Ana SayfaArşivSayı 63Karl Heinrich Marx’ın Marksist-Olmayan Halleri

Karl Heinrich Marx’ın Marksist-Olmayan Halleri

 

Metin Kayaoğlu

Aksi belirmedikçe aslı kararlaşmaz.”1

Sol Gazetesi yayın yönetmeni ve TKP’nin önde gelenlerinden Kemal Okuyan, geçen Ekim ayında, etkili bir Cumhuriyet Bayramı kutlaması yaptı. Cumhuriyeti, Marx’ın katılımıyla kutladı! Kendi açısından çok başarılı bir iş yaptığını kabul etmek gerekiyor.

Türkiye politik ortamının sıcak bir meselesi, Marx’ın bir eseriyle özdeşleştirilerek becerili bir manevrayla devreye sokuldu. Bu vesileyle, epeydir öne çıkmamış bir yönüyle Marksizmin bir teması bizzat Marx şahsında gündemin ortasına düştü.

Kemal Okuyan, yazısının başlığına da taşıyarak, “Marx Cumhuriyetçiydi”2 dedi ve Marksizmin küçülen sularında bir anlamda kıyamet koptu. Marx’ın, Okuyan’ın iddia ettiği gibi olmadığına ilişkin itirazlar yanında, cumhuriyetçi Marx’ı cümle âleme duyuran davullar çalındı.

Ne olursa olsun, bir hakikati tanımak gerekiyordu. Doğruydu; Marx, referans verilen yazısında, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki cumhuriyeti ve Cumhuriyetçileri hiçbir kaçamağa meydan vermeyecek tarzda, büyük övgülerle sahipleniyordu.

Ortalamacıların, bağdaştırmacıların, durumu idare edicilerin baş edemeyeceği bir olay vardı ortada.

Marx’ist Okuyan!

Kemal Okuyan, “Marx Cumhuriyetçiydi” dedi ve Marx’ın 1864’te ABD başkanı Lincoln’e yazdığı bir mektubu günün sıcak meselesine dolaysızca uyguladı.

Okuyan, Marksizmin ne türden bir “yapı” olduğuna ilişkin, mensup olduğu hareketin 1980’lerin sonunda ortaya çıkışından bu yana, belki en önemli teorik-politik hamlesini, kısacık bir gazete yazısıyla yaptı. Teorik-politik; zira, yaptığı, Marksizm konusunda çözülmemiş çetin hesapların Marksizmle ilgili herkesin kucağına, güçlü bir inisiyatifle boca edilivermesiydi.

Okuyan, Marksizmin ortaya çıkışından beri, öne çıkan veya geriye çekilen, ama geride bırakılmamış bir meseleyi; ayrıştırmayı, yani çözümlemeyi bir kez daha zorunlu kılan bir tarzda ortaya koymuş oldu. Böylece Marksizm, kıyıdan köşeden değil, tam merkezinden ve olması gereken bir şekilde gündeme geldi. Marksizmin bir konjonktürde saygıdeğer, yüce ama etkisiz bir yerden değil de, günün sıcak konusunun ta göbeğinden konuşması, bu “yapı”nın kendine atfettiği nitelik bakımından çok isabetli oldu.

Marksist olmayı, mekânı salonlar olan düşünsel yollarda değil de meydanlar ve sokaklarda hayat-memat kavgaları içinde “seçen” kuşaklardan birçoğunun, okuduğunda midesine yumruk yemiş gibi hissettiği ve çoğu zaman tartışma fırsatı bile bulamayarak görmezden gelmeye, unutmaya terk ettiği bir Marx metni, sonunda ortalığa saçıldı.

Marx-Engels’in, Sol Yayınlarınca yayınlanan Seçme Yapıtlar’ının ikinci cildinin ilk sayfalarında, içindekiler başlığının da hemen üst sıralarında dikkat çekici bir şekilde büyük harflerle “Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Abraham Lincoln’a” haliyle duran bu yazı, Türkçede ilk basımı 1977 yılında yapıldığına göre, demek, 30 küsur yıl boyunca “var”dı.

Kitap boyutuyla iki tam sayfayı bile bulmayan, ama sarsıcı etkisinin çok ağır olması yanında, Marx’ın büyük otoritesi ve ülkedeki Marksizm atmosferinin niteliği sonucu sessizlikle geçiştirilen bir yazı, ele almak zorunda kalındı.

Bu momentte ve bu örnek özgülünde, Marksizm ortalamacılarının “idare edebileceği” bir Marksizm yoktur ortada. Kategorik kesinliklerden uzak, günlük algının izin verdiği bir normalite içinde kendine yer bulan bir Marksizmin, tarihsel yol açıcı nitelik kazanamayacağı bir kez daha görüldü.

Şunu demiş oluyordu Okuyan: Hangi Marksizm anlayışına sahipsiniz? Kaçamak yok. Gözleri başka taraflara çevirmek yok! Dikkati düşmanlara yöneltmeye çalışmak yok. Hamaset edebiyatı yapmaca yok! Duygusallığı okşama yok! Açık ve net bir şekilde, kısacık bir yazıdaki görüşleri ele alacağız, bu yazının tarihsel ve politik anlamını sorgulayacağız.

İşte hendek işte deve!

Bu, bir fırsat olarak görülmeli ve elin gitmediği bir konu, cesur bir politik yazarın hamlesi sayesinde ele alınmalıydı. Öyle ya; Marx’a da ait olsa, bir burjuva devlet başkanına “işçi sınıfının evladı” diye hitap edilen bir metni savunarak gündeme sokmak her babayiğidin harcı değildi. Kemal Okuyan, elbette Marx gibi bir otoriteye yaslanmanın verdiği rahatlıkla yazıyordu. Ayrıca bu hamle, sonraki günlerde Atatürk’ün ölüm gününde Anıtkabir’e giden bir milyonu aşkın kişinin varlığından güç alıyordu. Okuyan’ınki, hesap edilmiş karşılıklara dayanan ve akıllı bir cesaretti.

Okuyan’dan farklı hatta karşıt olarak, bizim işimiz trajik ölçülerde güç. Herhangi bir gerçek güç ya da kesime el atmaya imkan vermek bir yana, burada ifade edilecek görüşlerle, zayıf birtakım ihtimallerin de ortadan kalkma riski var. Bunu göze alıyoruz; zira, kendi özneliğimizi ortaya koyacak öncel etmen Marksizmin ne olduğu ve kritik bazı momentlerde daha öne çıkacak şekilde, ne olmadığıdır.

Bu işlem sırasında, Marksizmin teorik ve politik devrimci tarihsel diyalektiği dışında hiçbir dayanağımız yok. 1) Marx’a karşı çıkacağız ve üstelik Marksist olduğumuzu da güvenle ifade edeceğiz. Bu örnekte, Marx’a karşı Marksizmi savunmak gibi bir işi üstleneceğiz! 2) Kemal Okuyan’ın anladığı “rasyonel” Marksizmle aramıza, dışarıdakilerce daha açık görülecek şekilde bir ayrım çizgisi daha çekmiş olacağız. 3) Bu örnekte, Okuyan’a karşı Marx’ı savunan, samimi ama ülke –ve aslında dünya– vasatını yansıtan Marksistlerden de ayıracağız kendimizi ve onların varlığına yakınlık duysak da, “sağduyusal” algı ve tezlerine hiçbir yakınlık belirtmeyeceğiz. Sağduyusal Marksizm olarak adlandıracağımız bir Marksizm yönelimine karşı çıkacağız. 4) Sol harekete yakın olan yığınların duyusuna da gayet aykırı bir manzara çizeceğiz. Böylece, ülkede sola açık olduğu kabul edilebilecek ve Gezi’de görülebilir hale gelen milyonlarla aramıza bir engel dikmiş olacağız.

Muhtemelen, bizi ancak Marksist olmamak gerektiği görüşündeki birtakım –liberal– radikaller “anlayacak” ve tenezzül buyururlarsa yanlarına çağıracaklar.

