Gerek kendi ifade ve iddialarından gerek çevresinin şahadetinden başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “inançlı” bir kişi olduğunu biliyoruz.
Gene bu ifadelerden ve şahadetlerden başbakan Davutoğlu’nun bir “kişi” olarak nelere inandığının da tam olmasa da kesin, aşağı yukarı bir listesini çıkarabiliriz. Başbakanlığından önce ve sonra, bir kişi, bir insan, bir şahıs ve bunların da en mükemmelinden bir Müslüman olmakla Davutoğlu’nun kesin olarak şunlara inandığını güvenle söyleyebiliriz:
1- Allah’ın varlığına ve birliğine
2- Meleklere
3- Kitaplara (100 tanesi küçük 4 tanesi büyük – Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an – olmak üzere indirilmiş olan)
4- Sonuncusu Muhammed olmak üzere kitaplarda zikredilmiş ya da edilmemiş bütün peygamberlere
5- Ahiret gününe
6- Kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine.
Bunlar Davutoğlu’nun insan, şahıs, kul (abd) ve vatandaş sıfatlarıyla inandığı şeyler. Davutoğlu’nun başbakan sıfatıyla inandığı başka şeyler de var. Meselâ Davutoğlu, Ankara’da 10 Ekim 2015 tarihinde 102 cana mal olan bombalı saldırının –normalde birbirinin izine kurşun sıkan uzlaşmaz iki düşman olan- PKK ile IŞİD’in ortak eylemi olduğuna, 17 Şubat 2016 tarihinde 29 cana mal olan patlamanın ise Suriye Kürtlerinin örgütü YPG tarafından gerçekleştirildiğine inanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının kişi, insan, şahıs, kul olarak bağlandığını deklare ettiği inançları, kutsal bir kaynağa dayandırıldığından, nesiller boyunca üretilmiş, birbirinden kaynaklanan, birbirine atıfta bulunan binlerce yan belgeyle yani “nakli bilgiyle” desteklenip teyit edildiğinden ve bu sayede tüm dünyada milyonlarca kişi tarafından paylaşıldığından, bir inandırıcılık problemi taşımıyor.
Ahmet Davutoğlu’nun Başbakan sıfatıyla edindiği –kuşkusuz devletin bu işlerle görevli birimlerinden gelen– yine “nakli bilgilere” dayandığı anlaşılan inançlarının ise maalesef böyle bir problemi var[1]: Yani Başbakan dirayetli ve muktedir bir siyasetçi olarak etkili olmak istiyorsa, bu sıfatıyla inandığı ya da inandığını açıkladığı şeylere muhataplarını da inandırması gerekiyor.
Çünkü siyaset, ister iç siyaset olsun ister dış siyaset, tanımı gereği müttefiklerle yapılır. Her ne kadar çok güçlü bir ülkenin “stratejik derinlik” ve vizyon sahibi, enerjik ve aktif baş yetkilisi olsa da Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu da bu kuraldan muaf değil. Başbakan, uzmanı olduğu dış politikada daha da etkili bir aktör olmayı gerekli görüyorsa –ki şart değil, bu kadarını yani şimdiye dek her faniye nasip olmayacak bir beceriyle başardıklarını yeterli bulabilir– en azından bazı müttefiklerini inandıklarına inandırması şart.
Ne var ki, Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığı sırasında gösterdiği olağanüstü parlak diplomatik ikna yeteneği başbakanlığı sırasında –belki daha çok iç işleriyle ilgilenmek zorunda kalmasından dolayı– biraz körelmiş gibi gözüküyor. 10 Ekim 2015 saldırısında hedef alınanların PKK-IŞİD ortak eylemine inanmaması çok önemli değil, zaten bu daha çok iç politikayı ilgilendiren bir konu ve gerek Türk gerek dünya kamuoyu açısından Türkiye vatandaşlarının belli bir kesiminin zaman zaman ve çoğu kez faili meçhul olacak şekilde kitlesel bir biçimde katledilmeleri çok da alışılmamış bir şey değil. (Kaldı ki, Davutoğlu’nun 10 Ekim 2015 saldırısından sonraki açıklamalarının muhatabı da saldırının hedefinde olanlar değil, daha çok kendi ya da cumhurbaşkanının tabanıydı.)
Buna karşılık 17 Şubat 2016 saldırısının YPG tarafından yapıldığına dair açıklamasına muhataplarının yani Suriye ile ilgilenen güçlerden en azından bazılarının inandırılmasının stratejik önemi var(dı). Davutoğlu’nun uzmanı olduğu dış politikada sergileyegeldiği muazzam diplomatik ikna gücünde başbakanlığın yüküyle sanki meydana gelmiş gibi gözüken hafif aşınmanın göze çarpar gibi göründüğü yer de burası.
