizmden müteşekkil bir teori kurma / üretme tarzında ifade buluyordu.
1990’lı yıllar devrimci / komünist hareketin evrensel çapta ideolojik ve örgütsel krizinin gün yüzüne vurduğu bir kesit oldu. Uluslararası Marksist hareketin krizi, yaşadığımız coğrafyada devrimci hareketin bölünme, parçalanma, gerileme, içe kapanma ve taşlaşma-kireçlenme görünümleriyle dışavurdu, yaşandı. Devrimci hareket krize örgütsel/siyasal cevap vermede başarısız kaldığı gibi biriken teori sorunlarına da suskun ve cevapsız kaldı. Teorinin biriken sorunları ağır bir yük ve gündem haline geldi ve tüm ağırlığıyla, aciliyetiyle devrimci hareketin üstüne çöktü. Bu dönemi, devrimci hareketin yol ayrımı veya dönemeci kabul etmek gerekir. Yeni ve eski tarz devrimciliğin daha açık bir biçimde birbirinden ayrışarak yollarına devam ettiği bir sürecin başlangıcıdır. İdeolojik-örgütsel krizin bilincinde olup krize karşı kendini devrimci temelde yenilenme rotasına bilinçlice sokan ve 21. yüzyıl devrimciliğine hazırlanan / uzanan müstesna örneklerin yönelimlerinin dışında, devrimci hareketin ana gövdesi varlığını ‘eski tarzda’ sürdüregeldi.
2000’li yıllara geldiğimizde, devrimci yenilenmeyi bir yeniden varoluş / yeniden doğuş veya yapılandırma olarak kavrayan devrimci damarın daha açık biçimlerde ortaya çıkmaya başladığını gözlemlemek mümkün oluyor. Sınıf mücadelesinin yeni koşulları, 21. yüzyıl devrimciliği, sosyalizmin sorunları, devrimci yenilenme vurguları ve pratikleriyle, devrimci hareketin içine gömülü olduğu dünyayı yeniden çözümlemeye / yorumlamaya ve değiştirmeye çalışan teorik ve pratik çabalarını artırdığını görüyoruz. Şu çok açık: Devrimci yenilenme damarı güçleniyor. Pek çok devrimci örgütün teorik dergilerini yeniden ve düzenli çıkarmaya başladığını, daha da önemlisi, programatik, temel teorik tezlere değin ‘teorik-ideolojik’ tezlerinde de bir yenilenmeye gittiğini tespit edebiliyoruz. Tüm yenilenme dinamik ve arayışlarının güçlenen yanına rağmen teoriye bakış hala eski tarzda işliyor. Eski tarz – yeni tarz devrimciliğinin ayrışmasının açık ve örtülü biçimleriyle yaşandığı günümüzde, geleneksel devrimci tarzın temel bileşeni olan teori ve teorik mücadele mantığı henüz devrimci yenilenmenin motor gücü olamıyor, öncü kılavuz rolünü oynayamıyor. Yeni devrimci teorinin aciliyeti ve ihtiyacı gün geçtikçe büyüyor, yakıcılaşıyor.
Teori ve Politika’nın konumu ve devrimci teoriyle ilişkisi üzerine
“Maviyi anlarsın,
Denizi anlarsın.
Mavi Denizi
Zor anlarsın.”
Melih Cevdet Anday
Sınıf mücadelesi sorunlarına geniş bir teorik ve siyasal spektrumdan bakan bir devrimcinin, Teori ve Politika’yla (TP) yakın ya da uzak bir temas veya aşinalığının olması kuvvetle muhtemel, hatta biraz da kaçınılmazdır. Fakat şu gerçeği de vurgulamak gerekir ki, devrimci hareketin halihazırdaki tablosunda TP gibi teori kollektifleriyle / dergileriyle ilişkileniş ancak özel bir ilgi ve uğraşla kuruluyor. Bu ilişkilenişin dar kadro kategorisiyle ve belki de sayılı insanlarla sınırlı olduğunu bile söyleyebiliriz. TP’ye dair genel ve sınırlı düşüncelerimi de bu manada bir ilişkileniş örneği olarak okumak mümkündür.