*

Düz anlamda, Marksizm, Marx’ın yazılı eserinden oluşan bir “şey”se, Okuyan’ın, –aşağıda ayrıntılarıyla göreceğimiz– bu örnekte, açık ve net bir şekilde Marksist olduğu kabul edilmek durumundadır. Marx’ın bir yazısını amacına ve momentine çok uygun bir şekilde mücadelesine koşmuştur! Bir Marksist için, sadece başarısından dolayı kutlanacak bir işlemdir Okuyan’ın yaptığı. (İkincil bazı “kusurları” daha sonra ele alınacak.) Bir başka ifadeyle, Okuyan’ın Marx’ı çarpıtması söz konusu değildir. Varsa, çarpıklık Marx’ta aranmalıdır. Okuyan, çok önemli bir işlev yerine getirmiş ve orada yıllardır öylece duran bir metni, çok uygun bir anda, her politikacının sonsuzca hakkı olan bir şekilde diriltmiş, işlevlendirmiştir.

Dolayısıyla, bu olay nezdinde Okuyan’la uğraşmak, onda takılıp kalmak düpedüz kolaycılık, açıkça kaçkıncılıktır. Marx’la uğraşmaya cesaret edemeyenin, Marx’ın otoritesine gücü yetmeyenin Okuyan hattına karşı cephe açma girişimidir ve bu hal tarzıyla Okuyan’la başarılı bir şekilde uğraşılması da mümkün değildir.

Hakkıyla bir iş yapmış ve temel referansı işaret etmiştir Okuyan; muhatapları, bu işlemi görmelidir. Görmeyenlerin kolaycı hedefler ve gerçeksiz muhataplar üzerinden, barışık Marksizm egzersizleri yaptığı açıktır. Marksizmi ve hele kurucusunu kavga alanına sokan Okuyan’a sadece teşekkür edilmelidir. Bu bakımdan, tartışmayı Marx’ın üzerinden atlayarak, doğrudan Marx’ı ele almadan yapanların tamamının kaçak güreştiğini söyleyebiliriz. Marx söz konusu olduktan sonra, tam tersini yapmak ve Okuyan’ı şöyle kenara çekmek gerekecektir. Nitekim Okuyan kendisine böyle bir işlem yapmıştır. Bize de bu işleme uymak düşmelidir.

Marx’ın, önceki birkaç yıl ve 1848 tarihli Komünist Manifesto başlangıç alınırsa, 1864 gibi ileri bir tarihte, Marksizmin artık belirdiği kabul edilmek durumunda olan bir sürecin olgun aşamasında, kaleme alınmış bir yazısının, önsel olarak reddedilmesi, çok zor, öznesini kırk kere düşündürecek bir işlemdir. Hem de, teori dünyasının karmaşık dehlizlerine ilişkin, örneğin “yabancılaşma”, “meta fetişizmi” gibi bir meselede değil, dosdoğru politik bir konuda, Marksizmin kurucusunun tartışılmasının gayet çetin ve tartışanın kendini riske ettiği bir işlem olduğu apaçıktır.

Marksist-olmayan mektup

Tartışma konusu mektup, hiçbir Marksistin sahiplenebileceği nitelikte bir belge değildir. Bugün, yüz elli yılı aşkın tarihinden sonra, bu mektubun, Marx’ın Marksist-olmayan çeşitli eylem ve işlemleri arasında olduğunu açıkça ifade ediyoruz. Marksist-olmayan Marx’a karşı Marksizmi savunacağız.

Bu tartışmada, Okuyan’ın yansıttığı Marx’ın gerçek-Marx olduğunu, Okuyan’ı şiddetle eleştirenlerin savunduğu Marx’ın gerçek-Marksist olmadığını ileri süreceğiz. Yani, tam da Okuyan’ın ileri sürdüğü gibi, “Marx cumhuriyetçiydi”, ama bu anda, Marx, Marksist değildi.

Bize Marx’tan miras kalmış olanlar arasındadır bu mektup. Ancak biz bu mektubu, Marksizmin izleyeceği ve geliştireceği yola ilişkin değil, uzak duracağı ve körelteceği, kritik anlarda kesip atacağı bir miras olarak ele alıyoruz. Türkiye Marksizminde bu mektup, bu zamana kadar, görmezden gelinerek, körelmeye terk edilmişti. Gündeme gelmesiyle, mektuba ilişkin köreltici tutumun, yerini, budayıcı bir tutuma terk etmesi zorunlu olmuştur.

*

Mektup, başkanlık seçimini ikinci kez kazanan Abraham Lincoln’ü kutlamak için Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal) adına Marx tarafından Kasım 1864’te yazılıyor ve Ocak 1865’te bir heyet tarafından Londra’daki ABD Elçisine sunuluyor.

Marx, öncelikle, iç savaşı zaferle bitirmek üzere olan ABD’deki başkanlık seçimini tanıyor ve sonucunu kutluyor: “Büyük bir çoğunlukla tekrar seçilmeniz dolayısıyla Amerikan halkını kutlarız.”

Bir devrimci, ortada acil ve somut bir ilgi yokken, kendinden olmadığı apaçık bir iktidarı neden kutlar? Bir devletin başındaki devrimci ekibin uymak durumunda olduğu diplomatik usullerden mi sayılmalıdır bu kutlama? Hayır. Açık ve pratik bir yarar mı umulmaktadır kutlamayla? Hayır; Enternasyonal’in ABD Başkanından dileyebileceği hiçbir himaye yoktur. Uluslararası İşçi Birliği küçücük ve ABD topraklarında şekilsiz örgütlenmiş bir yapıdır henüz. Bu kutlamada, politik taktik hesapları içererek aşan bir boyut olduğu görülecektir.

Mektupta, “Avrupa işçi sınıfı”nın, Amerikalıların Güney’in Köleci İktidarına karşı, –abartıya bakın!– “insanüstü mücadele”sinin ve bu mücadelenin simgesi “yıldızlarla donanmış bayrağın kendi sınıflarının yazgısını taşıdığını içgüdüsel olarak hissetmiş” olduğu yazıyor. Amerikan bayrağı, işçi sınıfının kaderini simgeliyor! Veya, Avrupa işçi sınıfı da Lincoln’lerin yolundan gidecektir.

Marx, Amerikan topraklarını “uçsuz-bucaksız bakir topraklar” diye niteliyor ve bu topraklar için yapılan çekişmenin, ya “göçmenlerin emeği”ne adanarak mutlu bir izdivaçla, ya da “kölecilerin ayakları altında ırzına geçilmek”le sonuçlanacağını saptıyor. Almaşık kader yolları aynı zamanda Amerikan iç savaşının taraflarını işaret etmektedir. Bir tarafta “emek” ve “adanma”, öteki tarafta “köleciler” ve “ırza geçme”… Bu ayrımda, emek yanında olmamak düşünülebilir mi hiç! “Köleciler” toprağın ırzına geçer ancak, oysa bu bakir(e) topraklar kendini göçmenlerin emeğine sunacaktır!

*

Marx’ın, 19. Yüzyılın, dünyanın geri kalan doğası ve toplumlarına karşı kendini efendi hisseden pozitivist, kibirli Batılı “beyaz adam” görüşünü şimdiki zamanın ruhuna yaslanarak zahmetsizce eleştirebiliriz. Ama buna ne teorik olarak gerek var, ne de tarihsel olarak. Marksist teorinin tarihsel boyutunu tarihselci bir epistemoloji üzerine kurmak ve her teorinin ancak kendi çağının teorisi olabileceğini söylemek Marksizmin çağlar aşan büyük iddiası karşısında güdük bir teorik konuma razı olmak anlamına gelir. Marx’ın bu türden görüşlerinin ancak sonraki zamanlarda eleştiri ufkuna girebileceğini öne sürmek, tarihsel dönemlerin çapını küçümseyen gün-merkezci bir görüştür.

Marx’ın, çağdaşı ve her zaman saygıyla andığı, ama teorik görüşleri bakımından yetersiz bulduğu büyük devrimci Blanqui, “insanlık düşüncesinin geldiği aşama” şeklindeki tarihselci argümanın yalancı bir mazeretten başka bir şey olmadığını gösteriyor. Blanqui, Marx’ın yazdığı kanaat ortamında, 1869-70’te, şunları yazabiliyordu: “Neredeyse 400 yıldır, bizim şu iğrenç ırkımız, rastladığı ne varsa, insan, hayvan, bitki, maden, hepsini yok etmektedir. Balina soyu, gözü bağlı bir kovalamaca sonunda yok olup gidecektir…”3 Bu sözlerin, bugünkü ekolojist bilinçle herhangi bir “tarihsel zaman” mesafesi yoktur. O halde, teorik dayanakları şimdilik bir yana bırakarak, sırf bu tarihsel bağlamda, Marx’ın da “zamanının ötesinde” bir değerlendirme yapmasını bekleme hakkına sahibiz.

