‘Mustafa Çavuş’un anısına sevgi ve saygıyla…*
Giriş
Komünist Manifesto, genç ve dinç proletaryaya şevkle mücadele ve iktidar çağrısı yapıyordu.
Günümüz, büyük bir inanç ve moralle, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” diyebilecek bir komünistler ortamına sahip değil. İşçi sınıfı ile ilgili olarak Marksizm alanında yapılan tartışmaların izlenmesi, genel ve bazı örneklerinde artık yapısallaşmış izlenimi veren bir savunma konumunu net olarak gösteriyor. Savunma ve istihkamları berkitme faaliyetinin öne geçtiği bir dönemde, kimse, 1848 devrimlerinin atmosferindeki Marx ve Engels’in yaptığı gibi, gelişmedeki yeni bir dinamikten büyük bir umut ve şevkle söz edemiyor. Günümüzde, işçi sınıfındaki değişmelerden, Marksist olarak, memnun olan kimsenin bulunduğu söylenemez.
Marksizmin süren krizinde işçi sınıfı hareketinin yaşadığı krizin etkisi elbette vardır; ancak o, burada benimsenen Marksizm anlayışı gereği dışsal bir etken olmak durumundadır.
Ancak başka bir husus var ve Marksistlerin bu konuda sıkıntıya düşmeleri gerekir ve beklenirken, bir katılaşma, bir gard almanın olduğu görülüyor. İşçi sınıfında ve kapitalizmde birtakım yapısal değişiklikler olması gayet doğaldır. Dolayısıyla politik bakımdan bazı eskimiş kabullerin bir yana bırakılması gerekebilecekken, bunu Marksizmle ilişkiyi kesmeden yapma örneklerinin derin bir şekilde zayıf olduğu saptanabiliyor.
***
Burjuva düşüncesinin, üstünlüğünü koruduğu tarihindeki en uzun döneminin içindeyiz. Bu, çeşitli yanlardan besleniyor.
Perry Anderson, çeyrek yüzyıl önce, “burjuva düşüncesinin görece canlılığı”ndan söz ediyordu. II. Enternasyonal dönemi, devrimci bir dönem değildi. Ama hiç değilse, kitlesel işçi partileri gelişiyordu. Savaş sonrası Ekim devriminin yarattığı etki sonraki savaşa kadar sürdü. İkinci Dünya Savaşının bitimiyle, başta Çin devrimi olmak üzere, dünyanın önemli bir ağırlığının yer değiştirmesi gerçekleşti. Gelişmiş kapitalist ülkelerde “Refah devleti” dönemi, (devrim davasından çoktan uzaklaşmış Komünist Partilerin gelişmesine rağmen) esaslı sorunlar yarattı ve bıraktı; ama Üçüncü Dünyada 1970’lerin sonlarına kadar devrimler patlıyordu ve bütün sorunlara rağmen, “sosyalizm deneyleri” henüz ayaktaydı.[1] Günümüzde, olumsuz olanlarını saymak gerekmiyor, büyük tereddütlere yol açan bir-iki hareket dışında, yerel dengeleri değiştirmek bakımından da dünya çapında etkiler anlamında da gelişen bir şey yok!
Tarih takvim tarihini tanımaz; ama Marksistler açısından daha 20. yüzyıldaki gelişmelerin hesabı verilmemişken, 21. yüzyıla girildi. Teorisizlik katmerleniyor. Kriz sürüyor.
***
Bu çalışmada, önemli ve temel bir nesne, kuşkusuz önemini karşılayamayacak bir tarzda, parçasıyla ele alınıyor. Çalışmanın eksenini ‘üretim tarzı’, ‘toplumsal formasyon’ ve ‘konjonktür’ kavramlarının nasıl ele alınacağı oluşturmaktadır.
Kurucu Marksistlerin yaklaşımları, bazı gerekçelerle, bu çalışmada ele alınmayacaktır. Zorunlu görüldükçe yer verilecek başvuruların, sözel/kavramsal angajmanlara izin vermemesine dikkat edilecektir.
“Karşılıklı etkileşimcilik” (inter aksiyonizm) olarak adlandırılan ve kategoriler arasındaki hiyerarşi fikrine direnen, örneğin altyapının üstyapıyı tabii ki belirlediğini, ama üstyapının da altyapıyı belirlediğini,… savunan görüşler, hep olduğu üzere, bu alanda da epeyce yaygın bir şekilde “piyasa”ya egemen konumda.
Biz, öyle görünüyor; tarih-toplumsal süreçte “aşırı” Marksist, konjonktürde “post”-Marksist sayılma tehlikesini göze almak durumundayız. Zira, Marksizmin Bekçi Murtazalarının ortaya koymaya çalıştığımız bütünlüğü bir yerden görecek bütünlükleri yok.
I. Üretim tarzı ve toplumsal formasyon
Laclau, İdeoloji ve Politika‘da, 20. yüzyıl Marksizm tarihinde sıkça rastlanan bir özelliğin, “ekonomik determinizm”i reddederken “sınıf indirgemeciliği”ni korumak olduğunu, kendi sistematiği çerçevesinde saptar.[2] “Sınıftan kaçış”ın Marksizmin hemen dışındaki dünyada moda olduğu doğru; ama “sınıfçılık” modasının genel olarak Marksizm alanında en az ilki oranında revaçta olduğu da doğru. Burada, 20. yüzyıl Marksizminin Laclau tarafından belirlenen özelliği paylaşılmayacak, tarih-toplumsal süreçte (maddi / ekonomik / sınıfsal) determinizm savunulacak, tarih-toplumsal sürecin sınıf-temelli açıklanmasının idealizm olduğu kabul edilecek; ve “konjonktür”ün imkanlarından yararlanma konumuna zarar getirecek özellikler barındıran her yönelimden -yaygın olanı “sınıf politikası” ve bağlaşık diğeri “bilimsel politika”- kaçınılmaya gayret edilecektir.
Bu çalışmada ancak bir tutum ifade etmek olarak beliren yaklaşıma ilişkin gerekli tanıtlamalara başvurmadan, kendileri üzerinden birtakım yollara girilecek önermeleri önsel olarak ortaya koymak tercih edildi. Bu çerçevede, meseleler sürekli olarak üretim tarzı, toplumsal formasyon ve konjonktür kategorilerinin varlık ve ilişkisinin nasıl kurulduğu temelinde ele alınmaya çalışılacak ya da en azından bu üçlü ilişki sorununun hep akılda olmasına dikkat edilecek.
‘Üretim tarzı’, bir kavram olarak Marx’ta bulunuyor; ‘konjonktür’ de, Althusser’in gösterdiği gibi, “içinde bulunulan an” olarak Lenin tarafından edinilmiş bir terim. ‘Toplumsal formasyon’, Marx’ın kullandığı bir terimdir, ama P. Anderson’un söylediği gibi, “Üretim tarzıyla toplumsal formasyon arasındaki başlangıçtaki ayrılığı keşfedenler Althusser ve Balibar’ın kendileridir. Althusser’den önceki Marksizmin içinde toplumsal formasyon nosyonunun kendisinin ya çok az geçerliliği vardı ya da hiç yoktu.”[3]
Üretim. Tarih-toplumsal gerçeği açıklarken yapılması gereken, Marx’ın, bir sürü lakırdı arasında kaybolan temel tezine, -bütün bir teorik tarihin dersleri ışığında ve mümkünse yeni kavramsal/kategorik edinimlerle- bir geri dönüştür: Üretimin belirleyiciliği.
Marx’ın temel tezine ilişkin, -bu çalışmada karşılanamayan- bir dizi ayrım ve birkaç ana çizgi var. Aşağıda genel olarak konumlanılan yer, tarihsel ve teorik sorunlardan arındırılmaya ihtiyaç duyuyor. Ancak artık, konuyla ilgili zengin tarihin ardından, “basit”, “mekanik”, “aşırı”, gibi sıfatlarla değerlendirilecek türden bir determinizmi savunmanın imkanı pek olmasa gerek. Sınıfların, bu belirleme ilişkisi içinde nereye ve nasıl oturtulacağı da, hiçbir şekilde basit olmayan ama gidimli düşünmenin geri dönüşsüzlüklerinden kaçınmayacak teorik bir çabayı zorunlu kılan bir işlem olarak önümüzde duruyor.
Marx’ta “üretim” temel ve başlangıç niteliğinde bir kavram; onun kurduğu bilimin akla ilk gelen kavramlarının çoğu “üretim” terimiyle anlam kazanır: Üretim tarzı, üretim ilişkileri, üretici güçler, maddi üretim, üretken emek, yeniden-üretim, … Marx’ın “üretici” olmaya özel ve temel bir önem verdiği yeterince açık. Bu terimler ilk kez Marx’ın eserinde varlık bulmuştur. “Klasik ekonomi politiğin hiçbir yerinde bulunmayan ‘toplumsal üretim ilişkileri’nin ana yeniliği Felsefenin Sefaleti’nden önce görülmez ve Grundrisse’den önce tam anlamını elde etmez; bu iki terim çifti (üretici güçler ve üretim ilişkileri) ilk kez 1859 Önsöz’ünde biçimselleştirilir.”[4]
Tarihin motoru. Marx, Joseph Weydemeyer’e yazdığı (5 Mart 1852 tarihli) ünlü mektupta, kendisinin yeni olarak yaptığı üç şeyin birincisinin, “Sınıfların varlığının, üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu göstermek” şeklinde ifade ediyor.[5] Sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığını da kendisinden önce burjuva tarihçilerin gösterdiğini, sınıfların ekonomik anatomisinin de aynı şekilde burjuva iktisatçılar tarafından ortaya konduğunu söyleyen Marx, kendisinin yaptığının sınıfların üretime bağlı olduğunu belirlemek olduğunu söylüyor. Ama hatırlanacaktır; Marx ve Engels, daha birkaç yıl önce Komünist Manifesto‘da, “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir” diyordu. Marksizmin iki kurucusu, uzun süre sonra, 1879’da, Almanya’daki parti liderlerine yazdıkları mektupta şöyle diyorlardı: “Neredeyse kırk yıldır biz, tarihin doğrudan itici gücünün sınıf mücadelesi olduğunu ve özellikle burjuvaziyle proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin, modern toplumsal devrimin büyük kaldıracı olduğunu vurgulayageldik.”[6] İlk mektuptaki önerme ile Manifesto ve mektubunki arasında bir uyuşmazlık mı var? Evet, bir uyuşmazlığın olduğu, Marksistler arasında genellikle örtük olmak üzere, yaygın bir kabulün konusudur. Zaten, Laclau’nun yukarıdaki görüşü, doğruluğunu bu gerçekte bulur.
Bu konuda genel olarak Marksizm alanında öncelikle iki başlıca akımın olduğu belirtilir: 1) Tarihin motoru üretici güçlerdir; 2) Tarihin motoru sınıf mücadeleleridir.[7]
Çeşitli alt-ayrımları olan bu iki temel görüş, toplumun bütünlüğünü, Marx’ın kavramlarını ve politikayı farklı değerlendirir. Ancak Marksizmin geçen yüzyıl tarihinde ve günümüzde, genel olarak ikinci görüşün çeşitli alt-ayrımları arasında süren bir tartışmanın egemen olduğu söylenebilir. Birinci görüş, sağdan-soldan ilginç savunucuları çıkmasa, neredeyse II. (ve bazı bakımlardan III.) Enternasyonalle birlikte tarihe gömülmüş sayılır.
Kabaca; Althusseryanizmin genel olarak ikinci görüşün ‘materyalist’ kanadını teşkil ettiği söylenebilir. Bu, Althusser ve izleyicilerinin yaklaşımlarının birinci görüş açısından ‘idealist’ olduğu anlamına geliyor. Genel atmosferin idealist görüşlere ne ölçüde boğulduğu, zamanın materyalist akımlarının ne kadar zayıf olduğu, Althusser’in epeyce netameli görüşlerinin ‘materyalist’ etkiler yapmasıyla çıkarılabilir.
Cohen ve üretimin önceliği. Gerald A. Cohen’e, tarih biliminin (tarihsel materyalizmin) bir tarz anlaşılışının ortaya konuluşunda özel bir yer vermek gerekiyor. Cohen, üretim kavramının Marx’ın eserindeki yerine ilişkin olarak, muhataplarına, sağlam bir analitik çalışmayla okkalı ve ezici bir yanıt veriyor. Yanıt, bir kitabın adını oluşturuyor: Karl Marx’ın Tarih Teorisi.
Tartışmayı, Cohen gibi bir referansın yol göstericiliğiyle yürütmenin oldukça elverişli ve kolay olacağı bir eleştiri konusu olabilir ve ona sığınıldığı ileri sürülebilir, ama Cohen’in gücü bu eleştiriye değer.