TP hakikaten ilginç ve aykırı bir vakıa örneğidir. O, varlık gerekçesini Marksizmin krizi formülasyonuna dayandırıyor. Marksizmin krizine cevap aramak için, devrimci hareketin dışına çıkmak gerektiğini düşünüyor ve öyle de yapıyor. Devrimci teoriyi devrimci hareketin dışında konumlanarak inşa etmeye girişiyor.
Devrimci hareket, teori-pratik ilikisinde, çubuğu pratiğe büküyor, pratiğe gömülerek teoriyi ihmal ediyor, boşluyor. Teori ile pratik ilişkisini bozuyor. TP ise bunun tersini yapıyor. Dolayısıyla TP’nin teoriyle ilişkisi de devrimci hareket gibi sorunludur.
TP, konumlanışı ve kendini işlevlendirme mantığının kaçınılmaz sonucu olarak, salınımlı-sarkaçsal bir karakter gösteriyor. Devrimci hareketle liberal sol dünya arasında gidip geliyor. TP yazarlarının teorik-düşünsel dünyasına ve ürünlerine bu “iki arada bir derede” durumu damgasını vuruyor. Felsefi arka planında Althusserciliğin güçlü etkisi ve bununla örtüşen teori ve pratik arasındaki konumlanışının özgüllüğü, TP’ye düalist bir kimlik veriyor.
TP, Marksizmin, bileşenlerine doğru paralize olduğunu ve organik bütünlüğünü kaybettiğini tespit ediyor. Marksizmi yeniden kendi sacayağı üzerine dikmek gerektiğini; bilim, felsefe, politika bütünlüğünün yeniden kurulmasını öngörüyor ve varlığını ‘kurucu teori’ye hasrediyor. Deyim uygunsa, kendini teoriye vuruyor. Marksizmin genişlemesinin ve kendini daha üst düzeyde üretmesinin imkanlarını araştırıyor. Bunu yaparken devrimci hareketi teori faaliyetinin nesnesi haline getirmeye çalışıyor. Total devrimci faaliyeti ve toplumsal hareketleri teorinin sıçrama tahtası olarak kullanıyor. Devrimci pratikten, politik Marksizmden yararlanıyor. Uygun bir söyleyişle ifade etmek gerekirse; TP ‘devrimci hareket için, devrimci harekete rağmen, devrimci teori’ üretmeyi amaçlıyor. Bunu kendine misyon biliyor ve “devrimci teori boşluğu”nu kapatma görevini gönüllüce üzerine alıyor.
Devrimci teori bahsinde özneler, konumlar, yönler ve yollar üzerine
“Palyaço:
Tamamlanmış kişilikler bir şey beğenmez
Oluş içindekilerse hep kanarlar.
… / … / ..
Mefistoteles:
Kuramlar soluktur, değerli arkadaşım
Ve yeşildir hayatın altın ağacı.”
Goethe (Faust’tan)
TP’nin devrimci hareket dışındaki özgül konumlanışı, iddia ve misyonunu gerçekleştirmesine ne ölçüde imkan tanıyor? Devrimci teoriyi bu tarzda kurmak mümkün mü? Sorulara cevap vermek elbette geniş bir değerlendirme / çözümleme çalışmasının konusudur ve aynı zamanda, 10 yıllık TP faaliyetinin varlık gerekçesini tartışmak anlamına gelir bir bakıma. Böylesi bir tartışma bana / bize düşmeyeceğine göre, kapsamlı bir değerlendirme ve eleştiri çalışmasına girmeden bazı düşünce, eleştiri, gözlem ve vargılarımı ifade etmek istiyorum.