Ayrıca Blanqui’nin bakışında, “iğrenç ırk”, kötü köleci ve iyi emekçi şeklinde bir ayrıma tâbi tutulmuyor.

*

Marx, Lincoln’ün yaşadığı topraklara başka bir kutsallık daha bahşediyor. Tarihte “demokratik cumhuriyet düşüncesinin ilk kez” ortaya çıkmış olduğu ve “ilk İnsan Hakları Bildirgesi’nin yayınlandığı” bu devrim toprağında, köleci karşı-devrim, bu şanlı tarihle alay edercesine savlar ileri sürmekteymiş!

İnsan toplumlarında temel nitelikte birçok “ilk”i Aydınlanma çağıyla başlatan tipik Aydınlanmacı yanılgının sürdürücüsü bir Marx var burada. İnsan toplumlarının ancak Aydınlanmayla akıllandığı, daha önce akıllı olmadığı veya başkasının (Tanrı veya tanrıların) aklıyla hareket ettiğine dair çocuksu düşüncenin, çocuksu kibrin tipik bir yansımasını buluyoruz bu sözlerde. Marx’ın “demokratik cumhuriyet” ile anladığı, eşitlikçi bir yönetim kurulmasıdır ve bu görüş, kuşkusuz daha kapsamlı bir şekilde, toplumların mücadele eden ezilen öncüleri tarafından binlerce yıldan beri dile getirilir. Üstelik, sözü edilen –gayet sınırlı kapsamdaki– düşünce ve belgelerin, özgürlük, eşitlik ve hak için esas aldığı, “insan vasfını mülkiyetiyle kazanabilen” bireydir. Ama Aydınlanmacı, bu işlerin kendisiyle başladığını sanmaktadır.

Cömert ve ihtiyatsız övgülerini sürdüren Marx’a göre, Güneylilerin Kuzeylilere açtığı savaş, “mülkiyetin emeğe karşı başlatacağı genel bir haçlı seferinin tehlike çanı” imiş. “Emek” terimiyle ve meseleyi emek ile mülkiyet üzerinden anlamayla bir kez daha karşılaşıyoruz bu kısacık metinde! Çanın tok sesini duyan ve bu savaşta kölecilerin kazanma ihtimalinde, “geleceğe ilişkin umutlarının, hatta geçmiş kazanımlarının […] tehlikeye girdiğini derhal anlayan” Avrupa işçi sınıfı, güçlüklere sabırla dayanmış, baskılara coşkuyla karşı çıkmış, “bu güzel dava” için kan akıtmış. Güzel dava, yani köleliğe karşı ücretli kölelik düzeninin davası!.. (Geleceğe ilişkin umudun geçmişin kazanımlarına bağlanması fikrinde şevkle kendini bulan Türkiye’nin cumhuriyetçi solcusuna kim ne diyebilir!)

Marx, “emek” ile neyi kast ettiğini, “Kuzeyin gerçek siyasal gücü olan işçiler” diyerek bir kez daha anlatıyor. Gerçek politik güç olan işçiler, “köleliğin kendi cumhuriyetlerini pisletmesine” göz yummamışlar, ve “gerçek emek özgürlüğü” ve “ilerlemenin önünde duran engel” olan, Amerikan işçilerini “kurtuluş uğruna verdikleri mücadelede Avrupalı kardeşlerine destek” olmaktan alıkoyan kölecilik, “iç savaşın kızıl deniziyle” kaldırılıp atılmış. Böylece, Amerikan işçileri, arınmış akça pakça cumhuriyetleriyle artık Avrupalı kardeşlerinin kurtuluş mücadelesine destek olacaklarmış! Marx, devrimci kültürün “kızıl”ını Lincoln’e bağışlamakta da, tarihi kehanetlerde de pek cömert!

(Oysa Marksist Marx, çok değil, beş yıl sonra kaleme aldığı “Gizli Not”ta, “Amerikan hükümeti ile İngiliz hükümetinin”, işçi sınıfını bölmek ve “kurtuluşlarını tümden engelleyerek enternasyonal savaşımı sürüncemede bırakmak için” çıkar ortaklıklarını anlatır.)

*

Kehanetlerinde de hovardaca cömert olan Marx devam ediyor: “Amerikan Bağımsızlık Savaşı orta sınıf [yani burjuvazi] için nasıl bir yükseliş çağı başlattıysa, Amerikan Anti-Köleci Savaşının da aynı şeyi işçi sınıfı için yapacağından Avrupalı işçiler emindirler.” Marx, Amerikan iç savaşının, Amerikan Bağımsızlık Savaşının burjuvaziye yaptığını işçi sınıfına yapacağından, yani Amerikan işçi sınıfının topluma hâkim olacağından emin! Lincoln, “zincire vurulmuş bir ırkı kurtarma”kla kalmamış –aferin beyaz adama!–, “bir toplumsal dünya inşa etme” uğruna verilen eşsiz mücadeleye önderlik de etmiş. Toplumsal dünya? Politik dünyaya karşı toplumsal dünya ile Marx, burjuva toplumunun, politik örtüsüz çıplak ortaya çıkışını kast ediyor. (Sivil toplumcular işte bu gediklerden sızıyorlardı Marksizme.) Toplumsal dünya, emeğin ve özgürlüğün dünyasıdır! Neredeyse, Marx’ın hayalindeki dünya!

Marx’ın sözlerine bakılacak olsa, burjuvazi, kendi suretinde yarattığı dünyayı, aslında işçi sınıfının hâkim olması için, şenlikli bir tarihsel nöbet devri için inşa ediyor. Soğuk nesnel –ve devrin taşıyıcılarının kanlı dirençler sergilediği– bir süreç değil de, sanki burjuvazinin, geleceğin dünyasına ulaşmak için şevk ve sabırsızlıkla hareket ettiği bir bayrak yarışı…

Marx’ın övgüsünün ve gerçeksizliğinin artık biteceği sanılmamalı. Dur durak bilmeyen ve kendi büyüsüne kapılan sözleriyle Marx, mektubunu, Lincoln’ü “işçi sınıfının temiz yürekli evladı” ilan ederek bitiriyor. Lincoln’ün önderliğini Avrupalı işçiler, “önümüzde duran çağın bir güvencesi olarak görüyorlar”mış! Sosyalizmin güvencesi Lincoln!

Marx’ın, burjuvazinin tarihsel ilerleme katarına katılmayı ilan eden Almanya’daki partinin, 1875’de Gotha’da kabul ettiği program taslağını mahkûm edici eleştirisini, “Söyledim ve ruhumu kurtardım” sözüyle bitirmesini anıyoruz.

Marksist-olmayan Okuyan

Kemal Okuyan, Marksist-olmayan Marx’ı izleyerek özel bir eylem yapmış olmuyor. Bu aşamada o, hâlâ bir ‘Marx’ist. Ancak, “suçlu tarih”i masumca kullanmak dışında yapıp ettiği de var ve burada Okuyan yeni “suçlar” işlemektedir. Marx’ın mektuptaki “suç”uyla yetinmiyor Okuyan; Marx’a, –bu kez o, Marx adına konuşarak– yeni ve çok daha ağır olduğu kuşkusuz “suçlar” işletmekte beis görmüyor. Böylece Okuyan’ın politikacı olarak kumaşına ilişkin de bir fikir ediniyoruz! Bu aşamada Okuyan, artık bir Marksist-olmayan veya anti-Marksisttir.

Bunları, artık tarihsel bir motto mertebesinde olduğunu kabul edebileceğimiz “Marx Cumhuriyetçiydi!” başlıklı yazıdaki özel katkılarda buluyoruz.

Okuyan, Marx’a uyarak, ABD’nin bağımsızlık ve iç savaş sürecinde “ ‘bizim’ taraf”ı saptıyor. Bağımsızlık savaşı yürüten Amerikalıların ve bir “devrim partisi” olarak kurulmuş Cumhuriyetçi Parti’nin safında olunmaz da nerede olunur! Washington ve Lincoln elbette “bizim taraf”ın önderleridir…

Burada, tarafında olduğunu ilan ettiği George Washington’ın şu sözlerini anmak, Okuyan’a bel altı bir vuruş mu sayılır?: “Kızılderililer, Beyazlardan toplu yıkımdan başka bir şey görmeyi hak etmeyen vahşi hayvanlardır. Kurtlardan pek farkı yoktur, en sonunda her ikisi de, biçim olarak farklı olsalar da av hayvanlarıdır.”4

Güvenle, Lincoln ve Washington’a desteğinin “tarihin mantığına inanç” olduğunu ve böylelikle Marx’ın, “eşsiz bir aydın, sıkı bir ihtilalci olduğu”nu belirtiyor Okuyan. “Aydın” oluşu bir yana, ama şu “ihtilalci”nin Deniz Gezmiş türünden bir anlamı olmadığı besbelli! Burada, özgün bir ihtilalcilik kavramı geliştiriyor Okuyan: Sözde ihtilalci!