Cohen, üretim güçlerinin üretim ilişkilerine önceliği konusunda çok net ve kesindir: “Eğer Marx, her iki taraf üzerinde de eşit ağırlıkta iki yönlü bir etki düşünmüşse, genelleme yaptığında neden ısrarla sadece bir yöne dikkat çekmiştir? Teorik özetlemelerinde neden sık sık ilişkilerin güçlere karşılık gelmesine işaret eder de asla karşıtına işaret etmez? (…) Şimdiki savımız şudur: Marx’ın genel ifadeleri her zaman güçlere öncelik verir.”[8]
“Yeni üretken güçler yeni maddi üretim ilişkileri gerektirebilir ve bu maddi ilişkiler de, üretimin yeni toplumsal ilişkilerini, yeni otorite biçimlerini ve hak dağılımını gerektirir.”[9] “İki evreli belirlenim: Üretken güçlerden maddi ilişkiler yoluyla toplumsal ilişkilere.”[10] Cohen’de, ekonomik yapı, üstyapının üzerinde yükseldiği ‘gerçek temel’dir. Ekonomik yapı, üretim ilişkilerinin toplamıdır.[11] “Bir toplumun ekonomik yapısı, o yapı içinde bulunan bütün üretim ilişkileri kümesidir.”[12] Cohen, üretim ilişkilerinin üretken güçlerin gelişimiyle, mülkiyet ilişkilerinin ise üretim ilişkileriyle açıklandığını söyler.[13]
Cohen, bir ilk ve temel nesne olarak toplumu kendine yeten bir bütün kabul etme ‘tuzağı’na düşmemek için Marx’ı da ayrıştırıyor: “Çalışma ilişkileri üretim ilişkileridir; fakat, Marx’ın 1859 tarihli Önsözüne karşın, bütün üretim ilişkileri ekonomik yapıya ait değildirler: Önerme, Marx’ın kendisinin maddi ve ekonomik karakteristikleri ayırmasıyla bağdaşmaz. Ekonomik yapıyı oluşturan üretim ilişkilerine üretimin toplumsal ilişkileri diyoruz, çalışma ilişkileri ise üretimin maddi ilişkileridirler.” “Marx, ‘maddi üretim ilişkilerini bu ilişkilerin tarihsel ve toplumsal belirlenimleri’yle birbirine karıştıran iktisatçıları eleştirmiştir.” Cohen’e göre, maddi üretim ilişkileri, çalışma ilişkileri, “doğa üzerinde ortaklaşa ya da ayrı ayrı çalışan ve karşılıklı olarak birbirlerini donatan fiziksel varlıklar olarak insanlar arasındaki bağlantılar”dır. “Maddi çalışma ilişkileri, ekonomik yapının alt tabakası olarak üretken güçlerin yanı başına uygun düşer.”[14]
Aynı duyarlığını izleyen Cohen, Marx’ın “üretim tarzı” ifadesini üç ayrı anlamda kullandığını söyler: Maddi tarz, toplumsal tarz ve karma tarz.[15] “Maddi tarz, insanların üretken güçlerle çalışma şeklidir; toplumsal tarz ise, üretimin amacını, artı emek biçimini ve sömürü tarzını kapsar.”[16] Cohen, toplumsal gerçeğin belirlenimini dış süreçlere aktarıyor: “Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında bilinen ayrımın, Marx’ta, doğa ile toplum arasında bir karşıtlıklar kümesi olduğunu ileri sürüyoruz.”[17] Toplum kendi kendini belirlemiyor; belirleme ilişkisi üretim yoluyla doğaya aktarılıyor.[18]
Buna bağlı olarak Cohen, Marx’ın, 1859 tarihli Önsöz’de dile getirdiği, ekonomik yapının (ya da ‘gerçek temel’in) üretim ilişkilerinden ibaret olduğu görüşüne dikkat çekiyor: “Bu demektir ki, üretken güçler ekonomik yapının parçası değildir.”[19] Bunun Cohen için önemi, doğaya ilişkin argümanıyla benzer statüde. Ekonomik yapı içinde kabul edildiğinde, üretken güçlerin toplumsal belirlenime açık hale gelmesi söz konusudur. Cohen, Marx’ın “üretim ilişkilerinin nitelik olarak ekonomik olduklarını, oysa üretken güçlerin ekonomik olmadığını söylediğini” ileri sürer.[20] Cohen ekler: “Üretken güçleri, göreceğimiz gibi Marx’ın çok açık bir şekilde dışında bıraktığı ekonomik yapının içine yerleştirmek alışılmış bir yoldur.”[21] “Marx metaforu açıkça tanımlamıştır: Temel, üretim ilişkilerinin toplamıdır.”[22]
Cohen, üretim tarzının bileşimleri arasında üstyapı öğelerinin sayılmasına kesinlikle karşı çıkar. Ona göre bu, diğer birçok tez gibi idealisttir. Cohen, çıktı’nın kaynağına dönmesi ve onun asli bir bileşeni olması esprisini tutarsız buluyor ve böyle bir tez ileri süren Anderson’u eleştiriyor: “Anderson’un, (…) kendi çözümü ise, kapitalizm öncesi toplumlarda ‘akrabalık, din, hukuk ya da devlet “üstyapıları”, zorunlu olarak, üretim tarzının oluşum yapısına girerler’ demektir. Burada ‘üstyapı’ ekonomik temel üzerinde yükselmez. Onun bir parçasıdır. Fakat bu çözüm, karşıtlarınkinden daha az idealist değildir.”[23]
Cohen’in tezi, üretim tarzını ikiye ayırmak suretiyle, toplumsal-olmayan üretim ile toplumsal üretim, üretimin toplumsal gerçeğin temel ‘iç’ bileşeni (kurucu bileşen) olmasına imkan tanıyor. Böylece Cohen, çeşitli akımlara mensup yazarların soyut (tarih-dışı) üretim tarzı ile somut (tarihsel) toplumsal formasyon arasında yarattığı düalist (felsefi) ayrımı geçersizleştiriyor.
Cohen, bütün bunlara rağmen, üretim ilişkilerinin üretici güçler üzerinde birtakım etkilerinin varlığını kabul eder: “Ekonomik yapıların üretken güçleri geliştirmesi çıplak olgusu, üretken güçlerin önceliğine zarar vermez; çünkü güçler, gelişmeyi teşvik etme kapasitelerine uygun yapıları seçerler.”[24] Ona göre, temelin üstyapıya gereksinimi vardır. Cohen, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesini koşulladığı şeklinde bir önermede bulunur.[25]
Cohen’de belirleme ilişkisi:
Üretken güçler ® Maddi üretim ilişkileri ® Toplumsal üretim ilişkileri ® Mülkiyet ilişkileri (Otorite ve hak dağılımı)
Ekonomik yapı = Toplumsal üretim ilişkileri
Üretim ilişkileri = Maddi üretim ilişkileri + Toplumsal üretim ilişkileri
Tartışma yürüttüğü Thompson ve Althusser karşısında Cohen’e başvuran Anderson şöyle diyor: “Bir toplumsal formasyona asli birliğini veren, onların nesnel konumlarını sınıfların içinde dağıtan, taşıyıcıları her bir sınıfın içine paylaştıran hakim üretim tarzıdır ve hakim üretim tarzı olmalıdır.”[26] Anderson, toplumsal formasyonların belirleyen öğesinin üretim ilişkileri içi ya da onlar tarafından yaratılan sınıflar olarak saptanmasına karşı çıkıyor: “Tarihsel materyalizme göre, toplumsal değişimin tüm mekanizmaları arasında en başlıcası üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki sistemli çelişkilerdir; yalnızca uzlaşmaz üretim ilişkileri tarafından üretilen sınıflar arasındaki toplumsal çelişkiler değildir.[27]
Özeleştiri döneminde Althusser. (Özeleştiri dönemiyle birlikte) Althusser, sınıf mücadelesini toplumsal bütünün merkezine yerleştirir ve üretim sürecini bu temelde açıklar. Aslında bu, muhtemelen onun özeleştiri öncesiyle net bir kopuş anlamına gelmeyecektir. Ancak ilk iki temel çalışmasında, sınıf mücadelesine görece tabi bir konum atfettiği kesindir.
Althusser’de ilişkinin yönü, üretici güçlerden üretim ilişkilerine doğru değil, tam tersi bir şekilde kurulur: “Sınıf mücadelesi maddi olarak üretimin kendine kök salmıştır.”[28] Althusser’in mecazının materyalist niteliği, ancak bir ağacın kökleri havada dalları yerde gelişebilmesi durumunda söz konusu olabilir; aksi halde bu mecazın felsefi ‘karşılığı’ idealisttir. Toprak, ağaç kendine kök saldığı için anlam kazanmış oluyor! “Burjuvazi sınıf mücadelesini, üretimde (emek-gücünün yeniden-üretimi için gerekli olan ücretin düşürülmesi, baskı, ceza, işten atma, anti-sendikal mücadele vb.) sürdürüyor. Sınıf mücadelesini aynı zamanda üretimin dışında da sürdürüyor…”[29]
Althusser, üretim sürecine üretim ilişkilerini, toplumsal formasyona da sınıf mücadelesini egemen kılıyor ve maddi varlığı toplumsal varlığın tümden gerilerine, belli belirsiz bir yere atıyor:
“Üretici güçler, üretim sürecinde, sömürü ilişkileri olan, üretim ilişkilerinin egemenliği altında işletilirler.(…) Üretim ilişkileri üretici güçlere yalnızca onların ‘biçimi’ olarak eklenen bir şey değildir. ‘Üretici güçleri’ işleten emek-gücünün kendisi ‘üretici güçler’in bir parçası olduğundan ve kapitalist üretim süreci durmadan emek-gücünün en yüksek sömürüsüne yöneldiğinden, üretim ilişkileri üretici güçlerin içine girer. Ve bu, tüm kapitalist üretim sürecine egemen eğilim olduğundan, üretimin teknik mekanizmalarının kapitalist sömürünün (sınıfsal) mekanizmalarına bağlı olduğunu söylemek gerekir.”[30]
Ağacın kökünü toprağa salması gibi üretim ilişkileri de üretici güçlere kök salar! Burada bir egemenlik ilişkisi aramak gerekirse, Althusser’in yanıtı açık ve hazır:
“Üretici güçleri üretim ilişkilerinden ayırmak, demek ki, ekonomist ve teknokratik bir yanılgıdır. Gerçekte varolansa, maddi varoluş biçimlerinde, üretim ilişkilerinin egemenliğinde, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin (eğilim gösteren) birliğidir.”[31] Toplumsal üretim ilişkileri maddi üretim ilişkilerine egemen.
Althusser’e göre, toplumsal formasyonun oluşturucu öğeleri, ekonomi, politika ve ideolojidir. Ekonomik pratik, üretim ilişkilerinin bir başka ifadesidir. Althusser, konjonktürü toplumsal formasyonun ya bir uğrağı ya da kendisi olarak değerlendirir.
Althusseryanizme göre ‘üçlü ilişki’:
Üretim tarzı ¬½ « ½¬Toplumsal formasyon « Konjonktür
Wood, bu konuda, Althusser’le aynı şeyleri söyler: “Marx’a göre, kesinlikle ‘ekonomik alan’ sınıfsal sömürü ilişkileriyle ve sınıfsal çıkar uzlaşmazlığıyla yoğrulduğu için, daha doğrusu, ‘ekonomik alan’ı, -herhangi bir ‘nötr’ teknolojik buyruk değil- bu sınıfsal ilişkiler oluşturduğu için, ‘ekonomik’ ile diğer toplumsal ‘alanlar’ arasında organik bir ilişki vardır.”[32] Wood, büyük bir güvenle ekler: “Gerçekte, maddi üretimin toplumsal bir olgu olduğu tezi, tarihsel maddeciliğin birinci öncülü değil midir?” Marksizmi üretimin önceliğini savunduğu için eleştiren Laclau-Mouffe’u yanıtlayan Wood, üretimin örgütlenmesinin, -bu iki yazar tarafından savunulan- ‘topyekün toplumsal ilişkiler’den ayrılamayacağı yolundaki önermenin, Marksizme özgü olduğunu ve eleştirilerin nedenini anlamanın mümkün olmadığını belirtir.
Althusser’in ‘uygulayıcısı’ Poulantzas. Poulantzas, üretim tarzı, toplumsal formasyon ve konjonktüre ilişkin şunları yazar: “Üretim biçimi; gerçeklikte, tam anlamı ile, var olmayan bir soyut-biçimsel nesneyi oluşturmaktadır. Kapitalist, feodal, köleci üretim biçimleri de aynı şekilde soyut-biçimsel nesneler oluştururlar. Gerçekte sadece tarihsel olarak belirlenmiş bir sosyal formasyon, yani -en geniş anlamda- varoluşunun bir anındaki toplumsal bütün vardır.”[33] Burada, Poulantzas, toplumsal formasyonu, Althusser’e uyarak “varoluşun bir anındaki toplumsal bütün” olarak tanımlıyor. Toplumsal formasyon konjonktürle iç içe geçiriliyor. Poulantzas, üretim biçimi/tarzını üç düzeyi kapsayan ama somut tarihsel olmayan bir nesne olarak ortaya koyuyor ve toplumsal formasyonu da, gerçek tarihsel varlık olarak, politikanın konusu yapıyor. Onun anlayışına göre, toplumsal formasyon bir anlamda, tarihsel üretim tarzı oluyor. Ama aralarındaki fark yeterince ve gözden kaçırılamayacak denli güçlü: Biri gerçek diğeri değil.
Poulantzas, üretim tarzı ile toplumsal formasyon arasında çelişik görünen ikili ilişki kuruyor. Bir yandan, toplumsal formasyonun “somut” olduğunu ve “soyut” üretim tarzından bu niteliğiyle ayrıldığını, diğer yandan somut’un çeşitli soyut’ların eklemlenmesinden oluştuğunu ifade ediyor: “Kendimizi sadece üretim tarzları ile sınırlandırırsak, onların (üretim tarzlarının) saf ve soyut bir incelenişinde, hepsinin iki sınıfı içerdiğini görürüz -siyasal ve ideolojik olarak hakim durumdaki sömüren sınıf ve sömürülen sınıf…: Köleci üretim tarzında efendiler ile köleler, feodal üretim tarzında lordlar ve serfler, kapitalist üretim tarzında burjuvazi ve işçiler. Oysa bir somut toplum (toplumsal formasyon) çeşitli üretim tarz ve biçimlerinden oluştuğundan ikiden fazla sınıfı içerir.”[34] Her halükarda Poulantzas, toplumsal formasyonu üretim tarzından ayırmak gerektiğinde net. Eğer ilk ayrımı izlersek, toplumsal formasyonun somut bir oluşum olarak soyut üretim tarzlarını hiçbir şekilde içermemesi gerektiği ortaya çıkar. Poulantzas böylece, toplumsal formasyonu maddi temelin kısıtlayıcı çemberinden çıkarmış oluyor. Toplumsal formasyonda üretim, üretim ilişkileri demek olan ekonomik düzey tarafından temsil ediliyor. Ancak onun diğer düzeyler karşısında, hiçbir zaman gelmeyecek son kerte dışında, bir ayrıcalığı yok. Poulantzas, üretim tarzı ile toplumsal formasyonu ayırmak için gösterdiği titizliğin fazlasını toplumsal formasyonla onun pratiklerinin bir bileşkesi olan konjonktürü bağlantılandırmak için gösteriyor.
Poulantzas, üretim biçimi ile toplumsal formasyonu birbirine karıştıranları ya da ayrımı yeterince yapmayanları tarihselci olmakla eleştiriyor[35], ama ona göre toplumsal formasyonla konjonktür arasında yapısal bir ayrım yapılamaz. Althusser, üretim ilişkileriyle üretici güçlerin ayrılmasına karşı çıkıyordu. Bu, Althusser ile Poulantzas arasında bir ayrım anlamına gelmez. Poulantzas’ın (ve Althusser’in de) üretim tarzı ile toplumsal formasyonu ayırması, toplumsallığı kurtarmaya dayanıyor; üretici güçlerin ayrılmasına karşı çıkış da aynı gerekçeyle yapılıyor: Aman, üretici güçlerden üretim ilişkilerine doğru bir belirleme kapısı açılmasın, üretici güçler el altında kontrolde tutulsun!