TP’yle ayrı yolların, ayrı kulvarların yolcusuyuz. TP’nin kullandığı bir kavramı ödünç alarak söylersem, “Marksizmin genel alanı”nda birlikte duruyoruz, ama farklı mıntıkaları / mekanları işgal ediyoruz. Marksizmin çok çeşitli biçim ve veçheleri olduğu yadsınamaz gerçeğiyle tamamen örtüşen bir şey bu. Dolayısıyla, Marksizmin genel arazisinde derin siyasal – ideolojik / teorik ayrımlarımız var. Her evrensel ideolojinin kaçınılmaz yazgısıdır bu. Marksizm-Leninizm evrensel bir olgu / ideolojidir ama aynı zamanda tüm varoluş biçimleriyle de özgüldür.
Marksizm-Leninizmin kendini yeniden üretiş arayışlarında ve yol alışlarında, TP ile ‘bizim dünyalar’ –ve bizim kollektifimiz– Marksizmin genel zemininde farklı platformları ve yolları temsil ediyor. ‘Marksizmin genel alanı’nda birbirimize asimetrik durduğumuzu ve birbirimize biraz şehla baktığımızı ya da birbirimizi şehla gördüğümüzü kabul etmemiz gerekiyor.
TP’nin prizmasından yansıyanlarla ‘bizim dünyalar’ın prizmasından yansıyanlar tüm benzerliklerine, paralelliklerine ve ‘genel doğrultu’larına rağmen aynı bütünlük’e denk düşmüyor. Aynı yöne doğru yol almak, gerçekte aynı bütünlüğü kucakladığımızı, kurduğumuzu ve kurguladığımızı göstermez. “İş”in püf noktası tam da burasıdır / buradadır: Nasıl bir bütünlük / teori? Nasıl bir devrim? Nasıl bir sosyalizm? Nasıl bir sınıf mücadelesi? … Bir “nasıl”lı soru manzumesine gerek yok sanırım. Sadede gelirsek, sorun şudur: Yeni bir bütünlük’ün (devrimci teori) kurulmasının sorunlarına ve sorularına teorik ve pratik düzlemde aynı cevapları üretebiliyor muyuz? TP’yle ortak noktamız şu: Eski ve yeni sorunlara yeni sorular soruyoruz. Peki aynı cevapları üretebiliyor muyuz? Açık ki, hayır! Misal, TP ‘dar-Marksizm’e karşı post-Marksizmin tarafını tutuyor. O kendini devrimci harekete kapalı, post-Marksizme, post-modernizme açık tutuyor. Dahası, post-Marksizmin yeni bir devrimci teori için bir imkan olduğunu söylüyor. Oysa, ‘bizim dünyalar’ yeni bütünlük’ü –eş deyişle, devrimci teoriyi– kurmaya, kimi konulara salt post-Marksist veya post-modernistlere benzer şeyler söyleyeceğimiz ya da söylediğimiz noktasından bakarak çalışmıyor. Kendi teorisini, kavramını ve söylemini kuruyor. Yeni devrimci teori, post-Marksizmin ürettiklerine müracaat edilerek kurulamaz. ‘Yeni teori’nin söyleyeceği sözler, anarşizmden feminizme, ekolojizmden post-Marksizme uzanan bir yelpazeden devşirilerek ve birbirine eklemlenerek üretilemez. Yeni devrimci teoriyi bu tarz kurmak mümkün değildir. Olsa olsa bir söylem teorisi kurulabilir. Kuşkusuz bu tür eklektik bütünlükler söylem teorileri, paradigmalar ve yeni siyasal varlık biçimleri oluşturabilir. Fakat bu bizim aradığımız, istediğimiz devrimci yenilenmenin değil, ancak sol liberal bir arayışın adresi olabilir. Abdullah Öcalan’ın “demokratik ekolojik toplum” paradigması, böyle bir eklektik ve devşirme teorisinin en güncel, popüler ve seçkin örneklerinden biridir. Kapitalizmi ebedileştiren ‘post’çu söylem teorilerine değil, devrimci teoriye ihtiyacımız var.