İhtilalci, yarışı kazanması kesin olan ata oynayan bahisçi gibi bir şey oluyor. “Eşsiz bir aydın”, yani bilgili biri olarak, yarışı hangi atın kazanacağını öngörüyor; ardından “sıkı bir ihtilalci” olarak, tribündeki yerini alıyor ve atı alkışlıyor! Tarihin zafer atına bin, ya da binicisini alkışla; hem eşsiz bir bilgin, hem devrimci ve hatta sıkı bir devrimci oluverirsin! Mektuptaki Marx da zaten böyle; haklı!

Marx’ın tarihinin mantığını aktarıyor Okuyan: “Bütün bu mücadelelerden sonra ABD’de ‘emek özgürleşiyor’, işçiler açgözlü kapitalistler tarafından ‘özgürce’ sömürülmeye açık hale geliyorlar. Benzersiz bir endüstrileşme yaşanıyor ve bir süre sonra artık İngiltere’nin tahtına talip emperyalist bir ülke haline geliyor Birleşik Devletler. 20. Yüzyılda ve bugün insanlığı derin acılara sürükleyen İmparatorluk böyle ortaya çıkıyor!”

Yani, Okuyan, okurlarını, Marx’ın Lincoln’e bu yüzden “işçi sınıfının evladı” dediğine inandıracağına kanaat getirmiş! Demek, Lincoln bu yüzden devrimci! Demek Marx, Lincoln’ü bu yüzden kutluyor!

Mektup yazarı Marx’ın ancak bu şekilde savunulabilmesi onun gerçekte hiçbir şekilde savunulamaz olduğunun açık ve sağlam kanıtı aslında. Okuyan, yaptığı ifratla tefriti daha da görünür kılıyor! Marx, Lincoln’ü, “insanlığı derin acılara sürükleyeceği” için kutlamış! Marx’ın, İngiltere için ettiği “tarihin bilinçsiz aleti” laflarını, demek, politik hatta normatif olarak değerlendirmeliymişiz! Demek Marx, sömürgeleri kapitalizme, yani tarihin yoluna açtığı için, “tarihin mantığına inanç” gereği İngiltere Kraliçesi Victoria’ya art ardına kutlama mektupları göndermeliymiş! Demek Marx, “tarihin mantığına inandığı için”, “daha sonra neler olacağını öngörmediğinden değil” bilakis öngördüğü için kutlamış “işçi sınıfının temiz evladı” Lincoln’ü!

Marx, mektupta Marksizm bakımından büyük yanlışlar yapıyor, ama her ne olursa olsun, Lincoln’e bahşettiği yerde iç savaşta dökülen kanlara bir yakınlığın etkisi var. Okuyan ise, “akıllı bir hesapçı” olarak, bu tür yakınlıklara uzak olduğunu gösteriyor ve Marx’a ağır suçlar işletiyor, Marx’ı bayağı bir “emperyalist ekonomizm” figürü haline getiriyor.

Dolayısıyla, Marx’ın “taksirli suç”u karşısında, Okuyan taammüdî bir suçludan başkası değildir. 1864-5’e, Marksizmin henüz politik bir hareket olmadığı zamanlara ait bir politik tutumla, buna benzer onlarca örnekte zengin tartışmaların olduğu, derin ayrılıkların çıktığı bir tarih görmezden, bilmezden gelinerek, doğrudan Marx’ın bir metnine ulaşılamaz. Ulaşılırsa, bu, “iyi” değil “kötü niyet karinesi” teşkil eder.

Ama bir kez daha vurgulamak gerekiyor; Kemal Okuyan’ın bu “Marksistlik suçu”nda bile bir yönüyle masumiyet yatıyor. Marx’ın mektuptaki mantığının öznesini götüreceği yerlerden biri işte budur. Okuyan’ın yaptığından Marx’ın kendisi sorumludur. Aynı mantığı izlediği için, birileri, emperyalistleri sömürüye çağırır, başka birileri, tarihin çelik iradeli mantığına teslim olur. Okuyan, Marksizmin tarihinde bildik bir çizgiye arsızca yerleşiyor. Bu, bir portre haline getirilmiş Marx’ı, “tarihin mantığına çok inandığı için” kıyasıya eleştirdiği Almanya’daki ‘Marx’ist partinin hazırladığı bir hatıra madalyonun yüzlerinde Amerikan Özgürlük Heykeliyle buluşturan çizginin ta kendisidir.

Okuyan, yazısını, Cumhuriyet bayramını kutlamaya eli varmayan solculara laf sokuşturarak bitiriyor. Haklı! Marx, bir savaştan çıkan Lincoln’ü kutlarsa, Marksist, Kurtuluş Savaşının ürünü Cumhuriyeti neden kutlamasın.

*

Ama sorun şurada: Mustafa Kemal’i Kurtuluş Savaşını başarıyla sonlandırdığı ve Cumhuriyetle taçlandırdığı için kutlayanların, kutlamayı burada bırakmaması gerekir. Burada da, Okuyan’ın birtakım mazeretçi Marksistlere karşı fiilen uygulamaya koyduğu yöntem geçerlidir. Cumhuriyetin ilanını kutlayacak bir babayiğidin, en az ilan kadar önemli Cumhuriyet uygulamalarını ve izleyen “ilanları” görmezden gelmeye, geçiştirmeye hakkı yok!

Cumhuriyet kutlaması; laikliği, “inkılapları” ilerletmeyi, “tarihin mantığına karşı çıkmaya yeltenen isyanları” başarıyla bastırmayı kutlamayı, Cumhuriyet ve devletine karşı eylemleri kınamayı gerektirir. Bunlar, Cumhuriyet kutlamasının çizgisel politik uzanımları. Kutlama işlemi burada da kalamaz. Kutlama, anlayışa, meselenin “teori”sine uzatılmazsa eksik kalır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Dersim operasyonunu feodal ilişkilerin tasfiyesi namına alkışlayan ile, Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın Türkiye ekonomisini kapitalist ve emperyalist ilişkilere daha da açan önlemlerini alkışlayanlar arasındaki politik farka aldananlara kapılmamalı; bunların arasında kesin ve net bir anlayış ortaklığı var. “Tarihin mantığına inanç” Mustafa Kemal’le sona eremez!

Üretim güçlerini geliştirdiği ve tarihi ilerlettiği için, tarihin mantığının müminlerinden bazıları Mustafa Kemal’i yüceltir, bazıları Turgut Özal ile Tayyip Erdoğan’ı… Ama tutarlı, yani “inanç”ı teorik alana da taşımış olanları, her iki almaşığı da kendine kapatır… Mustafa Kemal, tarihi ne kadar ilerletmişse, Turgut Özal da o ölçüde ilerletmiştir ve ikisi bir çizginin şu veya bu yüzlerindedir olsa olsa –eğer aynı yanında değillerse… Tarihin mantığı hep işlemektedir ve “emek özgürleştirme” söz konusu olduğunda, Menderes ve Özal’ın eline su dökecek az bulunur.

Bu çizgiyi çeşitli ülkelerde izleyen sosyalistler veya düpedüz Marksistler hiç eksik olmadı. Almanya’da Bismarck, tarihi ilerlettiği ve üretim güçlerini geliştirdiği için desteklendi. Rusya’da 1905 devriminin ardından Stolipin’i, 1917 Şubat devriminin ardından Kerensky’yi destekleyen Marksistler hep bulundu.

Kemal Okuyan’ın pek akıllı cesareti bile yetmez Marx’a bunları kutlatmaya, ama yaklaşım yönteminin zorunlu sonucu –Okuyangiller, bu “zorunlu” sözünden hiç hoşlanmaz!– budur.