Thompson, radikal bir tutum sergiliyor.[36] Thompson’a göre, üretimin herhangi bir kategorisi toplumsal yapı ve süreçte yer alamaz. Üretim, teknik bir dışsallığa itilirken, toplumsal-olan özneleri vasıtasıyla kendini oluşturan bir gerçeklik olarak beliriyor. O bu yüzden, Marx’ın Kapital’iyle hiçbir flörte yanaşmıyor: “(Thompson’a göre) üretim tarzı kavramı esas olarak tarihe değil, ekonomik teoriye uygun bir kategoridir; tarihçinin çalışma nesnesi olan toplumların nitelendirilmesine genişletilemez.”[37]
‘Somut’ toplumsal formasyon. Genel olarak, üretim tarzıyla toplumsal formasyonun ayrılmasına çalışılıyor. Bir anlamda, üretim tarzı, bilimin saf düzeyini teşkil ederken, toplumsal formasyon bilimin saf verilerinin gerçek ilişkiler ortamında özgülleştirildiği bir düzey olarak kabul görüyor. Buraya kadar, sorunlar var ve bunlar ‘teorik’ nitelikte; fakat ‘operasyonel’/pratik-politik sorunlar, uygulama ilişkisinin benzer bir modelinin bu kez toplumsal formasyon ‘soyut’ düzeyiyle konjonktür ‘somut’ durumu arasında kurulmaya çalışıldığında gündeme geliyor. Böylece, (a) ‘üretim tarzı’ndan, (b) ‘toplumsal formasyon’ aracılığıyla, (c) ‘konjonktür’e kadar uzanan bir ilişki ağı kurulmuş oluyor. İlişkinin sırası da yönelime göre değişik kurulabiliyor. Cohen’de ilişki -konjonktür ve politikayla ilgili belirgin önermeleri olmaması kaydı düşerek-, ‘a ® b ® c’ şeklinde kurulurken; Althusser’de ‘a ¬ b® c’ şeklinde kuruluyor. Wood’daki kuruluşun Althusser’inkinin aynısı olduğu görülmüştü. Belirgin bir Hegelci için de ‘a ® b ® c’ şeklinde kurulabilir. Açıktan özneciler için bir tutarsızlık söz konusu değil, ve onlar için özne-belirlenimli bir kuruluş her zaman mevcut. Tutarsızlık, özneciliğin açık-olmayan türlerinde görülüyor. İlişkide bulunan yapıların sayısının artması, yapıların ilişkiler(i kuran özneler) lehine yavaş yavaş ortadan çekilmesine yol açıyor. İlişki ortamından ‘yararlanan’ tek kategori özne -ve genellikle sınıf-özne ya da politik-özne- oluyor. Mesela, üretim ilişkilerinin bir öğesi olan sınıflar, konjonktüre de uzanabiliyor, üretim tarzının maddi öğelerine de… Buradan, ‘dünyayı omuzlarında taşıyan proletarya’ manzarası çıkması hiç de zor ve şaşırtıcı olmaz.
Şu halde, üretim tarzı’nın bir kavram olarak, “somut toplumsal formasyonların analizine olanak sağlayan soyut analitik bir araç” olduğu şeklindeki yaygın anlayış[38] epistemolojik sorunlarına ek olarak, disipliner açıdan da başarısız kalmaya mahkumdur.
Tülin Öngen, Kapital’in III. Cildinde, “ara” ya da “alt” sınıf unsurlarının zamanla ortadan kalkacağı ya da iki temel sınıf karşısında önemsiz hale geleceklerinin işlendiğini, oysa 18 Brumaire ile Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nde, çok çeşitli alt ya da ara sınıf unsurlarının sayıldığını belirttikten sonra, bunu şöyle açıklar: “Çünkü ilkinde sınıflar üretim biçimi düzeyinde, ikincisinde ise toplumsal formasyon düzeyinde çözümlenmektedir. Bu yüzden Marx’ın çalışmaları söz konusu olduğunda üretim biçiminin soyut resmi ile konjonktürün somut görünümleri birlikte düşünülmelidir.”[39] Öngen’e göre, “Marksist sınıf araştırmalarında en önemli sorun, iki kutuplu şema ile birden fazla sınıftan oluşan şemanın birbiriyle bağdaştırılmasıdır. Sermaye ve emek gibi soyut kavramların burjuvazi ve proletarya gibi daha somut sosyal kategorilere çevrilmesi ancak bu iki tablonun bağdaştırılmasıyla olanaklıdır.”[40]
Burjuvazi ve proletaryanın, ampirik olarak gözlemlenebilen somut kategoriler olduğu ileri sürülebilir mi? Soyutluk bakımından, sermaye ve emek ile burjuvazi ve proletaryanın bir farkı olduğu hangi gerekçelerle kabul ediliyor? Sermaye ile emek, bilgi nesnesi benzeri bir şekilde tahayyül edilebiliyor, ama sınıfların ampirik gerçekler olduğunu kabul etmekten bir türlü kaçınılamıyor. Buradaki sorunu çözmenin yollarından biri gerçek nesne ile bilgi nesnesinin ilişkileri meselesi üzerinden geçiyor; ancak her zaman daha pratik görülen bir diğerinin, konjonktür kategorisini toplumsal formasyondan ayrımlarıyla ortaya koymanın ikna ediciliğinin yüksek olduğu söylenebilir.
Önermeler. Tanıtlama eksikliği çeşitli şekillerde telafi edilmeye çalışılan birtakım önermelerde bulunulabilir. Bir kez daha vurgulanmalıdır: Somut olan yegane kategori konjonktürdür. Konjonktürün üretim tarzına uzaklığı ile toplumsal formasyona uzaklığı kategorik olarak aynı “bilgi uzaklığı”dır. Konjonktür (bilimsel) bilgiye kategorik olarak dışsal, gerçeğin ta kendisidir. Bireylerin, işçi sınıfını emek kategorisinden daha kolay somutladığı sanısına kapılmak gerekmez. Bir kavram (bilgi nesnesi) olarak ‘işçi sınıfı’nın, karşıda görülen (gerçek nesne) ‘grevci kargo işçileri’yle bir ilişkisi yoktur.
Üretim tarzı ile toplumsal formasyonun her ikisi de, bilgi alanında yer alan ama sadece bu anlamda statü farkı olabilen iki nesnedir; bilgi nesnesi. Üretim tarzının varlığı nasıl ifade edilebilirse, toplumsal formasyonunki de aynı temel şekilde ifade edilebilir.
Cohen’den esinlenerek, toplumsal formasyona (dışsal) temel olan maddi üretim tarzı ile (toplumsal formasyonun bir öğesi ve temeli olan) toplumsal üretim tarzını ayırmak ve toplumsal formasyonda üretime temel bir yer açmak gerekli. Aksi halde, Marx’ın, “Üretimi ebedi bir gerçek olarak ele alıp, tarihi ancak dağıtım alanına havale ettikleri”[41] için eleştirdiği ekonomi politikçiler konumuna düşmüş olunur. Bu durumda, üretim, tarih-dışı akmaz-kokmaz bir gerçeklik olur, canlı-kanlı tarihsellik de dağıtım ve diğer ‘üstyapısal’ öğelere veya daha bütünlüklü ve güçlü bir ‘somutlama’ olarak toplumsal formasyona kalır. Salt üretim ilişkileri değil, üretim güçleri de toplum-tarihsel sürece dahil edilmelidir. Yani, toplum, tarihi içinde doğa’yı taşımalıdır.
Üretimi tarihe dahil etmek ve onu tarihin belirleyici bir unsuru olarak kabul etmek, epeyi verimli tartışmalara yol açar. Bu şekilde doğa ve toplum bilimi ayrımı üzerine görüşler ayrışır. Bu iki bilim ‘tür’ünü ayırmak için bazıları üretimi tarih-toplumsal gerçeğin dışına atarken, başka bazıları yine ayırmak ve üretimi toplumun belirlenimine terketmek için onu toplumsal gerçeğe dahil eder. Ya da birtakım referanslara dayanarak, burada yapılmaya çalışıldığı gibi, belirlenim ilişkisi her iki alanda da korunur ve bunun için üretim’in kendisi ayrıştırılır: Maddi ve toplumsal üretim güçleri ve ilişkileri.
Üretim tarzı; üretim ilişkileri ve üretim güçlerinden oluşan bir yapıdır. Üretim tarzı iki şekilde kavramlaştırılmalıdır: Maddi üretim tarzı ve toplumsal üretim tarzı. Toplumsal formasyon üretim tarzını kendi temel öğesi olarak kapsar (bu, toplumsal üretim tarzıdır) ve aynı zamanda başka bir düzlemde, üretim tarzıyla dışarıdan belirleme ilişkisi kurar (bu, maddi üretim tarzıdır). Toplumsal üretim tarzı bir anlamda toplumsal gerçekteki ‘doğa’dır. Üretim tarzındaki ‘doğa’ ise üretim güçleridir. Üretim tarzının öğeleri üretim güçleri ile üretim ilişkileridir. Belirleyen üretim güçleridir.
Bu önermeler çerçevesinde, üçlü kategori arasındaki ilişki şöyle anlatılabilir:
Üretim Tarzı ®½ « ½® Toplumsal formasyon ®½½ ½½¬ Konjonktür
II. Sınıf ve politika
Marksizmin merkezi. Sınıf-politika ilişkileri konusu Marksizm açısından yapısal nitelikte görülüyor. Bu bağlamda, tarihin motoru sorununa paralel bir sorun gündeme gelir. Bu temelde, Marksizmi tanımlamaya dönük, farklı yazarlardan, ayrımlandırılmamış birkaç tez:
1) Callinicos: “Marksizmin temel bir özelliği siyaseti sınıf mücadelesi ışığında kavramasıdır.”[42]
2) Wood: “Sınıf mücadelesi Marksizmin çekirdeğidir.” [43]“İşçi sınıfı, Marksist kuramın ve pratiğin merkezi”dir. “Devrimci sosyalizm, geleneksel olarak, işçi sınıfını ve onun mücadelelerini toplumsal dönüşümün ve sosyalizmin inşasının tam merkezine yerleştirir.”[44]
3) Althusser (özeleştiri dönemi): “Marx’ın temellerini attığı bilimin ve Marx’ın yolunu açtığı felsefenin yüreği ve merkezi sınıf mücadelesidir.(…) Sınıf mücadelesi, yalnızca Marksist-Leninist işçi sınıfı hareketinin siyasal pratiğinde değil, fakat aynı zamanda teoride de, Marksist felsefe ve bilimde de ‘son sözü söyleyen halka’dır.”[45] “Marx’ın bilimsel teorisi, her şeyin temelinde sınıf mücadelesinin yattığının kanıtını veriyor.”[46]
4) Öngen: “Marksist toplum kuramının temel ilkesi bilindiği gibi siyasetin sınıf mücadelesi bağlamında ele alınmasıdır.”[47]
“Marksist toplum çözümlemelerinin temelini sınıflar oluşturur. (…) Marx’ın kuramı toplumsal gelişmeyi sınıf mücadelelerinin ürünü olarak ele alan bir toplum anlayışına dayanır. Örneğin Komünist Manifesto ilkel komünal devreden sonraki toplumların tarihinin sınıflar arasındaki mücadelenin ürünü olduğunu en yalın biçimiyle dile getirir. Sınıf olgusunun Marx’ın kuramının temelini oluşturmasının nedeni işte bu noktada aranmalıdır.”[48]
5) Cohen: “Bazı Marksistler, üretken güçlerin ve üretim ilişkilerinin tarihteki rolü ile ilgili çetrefil sorundan kaçıp, tarihin ‘motoru’nun sınıf mücadelesi olduğunu ileri sürerler.
“Marx’a göre, belli başlı toplumsal dönüşümlerin dolaysız açıklamasının çoğunlukla sınıflar arası savaşta bulunduğu doğrudur. Fakat toplumsal değişimle ilgili temel açıklama bu değil.
(…) Sınıf mücadelesinin açıklayıcı gücü sınırlıdır. (…) Peki, başarılı sınıf niçin başarır? (…) Marx, (…) ilgili çağın üretken gereklilikleri üzerine kurulmayan bir sınıf üstünlüğü açıklaması vermez.”[49]
“Komünist Manifesto, üretken güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ilişki konusunda, esas konusu bu ilişkilerin belirlediği sınıf çatışması olduğu için, hiçbir genel yargı sunmaz.”[50]
Sınıf-dışı dinamikler. Öngen, yaygın bir kanaati dillendiriyor: “Günümüzde toplumsal gerilimlerin sınıf temelinden çok ekonomi dışı eşitsizlikler üzerinde yükseldiği bir gerçektir.”[51]
Buna karşılık, Wood’un aktardığına göre[52], Poulantzas, sınıfların ‘tarihsel süreç’teki temel gruplar oldukları ilkesinin, sınıflara paralel olarak ve sınıfların dışında başka grupların da olabileceği görüşüyle bağdaşmayacağı düşüncesindedir.
İlgili bağlamda kalındığı sürece, Poulantzas’ın yaklaşımın tutarlı olduğu kesindir. Öngen, sınıf-dışı dinamikler sınıfsal olanların önüne geçtiği halde hala sınıfı işaret ederek, Marksistlere politikanın imkansızlığını vazetmektedir. Poulantzas, bir koşullu yaklaşım sergiliyor ve sınıflara atfedilen tarihsel rolün, başka dinamiklerin onların önüne geçmesini baştan reddedeceğini ifade ediyor. Burada, teorik tutarlık teslim edilmekle birlikte, ayaklar yere vurulabilir, ve “Ama gözümüzün önünde cereyan edenler farklı” denilebilir.
Gözümüzün önünde cereyan edenin sınıflardan başka dinamiklerin hareketi olduğu doğru; gerçekte, daha önce sınıf dinamiği olarak kabul ettiklerimiz de öyle değildi. Burada, hem Poulantzas’ın yaklaşımını benimseyen, hem de Öngen’in yaklaşımını değil ama kaygısının nedenini gören bir temel önerme gündemdedir: Konjonktürde sınıflar yoktur; ama ona denk kabul edilebilecek başka bir şey de yoktur. Sınıflar, Poulantzas’ın kategorik bir şekilde koyduğu gibi, toplumsal formasyon düzeyindedir ve bu düzeyde, sınıflar hiçbir zaman başka dinamiklerin gerisinde değildir.