‘Post’çu teorilerin amacı ve alanı ile devrimci Marksizminki (Marksizm-Leninizminki) farklıdır ve ikisi birbirini yadsır. Bu bağlamda, TP’nin “Post-modernizm dosyası”nda yazılanlar ve konunun ele alınışı, sürpriz ve sarsıcı değil. TP yerini ve yönelimini bir kez daha berrrak bir şekilde ortaya koymuştur.
TP’nin konumunun anlaşılması için, Plehanov ve Kautsky’ye göre Lenin’in Marksizmin dışında olduğu, Lenin’in, çağının hakim Marksizminin dışında yer alarak ondan kopan bir teorik-politik Marksizmi temsil ettiği anlayışına referans yapılmasını anlamlı ve devrimci buluyorum. Kalkış noktası ve öncüller doğru. Ya vargılar?…
Şimdi, bu kalkış noktasını referans yapan kopuş ve paradigma arayışlarına, güncelin aynasında yansıyanlardan yola çıkarak, bir göz atalım.
TP’yi en başa yazıp apayrı bir örnek olarak bir kenara koyuyorum. Ülkede ve dünyada öne çıkan örneklere dikkat çekmek istiyorum. Yalçın Küçük, 6-7 yıl önce “Sol Marksizm”i yazdı.[1] Kalkış noktası aynıydı: Lenin gibi kopuş yapmak ve sosyalizmi, Marksizmi, devrimci teoriyi yenilemek… Bugün Fikret Başkaya bunu paradigma arayışı olarak koyuyor ve o da belli teoriler ileri sürüyor. Samir Amin’e paralel bir yaklaşım sergiliyor. Samir Amin’in son emperyalizm ve kapitalizm çözümlemeleri tümüyle bu vurgudadır / temadadır. Lenin’in emperyalizm teorisini aşma ve kopuşma, böylece Leninist paradigmayı aşma üzerinedir. Post-yapısalcı Hardt ve Negri dünyadaki başka ve oldukça popüler örnektir. Bu örnekleri post-Marksizm kimlikli çıkış ve arayışlarla çoğaltabiliriz.
Kanımca bu arayış ve çıkışları ‘paradigmacılar’ ve ‘kopuşçular’ olarak iki kategoriye ayırmak doğrudur. Post-Marksistler, Hardt ve Negri, Samir Amin, Fikret Başkaya, Abdullah Öcalan, Subcomandate Marcos vs. paradigmacı kümeyi oluşturuyor. Paradigmacılar Marksizmin krizde olduğunu söylüyor; ve Marksizmi aşarak, onu tarihe armağan ederek ‘sorunu çözüyor’. Başka bir anlatımla, Marksizmin eskiyip gereksizleştiğine inanarak, yeni kurtuluş teorileri, sosyalizm tahayyülleri öne sürülüyor. Paradigmacıların karakteristik özelliği, yeni paradigmacı fikirlerle dünya sahnesinde giderek daha çok arz-ı endam etmeleridir. Dünya Sosyal Forumuna koşarken Samir Amin, I. Wallerstein, Chomsky’nin ellerinde yeni paradigma bayrakları var.
‘Kopuşçular’ı kendi içinde ikiye ayırmak mümkün ve gereklidir. Teori ve Politika gibi ‘Marksizmin krizi’ formülasyonu üzerinden Marksizmin yeni bir bütünlüğüne ulaşmayı amaçlayarak, bunun için belli teorik tezler geliştirenler ile; sorunu komünist hareketin ideolojik-örgütsel krizi ve/veya sosyalizmin bir döneminin kapanması olarak ele alan ve Marksizm-Leninizmin devrimci yenilenmesi biçiminde kavrayanlar iki ayrı kopuşçular kategorisini oluşturuyor.