Okuyan’a, “29 Ekim’den bize ne diyen solculara hatırlattığı” şeyin gereğini hatırlatmak gerekecektir. İşte hendek, işte deve!

Duyusal devrimcilik ve sonrası

O yalın duyuyu kaybetmemek gerek.

Başlığı “Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Abraham Lincoln’e” olan bir metni görünce, hele bu Marx’a aitse, irkilmeyen –neredeyse fiziksel bir tepki vermeyen– birinin devrimciliğinde bir sorun olduğundan emin olabiliriz. Buna, devrimci duyu diyoruz. Devrimci duyu, Marksizmin pratik devrimciliği ve ezilenlerin kendiliğinden isyankârlığı bakımından, Durkheim’ın dine atfettiği “ontolojik statü” türünden bir niteliktir. Ezilenin “damardan” devrimci tepkisidir. Marksizmin, –uygarlığı, kazanımlarını sahiplenerek ilerleten– sosyalizmin sağlam teşkil edilmiş akımlarından biri olmaktan alıkoyan temellerinden birini, duyusal devrimciliğe dayanmayı sürekli olarak yeniden-üretebilen bir tarihe sahip olması oluşturur. Duyusal devrimcilik, Marksizmin ezilenlerin devrimciliğine fiilen açılan kapısıdır ve burada Marksizmin sınırının nerede çizileceği tarih-oluşsal bir meseledir.

*

Marx’ın söz konusu mektubuna tepki, ilk ve refleksif andır ve bu, Marksizmin devrimciliği için önkoşuldur. Ama daha sonra, bir Marksist devrimci elbette, bir akıl yürütme sürecine girerek başka ve fikrî bir kanaat oluşturur. Bu aşamada, duyusal an’dan başka bir kategoridedir ve kanaat ile duyu arasında bir neden-sonuç ilişkisi kalmamıştır. Dolayısıyla, Marksist, akıl yürütme sürecinde, duyusala aykırı bir sonuca da ulaşabilir. Duyusal eşikten geçildikten sonra, muhakeme süreci içinde duyusal devrimciliğe geri dönerek onu biçimlendiren, kanalize eden bir hükme varabilir Marksist ve bu, onun devrimci niteliğinden bir kayıp anlamına gelmez. Ama, artık önemli bir sorumluluk altına girilmiştir; çünkü bu momentteki koşul, devrimciliğin ve pratik devrimciliğe açılan kapının bu kez burada inşa edilmekliğidir. Yani kendiliğinden olan duyusal devrimci tepkinin bir başka devrimcilikle ikamesi söz konusudur. Bir süreç boyunca, aşamalarının en az birinde pratik devrimciliği zorunlu olarak göstermeyen bir düşünme sürecinin, öznesini Marksizm dışına taşıyacağı öngörülmelidir. Özel olarak, bir süreç boyunca, duyusal devrimciliği dolaysızca edinmeyen veya pratik devrimcilik yürütmeyen öznenin, bu kez politik Marksist niteliği yitecektir.

Marx’ın Lincoln’e mektubunu, bir akıl yürütme süreci içinde edinerek anlama çabasında ilke olarak Marksizm dışına çıkarıcı bir husus olmamasına karşın, duyusal devrimciliği boğan ve yoksayan iki muhakeme tarzı ortaya çıktı. Devrimci duyuyla hiçbir ilişkilenme belirtisi göstermeyen Okuyan’ın izlediği, “rasyonel” muhakeme tarzıydı. Okuyan, soğukkanlı bir hesapla, kendini sıkıntıya sokmadan bir işlem yaptı. Okuyan’a tepkilerin ise genel olarak “sağduyusal” bir nitelik gösterdiği görülmektedir. Sağduyusal muhakeme tarzı, duyusal devrimci tepkinin farkında, ama onu görmezden gelmeyi yeğleyerek, Marx’a mazeretler üretmeye çabalıyor. Duyusal devrimciliğin, sağduyusal Marksist formasyonda zayıflatılarak kapsanmaya çalışıldığı, rasyonel Marksist örnekte ise tanınmadığı söylenebilir.

Okuyan’ın yorumunu reddderek Marx’ı sahiplenenlerin başlıca dayanağının, genel bir Marx algısı, Marksizme ilişkin ortalama bir görüş açısı ve solcu kamuoyunun gözetilmesi olduğu görülüyor. Sağduyusal Marksistler, ne şişin yanmasına razılar ne de kebabın. Umutsuz, başka bir alternatife ihtimal vermekten korkan bir tutumla Marx’ı kurtarmaya çalışıyorlar. Marx’la Marksizmi karıştırıyorlar. Ya, o zaman ve sadece o özgül koşullarda geçerli olan bir işlemin, Türk Kurtuluş Savaşında, Türkiye’de cumhuriyetin ilanı öyküsünde veya şimdi aynen geçerli olabileceği ileri sürülemez bu Marksistlere göre, ya da / ve Marx’ın metni, Okuyan’ın istismar ettiği gibi yorumlanamaz. Okuyan, Marx’ı çarpıtmaktadır. Bu mazeretçi, savunmacı yaklaşımın Okuyan’ın tutumu karşısında herhangi bir şansı yoktur. Rasyonalite bir örnekte daha, sağduyuya galebe çalıyor böylece.

Sağduyusal Marksizm, Marx gibi bir devrimcinin Lincoln’ü kutlamasında bir hikmet olması gerektiğini, mektubun Okuyan’ın aktardığı şekilde algılanamayacağını, böyle bir şey olmuş bile olsa, ancak istisnai bir durum olduğunu anlatmaya çalışıyor. Sağduyusal Marksiste göre, ölü ve bugüne yansımayacak zamanlarda birtakım işler olmuştur ve bu işler zamanıyla birlikte kaybolmalıdır.

Sağduyusal Marksistlerinki meşru, vicdana uygun bir itirazdır ama haklı değildir. Sağduyusal Marksizm –de, rasyonel Marksizm gibi– zorunlulukları ve gidimli yolları sevmiyor; elinin hep serbest kalmasını gözetiyor. Mektuptaki Marx ile aykırı olduğu anlaşılan öteki Marx’ı uzlaştırmaya çabalıyor; sadece Okuyan’ın tutumuna açık tepki gösteriyor ve onu da “sağduyu”ya davet ediyor. Ama boşuna. Mazeretçiliğin nefes alamayacağı bir örnektir söz konusu mektup. Ayrıca, Marx’a getirilen mazeretlerin tümü aynen Okuyan için de geçerli. Sağduyusal Marksizm, “idare edemeyeceği” bir durum karşısındadır ve apaçıklık, herhangi bir sağduyusal yuvarlamaya izin vermemektedir. Sağduyusal Marksizm, Marksizmin nasıl anlaşılması gerektiğine ilişkin kritik bir anda belirmiş bir soruyu da geçiştirerek ömrünü sürmeye yoğunlaşmıştır.

Oysa, rasyonel Marksizm, böyle bir soruyu bizzat sorarak inisiyatif almaktadır. Avantajlı bir konum yakalamış rasyonel Marksizm, ağırlıklı eksene bağlı olarak öteki tarafa kaymakta olan sağduyusal Marksizmi zayıf yanından vurmuştur. İşte Marx’ın tevile izin vermeyecek bir yazısı! Ya bu Marx’ı kabullenin ya da sesinizi kesin!

Tartışmada, Okuyan, duyusalı tanımıyor bile; duyusal devrimci tepkiye o kadar uzak! Okuyan’ın Marx’ın metninden rahatsız olduğuna ilişkin hiçbir belirti yok; tam tersine, Okuyan bu metni uygun bir anda tepe tepe kullanmanın tadını çıkarıyor. O, olsa olsa rasyonalist bir devrimcidir!

Rasyonel muhakeme tarzı, Marx’ın metnini, duyusal gibi alçak/ilkel bir eşiğe takılmayarak, doğrudan düşünme işlemine tâbi tutuyor ve sonra, ediniyor. Rasyonalist Marksist, rasyonel ile sağduyusaldan rasyonalitenin kıskançlıkla emir-kumanda mevkisinde bulunduğu bir sentez oluşturuyor. Cumhuriyetçi Kemalist solcu kitlelere uzanıyor! Okuyan türü anlayış, devrimci duyusalı Marksizme dâhil etmeye karşı çıkar. Buna göre, Marksizm, ancak rasyonel eşikten itibaren başlar ve duyusal olan, amorf ve sınıf-altı kalabalıklara özgü bir tepki olarak Marksizm-öncesine aittir. Avama özgü olan bu duyu, eğitimle öldürülmelidir rasyonaliste göre. Duyusal, ilkel bir tepki biçimi olarak ilgi konusu olamaz; sağduyusal da küçümsenir. Rasyonalist Marksist için, duyusalın işlevini sağduyusal üstlenir; sağduyusal “tepki”, eğitilmesi öngörülerek Marksizme değil de Marksist örgüte dâhil edilir. (TKP’nin kapısından giren bir gencin devrimci duyusu iğdiş edilmelidir öncelikle.)