Sınıf dışı dinamikler konusu, bizi teorik bir revizyona değil, konjonktür kategorisinin yerleşmesi için çabanın önemine götürüyor. Konjonktürü tarihsel materyalizmin uygulama sahası olarak görenlerin karşılaştığı kategorik sıkıntı, konjonktür ile tarihsel materyalizmin nesnesini epistemolojik bir ayrıma tabi tutanlar açısından, bu ayrımın gücüne ilişkin kanı pekiştiricisi işlevi görür. Eğer bir konjonktür teorisi olmazsa, sınıfçı Marksistler, daha nice sınıf-dışı dinamik görmenin çilesini çekecekler!
Toplumları sınıflara bölen ve tarihte sınıflara başlıca bir yer veren anlayışın, sınıfın başka bir toplumsal kategoriyle öncelik yarıştırmasıyla ilişkisi yoktur. Söz konusu edilen ‘toplumsal’ düzeyde sınıf-dışı bir temele sahip form olamaz. Bütün formlar sınıfsal bir tercümeye tabi tutulabilir; zira her biri özgül bir sınıf bileşimidir. Çevre hareketinden barış hareketine, kadın hareketinden dinsel ve ulusal hareketlere kadar bütün ‘toplumsal’ hareketler birer sınıf hareketidir. Onların sınıf-dışı olduğu iddia ve kabul edilen birer ideolojiyle donanmış olmaları, ve aynı anlama gelmek üzere, -teorik olarak zorunlu ideolojileri!- sosyalizmi ve hatta Marksizmi savunmamaları, düzeyler arasında tuhaf tekabüliyetler bekleyen Marksistleri şaşırtıyor ve iman tazeleme gereği doğuruyor.
Sorun şuradadır: Kürt ulusal hareketi elbette sınıf-türü bir harekettir, çünkü uluslaşma özgül bir sınıflar kompozisyonudur. Fakat bu hareket, genellikle, Kürt yoksullarının, ya da Kürt proletaryasının hareketi olup olmamaya göre değerlendiriliyor. Yanlışlık da tam burada yapılıyor. Kürt ulusal hareketi, ulusallığın bir sınıfsal bileşim türü olmasından hareketle, bir bütün olarak değerlendirilmedikçe anlaşılamaz ve “sınıf-dışı” bir hareket olarak mahkum edilir. Onun gelişmesi sadece derin bir umutsuzluk doğurur: Yeni bir sınıf-dışı hareket!
Dolayısıyla özgül bileşimi tanımayan ve onu tarihsel ortamına oturtmayan ve “Kürt emekçileri” nosyonu üzerinden geliştirilmeye çalışılan bir politik edebiyat, tarihsel bir toplumsal hareketi değerlendirmekten acizdir. Böyle bir şiar üzerinden hareket, ancak ilgili “sorun”un burjuva iktidarı ortamında “çözülmüş olması” halinde, ya da ilgili topluluğu iç politik iktidar ilişkileri yaratacak denli böldüğü zaman “doğru” olur. Benzeri bir durum, bu kez farklı bir tarihsellik bağlamında kadın hareketi için de söz konusu edilebilir. Kadın hareketi ifadesi, sadece proleter olan kadınların hareketi anlamına gelmez. Fakat bu, kendini burjuva kadın hareketinden de ayırmak durumundadır. O yüzden, 8 Mart’ın “kadınlar günü” olması, kadın hareketinin burjuva anlaşılmasından başka bir anlama gelmez. Çünkü 8 Mart artık meşrudur, bu bakımdan ‘çözülmüştür’. Bu durumda yeni bir ayrım eşiği yaratmak, ’emekçi’ teması üzerine vurgu yapmak gerekebilecektir. Filistin hareketi, bir başka tarihsel örnektir. E. Said’in, işgal altındaki topraklarda ortaya çıkan İslami ideolojiyle donanmış hareketi, ulusal hareketin İslami kılıfla sürdürülmesi olarak niteleyerek ideolojide takılıp kalmaması, örnek bir akıl yürütmedir. 1970’li yıllarda, Filistin hareketi ideolojik bilişiyle devrimcileri ve sosyalistleri rahatsız etmeyen ve onların doğrusal ilişki anlayışlarını zorlamayan bir manzara sergiliyordu. Ancak bu manzaranın “intifada” süreciyle yıkılması, her şeyi karıştırdı. Artık İslamcılar mı desteklenecekti? Bereket versin, bazıları, İslamcıları da, şimdiki Filistin liderliğini de desteklemenin yanlış olduğu görüşünü, aslında bu hareketi 1970’lerde desteklemenin de yanlış olduğu anlayışına kadar genişleterek meseleyi kökten ve tutarlı bir biçimde hallettiler! Onlar için “dolaysız” (yani Marksistlerin önderliği ya da nüfuzu altında yürüyen) sınıf hareketi dışında şu dünya yüzünde hoş görülecek hiçbir hareket yoktur. Bu nedenle, Seattle’da ya da başka yerlerde patlayan hareketlerin, kapitalist devletlerle çatışan pratik-politik etkisinden çok ideolojileriyle ilgilenmeyi tercih ettiler.[53]
Telafi çabaları. “İşçi hareketinde gözlenen düşüş eğilimi, ve başka tür politik ve toplumsal hareketlerin varoluşu” tartışması hiç yeni değil. Bunu tartışan ne ilk kuşağız, ne de son olacağız. Sorun iki görüş şeklinde ortaya çıkıyor: a) Günümüzün bir yeniliği olarak, toplumsal hareketler sınıfsal olmayan nitelikleriyle beliriyor. Ve, b) günümüzün yeniliği, sınıfların politikayla ilişkileri üzerine yeni bir tarzda düşünmeyi gerektiriyor.
Birinci husus konusunda söylenecekleri saptamak çok zor değil. İşçi sınıfının politik özne niteliği konusunda sorgusuz kabulleri olanlar, aslında hiç de yeni sayılamayacak bu gelişmeyle sarsıldı. Bir dış etkiyle gözlerindeki ideolojik perde yırtıldı ve olayları gördüler. Gördükleri aslında sadece kendileri için yeniydi. Bu yüzden, bir kısmı, aslında hep olanın ve olacağın gördükleri olduğunu kabul etti ve “alan”ı boşalttı: Proletarya zaten hiçbir zaman ona atfedilen misyona uygun bir sınıf olmadı. Bir başka kesim, tamamen yeni bir durumla karşı karşıya olduklarını kabul etti ve eskiyi eskide bırakarak yeni duruma uygun kabuller edindi: Proletarya artık devrimci değil. En sonuncu kesim, -bunlar diğerlerinden farklı olarak Marksizm alanında bulunuyor- hala gözlerini ovuşturuyor, gözlerine inanamıyor, gördüklerinin nasılsa geçecek, “geçmeye mahkum!” bir şeyler olduğunu telkin ediyor. Ve tereddüt ve tutarsızlıklar ortalığı kaplıyor.
Gelişmelerin, hayırlı bazı sonuçları olduğunu önemle eklemek gerekli. En sonuncu kesim, tereddütler yaşarken -fazla uzaklaşmadan- bazı arayışlara yöneliyor. Bunun, sınıf ile politika ilişkisi konusunda ve konjonktür kategorisinin gündemleştirilmesi konusunda işlevleri olduğu/olacağı görülüyor.
Örneðin, Öngen bir yandan, günümüz dünyasinda “sınıfsal nitelikte olmayan çatışmaların sınıf mücadelelerinin önüne geçmesi”nden[54] söz ediyor, öte yandan sınıfla politika ve ekonomi arasında kurulacak yapısal ve zorunlu bir bağ olduğunda ısrar ediyor. Buradaki tutarsızlığıyla teorik olarak uğraşma gereği duymuyor. Eğer, sınıfla politika arasında zorunlu bir bağ varsa, -ve sınıfın aynı zamanda ekonomi ile de zorunlu ve yapısal bağı varsa- günümüz dünyasında ya da aynı yapısal zorunluğun geçerli olduğu başka zamanın dünyasında, sınıfsal nitelikte olmayan öğeler hiçbir zaman sınıfsal olanın ve sınıf mücadelesinin önüne geçemez. Onun teorik anlayışına göre, eskiden (19. yüzyıl mı?) sınıfsal nitelikteki çatışmalar diğer çatışma türlerinin önünde yer alıyor ve onları belirliyordu; ve yine onun teorik anlayışına göre, tutarlı bir sonuç olarak, sınıfla politika arasında yapısal bir bağ kurmak zorunlu oluyordu. Çünkü ona göre, eskiden yapısal ve uygun bir görünüm vardı ortada. Ancak günümüz dünyasında bir anomali baş göstermiştir; sınıfsal çatışmalar artık hep diğerlerine nazaran geride durmaktadır. Öngen şahsında, “karşılıklı belirlenimci” Marksistlerin buna teorik yanıtı, şu tipik ifadenin yeni yeni kuruluşlarla öne sürülmesi oluyor:
“Gerçekten insanların kimliklerini ve toplumsal yönelimlerini belirleyen tek etmenin sınıfsal aidiyetleri veya üretim süreci içindeki konumları olduğunu öne sürmek doğru değildir. (…) Çünkü insan davranışlarını belirleyen başka etmenler de bulunmaktadır. Örneğin, bir yanda ‘rasyonel’ seçim perspektifleri veya kişisel tercihler, öte yanda çeşitli kimlikler (ulusal, ırksal, etnik, dinsel, kültürel, cinsel aidiyetlerden kaynaklanan veya yaş, meslek ve coğrafi konumla ilgili olan) ve bunların uzanımları yer almaktadır. Bu etmenleri üretim süreci içindeki rollerle ilişkilendirmek çoğu kez olanaksızdır. Bununla birlikte bunların tamamen sınıf konumlarından bağımsız işledikleri de söylenemez.”[55]
Ne diyor Öngen? İnsan davranışlarını sınıfsal aidiyet belirler. Fakat tek belirleyen sınıfsallık değildir, başka belirleyiciler de vardır. Ama bütün bunlar yine de sınıfsallıktan tamamen bağımsız işlemez.
Sınıf-politika ilişkileri üzerine onca söz eden Öngen, sonuçta ne demiş oluyor? İnsan davranışları çok sayıda etmen tarafından belirlenir.[56] Bu kadar!
Politikanın bir temeli var mıdır? Ve bu temel, sınıflar mıdır? Günümüzde, bu soruya verilen cevap üzerinden yükselen bir Marksizm anlayışı varlığını duyuruyor.
Politikanın temeline ilişkin soru, politikanın yerini tayin ettikten sonra cevaplandırılabilir. Politika, eğer toplum-tarihsel sürecin, kendisi aracılığıyla bize bağlandığı bir yerde bulunuyorsa, onu toplum-tarihsel yapının kategorileriyle tanımlamak gerekecektir. Bir başka ifadeyle, politika, toplum-tarihsel süreçte kendini ortaya koyan temel ayrımın öznesinin (sınıfın) hareketinin bir bağlamda ifadelendirilmesi olarak anlaşılırsa, onun temelini sınıfta bulduğu zaten önermeye içerilmiş durumdadır.
Bu yaklaşım başka ne tür kabullerle hareket etmektedir? Toplumun hareketini, geçmişten bugüne uzanan ve geleceğe yol alacak bir ilişkililik içinde anlar. Böylece, toplumsal formasyonun politika düzlemi ve/veya toplumsal formasyondaki öznelerin pratiği ile “içinde bulunulan an”da verili öznenin hareketi arasında bir bağlantı kurar. Bu anlayışa göre, konjonktür, toplumsal formasyonun şimdideki kesitidir. Toplumsal formasyonun tarihsel süreci ile şimdideki toplum gerçeği arasında bir ayrım olabileceğini öngörmeyen bu yaklaşım, eğer Marksist olmakta ısrar edecekse, politikasını zorunlu olarak işçi sınıfına bağlayacaktır. Ancak bu işlem eksik bırakılmamalıdır; Marksizmin ortaya çıkışından beri, politikanın temellerinden birinin Marksist teori olduğunu ileri sürmek, dolayısıyla sınıf, politika ve teori arasında üçlü bağlantı kurmak da bu görüşleri savunanların yaygın anlayışıdır. Konjonktür ile toplumsal formasyon arasına bir epistemolojik engel çekilmeden, elde bulunan sınıf, ekonomi, politika ve teori gibi birtakım terimlerle yapılacak işlemler, kendilerini terimlerin hiçbirinin dışarıda bırakılamadığı yeni harmanlanma şekilleri ile ilgilenmekten alıkoyamaz. Bunun mümkün birkaç versiyonu da Marksizmi ya bir öznenin uygulama faaliyeti haline getirecektir, ya da -başlangıç ve son momenti değişebilen- bir doğrusal zincirlemeli belirleme ilişkisini kabul edecektir. Günümüzün “entellektüel ağırlığı”, ikinci alternatife pek imkan tanımıyor ve geriye öznelciliğin çeşitlerinden birini yeğlemek kalıyor. Bu durumda, tarihle teori, politika ile sınıf ve bilim arasında türlü bağlantılar kuruluyor; sonuçta ortaya çıkan, belirleme nosyonunun bol kullanıldığı bir ‘ilişkiselcilik’ oluyor. Sınıf temelli bir politika ve bilim; politika temelli bir sınıf ve bilim; bilimsel bir sınıf politikası…
Politikayı sınıf temelli ortaya koyanların çok temel bir sorunları var. Bir yandan belirleme ilişkisinden vazgeçemiyorlar, öte yandan belirleme ilişkisinin hareketlerine çektiği sınıra isyan ediyorlar.