Böyle bir kategorizasyonun, TP’nin kendine biçtiği misyona ve yere pek uygun düşmediği itirazları beklenebilir. Ne var ki, teori, bilim ve felsefe, kategori ve kavramlar olmadan bir ifade ve anlam kazanmıyor. Yukarıdaki ayrımda TP’nin hem kopuşçu ve hem de paradigmacı olduğu anlamı kendiliğinden çıkıyor. TP’nin ayırt edici özelliği de buradadır zaten…
Paradigmacılar ve bazı kopuşçular, ezilenlerin sınıf mücadelesi ve kurtuluşlarının önünün tıkandığını ileri sürüyor, ve bu tarihi tıkanıklığın önünü açacak olgu olarak, teoriyi, yeni paradigmayı görüyorlar. Bugünkü sorunu, krizi bir ‘büyük anlatı’, teori ve vizyon yoksunluğu olarak kavrıyor ve koyuyorlar. Paradigma ve teoriye aşırı vurgu teorinin amaçlaştırılması düzeyine varıyor. Bu yaklaşımı biraz zorlarsak, tarihe yön veren ya da tarihi devindiren gücün fikir ve teori olduğu sonucuna ulaşırız. Hegelci idealizme büyük geri sıçrayış anlamına geliyor bu. Oysa biliyoruz ki, tarihin devindirici gücü teori, fikir ya da eleştiri değil, sınıflar mücadelesidir.
‘Teori her şeydir’, ‘yepyeni bir teori olmadan hiçbir şey olmaz’ yaklaşımı paradigmacıların belirleyici niteliğidir. Eğer paradigmacıların söylediklerine bakacak olursak, yepyeni bir teori olmazsa vay insanlığın haline! Fakat öyle değil işte. Tarih ve insanlık yürüyor, sınıf mücadelesi kendi önünü açıyor. Buraya vurguyu yoğunlaştırmamın nedeni, mutlak teoriciliğe, daha anlamlı bir ifadeyle teorisizme saplanmanın körlüğü ve yanlışlığıdır. Paradigmacılar çok parlak ve yaldızlı teorilerinin parıltısından önünün göremeyen entellektüel ve büyülenmiş sarhoşlar durumunda bugün. Paradigmacıların teorilerinin diğer bir ortak niteliğiyse, kapitalizmi ortadan kaldıracak, onu aşacak bir devrim ve toplumsal projeksiyonlarının olmamasıdır.
Paradigmacıların, Lenin’in 2. Enternasyonalin resmi Marksizmiyle kopuşmasını referans aldıklarını söylemek mümkün değil. Retorikte böyle referansları dillendiren olabilir. Bu yanıltıcı bir şeydir, dikkate almamak gerekir. Keza, post-Marksizmi de bu kulvara dahil etmeliyiz. Post-Marksist veya başka bir kimlikte olsun, paradigmacıların hiçbirinin ne Lenin gibi bir konumu, ne de Lenin gibi sınıf mücadelesine dört bir koldan sarılmış, dünyayı sallayıp sarsmaya, değiştirmeye koyulmuş devrimci partileri var. Sınıf mücadelesinden kopuk ve çoğunlukla akademyanın ve entelektüel dünyanın insanlarıdır bunlar. Marcos, Abdullah Öcalan gibi örneklerde temsiliyetini bulan paradigmacılığın ise, bir reformculaşma ve esasen siyasal teorinin sistemle uzlaşma nitelikli geleneksel bir biçimi olduğu gayet açıktır.
Teori ve Politika’nın bir ayırıcı özelliği de burada açığa çıkıyor. O, politik Marksizmle, sınıf mücadelesi sorunlarıyla yakından ilişkilenmeye, hayatla devrimci bağlarını korumaya çalışıyor. Devrimci hareketin pratiğiyle dolayımlı olsa da bağlanıyor.
Marksizmin kurucuları da, Lenin de, diğer devrimci teorisyenler de teoriyi sınıf mücadelesiyle dolaysız ilişkilenerek ve onun sorunlarına nüfuz ederek oluşturdular, uyguladılar, geliştirdiler, değiştirdiler. Teori için teori değil, ‘devrimci pratik için devrimci teori’ dediler.