*

Rasyonel davranış, karmaşık gerçekteki yalını yitirir ve onu kurgusal bir modelin basitliğine indirger. Gerçeği, kendi yalınlığında değil, yakıştırılmış bir basitlikte arar. Gerçeğin yalınlığıyla dolaysız ilgiyi sağduyusal tarz da yitirmiştir. Sağduyusalın yapacağı, ekseni sezinleyecek bir muhakeme süreciyle ağırlıklı ortalamaya yönelmektir.

Sağduyusal Marksizm, günlük yaşamın ideo-kültürel taraflarında yer eden bir Marksizm algısına sahiptir ve bu türden Marksizm algısıyla “geçinmek”, rasyonel olana göre daha kolaydır. Ancak sağduyusal Marksizmin sorunu, kritik momentlerde kritik kararlar ve tutumlar geliştirememesidir. Sağına-soluna bakar ve durumu günlük ölçülerde bir muhakemeye tâbi tuttuktan sonra bir tutum alır. Bu şekilde alınan tutum, ayırt edici, özel momentlerde tanınıcı olamaz. Sağduyusal Marksistinki, ideolojinin kültürel ile olan bağlantı ve ilişki aralığında hareket eden bir türdür.

Rasyonel Marksist tipik bir ideolog gibi davranır. Türkiye’deki örnekleri, uygulamaya dönük teknik akıla genellikle uzaktır, ve soyut teknik aklı teoriye ikame eder. Teorinin yerine geçen doktriner akıl ve somutlaşamayan yani gerçekle etkileşemeyen bir kurgusal teknik akıl.

Sağduyusal Marksistler, kritik anlarda karşısına çıkmadığı sürece, duyusal devrimcilikle bağlarını korumak için özenli davranıyor. Ancak “evdeki bulgur”u kaybetmeyi göze alamazken “Dimyat’taki pirinci” de elde saymak istiyorlar. Duyusal devrimciliğe hâkim olmaya gayret ediyor, ek olarak, rasyonel tarzı kapsamanın yollarını aramaktan da uzak duramıyorlar. Sağduyusal Marksist, duyusal tepkinin sivriliklerini törpüler, kamuoyunca daha kolay alımlanmasına özen gösterir, ama bu sırada duyusal genellikle kaybolur.

Sağduyusal, meseleleri, sosyalist çevrelerdeki alışkanlıklara, kültürel iklime, genel kabullere dayanan bir direnç oluşturarak “rasyonalize” ederken; rasyonel, pedagojik kurumların akıl yürütme disiplini aracılığıyla konuyu “teorize” eder. Oysa ne biri rasyonel, ne de öteki teoriktir.

*

Biz, sağduyusal ve rasyonel Marksizm algısına öncelikle duyusal Marksist bir konumdan karşı çıkıyoruz. Yani, bir alt-üst sıralaması yapılırsa, en alttaki düzeyden, en düşük düzeyden… Öncelik koşulunun yerine getirilmesi, teorik Marksizm anlayışının konulmasıyla karşılanacaktır.

Sağduyusal ve rasyonalist Marksizme karşı, sağduyusalı konvansiyonel düzleminde bırakarak, aracısız duyuya dayanan; rasyonali soyut teknik aklıyla baş başa bırakarak, gidimli mantıksala dayanan bir Marksizm anlayışı savunulacaktır.

Duyusalın, –Brechtvari yabancılaştırıcı, özdeşleşmeye direnen– mesafesi ile teorik Marksizmin zorunlu ayrıştırıcılığı bu momentte örtüşmektedir. Duyusal Marksist, Marksist-olmayan bir Marx’a tepki duymaktadır. Teorik Marksist, Marx’ın Marksist-olan ve olmayan boyut ve momentlerini ayrıma tâbi tutmaktadır.

Marx’ın Leninist yolu

Mektuba Marksizm adına karşı çıkışın gerekçesi nedir? Marksizm Marx’ın eseri değil mi ve böylece nihilist bir pozisyona düşmüş olunmuyor mu?

Mektubun, Marx’ın “tarihsel bir dönemde ve özel nedenlerle” yöneldiği istisnai ve arızi bir tutumunu yansıtmadığı, onun politika ve tarihe ilişkin bir anlayışına bağlı olduğu ifade edilmişti. Marx-Engels’in, genel olarak Aydınlanmacı ve pozitivist diye nitelenebilecek görüşlerinin, Marksizme de taşınması anlamına gelen bir politika ve tarih anlayışı, onların politik yaşamları boyunca varlığını sürdürmüştür. Buna karşılık, Marx-Engels’te, baştan itibaren, eşitsiz ve çatışkılı bir dinamik içinde, söz konusu politika ve tarih anlayışından uzaklaşan, bu anlayışa aykırı nitelikte bir çizginin belirmesini de saptayabiliyoruz.

Marksizmin devrimci politik niteliği, aşamasına Leninizm ile ulaşmıştır. Marksizmin bileşenlerinin yeniden-kurulmasının başlangıç momentini Leninizm teşkil etmiş ve günümüze kadar süren devrimci diyalektik, Marx-Engels’in eserini Marksizm bakımından yeniden-kurmaya olanak vermiştir. Bu, Marx-Engels ile başlayarak Marksizmin oluşma sürecinin çapraz dinamiklerle reaksiyonlara girmesine olanak sağlamış ve Marksizmin engin bütünlüğünün tarihsel görüsü ufka dahil olmuştur.

*

Marx’ın yazmaya ve eylemeye başladığı andan itibaren Marksist olduğu ve artık geri dönüşsüz ve tam bir sürece girdiği, naif bir görüştür. Karl Heinrich Marx (1818-83) ve Friedrich Engels (1820-95), ergin olduklarında ve bir dünya görüşüne sahip olduklarında radikal birer burjuva aydını idiler. Marx ve Engels’in, çağdaşları arasında farklı nitelikte görüşler benimsemeye başlamaları ve özgül görüşlere sahip olduklarına ilişkin bilinçleri 1844-45 yıllarına rastlar. Nitekim, çok sonraları yayınlanacak olan 1844 Elyazmaları, “Feuerbach Üzerine Tezler” ve Alman İdeolojisi bu yılların ürünüdür. Bu birkaç yıl, 1848’in başlarında yayınlanan Komünist Parti Manifestosu ile kamusal damgasına kavuşacak ve Marksizmin belirmesi olarak tarihlenebilecektir.

Bu yıllardan başlayarak, Marx-Engels, bir yandan “eski” görüşlerini üzerlerinden tam atamama yanında sürdürüyor, öte yandan, özgül Marksist görüşlerini oluşturuyorlardı. Öyleyse, –yüz elli yıl sonra bile hâlâ– Marx-Engels’in çelişkili ve karşıt varoluş biçimlerini herhangi bir ayırt edici yaklaşıma dayanmadan esas almak, Marksizmi onların kişisel tarihlerine ve bilinçlerine özdeşlemek anlamına gelecektir. Bu yaklaşımı izleyerek, ne Marksizmin sorunları görüş alanına girebilir, ne de Marksizmin tarihsel yeniden-üretimi sağlanabilir.

Marksist-olan ve olmayan Marx var, ve bunları bir arada tutma, bir araya getirme çabalarının, hatta bunların bir olduğu iddialarının, özellikle sapaklarda hiçbir şansı bulunmuyor. Marx-Engels’in toplam eserlerini, “eski” varoluş tarzlarını esas alarak birleştirenler karşısında bu sağduyulu mutedil yaklaşımın kudretsizliği kendini ele verecektir. Rasyonalistlerin karşısında rüzgâra savrulup gidecek boş gayretlerdir bunlar. Öte yandan, gerçekte, rasyonel Marksistler de, iki Marx’ı Lincoln’ü kutlayan Marx’ın hakimiyetinde bağdaştırmayı tercih eder. Sağduyulu –ama ne rasyonalistlerin sahip olduğu şematikliğe, ne de teorik mantığın gidimli niteliğine sahip olan– Marksistlerin, iki Marx’ı aralarında herhangi bir hiyerarşi gözetmeksizin, karman-çorman bir şekilde sahiplenmesinin ancak günlük yaşamın çoklu karmaşasında bir karşılığı olabilir; teori denilen, kategorileri gözetmek zorunda olan alanlarda bu anlayışın yeri, Lenin’in etkili benzetmesiyle, “bataklık”tır.