Ekonomi ile politikanın ilişkisi konusunda iki “yanlış” anlayış olduğunu ifade eden Öngen, bunlardan birinin politikayı emek süreci içindeki sınıf pratiklerine indirgediğini, diğerinin politikayı üstyapı süreçleri içindeki sınıf mücadelesi pratikleriyle sınırladığını belirtiyor. Öngen’e göre, “her iki yaklaşım da iki düzey arasındaki diyalektik ilişkiyi gözden kaçırdığı için sınıfla siyaset arasındaki bağlantıyı yeterince açıklayamamaktadır.”[57] Yani Öngen, politikayı, üstyapı ile altyapı arasında bir yerde konumlandırıyor. Bunun, oldukça ayrıcalıklı bir yer olduğuna kuşku yok. “Sınıf ile siyaset arasındaki ilişki kesinlikle diyalektik bir ilişkidir. Çünkü altyapı ile üstyapı arasındaki belirleyicilik tek yönlü değil, tamamen karşılıklıdır.”[58] Öngen’in son cümlesini tercüme etmeye aslında gerek yok: Altyapı üstyapıyı, üstyapı da altyapıyı belirler! İlk cümledeki “diyalektik” terimi, bir hazırlama ve meşrulaştırma işlevi görüyor. Diyalektik terimi, genel olarak bütün Marksizm alanında aynı işlevi görüyor; bu kullanımları göz kırpmaksızın reddetmek gerekiyor. Diyalektik, eğer belirleme ilişkisini ortadan kaldırıyorsa, artık ne diyalektiğe ihtiyaç vardır, ne belirlemeye…
Çulhaoğlu’ya göre, politikanın üstyapıda sınırlanması reddedilmelidir. Politika; ideoloji, kültür, felsefe ve sanatın oluşturduğu üstyapı alanında bulunmayan, herhangi “bir alana tıkıştırılamayacak kadar ‘yapı’ya yakın duran” bir etkinliktir.[59] Çulhaoğlu devam ediyor: Sınıf mücadelesi bizatihi politik bir nitelik arzettiği için, onun politikleştirilmesinden söz etmek anlamsızdır. (Bir sonraki cümlede tekrar ediyor:) Sınıf mücadelesi politikliğin ta kendisidir. “Bu nedenle siyaset, ‘yapı’ ile içselleşmiş bir süreçtir.”[60] Çulhaoğlu, sınıfı ve politikayı, yapı ile üstyapının arasına, her ikisini de kapsayan bir tür ‘orta-yapı’ olarak yerleştiriyor. Bu, her yerde bulunan ama hiçbir yere de sığmayan bir niteliğe sahip, kendine özgü, tanınamaz ve tuhaf bir etkinlik (politika) ve varlık (sınıf) oluyor.
Poulantzas’ın da genel olarak aynı şekilde düşündüğü söylenebilir. Ama o, bu yaklaşımın teorik sonuçlarına dek gidiyor: Politik düzeydeki sınıfsallık ile ekonomik düzeydeki sınıfsallık arasında bir öncelik ve tabiyet ilişkisi yoktur.
Poulantzas, tarihsel süreçte belli bir konjonktürde yapılan politik mücadelenin, politik düzeyi de içeren bir bütünselliği olduğunu söylüyor: “Marksizmin klasik eserlerinde bu bölünüp parçalanmış, ‘bireysel’, ‘bölgesel’, ‘yalıtık’ vb… ekonomik mücadeleye karşıt olarak; bir eşitlik, bütünsellik, hatta sınıfsal bütünsellik sunmak eğilimindeki politik düzey arasındaki çelişki sık sık ortaya konmuştur.”[61] Politik mücadele Poulantzas’a göre, ekonomik, politik ve ideolojik düzeyleri olan[62] toplumsal formasyonun bütün düzeylerini kucaklayan ayrıcalıklı bir pratiktir. Bu özel politik mücadele politik düzeydeki politik mücadeleyi bile sadece bir sektör olarak içeriyor. Politik mücadele toplumsal formasyonun, kendilerince kabul edilmiş düzeylerine sığmıyor. Politikayı yere göğe sığdıramıyorlar.
Bu anlatımlarda sık rastlanan terminolojik çakışmalar ve metafizik tonu, temel bir sıkıntının dışavurumu olarak anlamak gerekiyor. Bir ihtiyaç kendini dayatıyor. Oysa politikayı, altyapı ile üstyapının, sınıf ile ekonominin arasına değil “önüne”, konjonktürel olana yerleştirmek sorunu çözecektir.
Konjonktür. “Devlet kuruluşları, partiler… ticari birlikler ve işveren organizasyonları, silahlı insan kitleleri, gösteriler, ayaklanan halk yığınları vb., ile sürekli karşı karşıya geliriz, fakat sınıflarla karşılaşmayız…”[63]
Konjonktürel olan ile yapısal ya da tarihsel olan (tarih-süreçsel olanla tarihsiz-konjonktürel olan) arasında inşa edilecek aşılmaz bir epistemolojik engel, tartışma sürecinin her aşamasında hayati önemdedir. Bu, başta kurulup geçilecek nitelikte bir ayrım değil; sürecin başında ilan edilmesi, ara-aşamalarda zikredilmesi ve özgülleşmesi için çaba sarfedilmesi, ara-bağlantılar kurulmaya çalışılması ve sürecin nihayetinde, ‘düğüm atılırken’ unsurlardan biri olduğunun hatırlatılması gereken bir özelliğe sahip olmak bakımından önsel, temel ve sonsal nitelikte bir ayrımdır.
Poulantzas, toplumsal formasyonu yapılar ve pratikleri tanımlayan dikine bir ayrıma tabi tutar. Onun yaklaşımına göre, konjonktür, (ekonomik, politik, ideolojik) pratiklerin tarihin belli bir anda alınmış kesiti oluyor. Poulantzas’ın Althusser’le paylaştığı “tarih içinde konjonktür” anlayışının, bütün ayrıntılandırma işlemlerine rağmen, Hegelci bir özsel kesit olduğu söylenebilir. Örneğin, ’12 Eylül dönemi’ni bir konjonktür olarak alan bir analiz bugün geliştirilemez. Türkiye’nin, kabul edilmiş bir tarihsel kesiti üzerine bugünden geliştirilecek bir konjonktür analizi olamaz. Bu analiz kendini yapılardan (yapı analizinden) hiçbir zaman kurtaramaz. Konjonktürün toplumsal formasyon sürecinin içine yerleştirilmesi, politikanın bilimsel (ve dolayısıyla sınıf temelli) yapılmasının da garantisi oluyor! Doğru olan budur. O halde yanlış olan nedir?
Konjonktürde sınıflar yoktur; -ideolojik bir algılamayla- onların “temsilcisi” ya da “parçası” olan partiler, öbekler (İzmit deri işçileri), … vardır. Konjonktürde uluslar yoktur; onların “temsilcisi” olan örgütler vardır. Sınıf ampirik bir gerçeklik değildir. Ama şu an eylem halindeki İzmit deri işçileri dolaysız, ampirik gerçektir.
Politika denilen eyleyiş sadece konjonktürde vardır/olur. Konjonktürde ve konjonktüre dönük bilim yoktur. Bilimsel faaliyetin nesneleri arasında “içinde bulunulan an” yoktur. O halde, sadece bu yaklaşımın tutarlığını izlersek, konjonktürde sınıflar olmadığını söyleyebiliriz. Sınıflar bilgi nesnesi olarak toplumsal formasyonlara ilişkin bir kavramsal yapının adıdır. Şu halde, konjonktürde “bilimsel anlamda” sınıf yoktur. Konjonktürde olduğu kabul edilen politika ile bilimsel olarak toplumsal formasyonda olduğu bilinen sınıflar arasında, “bildik” bir bağdan bahsetmek mümkün olamaz. Konjonktürde sınıf olmadığı için, sınıfla politika arasında herhangi bir bağ vazeden yaklaşımlar ve bu arada “sınıf siyaseti” de olamaz. Yani, politik bir slogan olarak “Sınıfa karşı sınıf”ın ancak (o anda uygunsa) politik bir değeri olabilir.
Konjonktürde sınıfın hareketi ampirik olarak gösterilemez; bir partinin, bir sendikanın, bir bölge işçilerinin hareketi gösterilebilir, ama bir parti, bütün üyeleri işçilerden oluşsa bile, bir sınıfın “ampirik”, “dolaysız” partisi olamayacağı gibi, bir sendika da, ne kadar kitlesel olursa olsun, sınıfı ampirik olarak hiçbir zaman temsil edemez.
III. İşçi sınıfı- 1
Tarihsel sınırlar. İşçi sınıfının sınırlarını belirlemeye dönük, mümkünse ‘pratik’ bir şeyler söylemenin, hakkını vererek, kolay olmadığı, sorunun boyutlarıyla karşılaşınca daha rahat anlaşılıyor.
İşçi sınıfının tarihsel görünümüyle ilgili ilk izlenim ve veriler, aşağıda görülecektir, iyimser bir tablo oluşturmaya elvermiyor. Üretken işçilerin sayı ve oranındaki düşüş herkesin kabul ettiği bir olgu. Ücretliler içinde beyaz yakalıların ve onlarla örtüşen ya da örtüşmeyen hizmet sektörü çalışanlarının sayısı ve oranı artıyor. Ücretliler içinde, özellikle Batılı ülkelerde, kamu sektöründe çalışanlar ve “kamu çalışanları” olarak anılan kesim de oldukça genişlemiş durumda. Ücretlilerde görülen parçalanmanın düzeyi bugüne kadar alışılmadık ölçüde yüksek. Çok çeşitli ve küçük kesim ya da grubun varlığı saptanıyor. Sendikalar, bütün dünyada genel olarak zayıflıyor. Varolan sendikaların da devlet aygıtına dönüştüğü yolundaki görüşler artık daha yüksek sesle ifade ediliyor.Bütün bunların üzerine, işçi hareketi, genel ve neredeyse kararlı denebilecek bir düşüş yaşıyor. Bu manzarada savunulan yegane olumluluk, geniş anlamda yapılan bir tanımlamayla, işçi sınıfının sayıca ve oran olarak olağanüstü ölçüde arttığı, tüm ücretlilerin işçi olduğudur.
Ampirik verilerin ‘olumsuz’ olduğu bir ortamda, işçi sınıfının geçici yönelimlerinin yapısal, yapısal yönelimlerinin geçici sayılması ihtimali yüksektir. İşçi sınıfının yok olduğu ya da devrimci niteliğini yitirdiği iddialarının egemen olduğu koşullarda, genel olarak sol hareketin savunmada kalması anlayışla karşılanacak bir durumdur. Ancak, savunma ödevi, açıklama yükümlülüğünü daha ne kadar tatilde tutacak? Literatürde çok yaygın olarak görülüyor; Marksistler ezici bir şekilde, sınıfsal yapıya ‘mesafeli’ bir bilimci tavrıyla değil de -üstelik bu Marksistlerin ezici çoğunluğu ‘akademisyen’- “sınıf hareketinin düşme eğilimini durumu kurtararak nasıl açıklarız?” kaygısıyla yaklaşıyor.
Sınıf meselesini ele alanların, önce “son birkaç onyıl”ı, sonra “İkinci Dünya Savaşı sonrası”nı, giderek daha sonra tekelci kapitalizmin tamamını teşrih masasına yatırdıkları dikkat çekiyor. Bu durumda, “yeni” olan bir şey yok gibi. İşçi sınıfı hareketinin, yukarıda sözü geçen dönemlerde karşılaştığı sorunların çözümlenmesi başarılamadan, bu kez, 1980’li yıllarda İngiltere’de başlayarak yayılan politik yönelimin gündeme getirdiği sorunlar ve hemen ardından 1990’lı yıllarda küreselleşme denilen ideo-politik ve ekonomik gelişme ortalığa egemen oldu. Marksistler, ard arda birkaç dönemi açıklayamadılar, sorunlar katmerlendi, üst üste bindi ve ağırlaştı. Marksistler arasında, bütün bir geçen yüzyılın, sosyalizm deneyleri dahil, muhasebesini yapacak ve girildiği kabul edilen yeni dönemlerin analizini yapacak girişimler ortaya çıkmalıdır.
Kimse, Marx’ın yaptığı gibi, gelişmedeki yeni bir dinamikten, büyük bir umut ve şevkle söz edemiyor. Kimse, işçi sınıfına dönük yeni bir manifesto kaleme almaya cüret edemiyor. Bunda, sınıfın genişlediğini ileri sürenlerle daraldığını iddia edenlerin ortaklaştığını görüyoruz.
“Marx’ın zamanında en büyük ücretli işçi grubunun ev hizmetçileri” olduğu[64] hatırlatılarak, bugünkü manzaranın o kadar da ürkütücü olmadığına inan(dırıl)mak isteniyor(uz). Marx’ın zamanında sanayi işçilerinin sayısının sürekli arttığı unutuluyor.
Verilere göre, sanayi proletaryası -herhalde Dünya Savaşları dışında- ortaya çıkışından bu yana ilk kez, hem ücretliler, hem de genel nüfus içinde kararlı bir şekilde giderek gerileyen bir oran teşkil ediyor. Bunun, geçici, kısmi, dönemsel bir eğilim olmadığı kabul edilmelidir.
Ampirik veriler. İşçi sınıfında görülen değişmeyle ilgili çalışmalar yapan Callinicos, “(20.) yüzyılda beyaz yakalıların toplam işgücü içinde oluşturduğu oranın müthiş ölçüde büyümesi”ni teslim ediyor.[65] Klasik sanayi işçilerinin, hem fiilen hem örgütlenme bakımından zayıfladığını belirten Callinicos[66], “1971-81’de Londra’da imalat sanayinin istihdam ettiği işçi sayısının yüzde 36 oranında azaldığını; İngiltere çapında bu oranın ortalama yüzde 25 olduğunu ifade ediyor.[67] “Kol işçileri (ustabaşılar dışta bırakılırsa) günümüzde İngiltere’de tam gün çalışanların yarısından azını meydana getirmektedir.”[68]
Callinicos’un aktardığına göre, “Yirminci yüzyılın başlarında profesyoneller, idareciler ve menejerler ekonomik bakımdan en gelişkin ülkelerde bile aktif nüfusun yalnızca yüzde 5-10’unu oluştururken, günümüzde Batı toplumlarında genel olarak bu oran yüzde 20-25’e çıkmıştır.”[69]
İşçi sınıfının parçalanmışlığının bir başka boyutu şöyle ortaya konuyor: “Tüm dünyada işçi sınıfı hizmet sektöründe iş bulabileceği küresel merkezlere çekilmektedir; zira eski üretken sektörler hızla yok olmaktadır. Tokyo dışındaki tüm küresel merkezler birden fazla etnik kökenlidir; ve nüfusun yüzde 40’ını veya daha fazlasını orijinal etnik kökenin dışındakiler oluşturur.”[70]
Bir başka kaynak şu verileri aktarır: “ABD’de maddi değerlerin üretiminde çalışanların toplam çalışanlar içindeki payı 1979’da yüzde 29’dan 1993’te yüzde 20.5’e düşer. Aynı dönemde hizmet sektöründe çalışanların toplam çalışanlar içindeki payı da yüzde 71’den yüzde 79.5’e çıkmıştır. (…) Batı Almanya’da imalat sanayiinde çalışan proletaryanın sayısı 1970’te 9 milyon 614 binden 1996’da 6 milyon 870 bine düşer. Verilen dönemde imalat sanayi proletaryası yüzde 28.5 oranında azalır. Toplam işçi sayısı 1970’te 20 milyon 301 binden 1996’da 22 milyon 427 bine çıkar. Toplam içinde imalat sanayii proletaryasının payı 1970’te yüzde 47.3’ten 1996’da yüzde 30.6’ya düşer.