Öte yandan, paradigmacıların paradigmaları da renk renk, çeşit çeşit. Ulusal, halkçı, sosyal devletçi bir program ve teori önerenler, devrimsiz, sınıfsız, partisiz sosyalizm ve siyaset tezleri öne sürenler, söylem teorisinden ibaret burjuva komünizmi önerenler vs. vs.. Büyük bir yenilgiyle kapanan bir dönemin ardından oluşan böylesi zor ve kaotik bir ortamda teoriye müracaat edilmesi, can havliyle teoriye sığınılması çok doğal ve anlaşılır bir reflekstir. Bunda ters bir şey yok. Teori, krizden çıkışın –öncelikli– dinamolarından biri olacaktır. Ama hangi teori? Nasıl bir teori?
TP bunun cevabını kendince veriyor. Paradigmacılar ve diğer kopuşçular da kısmen veya tümüyle bu iddiada. Özetle, teorisyenler, teori kollektifleri, dergiler, siyasal partiler, akademisyenlerin içinde olduğu herkes elinde yeni teori metinleriyle dolaşıyor. Entelektüel, siyasal ve akademik sahada yeni teorilerden geçilmiyor. Gelgelelim, bu durum, kaotik ve düğümlenmiş tartışmaların ötesinde bir rol oynamıyor şimdilik.
Bugün yapılması gereken, devrimci teoriyi ayrıştırarak belirginleşmesini sağlamak ve sınıf mücadelesi içindeki özgül konumuyla kaynaştırmaktır. Tam da bu noktada TP’de gözlemlediğim ve eleştirdiğim bir noktaya geliyorum. TP ayrışarak saflaşarak ilerlemiyor. Belki de bu, teori kurucu yönteminin düalist yapısından ve konumundan ileri geliyor.
Hartd ve Negri’nin yazdıklarıyla ilgili olumlu ve olumlayan söylem TP’ye damgasını vuruyor ya da işliyor. Hardt ve Negri’nin kapsamlı devrimci eleştirisin bir yana bırakalım. Fakat çok kaba ve TP yazarlarının gözünü çıkaracak şeyler / fikirler bile görülmüyor. Mesela bu adamlar Batı merkezciliğin (ABD merkezcilik olarak) güncel üretimi ve savunusunu yapıyorlar; sömürgeciliği savunuyorlar. TP ise anti-Batı merkezci bir fikriyatın sahibi olmasına rağmen bunları görmezden gelebiliyor. ‘Dar-Marksizm’e yönelik eleştirel tutum, post-modern (post-yapısalcı), post-Marksist ve liberal teorilere karşı gösterilmiyor. Hardt ve Negri sapına kadar emperyalist küreselleşmeyi savunuyorlar. Marx’ın Hindistan’a yaklaşımını, Hardt ve Negri küreselleşmenin gelişmesi ve selameti için olumluyor, TP ise reddediyor. Ama TP kendi ayrımını koymadan bu liberal solcuları olumluyor. Marx’ı eleştirebilme cüreti gösterebilen TP, Hardt ve Negri’yi eleştiremiyor. Çünkü önsel olarak, Hardt ve Negri’nin teorilerinin Marksizmden daha ileri şeyler söylediğinin düşünüyor / varsayıyor. Teorinin yenilenmesinin Hardt ve Negri gibilerinin yürüdüğü yolda ve yöntemde imkanlı olduğunu öngörüyor.