*

Marx-Engels’in Marksizmle bağlarını bir yandan bugünden geçmişe doğru –tarihselleştirerek–, öte yandan, geçmişten gelen tarihin eşitsiz hareketi bakımından kuracağız.

Öyle doğmadıklarına göre, Marx-Engels’in Marksist olmadığı bir zaman herhalde var olsa gerek. Ve bir kez Marksist olduktan sonra, Marx-Engels’in som, geçirimsiz ve tam bir Marksist olması da beklenemez.

Eserlerinin Marksizm bakımından ayıklanması işleminin bizzat Marx-Engels’e uzanan bir tarihi var. Kurucular kendi eserlerinde “yeni” olanın açıklamasını yapmaya girişmişlerdir. Bunu başkaları ve Lenin sürdürdü, ve nihayet Althusser, bu hususa ilişkin teorik bir bina inşa etti.

Althusser, Marx’ın pratik devrimci görüş ve konuma ek olarak, bir “felsefi devrim” ve bir “epistemolojik kopma” ile Marksist kabul edilebilecek düzleme geçtiğini ileri sürmüştür. Aynı yaklaşımı izleyerek Althusser, “süren kopma” olarak, kopma ve devrimden sonra da “eski”nin kalıntılarının ve bulaşıklarının üzerlerinden tam atılamadığını ve Marx-Engels’in olgun ve geç dönem eserlerinde de bulaşıkların görülebildiğini ifade etmiştir.

Bağımsız politik mücadeleye ilişkin sistematik görüşleri bulunmayan Marksizmin kurucularının, politik gelişmeler ve olaylar karşısındaki tutumlarını, “eski”den gelen ve “yeni” olan, ama “yeni”nin de “eski” tarzda işe koşulduğu, birbirine bağlı iki görüş tayin etmiştir. a) Tarihsel ilerlemenin politikleşmiş görüşü ve b) Kurgusal jeo-politika anlayışı. Bunları, bilimin politikaya uygulanması olarak formüle edebiliriz. Toplumsal formasyonların ve üretim tarzlarının hareketine ilişkin tarihsel materyalist katkının da, “eski” tarzda uygulamaya sokulmasıyla Marksizm-öncesi veya -dışı nitelikteki bu iki anlayışın “tarihsel Marksizm”e dâhil olduklarını söylemek gerekiyor.

Tarihsel materyalizmi yani Marksizmin bilim sektörünü benimsemenin en tehlikeli yanı, onu, politik davranışlar için referans yapmaktır. Marx-Engels’in bu tehlikeli işi yaptıklarını, bilimi politik sömürüye açtıklarını görüyoruz. Bilimi politikaya uygulamanın argümanı şudur: Marksistler feodallere karşı kapitalistleri, monarşiye karşı cumhuriyeti, dinselliğe karşı laikliği, dine karşı bilimi, .. destekler. (Jakoben olmayan Aydınlanmacı yani liberal Marksist ikilikler dizisi de yapılabilir.)

Kurucu kaynaklarından başlayarak, mirasında bu yönler vardır, ama Marksizmin tarihi, bir bakıma, taşıyıcılarının Marksizmini işte bu bakımdan ayrıştırmaya tâbi tutmanın tarihidir. Dolayısıyla, ayrıştırmanın Marksist devrimci tarafı bakımından, Marksistlerin sözü edilen ikili taraflara dönük politik tutumları tamamen politik konjonktür ve güç ilişkilerine bağlıdır. Sağduyusal Marksizm ve rasyonel Marksizm, bilimle politika arasında bir uygulama ilişkisi olduğunu kabul eder veya pratik anlayışlarıyla kabulü varsayar. Marx-Engels’in kendileri de çoğu zaman rasyonel veya bu anlamda pozitivist bir anlayışa sahiplerdir. Öte yandan, terimler ve kavramların bazı örneklerdeki dilsel aynılıkları, sesteşlikleri, yani konvansiyonel boyutları sağduyusal aldanmaya meydan vermektedir.

Bir Marksist, politik olarak uygun görülüyorsa, bir krallığı bir cumhuriyete karşı da destekleyebilir, bir feodali bir burjuvaya karşı da. Veya, bölgesel ve dolayısıyla geri bir kapitalisti, ileri ve küresel kapitaliste karşı… Pre-kapitalist bir toplumu kapitalist topluma karşı… Çözülmekte olan ara ve eski toplumsal kesimleri, ileri toplumsal sınıflara karşı… Marx-Engels’te teorize olmadan görülen bu boyut, Leninizmde nitelik verici bir statü kazanmıştır.

Marksistin bunu yapmak için Marksizmin tarih bilimi bileşenini bir yana bırakması, Marksizmi, bir radikal politikaya indirgemesi gerekmez. Marksist, politikanın işlerinin tamamen politikanın alanında başlayıp bittiğini, bilimin veya felsefenin bu aşamada dahli olmadığını “bilir”.

*

Marx-Engels’in yaşamları boyunca jeo-politika yapacak politik olanakları olmamıştır. Buna, pratik politikanın çok sıcak seyrettiği iki konjonktür, 1848 devrimi günleri ve Paris Komünü de dâhildir. Birinci Enternasyonal, Avrupa başkentleri için hiçbir zaman bir tehdit olmadı ve çözülüp gitti. 48 devrimleri çekildikten sonra, Marx-Engels, ömürleri boyunca, fiilen, tek bir ciddi toplumsal hareketin içinde olmadılar. Buna rağmen, Marksizmin kurucuları, olmayan ama beklenen devrim uğruna gerçek güçlerden müttefikler edindiler! Bu ‘dış’ nesnel durum, Marx ve Engels’in Gotha ve Erfurt kentlerinin adıyla anılan programları eleştirirken umutsuzca yapmaya çalıştıkları “sol”a çekme çabalarının güç ve etkisini zayıflattı. Nitekim, Almanya’daki “Marksist” parti, Marksizmin kurucularına bu iki örnekte de kulak asmadı. Böylece, Marksizme reformcu sosyalizm egemen oldu.

Hiçbir gücün içinde olmadıkları halde, Marx-Engels, ısrar ettikleri jeo-politik yaklaşım için Batı Avrupa’yı esas almışlardı. Onlara göre, devrim, bu en ileri topraklarda olacaktı. Bu bağlamda, Marx-Engels’in, Avrupa’da devrimci ilerlemenin önündeki başlıca engel gördükleri ve Orta Avrupa ile Osmanlı topraklarından başlayarak yayılan Rusya’ya karşı, muhtelif ülkelerin olumlu etkilerini gözettiği izlenir.

Marksizmin kurucuları, birbiriyle kapışan büyük devletler arasında açıkça taraf tutmuşlardır. Marx-Engels, salt, ileride gelişmesi beklenen proletarya hareketinin çıkarlarına uygun olacağına inandıklarından, “tarihsel gericiliği temsil eden” büyük devlete karşı “tarihsel ilericiliği temsil eden” büyük devleti savunmuşlardır. Oysa, gelişmeler hem beklendiği gibi olmamıştır, hem de zaten baştan olmayacak niteliktedir.

Örneğin, Batılı ülkelerin Osmanlı Devletiyle birlikte Rusya’ya karşı cepheleştiği ve 1854’te başlayan Kırım Savaşında, ve 1877-78’deki Osmanlı-Rusya savaşında Marx-Engels, Rusya’nın yenilmesini savunmuşlardır. (Bu ve benzeri tutumlarından dolayı Marx-Engels’in “Türkofil” olmakla itham edildiğini öğreniyoruz.) Daha sonra, Leninist Marksistlerin, emperyalistler arası haksız savaşlar diye niteleyerek her iki tarafın yenilmesini öngören yaklaşımlarına aykırı olarak Marx-Engels’in politik tutumlarını, politik çatışma ve savaşlarda hep eleştirel bir savunu içinde oldukları Batı Avrupa ülkelerinin Rusya’ya karşı konumlanmalarına göre belirlediğini görüyoruz. Nitekim, 1853’te bir vesileyle, “Rusya’ya ve mutlakıyete karşı İngiltere ile devrimci demokrasinin çıkarlarının aynı doğrultuda” olduğunu ifade edebilmişlerdir.