“Aynı dönemde, sadece ticaret alanında çalışan işçilerin sayısı 2 milyon 391 binden 3 milyon 239 bine çıkarak yüzde 35 oranında, hizmet sektöründe çalışan işçilerin sayısı da 2 milyon 385 binden 6 milyon 187 bine çıkarak yüzde 159 oranında artar. Sadece ticaret sektöründe çalışan işçilerin toplam işçiler içindeki payı 1970’te yüzde 11.8’den 1996’da yüzde 14.4’e ve sadece hizmet sektöründe çalışanların payı da yüzde 11.8’den yüzde 27.6’ya çıkar.”[71]
Verilerin ortaya koyduğu sonuçlar, sanayi proletaryasının, ortaya çıkışından beri belirgin olarak ilk kez oransal ve sayısal bakımdan düştüğünü gösteriyor. Bu konuda bütün dünya çapında gelişmenin ne olduğuna ilişkin bir veriye rastlanmamış olması ve örneğin “çevre ülkeler” denilen ülkelerde meydana gelen gelişmelerle bu eğilimin telafi edildiği yolundaki bir görüşe de rastlanmamış olması tesadüf olamaz.
Ortada, genel olarak Marksistlerin kabul ettiğinden daha esaslı bir problem olabilir. Ama bu konuda Taslak‘taki ifadeyi, yıllar sonra yinelemekten başka bir şey -şu aşamada- mümkün olmuyor: “Batının ileri kapitalist ülkelerinde yaşanan sosyo-ekonomik farklılaşmaların kendisi ve burjuva dünyasının getirdiği açıklamalar tarihsel materyalist bir analiz dizinine konu edilmemiştir. Burjuva dünyanın ideologlarının ve akademisyenlerinin tezleri karşı-yankısını bulmuyor. Post-endüstriyel toplum, yüksek teknoloji çağı, otomasyon, emperyalizmin yok oluşu, kafa ve kol emeği ayrımının birinci lehine ortadan kalkıyor oluşu, işçi sınıfının yok oluşu ya da kimlik ve bileşiminin önemli oranda değişmiş olduğu gibi ve daha bir dizi kavram ve olgusal teze karşı Marksizm cephesinden doyurucu karşı-tezler ve açıklamalar getirilmedi.
(…) Çağın temel niteliği değişmemiştir, diye politik bir tavır almak ile, değişip-değişmediğini ya da neyin değişmiş olduğunu incelemek birbirinin yerine konulamayacak ve farklı düzeye ait konulardır.”[72]
IV. İşçi sınıfı- 2
Sınıfın nesnel tanımı. Kapitalist toplumun sınıfsal kompozisyonunda görülen değişiklik üzerine sınıf tanımlamalarına ilişkin başlayan ilk tartışma ve ayrılığın tarihi 20. yüzyılın ilk yıllarına uzanıyor. İlk kez E. Bernstein, orta sınıfların genişlemesine ve yaşam düzeyinin yükselmesine tayin edici bir toplumsal ve politik önem vermiştir. Buna karşılık, Marksizmin genel savunusunu yapan bir kesimin ise, “orta sınıfın ‘proleterleşmesi’ni ve siyasal mücadelenin niteliğinde çok az değişim olduğunu vurgulayanlardan oluştuğu belirtilir. Örneğin, Bernstein, büro işçilerini işçi sınıfının dışında değerlendirirken, Kautsky bu kesimleri işçi sınıfından saymıştır.[73]
İşçi sınıfının “nesnel kapsamı” konusunda genel olarak Marksizm alanında başlıca üç ayrı yaklaşım olduğu belirtilebilir.[74]
Üretim tarzı düzeyinde işçi sınıfını üretken emekle sınırlayan Poulantzas’ı ilk grubun temsilcisi saymak mümkündür. En dar tanım Poulantzas’a aittir. Poulantzas’a göre, çok dar bir kesim dışında, beyaz yakalılar “yeni küçük burjuvazi”yi oluşturur. Ancak, sınıfların toplumsal formasyonun çeşitli düzeylerinde çapraz olarak belirecekleri anlayışı, Poulantzas’a önemli bir manevra imkanı sunuyor.
Tanımların en genişi, aralarında Mandel’in de bulunduğu bir kesimin. Bunlara göre, tüm ücretliler işçi sınıfı kapsamındadır. Ernest Mandel’e göre; “Marx’ın kapitalizm çözümlemesindeki proletaryanın belirleyici yapısal karakteristiği, insana emek-gücünü sattıran sosyo-ekonomik zorlamadır. Bu durumda proletarya kavramının içine sadece sanayide çalışan kol işçileri değil, aynı temel kısıtlamalara tabi olan bütün üretken olmayan ücretli işçiler de girerler. Aynı temel kısıtlamalar derken kastettiğim, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmama, geçim araçlarına doğrudan ulaşmama (toprağa asla özgürce ulaşılamaz!), emek gücünü az çok sürekli biçimde satmadan geçim araçlarını satın almaya yetecek kadar para bulamamadır.”[75] Görüldüğü gibi, Mandel’in üretken emeğin genişleyen sınırları konusunu anlatmayı umursadığı yok. Mandel, üretken emeği, aynen, örneğin Poulantzas’ın anladığı gibi anlıyor. G. A. Cohen’in de Mandel’e benzer bir anlayışa sahip olduğu görülüyor: “Proleter, kendi yaşam araçlarını elde etmek için kendi emek gücünü satması gereken bağımlı üreticidir.”[76]
Ayrımları daha detaylı olan üçüncü grubu temsil ettiği kabul edilebileceklerden biri Callinicos’tur. (Wright da önemli bir ad olarak belirtilir.) Callinicos, işçi sınıfının kapsamıyla ilgili olarak üretken emek ölçütünü kabul etmez ve beyaz yakalı işçilerin ya da büro işçilerinin çoğunluğunu belirli bir ayrımla işçi sınıfı içinde kabul etmek gerektiğini belirtir: “Bizce, (…) beyaz yakalı işçilerin üç gruba ayrılmaları gerekmektedir: 1) Kapitalist sınıfın aylıklı mensupları olan, semaye birikim süreci ile ilgili kararların alınmasına katılan küçük bir azınlık; 2) yüksek maaş alan beyaz yakalı işçilerin oluşturduğu, çoğu emek ile sermaye arasındaki ara kademelerde yönetici veya denetleyici görevlerini yürüten çok daha geniş grup, ‘yeni orta sınıf’; 3) yaptıkları iş üzerinde kol işçilerinden fazla bir denetime sahip olmayan ve çoğu kez kol işçilerinden de düşük maaş alan sıradan beyaz yakalı işçilerin oluşturduğu çoğunluk. Bu çözümlemeden çıkardığımız temel sonuç, üçüncü grubun büyümesinin işçi sınıfının gerilemesini değil, genişlemesini temsil ettiğidir.”[77]
Ancak beyaz yakalıların işçi sınıfı içinde sayılmasıyla sorunlar çözülmüş, işçi sınıfının toplumun çoğunluğunu oluşturduğunun kanıtlanmasıyla huzura ermiş olunmuyor. Beyaz yakalıların, işçi sınıfında şimdiye kadar görülmeyen birtakım yeni özelliklere sahip olduğu herkesçe kabul görüyor. Beyaz yakalıların hiyerarşik bir yapıya sahip oluşu[78] iç bölünmelerin ve heterojenliğin mavi yakalılara göre çok fazla oluşu, sınıf geçişkenliğine çok daha uygun bir konumda olmaları gibi unsurlar sayılıyor.[79]
V. İşçi sınıfı -3
Üretken emek. Üretimin belirleyiciliği anlayışının zorunlu sonucu, işçi sınıfını tanımada “üretken emek” ölçütünü devreye sokmaktır. Her halükarda, işçi sınıfının sınırlarına ilişkin “toplumsal üretim tarzı” düzeyindeki ilk tanımlama girişiminin, kendine “üretken emek”i eksen almak durumunda kalacağı savunulacaktır. Ancak, işlem burada bitmiş sayılmayacak; işçi sınıfının ya da genel olarak toplumsal sınıfların bu kez toplumsal formasyon düzeyinde izi sürülmeye çalışılacak ve toplumsal formasyonda sınıf ‘oluşumları’ hakkında görüşler belirlenmeye gayret edilecektir.
Sözcüğün bilimsel anlamıyla, gerçekten sömürülen sadece üretken-işçidir. Çünkü, artı-değer üretimini sadece üretken-işçiler yapar. Üretken emeğin tanımı konusunda, literatürde, Marx’tan başlayarak, çözülmemiş temel sorunlar bulunduğu yaygın olarak paylaşılan bir kanıdır. Bu bakımdan, üretken emeğin sınırlarına ilişkin analizlere girilmeyecektir.[80] Ama şu genel bir gerçek: İşçi sınıfı içerisinde kabul edilsin ya da edilmesin, üretken-olmayan emekçilerin oranının artmasını iç rahatlığıyla karşılayan hiçbir yazar yok.
Callinicos, işçi sınıfını üretken emekle sınırlamanın doğuracağı sonuçlarla ilgili uyarıda bulunuyor: “Böyle baktığımızda Amerika Birleşik Devletleri’nde proletarya toplam işgücünün yüzde 20’sinden azını oluştururken, ‘yeni küçük burjuvazi’ yüzde 70 gibi bir orana ulaşır.”[81]
“Üretken emeğin, işçi sınıfının çekirdeğini oluşturduğundan kuşku duyulmayacağı”nı söyleyen Öngen[82], üretken olmayan emek türünün işçi sınıfı içinde değerlendirilmesinde kullanılan ölçütün, sömürüden çok ekonomik açıdan baskı altında bulunma, yani ekonomik ezilmişlik koşulu olduğunu savunarak[83] şöyle der: “Üretim süreci içinde üretken işçinin artık emeğine el konulurken gerçekte artık değer üretmeyen (üretken olmayan) emek üzerinde de üretken işçiye uygulandığı kadar ekonomik baskı uygulanmaktadır. Bu yüzden işçiyi yalnızca üretken emekle sınırlayan yaklaşımlar yetersizdir.”[84]
Artı-değer yaratmayı, yani sömürülmeyi değil de ekonomik baskıyı işçi sınıfının tanımında temel ölçüt olarak almak, teorik olarak devreye hemen ekonomi-dışı (politik, cinsel, dinsel, etnik, kültürel, …) baskı türlerini sokacaktır. Diğer baskı türlerinin ekonomik baskı karşısında ikincil konumda bulunmalarının hesabını vermek, bu yaklaşım çerçevesinde, teorik olarak mümkün olmayan bir işlem olacaktır. Bu durumda, sınıfın sınırları, sadece, toplumsal formasyonun bütününde -hiyerarşisiz olarak- tayin edilen bir işlem haline gelmek durumundadır. Üstelik, ekonomik sömürü değil ekonomik baskı ölçütünün devreye girmesi, belirlemenin temeline neyin yerleştirilmesi gerektiği gibi bir soruyu da zorunlu olarak davet etmektedir. Burada, üretici güçler bir yana, üretim ilişkilerinin temel alındığı bile şüpheli bir durum vardır. Üstelik, üretken işçinin uğradığı ekonomik baskı ile üretken-olmayan işçinin uğradığı ekonomik baskı arasında bir fark olmadığını, tartışma ve görüşler ortadayken ileri sürmek, çubuğun büküldüğü yönü göstermesi bakımından da semptomiktir. Ayrýca, Türkiye’deki birçok örnekten biliniyor; bazý durumlarda üretken olmayan iþçiler üretken iþçilere nazaran daha büyük ekonomik baský ve yoksunluklar içinde olabilmektedir.
Diğer yandan, sömürülme bakımından tüm ücretli emeğin eşit konumda olduğu ve ücretli emeğin tümünün ya üretken emek olarak değerlendirildiği ya da üretken emekle üretken olmayan emek arasında bir ayrım yapmanın temelden reddedilmesi gerektiği görüşü, “kapitalizmdeki sömürü ile feodalizmdeki sömürü arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak”la eleştirilmektedir.[85]
Üretken emek sorununun çözümlenmesinde tutulan yollardan biri, oldukça geniş bir üretken emek tanımı geliştirmektir. “Kollektif emek” kategorisinin bu işe koşulduğu görülüyor. Bu kategorinin, -genel olarak kabul edildiği gibi, Marx’ta da- farklı tanımları[86] bulunduğu görülmekle birlikte, üretim sürecinin üretken emek düzeyinde bile derin parçalanmalara uğradığı tarihsel koşullarda, işçi sınıfını üst-belirleyen bir niteliğe sahip olduğu açıktır. Böylece mühendisler, teknisyenler gibi katmanlar da işçi sınıfının parçası olabilmektedir. Öngen bu kavrama büyük bir önem verir: “Çağdaş sınıf sorunsalının her şeyden önce ‘kollektif işçi’nin ya da ‘global işçi’nin dinamik bir tanımını vermekten ibaret olduğu söylenebilir.”[87]
VI. İşçi sınıfı – 4
Sınıf ne türden bir gerçek? Sınıfın gerçekliğinin niteliği konusunda beliren ilk ayrım öznel ve nesnel sınıf anlayışlarıdır. Sınıfa ilişkin bir ayrım, öznel olduğu açık ve net bir şekilde anlaşıldıktan sonra, Marksizmle teorik bir ilişkisi olmadığından reddedilmelidir. Bu elbette çok dolaysız ve kolay bir işlem değildir. Zira, Marksizmin kurucularında da yer yer öznel sınıf anlayışıyla flört eden ifadelere rastlamak mümkündür. Öte yandan, öznelcilerin kendilerini her zaman kaba-saba bir şekilde ortaya koymadıkları da unutulmamalıdır.