Kısacası liberal olanla devrimci olanı ayrıştıran bir eleştirellik, çözümleyicilik ve devrimci teoriyi rafineleştirme yok. TP’nin en sorunlu olduğu ve Aşil topuğu niteliğindeki moment burasıdır. Bir TP’ci, bu eleştirilerin çok acımasız ve adaletsiz olduğunu, Birikimci liberallerle hesaplaşmalarını, bu tarz sol liberalizm odaklarıyla net ayrımları olduğunu, devrimci pozisyon alışlarını görmediğimizi söyleyebilir, düşünebilir. Hayır;–devrimci nitelikte– olanları görüyoruz. Dikkat çekilen nokta, Batı merkezci liberal sol’a karşı alınan tavırdaki farklılığın vurgulanmasıdır.
TP’nin düştüğü başkaca liberal tuzaklar ve yanlışlar da var. Tarih ve özne konuları bu sapmaların –liberal tuzakların– başında geliyor. Teori ve Politika, tarih anlayışına (teorisine – bilimine) yeni tez ve yorumlar getiriyor. Materyalist tarih anlayışının, kaba materyalist ve modernist/ilerlemeci türlerine karşı eleştirel devrimci fikirler geliştirirken, ‘tarih dışı’, ‘tarih üstü’ kavram ve kategorileriyle teori ile bilimin ilişkisini koparıyor ve idealist bir tarih anlayışına sapıyor. Toplumsal tarihe ‘tarih dışı’, ‘tarih üstü’ gibi kavramlarla bakmak, bilimlerin anası tarih bilimini alt-üst etmek ve bilimden kopmak anlamına gelir. Materyalist tarih anlayışında ‘tarih dışı’lık diye bir kavram olamaz. Böyle bir tarih anlayışı ve okuma metodolojisi Marksizmle / sosyalizmle burjuva modernizmini kaçınılmaz olarak özdeşleştirir. Tüm liberal ve post-modern teorilerin ana tezlerinden biri budur ve sosyalizmi burjuva moderniteyle aynılaştırır. Kuşku yok ki, bu özdeşleştirmenin varacağı yer liberal kapitalizmin ‘tarihin sonu’ zırvalığı olacaktır. Sosyalizmle faşizmi eşitleyen ve özdeşleştiren post-modern ve liberal teorilerin, postülatların TP’nin modernizm eleştirisinin elementlerinden olması acıdır ve büyük bir sapmadır. Post-modernizmin sosyalizm-faşizm özdeşleştirme teorisi, ‘soğuk savaş’ın ve liberal ABD kapitalizminin / modelinin İkinci Paylaşım Savaşı sonrası kendini meşrulaştırması, sosyalizmi tarihten silmenin, kapitalizmi ebedi kılmanın teorisiydi. Sovyetler Birliği ve Doğu Blokunun çöküşünün ‘tarihin sonu’ olarak ilan edilmesinin böyle bir anlamı vardır.
Kimi TP yazarları tarihten özneyi silip atmaya çalışıyor. “Tarihin öznesi yoktur” diyen yazarlar olduğu gibi, özneyi –Metin Kayaoğlu’nun yaptığı gibi– salt politik parti düzeyiyle sınırlayıp kabul edenler de var. Tarih anlayışı konusunda TP yazarları arasındaki bu farklılık önemlidir. Ve TP’nin liberal ve devrimci teori arasındaki sarkaçsal halini örnekliyor.
Özne konusu, devrimci bir tarih anlayışının temel ve elementer öğesidir. Tarihten özne çıkarılırsa bir toplumsal tarih (materyalist tarih) ve aynı anlama gelmek üzere sınıf mücadeleleri tarihinden söz etmek olanaksız ve anlamsız olur. Sınıf mücadelesi ve sınıf mücadelesi tarihinin açık veya dolaylı her yadsınması devrimci olandan vazgeçmektir. Ama hayat devrimcidir. Tarih de, özne de, sınıf mücadelesi de yerinde duruyor; tarih bitmedi, sürüyor.
“Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz”
“Devrimlerin pasif maddeye, nesnel bir temele ihtiyaçları var. Her
teori, kitleleri kapsadığı ölçüde, kitleler içinde maddi bir güce dönüşecektir…
Sadece düşüncenin, cisimleşme yönünde gelişmesi yeterli değil, gerçeğin
kendisinin de bu düşünceye yükselmesi gerekir.” K. Marx
Taslak[2], ardından Teori ve Politika, kendine biçtiği rolü oynuyor. Bu rol Monthly Review’inkine çok benziyor. Hayvan Dergisiyle yapılan röportajda[3] TP’nin durduğu yer, kendine biçtiği rol vurgulanmıştı. Başından beri izleyen biri olarak söyleyebilirim ki, iddia ile yapılanın uyumu, tutarlılığı var. Öncelikle bu olumlu / üstün yanı teslim etmek gerekiyor.
Kabul edilmelidir ki, ‘bizim dünyalar’ın devrimci yenilenme ve yeniden yapılanma denklemiyle TP’ninki arasında ‘dağlar kadar fark’ var. Bunun en güzel ve tam anlatımı ‘Marksizmin krizi’ tarifidir. Daha baştan farklı zeminlerdeyiz.
TP’nin terminolojisiyle konuşacak olursak, TP, “post-Marksizmle dar-Marksizmin ötesinde” bir yerdedir.
TP’yle yenilenme diyalektiğimiz farklı. ‘O’ diyor ki, Marksizm Althusserci eksen üzerinden ileri sıçrayabilir, yenilenebilir. İleri sıçrama arayışında TP, post-Marksizme daha yakın, ‘bizim dünyalar’a daha uzaktır. Politika alanında, devrimcilere daha yakın duruyor ve devrimci tutumlar alıyor. Devrimci pratiğin sorunlarıyla ilişkileniyor, ondan beslenmeye çalışıyor.
TP, devrimci yenilenmenin önünde duran tüm teorik-ideolojik konulara, sorunlara cesaretle yöneliyor; belli çözümlemeler ve fikir üretimlerinde bulunuyor. Bir düzey tutturduğu da açık ve yadsınamaz. Güncel sınıf analizleri, yeni toplumsal hareketleri çözümleme çabaları, ezilenler konusunda teorik ve politik açılımları, devrimci hareket eleştirileri önemli ve dikkat çeken çalışmalardır. Teorinin temel sorun ve konularının dosyalar biçiminde, tematik işlenmesi de ayrıca yararlı ve önemlidir.
TP, Marksizmi akademize etme işlev ve çabalarından kesinlikle uzak durmalıdır. Marksizmin akademize edilmesi, onun marjinalleştirilmesinden, politika ve hayatın dışına, sınıf mücadelesi dışına atılmasından başka bir şey değildir. ‘Bizim dünyalar’da TP’ye karşı böyle bir algılama var. TP bu algılamayı not etmelidir.
Marksizmi sadece bir doktrin ve üzerine doktrin araştırmalarının yapıldığı bir akademik branş gibi kavramak çok yanlıştır ve Marksizme en büyük kötülüktür. Batıda Marksizm biraz da böyle tecrit edildi ve yozlaştırıldı.
TP’nin dar-Marksizm olarak adlandırdığı devrimci hareketle canlı siyasal iletişimi, eleştirel ilişkilenme ve diyaloğu koruması gerekiyor. TP bu noktada şimdilik iyi bir mevzide duruyor. Yönünün ve işlevinin vurgusu buraya doğru kaydıkça daha ilgiyle karşılanacak ve izlenecektir.
Devrimci teori devrimci pratik içindir.
* Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi.
[1] Yalçın Küçük, “Sol Marksizm”, Hepileri, Sayı: 15, Temmuz – Ağustos 1998, ss. 3-18. Bu yazı daha sonra, başka bazı yazılarla birlikte aynı adla kitap olarak da yayımlandı.
[2] Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı, Ankara 1995.
[3] “Hayvan Dergisiyle Söyleşi: ‘Marksist Teorik-Politik Bir Eğilimiz’”, Teori ve Politika 32-33, Güz 2003 – Kış 2004, ss. 259-64.