Başbakanın kesin açıklamasına rağmen, NATO’daki başlıca müttefikleri ABD ve Almanya, neredeyse bombanın dumanlarının dağılmasını bile beklemeden, Suriye Kürtlerinin örgütü YPG’yi terörist olarak görmediklerini bildirdiler. Özellikle ABD’nin açıklaması diplomatik nezaket sınırlarını zorlayacak derecede dobraydı. ABD Dışişleri Sözcüsü John Kirby saldırının ve Davutoğlu’nun failin YPG olduğunu açıklamasının hemen ardından düzenlediği basın toplantısında “Türk Hükümeti tarafından olayın sorumlularına dair öne sürülen iddiaları doğrulama ya da reddetme gibi bir pozisyonda değiliz. Bu bizim için halen ucu açık bir soru (…) Saldırıyı herhangi bir tarafa isnat edebilecek bir pozisyonum yok” dedi. Bu, diplomatik dilde “inanmadık” demenin en açık ifadesiydi.[2]
Türkiye başbakanının bizzat açıkladığı failin YPG olduğu kesin gerçeğinin sözde müttefikler tarafından böyle sorumsuzca göz ardı edilmesi, Türkiye’nin Suriye’de yıllardır bizzat Davutoğlu’nun stratejik aklı sayesinde çok büyük bir başarıyla yürüttüğü “oyun kuruculuğunun” geleceği açısından ne anlama gelir, neyi değiştirir? Çok bir anlama gelmez, pek bir şeyi değiştirmez. Türkiye’nin zaten yapmakta olduğu gibi, Suriye’deki “YPG terörüne” karşı mücadelesini sınırın kendi tarafından (obüs atışları şeklinde) sürdürmeye ve hırsını elinden geldiği kadar kendi sınırları içindeki “teröristlerden” çıkarmaya çalışmaya devam edeceği, YPG’ye öfkelendikçe PKK’ye ve YPS’ye yöneleceği anlaşılıyor. Aynı şekilde uçaklarının üzerinde uçmasının henüz yasaklanmadığı Irak içindeki Kandil Dağına yönelik hava bombardımanları da yasaklanana dek devam edecektir. YPG’ye karşı mücadelenin bir başka kanalı olarak Suriye’deki “dost güçler” aracılığıyla yürütülen “vekâlet savaşı”nın ise ABD’nin ve özellikle Rusya’nın bu güçlere uyguladığı giderek artan baskılarının etkisiyle giderek önemsizleşeceği görülüyor.
Türkiye’nin Suriye çatışmasına dâhil olarak giriştiği oyun kuruculuğunun Suriye Kürtlerine yaraması Davutoğlu’nun stratejik derinliğinin beklenmedik bir yan etkisiymiş gibi görünüyor. Sahadaki “vekilleri” insafsızca etkisizleştirilmekte olan Türkiye’nin, (başarı şansı ve ihtimali bir yana) bir kara harekâtıyla tamamlanmadıkça kendi tarafından top atışlarıyla sonuç alması imkânsız görünüyor. Sınırın bu tarafından obüs atışlarının Suriye Kürtlerinin stratejik hamlelerine karşı önleyici değil olsa olsa “geciktirici” bir etkisi olabilir. Rus uçağının düşürüldüğü 2015 Kasımından bu yana kendi sınırları içine kapanmak zorunda kalan Türkiye’nin Suriye sahasına yeniden çıkabilmesi ise çatışmanın devletlerin resmen katıldığı açık bir uluslararası savaşa dönüşmesine bağlı. Ankara’nın bu yöndeki gayretleri şimdiye dek istediği sonucu vermedi.
Açık bir uluslararası savaş patlamadığı sürece de, Suriye’de müdahil olan “gerçek” güçlerin yani (Türkiye’nin değil) ABD ve Rusya ile müttefiklerinin planlarında ve şimdiye dek izledikleri hareket hattında köklü bir değişiklik olmadığı ve şimdiye dek izlediği kendi temkinli ama atak askerî-politik hattını koruduğu takdirde, YPG çok da uzun olmayan bir süre içinde Ankara’nın zaten solmuş görünen “kırmızı hatlarını” aşıp geçecek yani Türkiye sınırının hemen güneyinde birleşik bir Kürt toprağı oluşturacak gibi görünüyor. Üstelik, bazı gözlemcilerin tahminleri doğruysa, Suriye Kürtlerinin Kürtlerin tarihinde bir ilki gerçekleştirip bir siyasal varlık olarak Kürtleri ilk kez denize, Hatay’ın hemen altından Lazkiye üzerinden Akdeniz’e ulaştırması bile söz konusu olabilir.
Böyle bir ihtimal ise bütün ezberleri, kırmızı ya da değil bütün çizgileri, bütün stratejileri, bütün “derinlik”leri alt üst edebilecek gelişmelerin başlangıcına işaret edebilir.
[1] Problem biraz da başbakanın kendisine nakledilen bilgileri çok çabuk kamuya açıklamasından çıktı. Olayın üzerinden birkaç saat ancak geçtikten sonra bomba yüklü aracı kullanan kişinin YPG üyesi Salih Neccar olduğu açıklandı. İki gün sonra Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) adlı adı yakın yıllarda duyulmaya başlamış bir örgüt de, eylemcinin kendi üyeleri olan Abdulbaki Sömer olduğunu açıkladı. Buradaki sorun, yine nakli bilgilerle bilinebildiği kadarıyla bu örgütün YPG ile değil PKK ile bağlantılı olduğuna inanılıyor olması. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da olaya kendi açıklamasını getirerek “canlı bombanın ismi başka olabilir bu gerçeği değiştirmez” diye durumu toparladı. Resmî açıklamadaki son ayarlamalara göre saldırgan, Salih Neccar sahte kimliğini, Ali kod adını kullanan, şaşırtmaca amacıyla TAK mensubiyeti iddiasında bulunan YPG’li Abdulbaki Sömer. Bütün bu karmaşa inanmaya zaten niyeti olmayan nasipsizlere yeterli bahaneyi sağladı.
[2] www.cnnturk.com/dunya/abdden-ankara-saldirisi-aciklamasi (18 Şubat 2016 erişimi).