Sınıfları öznel süreçler olarak ele almanın Marksizm tarihinde ilk belli başlı temsilcisi Lukacs’tır. Sınıfın kendini oluşturduğu tezi açıkça idealist niteliktedir; öznecidir. Sınıf, bunlara göre, kendini oluşturan, dağıtan, mücadele eden, mücadelesine göre varlığından ya da yokluğundan söz edilebilecek olan türden bir gerçek türüdür. Özneci sınıf anlayışının öne çıkan temsilcisi E. P. Thompson’dur. Anderson’un değerlendirmesine göre, “Thompson’un aslında yaptığı, sınıf = sınıf bilinci denkliğini muhafaza etmektir.”[88]
Nesnel sınıf ayrımlarına gelince… Bu ayrımların önsel olarak materyalistik bir niteliğe sahip olduğu da söylenemez. Ancak, ayrımın bu türü, felsefi ‘karşılığı’ bakımından ve bilime imkan tanıması açısından etkileşime yatkın ve açıktır.
Sınıfların ve sınıf mücadelesinin yeri. Sınıfları, tarihsel gerçeğin hangi boyutuna / düzeyine / alanına yerleştirmek gerekmektedir? Poulantzas’ın öncelikleri eksen alınarak yapılan bir sınıflama çerçevesinde ve oldukça şematik olarak şöyle bir ayrım yapılabilir:
1. Sınıflar (sadece) üretim tarzında ya da ilişkilerinde / altyapıda yer alır: Cohen’e göre, “Bir kişinin sınıfı, mülkiyet ilişkileri ağı içindeki nesnel yeri dışında hiçbir şeyle belirlenmez -böylesi yerleri çıplak bir şekilde saptamak ne kadar güç olursa olsun. O kişinin bilinci, kültürü ve siyaseti, o kişinin sınıf konumunun tanımına girmez”, aksine “Marksist tezin tözsel niteliği, sınıf konumunun bilinç, kültür ve siyaseti güçlü bir şekilde koşulladığıdır.[89] Anderson da genel olarak Cohen gibi düşünür: “Üretim araçlarının nesnel bir ilişkisi olarak sınıf kavramı, niyet ve tutumlardan bağımsız, daha ileri bir konumda eski durumuna iade edilme ihtiyacı duymaz.”[90]
Poulantzas’a göre, “Ekonomist yorumda toplumsal sınıf sadece üretim ilişkileri düzeyinde ele alınmaktadır, yani çalışma sürecindeki taşıyıcılar durumuna ve bunların üretim araçları ile olan ilişkilerine indirgenmektedir.”[91] “Ekonomizmi, toplumsal sınıfları, salt ekonomik düzeye indirgemeye yönelten, özellikle, yapılar ile toplumsal ilişkilerin, ekonomik düzeyde birbirine karıştırılmasıdır.(…) Gerçekte bu indirgeme, ‘üretim ilişkileri’ ile ‘toplumsal üretim ilişkileri’ deyimlerinin benzeşikleştirilerek kullanılmasının sonucu olan karışıklığa dayanmaktadır.”[92] Poulantzas, Marx ve Engels’in de bu konuda ekonomist bir konumda olduğunu ima eder. [93]
İdeoloji ve Politika‘nın yazarı Laclau da, sınıfları sadece üretim tarzında görüyor, onların mücadeleleri ise toplumsal formasyonda kuruluyor. Laclau’ya göre, “Eğer üretim tarzı soyut düzeyinde sınıf çelişkisi egemen çelişkiyse, toplumsal formasyon düzeyinde halk/iktidar bloku çelişkisi egemen çelişkidir.”[94] Laclau, sınıfları üretim ilişkileriyle sınırlıyor ve sınıfların politik ve ideolojik düzeyde varoluşunun zorunlu olmadığını ileri sürüyor.[95] Laclau’ya göre, “sınıfın üretim ilişkilerinin dışında tanımlanması”nın mümkün olduğunu söylemekle, Poulantzas, “Marksizmin temellerinin inkarına var(maktadır)”.[96]
Sınıfa ilişkin tek yönlü belirleme, Poulantzas’a göre ekonomizmin tezidir. O, böylece, ekonomi dışındaki düzeylerin maddi varlığını vurgulamış olduğu gibi, politik ve ideolojik düzeylerde sınıfsallığın ekonomik düzeyin (ekonomik düzeydeki sınıfın) basit bir yansıması olmadığını anlatmış olmaktadır. Poulantzas, sınıf’ın, toplumsal formasyonun, onun diğer öğelerinden farklı olarak, bütününde hareket eden bir ve tek unsur olduğunu ileri sürer.
Laclau’ya göre, sınıflar üretim ilişkileri dışında var olamaz; Poulantzas’a göre ise, üretim ilişkileri dışında da tanımlanmaları sınıfların asli bir özelliğidir. İdeoloji ve politika düzeylerinde sınıfların beliremeyeceğini ileri süren Laclau’nun yaklaşımında sınıfların olmadığı bir alan/moment varken, Poulantzas için bu söz konusu değil.
2. Sınıflar (sadece) üstyapıda yer alır: Yukarıda özneci sınıf anlayışı olarak ifade edilen yaklaşım. Poulantzas; Lukacs, Korsch ve III. Enternasyonal’in teorik solculuğu tarafından temsil edildiğini söylediği bu akımın tipik görüşünü şöyle anlatır: “toplumsal sınıf tarihin ‘yapıcı öznesi’ olarak ancak, özgün bir sınıf bilincini vb. elde edebileceği politik düzeyde gerçekten var olabilirdi. Ekonomik düzey genelde yapılardan oluşmuştur. Toplumsal sınıflar, yapıcı özneler bu düzeyde var olmadıklarından bu düzeyin kuramsal incelenimi sınıf kavramını gereksinmez; ekonominin ünlü ‘bilinçsiz yasaları’ söz konusudur. (…) Tarihsel süreç; politik-ideolojik bir sınıflar mücadelesince ‘eyleme geçirilen’, bir tür, ekonomik yapılara dayanır.”[97]
Bu akımın son ünlü temsilcilerinden Thompson’a göre, “Sınıf, insanlar tarafından kendi tarihlerini yaşadığı biçimde tanımlanır ve sonunda, bu onun biricik tanımıdır.”[98] Ona göre, “Sınıf oluşumları belirlenme ile öz-faaliyetin kesişme noktasında ortaya çıkarlar.”[99]
3. Sınıflar toplumsal formasyonun bütün öğelerinde yer alır: Genel olarak Althusserciler ve -onlardan uzak da olsalar- belirleme ilişkisine mesafeli yaklaşanların bazıları bu görüşü paylaşır.
Poulantzas’a göre, sınıflar toplumsal formasyonun bütün düzeylerinde bulunur. Üstelik, ortaya çıkışlarının yönünün, ekonomik düzlemden (üretim ilişkilerinden) politik ve ideolojik düzleme doğru olmadığını da özellikle vurgular.
Poulantzas’a göre, sınıf kavramı toplumsal ilişkilerin en geniş anlamdaki anlatımıdır. “Toplumsal sınıf kuramsal olarak, gerçekten, bölgesel yapılar oluşturan üretim ilişkileri, devlet veya ideoloji örneği, topyekün yapının bölgesel veya kısmi bir yapısı olarak kavranılamaz.”[100]
Poulantzas görüşlerini şöyle anlatır: “Bir toplumsal sınıf gerek ekonomik düzeyde, gerek politik düzeyde, gerek de ideolojik düzeyde belirlenebilir, dolayısıyla özgün bir düzeye göre konumlandırılabilir. Fakat bir sınıf bu şekilde tanımlanıp kavranabilirse de yine de meydana çıkış nedeni olan düzeysel bütünlüğe göbekten bağlıdır.” [101]
“Sınıfların oluşumunda, sadece ekonomik düzeyin etkinliğinin değil, ancak bir toplumsal oluşumun veya bir üretim biçiminin bütün düzeylerinin etkinliğinin söz konusu olduğu”nu[102] savunan Poulantzas, görüldüğü gibi, sınıfları tanımlarken, toplumsal bütünlük içinde bir hiyerarşiye girmekten kaçınır.
Poulantzas’ın sınıfın yeri açısından geliştirdiği yaklaşım, karmaşıktır. Poulantzas, üretken emekçiyi sadece ekonomik ölçüt kullanarak belirler. Fakat, politik ve ideolojik ölçütlerin belirlediği sınıf konumları da vardır. Mesela, mühendis, teknisyen gibi gruplar sömürülmeleri nedeniyle burjuvaziden sayılamazlar, ama ideolojik belirleme sonucu ‘yeni küçük burjuvazi’ye dahildirler. Politik belirleme sonucu işçi sınıfından ayrılan ‘ücretliler’ de vardır.[103] Wood, Poulantzas’ın işçi sınıfinı “sömürü ilişkileri açısından değil de, daha çok teknik çalışma süreci açısından tanımladığını” söylerken[104], Öngen’in de aktardığı gibi, Poulantzas, sınıf tanımında, ideoloji ve politika gibi üstyapısal öğelere belirleyici bir yer vermekle eleştirilir..”[105]
Önerme ve vargılar. Sınıfların, yukarıda söz edilen “yerler”in hangisinde/hangilerinde olduğu tartışmasına ilişkin şu önermeler getirilebilir:
Cohen’in yaptığı ayrım temelinde, “maddi üretim tarzı”nda sınıflar yoktur. Bu düzlemde sadece teknik anlamda üretim güçleri, emek gücü, sermaye, emek sürecinin fiziksel niteliği gibi öğelerin varlığı kabul edilir.
“Toplumsal üretim tarzı”, sınıfların tanınmaya başladığı “yer”dir. Burada üretimin amacı, artı-emek biçimi ve sömürü tarzı vardır. Bu “yer”de, işçi sınıfı üretken-emekçi olarak tanınır. Sınıfların “asıl” yeri burasıdır.
Toplumsal formasyon, temeli olan “(toplumsal) üretim tarzı” / altyapı ile birlikte, politik ve ideolojik düzeyleri / üstyapıyı kapsar. Toplumsal sınıflar, üretim tarzının belirlediği şekliyle politik ve ideolojik düzeylerde de belirir/etkiler olarak açığa çıkar/…….
Sınıfların yeri konusunda, yukarıdaki üç alternatifin net olarak birinde konumlanma imkanı bulunmamıştır. Ancak, şimdilik geçici bir konum kabul edilecektir. Bu, bir anlamda, sınıfları sadece altyapıda gören görüşle sınıfları toplumsal formasyonun bütününde gören görüşün, belirleme ilişkisinin Poulantzas örneğinde olduğu gibi, kaybolmadığı bir birleşimini aramaktır. Poulantzas’ın, yukarıda oldukça yetersiz bir şekilde aktarılan görüşleri oldukça ayrıntılı ve teorik bakımdan kapsamlıdır. Ancak, bu görüşün, her şeyden önce ‘son kertede belirlenme’ ilkesi nedeniyle temel bir problemle birlikte varoluğu, ona ilişkin vazgeçilmez kayıtlar koymayı zorunlu kılıyor.
Bu çerçevede, Poulantzas’ın bir anlatımı,[106] şu şekilde değiştirilerek edinilebilir: Toplumsal sınıflar, ekonomi, politika ve ideoloji üçlüsünün, ekonominin belirleyiciliğinde toplam etkisi olarak belirirler. İşçi sınıfının üretim tarzında belirlenmesi ile bir bütün olarak toplumsal formasyon düzeyinde belirlenmesi arasındaki ilişki belirleme ve etkinin toplam çıktısı olarak alınabilir. Çünkü -çeşitli şekillerde savunulmaya gayret edildi- üretim tarzı ile toplumsal formasyon iki ayrı bilgi nesnesidir. Bu önermenin ilk sonucu, üretim tarzı düzeyindeki “işçi sınıfı” ile toplumsal formasyon düzeyindeki “işçi sınıfı”nın, önsel bir ilgilerinin olmadığıdır. O halde, toplumsal formasyon düzeyinde, sınıf tanımını yeniden yapmak gerekmektedir: Toplumsal formasyon düzeyinde, üretken-işçinin işçi sınıfından sayılması bir ön-gerek değildir. Ya da bu ifade şöyle düzeltilmeli, yumuşatılmalıdır: Toplumsal formasyon düzeyinde, üretken-işçileri “işçi sınıfının çekirdeği” kabul edecek önsel bir ölçüt yoktur. Toplumsal formasyon düzeyinde, üretim araçlarından yoksunluk, üretken-emekçilik gibi ölçütleri sadece bu düzeyin üretim tarzı (toplumsal üretim tarzı) düzleminde kullanmak mümkün görünüyor. Ancak elbette, toplumsal formasyonda da üretim tarzı belirleyici temel olduğu için, üretim araçlarından yoksunluk ya da ücretli-emek gibi faktörleri bir ilk çıkış noktası almak gerekecektir.
Fakat, bütün bileşenlerin birlikte ele alınacağı bir değerlendirme sonucu, işçi sınıfının merkezini, örneğin görece yüksek geliri olan ve ‘iktidar sınıfları’yla çeşitli patronaj ilişkisi içinde olan, hatta işçiliğini bir toplumsal ayrıcalık olarak yaşayan üretken-emekçide bulmaktansa[107] gelir düzeyi düşük, mücadeleci nitelikleri daha öne çıkmış, sigorta ve sendikadan yoksun olan işçilerde bulmak mümkündür. Ama bu, toplumsal formasyonun dönemselliği/süreçselliği gereği sabit bir değişken değildir. (Aynı değişkenlik, üretim tarzı düzeyinde de söz konusudur. Üretken-emekçinin sınırları çeşitli dönemlerde değişebilir, daralır ya da genişler; veya üretken-emekçi kapsamı değişebilir.) Örneğin, 1960-70’ler Türkiyesinin, diri ve dinç sanayi proletaryası, toplumun informel sektöründe istihdam edilen işçi / yarı-işçilere göre daha fazla gelire sahip olmasına rağmen, ve gelirinin artması umudu da taşımasına rağmen, işçi sınıfının politik açıdan en ileri kesimiydi. Bugün, bu kesimin, sendikal tarihin ve sosyo-politik patronajın da etkisiyle görece yüksek gelir düzeyini korumasına rağmen, hem ekonomik hem sosyo-politik açıdan işçilikten uzaklaşma, aristokratlaşma eğilimi içinde olduğu saptanabilir. 1970’lerin alt-proletaryası konumunda olan geniş sendikasız sigortasız işçiler kuşağı bütün amorf yapısına rağmen toplumsal formasyon düzeyinde Türkiye işçi sınıfının sınıfsal niteliği en belirgin kesimidir.
* ‘Mustafa Çavuş’ (Mustafa Kayaoğlu: 1914 – 28 Temmuz 2000): Hikmet Kıvılcımlı’nın toplumsal’dan ayırdığı anlamda bir tarihsel devrimci, bir başka anlamda bir toplumsal isyancıydı. Yapayalnız, kara kalabalık ve devletluyla mücadele içinde, 13 yılı mahpuslukta geçen çileli bir ömür sürdü. Soylu ve mağrurdu. Varlıklı oldu ve yoksul düştü, ama hiçbir zaman ‘homo economicus’ olmadı.
[1] Öncekilere “deney” demekte bir mahsur yoksa, Çin, Küba, Vietnam, Kore gibi ülkelerin oluşturduğu şimdikilerin ne suçu olabilir!
[2] Ernesto Laclau, Ideoloji ve Politika, Çev.: Hüseyin Sarıca, Istanbul 1985, Belge Yay., s. 135
[3] Perry Anderson, Marksizmde Tartışmalar, Çev.: Ahmet Özdemir, Istanbul 1998, s. 99.
[4] A.g.e., s. 94.
[5] Marx – Engels, Seçme Yazışmalar 1, Çev.: Yurdakul Fincancı, Ankara 1995, Sol Yay., s. 75
[6] Marx – Engels, Seçme Yazışmalar 2, Çev.: Yurdakul Fincancı, Ankara 1996, Sol Yay., s. 125
[7] Bu konuda bakınız: Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Istanbul 1996, Ikinci basım, Alan Yay., s. 53-4
[8] Gerald A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi, Çev.: Ahmet Fethi, Istanbul 1998, Toplumsal Dönüşüm Yay., s. 167.
[9] A.g.e., s. 197.
[10] A.g.e., s. 198.
[11] A.g.e., s. 249.
[12] A.g.e., s. 99.
[13] A.g.e., s. 265.
[14] A.g.e., s. 138-9.
[15] A.g.e., s. 101.
[16] A.g.e., s. 106.
[17] A.g.e., s. 122. Üretim güçlerini, Cohen’in yaptığı gibi, üretim tarzının dışında ele almak gerekmeyebilir. Bu, ayrı bir mesele olarak alınabilir.
[18] Bu, ayrıca ele alınması gereken çok önemli bir argüman.
[19] A.g.e., s. 43.
[20] A.g.e., s. 44.
[21] A.g.e., s. 44.
[22] A.g.e., s. 109. Cohen, ekonomik yapı ile üretim tarzı’nı farklı kabul eder: “Bir üretim tarzı, bir ekonomik yapıyla özdeş olamaz; zira bir tarz, bir yapma şekli ya da usulüdür, bir ilişkiler kümesi değil. Ekonomik yapı, bir üretme şekli değil, içinde üretmenin gerçekleştiği bir güç çerçevesidir.(…) Üretim tarzı bir üretme şeklidir.” (A.g.e., s. 100)
[23] A.g.e., s. 283.
[24] A.g.e., s. 192-3.
[25] A.g.e., s. 191.
[26] Anderson, a.g.e., s. 81.
[27] A.g.e., s. 81-2.
[28] Louis Althusser, “Marksizm ve Sınıf Mücadelesi”, Ideoloji ve Devletin Ideolojik Aygıtları, Çev.: Y. Alp, M. Özışık, Istanbul 1989, Birikim Yay., s. 68.
[29] A.g.e., s. 68.
[30] A.g.e., s. 67.
[31] A.g.e., s. 68.
[32] Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış, Çev.: Şükrü Alpagut, Istanbul 1992, Akış Yay., s. 66.
[33] Nicos Poulantzas, Siyasal Iktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev.: Ş. Süer, L. F. Topaçoğlu, Istanbul 1992, Belge Yay., s. 9.
[34] Poulantzas, “Kapitalist Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap”; R. Miliband, N. Poulantzas, E. Laclau, Kapitalist Devlet Sorunu, Çev.: Yasemin Berkman, Istanbul 1977, Birikim Yay. içinde, s. 239
[35] “Üretim biçimi ile toplumsal oluşum arasında kesinlikle kuramsal ayrım yapamayan kesin olarak tarihselci perspektif…” (Poulantzas, Siyasal Iktidar ve …, s. 70)
[36] Anderson’un da ortaya koyduğu gibi, ideolojinin rolü, ekonomik faktörün rolünün azaltılması ya da gizlenmesi gibi hususlarda ve altyapı/üstyapı ayrımının reddi gibi konularda Thompson ile Althusser ve Poulantzas arasında bir sorun yoktur, paralellik vardır. (Bak.: Anderson, a.g.e., s. 104-5)
[37] Aktaran: Anderson, a.g.e., s. 95.
[38] Jorge Larrain, Tarihsel Materyalizmi Yeniden Yapılandırmak, Çev.: S. Çeviker, Istanbul 1998, Toplumsal Dönüşüm Yay., s. 156.
[39] Öngen, a.g.e., s. 68-9.
[40] A.g.e., s. 70.
[41] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1993, Sol Yay., s. 161.
[42] Alex Callinicos, “‘Yeni Orta Sınıf’ ve Sosyalist Siyaset”; Callinicos – Chris Harman, Değişen Işçi Sınıfı, Çev.: Osman Akınhay, Istanbul 1994, Z Yay. içinde, s. 21
[43] Wood, a.g.e., s. 19.
[44] A.g.e., s. 21.
[45] Althusser, a.g.e., s. 65.
[46] A.g.e., s. 69.
[47] Öngen, a.g.e., s. 298.
[48] A.g.e., s. 49.
[49] Cohen, a.g.e., s. 178-9.
[50] A.g.e., s. 175.
[51] Öngen, a.g.e., s. 221.
[52] Wood, Sınıftan Kaçış, s. 44.
[53] Haftalık Sol Dergisi (7 Temmuz 2000, Sayı: 93), Seattle ile ilgili hazırladığı dosya sayısının kapağına “Seattle ruhu yayılırken tehlikeli gidişat: Örgütsüzlük” başlığını attı. A. Çağlar ve I. Alkan’ın yazıları kapak spotuna aykırı ve dinamiği yargılamadan uzak durma şeklinde bir tutum alırken, genel tema, bekleneceği üzere, kendilerinin önderliğinde mavi tulumlu işçilerin görülmediği her şeyden olduğu üzere, derin bir rahatsızlık!
[54] Öngen, a.g.e., s. 293.
[55] Öngen, a.g.e., s. 294.
[56] Bu sözlerden sonra, bir başka vesileyle, sınıf belirleniminden, mesela politikanın sınıfsal bir temeli olduğundan bahsedilmese hiç sorun yoktu. Ama 10 kez ifade edilen sınıf belirlenimi, 10 kez geri alınıyor.
[57] Öngen, a.g.e., s. 227-8.
[58] A.g.e., s. 302.
[59] Metin Çulhaoğlu, “Sınıf ve Siyaset”, Sosyalist Politika 6, Ağustos 1995, s. 35.
[60] A.g.e., s. 36.
[61] Poulantzas, Siyasal Iktidar …, s. 133.
[62] A.g.e., s. 85.
[63] Hinddes ve Hirst’ten aktaran: Uwe Becker, “Sınıf Kuramı”, Çev.: Nilüfer Yılmaz, Teori ve Politika 19-20
[64] Callinicos, a.g.e., s. 14.
[65] A.g.e., s. 23.
[66] A.g.e., s. 59.
[67] A.g.e., s. 16.
[68] A.g.e., s. 23.
[69] J. Goldthorpe’dan aktaran: A.g.e., s. 24.
[70] Alastair Davidson, “Yeni Küresel Üretim Tarzı: Başarılar ve Çelişkiler”, Çev.: Uğur Günsur; Küreselleşme mi, Emperyalizm mi? (Der.: Fikret Başkaya), Ankara 1999, Ütopya Yay., içinde s. 90-1.
[71] Aktaran “Elveda Proletarya mı?” (Imzasız), Sınıf Pusulası, S. 1, Nisan-Mayıs 1999, s. 54.
[72] Melik Kara,I.Mert,S. Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim Için Genel Çerçeve Taslağı, Ankara 1995, s. 68.
[73] Öngen, a.g.e., s. 197.
[74] Bu konuda, kısmen farklı ve daha kapsamlı bir yaklaşım için bak.: A.g.e., s. 193.
[75] Aktaran: Callinicos, a.g.e., s. 29.
[76] Cohen, a.g.e., s. 94.
[77] Callinicos, a.g.e., s. 14.
[78] “Beyaz yakalı işçi sınıfı, kolla çalışan işçi sınıfına oranla çok daha büyük ölçüde hiyerarşik bir biçimde yapılanmış”tır. (C. Harman, “Resesyondan Sonra Işçi Sınıfı”; Callinicos – Harman, a.g.e. içinde s. 90)
[79] “Yeni orta sınıfın altında, çok geniş bir beyaz yakalı çalışanlar grubu vardır (toplam işgücünün yaklaşık yüzde 15’i); bu grup, ‘kol emeğine dayanmayan rutin’ işlerin yukarısında yer aldığı halde, işçilerden oluşur ve sömürülür. Bu orta kademe beyaz yakalı çalışanlar ortaya şaşırtıcı bir çelişki koyar. Bu grup, genellikle yeni orta sınıfın saflarına yükselme özlemi duyan insanlardan oluşur ve yukarıda da gördüğümüz gibi, uyum sağlar, çok çalışır ve aynı kariyerde sebat ederlerse bu amaca ulaşma şansları vardır. Öte yandan, beyaz yakalılar sendikacılığını yaratan ve inşa eden militanların pek çoğu (belki de çoğunluğu) bu grubun üyeleri olmuştur.” (C. Harman, a.g.e., s. 91)
[80] Teori ve Politika yazarlarından Musa Sala ve Çetin Konuk’un bu konuyla ilgilendiği biliniyor.
[81] Callinicos, a.g.e., s. 27.
[82] Öngen, a.g.e., s. 192.
[83] A.g.e., s. 212.
[84] A.g.e., s. 175.
[85] Bin Fine, “Üretken Olan ve Üretken Olmayan Emek”, Çev.: Asuman Suner, Marksist Düşünce Sözlüğü, Der.: Tom Bottomore, Istanbul 1993, Iletişim Yay., s. 589
[86] “Günümüzde işçi sınıfı, artık değer üreten emekgücü (üretken emek) ile artık değer üretiminin gerçekleşmesi için emeğin görmesi gereken işi gören kollektif emekgücünden (üretken olmayan emek) oluşmaktadır. (Öngen, a.g.e., s. 290)
[87] Öngen, a.g.e., s. 289. “Kollektif” ya da “global” işçi kavramının işlevsel bir yönü de olduğu kaydedilmeli. Özellikle, bu kavramı kullanan kesimlerdeki ampirik “alışkanlıklar” göz önüne alındığında bu daha da önem kazanıyor. Kollektif işçi kavramıyla, meseleler görece teorik bir tarzda ele alınmaya hazır hale gelmek yanında, teorik ele alış tarzı, örneğin bilgi nesnesi nosyonu, meşrulaşıyor.
[88] Anderson, a.g.e., s. 63.
[89] Cohen, a.g.e., s. 94.
[90] Anderson, a.g.e., s. 60-1.
[91] Poulantzas, Siyasal Iktidar ve…, s. 56.
[92] A.g.e., s. 57-8.
[93] “(Marx ve Engels’in yapıtlarında) her ne kadar ‘saf’ bir üretim biçimindeki sınıfların incelenmesinde bunların üretim ilişkilerinin salt ekonomik düzeyi ile olan ilişkileri ile yetinilmişse de bunu sonuç olarak almamak gerekir, sınıfların diğer yapısal düzeyler ile göreceli ilişkileri vardır, bunlar bir toplumsal oluşumun incelenmesi sırasında ele alınacaklardır.” (Poulantzas, a.g.e., s. 63-4)
[94] Laclau, Ideoloji ve Politika, s. 116.
[95] A.g.e., s. 173.
[96] A.g.e., s. 123.
[97] Poulantzas, Siyasal Iktidar ve…, s. 68.
[98] Aktaran: P. Anderson, a.g.e., s. 47-8.
[99] E. P. Thompson, Teorinin Sefaleti, Çev.. A. Fethi Yıldırım, Istanbul 1994, Alan Yay., s. 183.
[100] Poulantzas, Siyasal Iktidar ve …, s. 61.
[101] A.g.e., s. 56-7.
[102] A.g.e., s. 62.
[103] Wood, a.g.e., s. 47.
[104] A.g.e., s. 24.
[105] “Poulantzas’ın şeması, özellikle siyasal ve ideolojik unsurları (kendi için sınıf ölçütlerini) nesnel sınıf konumlarının yapısal unsurları yerine geçirdiği için eleştirilmektedir.” (Öngen, a.g.e., s. 204)
[106] “Toplumsal sınıflar, özgün bir yapısal düzeyin bir diğer yapısal düzey üzerine etkisi biçiminde -örneğin, ekonomik yapının politik veya ideolojik yapı üzerine etkisi gibi- belirmezler, dolayısıyla yapının içinde ancak yapıların toplumsal ilişkiler alanı içindeki topyekün etkisi olarak belirirler…” (Poulantzas, Siyasal Iktidar ve …, s. 57)
[107] Özelleştirmeye direnen Dalaman SEKA işçileri bu konuda ilginç bir örnek olabilir. Işçilerin, üretken-emekçi nitelikleri herhalde tartışma dışıdır. Ama gelirleri oldukça yüksektir. (Önemli bir kısmı, asgari ücretin 8-10 katı aylık almaktadır.) Genellikle aynı zamanda toprak sahibidirler. Çoğu, bölgenin çeşitli partilerinin ileri gelenlerinin akrabalık ilişkilerinden dolayı işe girmiş ve konumlarını bu sayede korumuşlardır. Bu işçilerin emeklerinin niteliğine rağmen, sorun toplumsal formasyon düzeyinde konumlarını değerlendirmektir.