*

Bolşevik iktidarın Kurtuluş Savaşındaki Türkiye’yi desteklemesi, tipik bir jeo-politika örneğidir. Ama Marx-Engels’in Lincoln’e ve İngiltere ile Osmanlı Devleti gibi ülkelere verdiği desteğin, –tahayyül edilen devrim gerçek bir güç sayılmazsa– kesinlikle hiçbir jeo-politik karşılığı yoktur. Marx-Engels’inki, tarih biliminin sömürüsüne dayanan kurgusal bir jeo-politikadır.

Marx-Engels’in, çağdaşları ütopiklerden farklı olarak, gerçeklik duyularının sağlamlığına, paradoksal olarak, onların jeo-politika anlayışları ve “pratikleri”yle kanaat getirebiliyoruz. Marksist politika, cüsseli bir örgütlü hareketi olsun olmasın, bir jeo-politik boyutu, yani gerçek güç ilişkileriyle ilgilenmeyi gözetmelidir. Fakat, bu ilginin, öznesini gözden kaybetmeyecek, bağımsız bir varlık olmayı iptal etmeyecek bir ölçeği ne olursa olsun kurulmalıdır. Hiçbir şekilde etkili olunamayacak sonucu ne olursa olsun, ‘büyük güçler’ arasında cereyan edecek bir mücadeleye Marksistlerin “bozgunculuk” dışında, –alkışla da olsa!– katılması gerekmeyecektir.

Bir politik Marksist, taktik uygulama ile taktik tutumu, kullanılan dilden önerilecek şiarlara kadar ayıracak bir konumda olmalıdır. Herhangi bir örgütlenmesi veya önemli bir güce sahip politik örgütü olmayan Marx-Engels’in, bu ayrımı gözetmemekle kalmadığı, tarafında oldukları güce taktik öneriler yaptığı görülüyor. Öte yandan, bu işlemin, “tarihin ilerletici güçleri” gibi politikaya önsel bilimsel veya ideolojik ilkelerden bağımsız olması, sadece somut olarak ezilenlerin bağımsız devrimci hareketinin ortaya çıkmasını veya varolan bir politik hareketin kudret mücadelesini gözeten bir nitelikte olması beklenir.

Marx-Engels’in jeo-politikası, kurgusal, ve güç açığını ikameyle kapatmaya yönelen özelliğiyle, dışımızdaki güçler arasındaki mücadelede özdeşleşmeye götürecek niteliktedir. Bunun, daha sonra Leninist politika olarak kavramlaştırılacak ezilenlerin devrimci kurtuluşu politikasının öncülü olduğu söylenemez. Bilakis bu, İkinci Enternasyonalcilik adıyla anılacak ve günümüze kadar Leninist çizgi içinde barınmayı başaran bir Marksist politika anlayışının öncülüdür.

Marx-Engels’in kurgusal jeo-politikasına, emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm çağına özgü ve bu tarihsel dönemde geçerli olduğu açıklaması da getirilemez. Bir yerdeki bir kesim ezilenin değil, toplamda dünya ezilenlerinin kapitalizmden çektiği bakımından 19. Yüzyıl ile 20. ve 21. Yüzyıllar arasında bir fark yoktur. Ezilenlerin, “burjuvazinin tarihsel ilerici olduğu çağ”da daha az ezildiklerine ilişkin bir bulguya rastlanmamıştır. Ezilenler için, bu iki çağ arasında “somut güçler ilişkisi ortamında bağımsız politika” gereği bakımından hiçbir kategorik fark bulunmamaktadır. Ayrıca, tarihsel olarak “serbest rekabetçi ilerici kapitalizm” bir efsaneden ibarettir.

Burjuvazinin tarihsel misyonunun politik ilerici olduğu bir dönemin varlığı anlayışını bir yana bırakmalıyız. Üretim güçlerini, bugün de, kapitalizmden başkası geliştirmemektedir. Burjuvazinin politik işlevi, somut duruma bağlı olarak belirir ve bu belirimde söz konusu iki çağ arasında kategorik bir ayrım yoktur. Bu yüzden, deyim yerindeyse, emperyalizm çağına ilişkin anlayış, 19. Yüzyıla da yayılmalıdır.

Burjuvazi ya da “dışımızdaki” başka bir politik özne, içinde bulunulan konjonktürün gereklerine ve bizim durumumuza bağlı olarak desteklenir veya desteklenmez. Bu, tamamen politik, veya daha belirgin ifadeyle, jeo-politik bir meseledir.

Burjuvazinin misyonuna ilişkin Marksist-olmayan bir kalıptan yola çıkan Marx-Engels’in ancak bu kalıbı bozucu çeşitli olaylar patladıkça, giderek ve eşitsiz bir şekilde bir devrimci ezilenler politikası izlemeye yöneldiği görülecektir. İrlanda’da ortaya çıkan ulusal devrimci mücadele, Polonya’daki ulusal hareket, sömürge ve işgal edilmiş ülkelerdeki devrimci ayaklanmalar, Almanya’da Bismark’ın “gerici” tarihsel ilerlemesi ve bu ülkedeki partinin Gotha’da kabul ettiği program taslağının eleştirisi gibi uğraklarda aldıkları tutumlar ve geliştirdikleri yaklaşımları izleyerek bir Marksist devrimci politika anlayışının belirdiğini görebiliyoruz. Leninizmin öncülü ve bugün, Marksist devrimci politik tarihin başlangıç noktası burada bulunmaktadır.

*

Bütün bu yorumlama girişimleri boyunca, Marx’ın, burjuvaziye karşı uzlaşmaz ve kesin bir devrimcilik taşıyan tutumları geliştirilmeli, buna karşılık, karşıt-yön acımasızca budanmalı, hiçbir izi kalmamacasına kazınmalıdır.

Bize gereken, Marksist bir Marx’tır. Karl Heinrich Marx, bizim için, kurucusu olduğu ve geride kalan büyük yüz elli yılın görü ve deneyimleriyle, bölüp biçebileceğimiz, kesip yontabileceğimiz bir tarihsel bireydir. Marksizmin, devrimcilerin elinde geçirdiği yüz elli yılın devrimci diyalektiğiyle, bu politik ve teorik tarihin emriyle tasarruf edebileceğimiz bir Marx var bizim için.

Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları Üzerine” 1853’te kaleme aldığı bir yazıda, “Burjuvazinin herhangi bir ilerlemeyi, bireyleri ve halkları kan ve çirkef içinde, sefalet ve aşağılanma içinde süründürmeden gerçekleştirdiği ne zaman görüldü” diyen Marx’a göre, mesele sadece “üretici güçlerin gelişmesi” değildir, “halkın bunlara sahip olması” da en az onun kadar önemlidir.

Marx’ın bu sözlerinde, tarihsel ilerilik ile politik gericiliğin aynı öznede birleşebileceği görüşü net olarak belirmektedir. Rasyonalist Marksistlerin en cüretkârlarının Marx’ın eserini, halkları kan ve çirkef içinde, sefalet ve aşağılanma içinde süründüren burjuva uygarlığının şu ya da bu (“liberal” veya “Jakoben”) kolunun bir alt-başlığına indirgeme çabalarına en büyük darbeyi Marksizmin devrimci tarihi indirmektedir ve geleceğin devrimci kuşaklarının yarının mücadele dünyasına taşıyacağı da bu devrimci tarihi üstlenen Marksizmdir.

 

 

1 Bir Nasreddin Hoca fıkrasından: “Aksi ta’ayyün etmedikçe aslı takarrür etmez.” Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca, Edebiyatçılar Derneği Yay., Ankara 1996, s. 255.

2 Kemal Okuyan, “Marx Cumhuriyetçiydi”, Sol, 29 Ekim 2013.

3 Auguste Blanqui, Seçme Yazılar, Çev.: Vedat Günyol, Logos Yay., İstanbul 1990, s. 97.

4 Vikipedi, Washington’ın bu sözlerinin 1783 tarihli olduğunu kaydediyor. (http://tr.wikipedia.org/wiki/George_Washington)

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar