Marksizmin Furkanı ve İslamın Ayıracı*
Metin Kayaoğlu
“Her çağın bir yol göstericisi” (Ra’d: 7) “Her zamanın bir kitabı vardır”. (Ra’d: 38)[1]
Marksizmin veya İslamın devrimci yenilenmesi “çağ”ında mı, yoksa tümden yeni bir “devir”de mi olduğumuzu henüz bilmiyoruz.[2]
Bildiğimiz, çağ ya da devir olsun, Marksizmin, içinde bulunduğumuz mücadele biriminde özgülleşmesinin zorunlu olduğu ve bu zorunlulukta karşısına çıkacak başlıca bir dinamiğin İslam olduğudur.
Bize düşen, kimliğimizi bulduğumuz ‘yapı’nın zorunluluklarını taşımaktır.
Ucu açık bir sürece boylu boyunca girmektir tarihsel yükümlülüğümüz. Durmayalım düşeriz!
1. Kritik Başlangıç
Türkiye’de sistemin en büyük ideolojik dayanaklarından biri İslam dini, en büyük toplumsal dayanağı ise Müslüman-Türk geniş yığınlardır. Sisteme tek büyük muhalefet, Kürtleri önemli ölçüde kazanmış olan Kürt Hareketi tarafından yürütülmektedir. Kürt Hareketi dışındaki ezilen dinamiklerinin seyri düşük ve hacmi küçüktür. Özel dağıtıcı kriz konjonktürleri olmadıkça, bu muhalefetin sistemin merkezinde devrimci sonuçlar alması olanaksız görünmektedir. “Çevre”deki dinamiğin kopması durumunda da “merkez”in yapısının korunacağı öngörülebilir. Öyleyse, devletin merkezi dayanaklarında bir köprübaşı oluşturulamazsa, merkeze doğru yürütülecek bir devrimci mücadele sonuç alıcı olamayacaktır. Bu, sistemin ideo-toplumsal merkezi anlamına gelmektedir ve bu merkezde bir kırılma esaslı etkiler doğuracaktır.
Bu çalışmada, ezilen geniş yığınların İslam olarak ideolojileriyle karşılaşmanın imkanları aranıyor. Ancak bu arayışın önemli handikapları var. İslam, Türkiye Cumhuriyeti’nde devletin ideolojik aygıtlarının (DİA) önde gelenlerinden biridir.[3]
İslamiyet, yüzlerce yılın gerici devletli ideolojisi olarak taşlaşmış, kireçlenmiş bir halde ezilenler üzerinde hakimiyetini ve “afyon” hükmünü icra edebildi. Her yeni dönemde uygun biçim alabildi. Cumhuriyet döneminde de İslam, bir yandan uzağında durmaya çalışan bir yönü varken, her zaman devletin ezilenleri güdüleme politikasında devrede oldu. Ezilen kitlelerin bu devlet geleneği marifetiyle önemli ölçüde iğdiş edildiği yerinde bir değerlendirmedir.
Onyıllar boyu, İslam, ezilenlerin devrimci ama ideolojik olarak “laik” ve ateist sosyalist hareketine karşı bir araç olarak kullanıldı. Müslüman ezilenler, devletlinin bu tasarrufuna “celebe koşan koyunlar misali” değil, araç olarak rant kırıntıları elde edebilmek için uydular –ve uymaktalar.
*
Öte yandan, İslama olumlu bir gözle bakan her Marksistin gözüne dürtülen İran, Cezayir, Endonezya ve bilumum başka örneği, mazlum solcu edebiyatının örnekleri olarak elimizin tersiyle itiyoruz. Hiçbir politik özne, kaderinden başkasını sorumlu tutamaz; düşman ya da dost olsun… Varoluşunun amentüsü zaten başkalarını gözetmek olan bir öznenin bu şekilde anlatılması onun öznelik niteliğinin geri çekilmesinden başka bir şey değildir. Bütün bu örneklerde, sorumluluk ve “nesnel” suç, “solcu, sosyalist, Marksist” örgütlerindir. Her politik özne, iktidara yürüme hakkını gücüyle elde eder, ve her politik öznenin kendince bir yolu yordamı vardır.
Ezilenlerin İslamıyla alaşım
Türkiye’de genel olarak Marksizm, Aydınlanmacı/Kemalist bir ortama doğmuş ve Kemalist kozmogoni içinde bir nitelik kazanmıştır. Her türden İslama kategorik olarak uzak durmuştur. Ve “son tahlilde” Marksist değildir.
Bir türden genel Marksizmin, geçmiş birkaç onyıl boyunca, liberalleşmesi söz konusu olmuştur. İslama uzlaşıcı bir pozisyon almış, ama kategorik ayrımını net olarak koymuştur. Ve “son tahlilde” Marksist değildir.
(Marksizmin Alevilikle ilişkilenmesi söz konusu olmuştur, olumlu ama yanlış bir şekilde… Meşru tarihsel ve güncel nedenlerle İslama düşmanca yaklaşmıştır.)
Politik Marksizm, Kemalizm ile liberalizmin etki alanı dışında ortaya çıkmıştır. Ama ayırt ediciliğini ezilenlerin İslamı gibi bir alanda göstermeye tarihsel fırsat bulamamıştır.
Marksizmin İslamiyetle ilişkilenmesi kıyıda tutunabilen bir damar olarak varlığını koymuştur. Mihri Belli’nin bazı çabaları, ve özel ve kategorik olarak Hikmet Kıvılcımlı’nın eseridir söz konusu olan… (Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında Ekim Devriminin etkisiyle, iz bırakmadan yok olan İslami bir Bolşevikleşme cereyanı olmuştur.)
Genel anlaşılma tarzıyla, Marksizmin Kemalizm veya liberalizmle yakın durması veya bazı bakımlardan benzeştirilmesi yadırgatıcı değildi. Ne de olsa, modernleşme denilen kazanın içinde kaynayan, aynı dünyanın akımlarıydı. Fakat, İslamiyetle Marksizmin, yani bu iki ayrı dünyanın akımının yakınlaşması veya birlikte anılması her ikisine de küfürdü.
Söz konusu ayrımlar ve zihniyete temellik eden argümanı reddediyoruz. Modernizmin dünyası ve çocukları bir tarafta, modernizm-öncesinin çocukları başka bir tarafta! Biz bu ayrımı tanımıyoruz.
Türkiye’de Marksistler, yeterince laik, ateist, ulusalcı, kozmopolit ve ideolojik modernist olmuştur. Bu sıfatlarla Marksizm ne kadar mümkünse, “dinsel, teist, yerel” Marksizm de en azından o kadar mümkündür. Marksizm bir tarafta ne kadar kusurluysa öteki tarafta da o kadar kusurlu, bir tarafta ne kadar tam ise öteki tarafta da o kadar tam olabilir.
Kürt Hareketi, bu özelliklere yeterince sahip olmadığı için ayrılmış ve önce ayrı bir tür Marksizmi izlemiş, sonra da kendi özgün ideolojisini oluşturmaya yönelmiştir.
Bu çalışma, bir Marksist girişimin, muarızlarınca suçlamaya maruz bırakılacağı bir zemine girmesi gerektiğini önermektedir: İslamcı Marksizm, İslamcı komünizm!
Bu anlayışa göre formül şudur:
• Marksizm + İslam => İslami Marksizm = Marksist-olmayan
İslami kozmosa girmenin bir başka sonucu olabilir ve Marksizm kendini bu evrende inşa edebilir:
• Ezilenlerin Marksizmi x Ezilenlerin İslamı =>
Hanif Marksizm = MARKSİZM
Bu çerçevede, oluşturulmaya çalışılan yönelim nedir?
– Ezilenlerin kurtuluş mücadelesi içinde bulunan veya bulunma eğiliminde olan bir İslami kesimi herhangi bir başka sosyalist akım kadar dikkate almaktır. Önsel olarak, ne ötekiyle rakip ideolojilere sahibiz, ne berikiyle aynı ideolojiyi benimsiyoruz.
– İslamın kaynağı olarak Kuran’da ve Peygamber Muhammed’in eserinde ezilenlerin devrimci davası için bir yol olmak gerektiğini aramaktır. Böylece, Kuran ve Muhammed’in tarihsel pratiğindeki bu yolu kendi varlığımıza dahil etmek, kendimizden saymaktır.
– Devletin temel bir dayanağı olan Türk-Müslüman ezilen kitleleriyle ideolojik bir karşılaşmanın, onları rencide etmenin, pratik imkanını yaratmak. Bu anlamda, ezilen kitlelerin devletli dinsel inançlarıyla herhangi bir saygı ilişkisi kurmak reddedilecektir.
– Bu çalışma, bir İslami yönelimle alaşım olanaklarını sınama üzerinedir. Aradığımız, oluşmakta olduğuna ilişkin işaretler gördüğümüz ezilenlerin (devrimci) İslamıdır. Biz, Marksizmin içinden yoldaşlaşma sürecindekilere el uzatıyoruz. (Kâhinler, kolumuzu kaptıracağımızı söyleyecek!)
2. Özgülleşme
Uygulama olarak Marksizm
Elde soyut bir Marksizm var ve birtakım özneler, bu soyut özü, somut yerelliklere uyguluyor. Öz’ün sahih (sağın) öznelerinin öz’ü sahih uygulaması…
Bu modelde, öz, teori, genellik değişmiyor; değişen, politik alandadır. Marksizm, alanla dışsal bir ilişki kuruyor; uygulanıyor. Ne uygulamaya uzanıyor, ne de uygulamadan sorumlu oluyor.
Önereceğimiz, Marksizmin bütünsel varlığını uygulama olarak kurmasıdır. Uygulanan dışında bir Marksizm kalmayacak ve Marksizm, özgül alanın ayrılmaz bir parçası olacak. Bu, ucu açık ve sonuşmaz bir süreçtir, ama Marksizm başka yerde değil buradadır.
Tek tek bireylerin zihninde bir hatıra olarak, bir kültür olarak, Marksizme ilişin malumat olabilir. Bu malumatın teori haline getirilmesi, teoriye yapılan en önemli ve geleneksel saldırıdır. Marksizmin teorisi ve pratiği her özgül mücadele biriminde yeniden kurulmalıdır. Dolayısıyla, bir özgül birimde görülecek “soyut” Marksizm, orada ve oraya ait Marksizm olmayacak, söz konusu birimin Marksizmden yoksun olduğu söylenecektir.
Özgülleşmiş Marksizm, kendini bir yerellikle de sınırlamaz, sınırlamamalı. Leninizm Rusya, Maoculuk Çin Marksizmi değildir. Leninizmle birlikte Marksizmin evrensel varlığı yeniden kurulmuştur. Ama bu süreç bitmez. Marksizmin başarılı her örneği, eşzamanlı olarak yeni bir yerel ve evrensel kuruluş anlamına gelecektir.
Marksizmin bir yer ve zamandaki özgüllükleri dikkate alması gibi bir önerme genel geçer nitelikte görülebilir. Genel geçerlik, genellikle, teori veya ideolojinin politika, strateji ve taktik alanına ilişkin uygulama izni vermesi olarak anlaşılır. Ancak bu önermeyi salt politik ve taktiksel değil, teoriyi de içeren bütünsel olarak almak gerekli. Çünkü, zamandan ve zeminden münezzeh olarak bir yerde duran ve insan-öznelerin ihtiyaç duyduğunda zamana ve zemine uydurmak için başvurdukları soyut bir Marksizm yoktur. Epistemolojik Marksizm, hiçbir insan-öznenin varlığına bağlayamayacağı bir hakikat olarak bir başka alemde “var”dır.
Özgülleşme, Marksizmin bütün bileşenlerine doğru yayılan bir hal olmalıdır. Genel olarak pratik politikayı, teoriyi; felsefeyi, teorik politikayı ve bilim çalışmalarını da kapsayan bütünsel bir özgülleşme sürecine girilmelidir. Nihayet, Marksist öznelerin ideolojik algısında izlenmelidir bu süreç. Marksizmin bütünsel yapısı, onu, toplumsal gerçeğin (düşünce dünyası dahil) bütün yönleriyle karşılaşmaya, bütün yönlerdeki çelişkileri karşılamaya uygun bir yapı halinde ele almaya elverişlilik arz etmektedir.
Peki, bu haldeki “şey”in Marksizm olduğunu ve başka bir yerdeki “şey”le ortak olarak Marksist nitelemesini hak ettiklerini nasıl anlayacağız? Bunun ampirik bir kanıtlaması olamaz. Metafizik bir kabul niteliğindedir.
Leninist teorik ve politik taktik
“Bugün ‘toplumun’ geniş çevrelerinde dine ilişkin her şeye karşı bir ilgi gösterildiğinden kuşku yok, bu ilgi işçi sınıfı hareketine yakın duran aydınlar arasında olduğu kadar, bazı işçi çevrelerine de sızmıştır.” Bu durumda ne yapmak gerekir? “[Marksistlerin] din karşısındaki tutumlarını kamuoyuna açıklaması onların kesin görevidir.”[4]
Lenin, Marx-Engels’in din konusundaki tutumlarını anlattıktan sonra şöyle der: “Marx ve Engels’in din sorunundaki söylediklerinin görünüşteki tarihi, […] Marksizme karşı savruk bir tutum takınan kimseler için, düşünmeyen ve düşünmeyecek olanlar için, Marksist çelişki ve yalpalamaların anlamsız bir çilesi, ‘tutarlı’ tanrıtanımazlık ve dine verilen ‘sus paylarının’ bir çorbası, tanrıya karşı dev-v-v-rimci bir savaşla dindar işçilere ‘hoş görünmek’ gibi korkakça bir istek arasında ‘ilkesiz’ yalpalamalar, onları korkutup kaçırma korkusu vb., vb.’dir.” Lenin, Marksizmin dinle ilgili “görünürdeki ‘ılımlılığının’ varsayılan ‘taktiksel’ endişelerden, hiç kimseyi ‘korkutup kaçırmamak’ isteğinden vb. doğduğunu sanma[nın], son derece büyük bir yanılgı ol[duğunu vurguluyor]. Ona göre, bu durum, Marksizmin gerçek “siyasal çizgisi”dir ve “felsefi ilkeleriyle kopmaz bir bağ içerisindedir”.
Lenin, Marksizmin materyalist olduğunu ama bu materyalizmin bir “anaokulu materyalisti”nin izleyeceği bir materyalizm olmadığını, Marksizmin bu konudaki görüşü ve tutumunun “burjuva ilericisi, radikal ya da burjuva materyalisti”nden, “dar burjuva ilerlemecileri”nden farkını vurgular.
Lenin’in anlatımıyla, bir Marksist, “[afyon] bir din[in] düşmanı olmak zorundadır”, ama aynı şekilde bir Marksist, “dine karşı mücadeleyi, soyut bir yolla değil, yabancı salt teorik, hiçbir zaman değişmeyen” bir tarzda yürütmemelidir. “Bir Marksist, somut durumu bir tüm olarak görebilme yeteneğinde olmalıdır”.
Lenin burada dine karşı mücadelede yanlış bulduğu iki ayrı tutumu ortaya koyar. Bir yanda, dine karşı sekter, soyut, sözde kalan ve boş tutum vardır, diğer yanda ise, “dine karşı mücadeleden ürken, […] tanrıya inançla uzlaşan” oportünist veya liberal tutum vardır.
Biz, Lenin’in eleştirdiği ikinciler tarafında yer alıyor görünüyoruz. Ama bunun bir ilk görünüş olduğunu ileri süreceğiz –Lenin’in Marx ve Engels’in din konusundaki yaklaşımlarının görünümden bahsettiğine benzer şekilde… Biz de, devletin egemenlik aygıtı ve “halkın afyonu” olarak işlevlenen somut bir dine karşı mücadele ediyor olduğumuzu, ama soyut olarak “Tanrı’ya inanç” ve “dindarlık” konusunu farklı ele aldığımızı ileri süreceğiz. Meseleyi sadece Tanrı’ya inanan işçiler bakımından materyalize etmeyecek ve taktikselleştirmeyeceğiz, “Tanrı’ya inanç”ın ve dindarlığın kendisini, taşıyıcısının özgüllüğünü bir an paranteze alarak, materyalize etmeye ve taktikselleştirmeye çalışacağız. Yani, Leninist tutumun bu tarafa doğru genişletilmiş örneğini kurmaya çalışıyoruz.
Meseleyi, teorinin de taktiksel olduğu anlayışı bağlamında ele almayı öneriyoruz. Lenin’in, “Bir ajitatörün ya da bir kimsenin, işçilere hitap ederken, kendini anlaşılır kılmak için, konusuna bir giriş olarak, görüşlerini, en geri yığınların en alışık oldukları, en canlı terimlerle sunmak için şu ya da bu konuşma yolunu seçmesi başka şeydir” derken (ve bir aydına bu konuda hoşgörü göstermezken) izlediği yol ve yöntemin özel olarak ‘yazar çizerlere’ değil, yaşamın bütününe uygulanmasını önereceğiz. Nasıl “geri işçiler”e uygun bir dil tutturmak önerilebiliyorsa, “geri aydınlar”a da uygun bir dil tutturmak gerekiyor.
Bu yönelimi, Marksizmi sahiplenerek, “çelişki ve yalpalamaların anlamsız bir çilesi” olarak niteleyenler olacak; ve biz çoktan yola düşmüş olacağız.
Orak-çekiç ile “al-yeşil perspektif”[5]
Marksizm, Leninizm ile dönüşmüştür; işçi sınıfını simgeleyen çekice, yoksul köylüleri simgeleyen orak eklenmiştir. Orak-çekiç, Marksistlerin katıldığı bir ittifakın simgesi değildir, bilakis, Marksistlerin Marksizm bayrağı altında gerçekleştirdiği bir birliğin simgesidir.
Orak-çekiç, ilk kez Bolşevikler tarafından simge olarak kullanıldı. Ardından bütün dünyada Marksist komünizmin simgesi haline geldi. Daha önce uluslararası komünist hareketin genel simgesi kızıl bayraktı.
Çekiç anlaşılıyor, işçiyi simgeliyor; ama orak da ne oluyor? Bu alet, emekçi köylüyü simgeliyor olmalıydı ve komünistler işçi sınıfının öncüleri, temsilcileri, politikacıları değil miydi? Komünistlerin köylülerle, bunların en yoksulları da olsa, işin “özünden”, yani onların da temsilcileri olarak, ne işi olabilirdi? Köylüleri, genel olarak ya pre-kapitalizmin eriyen sınıf ve katmanı / yığını olarak görmek mümkündü; ayrıca, geniş köylü yığınlarının en altta yer alanlarının tarım proleteri olması söz konusuydu, ama orak bu kesimi değil, genel olarak emekçi köylüleri temsil ediyor görünüyordu.
Tarihsel olarak, Sovyetler Birliğinde Ekim Devrimiyle Bolşeviklerin büyük kentlerde iktidarı almasından sonraki iç savaş koşullarında, orak-çekiç simgesinin, önce köylülerin olduğu bölgelerde savaşan ve içinde pek çok köylü barındıran kızıl ordu birliklerinde kullanıldığını ve daha sonra giderek ideolojik bir simge olarak partiye hakim olduğunu izliyoruz.
Orağın komünistlerin simgesi düzeyine yükselmesi, aslında komünistlerin “ideoloji”sinde birtakım değişiklikler olduğunun da simgesi olarak değerlendirilebilir. Orak-çekiç, Rusya’da, işçilerin temsilcisi Bolşeviklerin, öteki emekçi ve ezilen kesimler üzerinde hegemonya kurarak devrimi gerçekleştirmesi ve ilerletmesi olarak anlaşılandan ziyade, bir işçi-köylü ittifakı temelinde yürüyen devrimci süreci anlatmaktadır.
Fakat bu baştan bilinçle kurulu bir süreç olarak işlememiştir. Bolşevizmin 1905 devrimi arifesinden beri bir yönelimini, köylülerin devrimdeki stratejik rolüne ilişkin politik taktikler dizisinin ideolojide ve politikada kategorik karşılığını bulduğu bir yaklaşım farkını simgelemektedir. Bir anlamda, her ne kadar, aksi ve geleneksel anlayış yaygın olarak dile getirilmeye devam edilse de, işçilerin ötekiler ve köylüler üzerindeki hegemonyası değil, komünist partinin işçiler ve öteki bütün ezilenler üzerindeki hegemonyası ima edilmektedir böylelikle. Burada, Marksizm için kategorik bir ayrım ve bir yol ayrımı belirmiş olmaktadır. Marksistler, artık sadece işçilerin (burjuvaziden devrimci misyon alan, ilerlemenin yeni misyoneri işçi sınıfının) değil, burjuva veya ne olursa olsun, ezen ve egemen burjuva müttefiki devletlere karşı yürütülen mücadelenin bütün bileşenlerinden sorumlu bir misyonla zenginleşeceklerdir. Nitekim, bu yönelim Rusya’da köylülerle kalmamış, dünyanın geri kalanına ezilen halk ve ulusların Marksizme edinilmesi olarak da genişletilmiştir. Marx-Engels’in Komünist Manifesto’daki bütün ülkelerin işçilerine dönük birleşme çağrısına ezilen halklar da katılmıştır. Bunun Marksizm içinde bir devrim olduğu, bugünden daha net anlaşılmaktadır, açıktır. Marksizm sürekli kendi sınırları dışına çıkmıştır.[6]
Türkiye’de, Marksizmin özgülleşmesi, İslamı ve (yerli) doğayı simgeleyen “yeşil” ile komünist akımı simgeleyen “al”ı (kızıl) birlikte alan bir kompozisyon olabilir. Al-yeşil, aynı zamanda içinde bulunduğumuz mücadele biriminde komünal derin-akıntıyı bildiren “folklorik” bir öğedir de…
Marksizmin dışına çıkmak
Lenin, bir devrimin yenilgisinin ardından toparlanma dönemine girerken şunları yazıyordu:
“Bugün Rusya’daki liberal burjuvazi Rus emekçilerinin sosyalist eyleminden korkmamaktadır; nefret ettiği de bu değildir. Onun asıl korktuğu hareket, işçilerin ve köylülerin birlikte sürdürdükleri demokratik harekettir. Yani liberal burjuvazi aslında Narodizm ile Marksizm’in ortak yanlarından korkar, nefret eder…”[7]
Ekim Devriminin başarısının, Lenin’in bu görüşü izlemesinde yattığını söyleyebiliriz. Kendi güvenli kalesinde kalan bir Marksizmin kimseye bir zararı olamazdı ve kaleden çıkılmalıydı.
Aslında, ortak yan değil, Marksizmin o tarihsel günlerde eksik olan yanını vurgulayan Lenin, nesnel eksikliğe dikkat çekiyor ve hangi dinamiğe ulaşılması gerektiğini ortaya koyuyor. Ekim Devrimi sürecinde, Marksizm, Narodnizmle “ortak yanlar”ını, bu hareketi ve kitlesini kapsayarak Marksizme dahil etmiştir. Nitekim, Lenin’in bu yönelimi, “Lenin’in düşünce ve tavırlarındaki Narodnik istila” diye ifade edilmiştir.[8]
Bugün, içinde bulunduğumuz mücadele biriminde, Marksist bir ufkun, Marksizme yabancı kabul edilen dinamikleri kapsaması gerekmektedir. Sürecin içinde net bir şekilde görüleceği savunulacaktır; yabancı sanılanlar aslında Marksizmin nesnel kapsamındadır… Bu kapsam olmadan ortaya çıkacak bir Marksizm eksikli olacak, Marksizmin bütünsel yürüyüşü sekteye uğrayacaktır.
Marksist oluşumuzu ancak böyle sağlayabilecek, kurabilecek ve sürdürebileceğiz. Ezilenlerin, bugün değil ama yarınki olası hareketlerinde dinamize edecek veya hareketlerine eşlik edecek asal ve yanal kimliklerini edineceğiz. Biz, o kimliklerin yanına kendimizinkini tutkallamayacağız. Biz, ezilenlerin hareketine dahil olmaklığımız ölçüsünde, o kimlikten olacağız. Marksist olarak varoluşumuzu o kimlikleri edinerek kuracağız.
Kumdan kalelerde, korunaklı şatolarda, ezberlenmiş labirentlerin ortasındaki dulda avlularda kurmayacağız Marksizmi. Bu yükümlülüğün kolay olmadığını, bu yollarda kaybolup gidebileceğimizi biliyoruz.
Marksizm, bir mücadele biriminde, anlamlı bir ezilen bölüğünün açığa çıkma ihtimali olan devrimci dinamiğini kapsamamışsa eksiklidir. Günümüzde Marksizm, çekildiği veya itildiği köşede küçücük bir kütleyle duruyor ve el-günün bunu Marksizm saymasını istiyor Marksistlerimiz! Bu kadere razı değiliz.
Marksizm, içinde bulunduğumuz mücadele biriminde, kendini gerçekleştirmek için kendinin dışına çıkmalıdır. Marksizme verili varlığı yetmez. Verili Marksizm kendi sınırlarını aşmadan başarılı olamaz, olamamıştır. Marksizm genişlemezse küçülecektir. Buradaki gayret, sınır ihlalinin yönünü ve niteliğini göstermeye ilişkindir.
*
Marksistiz… Bundan dolayı, bir tarihsel dönemde Kürt, Alevi, Hıristiyan, Ermeni, işçi, “ezilen” kadın, köylü, göçmen olmalıyız. Ezilenleri hareket halinde iken, harekete hazır halde iken yakalamalı; devrimci ezilenlerle özdeşleşmeliyiz. Ancak buradaki tarihsel koşul, ezileni, kendiliğinden ideolojisiyle birlikte hareket halindeyken kapsamaktır. Türkiye’de bu zamana kadar, ezilen, sosyalist saflara ideolojisinden soyundurularak kabul edildi. Dolayısıyla, “dışarıya çıkma” işlemi Marksizm tarafından değil, Marksizme gelen ezilen tarafından gerçekleştirilmiş oldu. Fakat bu sürecin her iki tarafa da hayrı olmadı.
Marksizm, Alevilerden önemli insan kaynağı temin etti. Ama Aleviler Marksist saflara Aleviliklerinden soyunma koşuluyla kabul edildiler. Nesnel karşılığı olduğu için Alevilik kendini çeşitli yollarla burada da gösterdi gerçi, ama amaç Marksizmin bu gelişmeye maruz kalması olmamalıydı. Tersine, Marksizm, bu dinamiği üstlenmeliydi. Süreç bugün Alevilerin Alevi olarak Marksizmin saflarını terk etmesi şeklinde işliyor.
Marksizm, özgülleşmesinin çok önemli bir karşılığı olacak Kürt mücadele bileşenini de kapsayamadı. Kürt dinamiği, öznesini bulmuş bir şekilde artık Marksizmi de içerme iddiası taşıyan bir başka inşa yolunda yürüyor. (Bu özgülleşmenin görünür gelecekte geriye dönüşü söz konusu olmadığından ve bu özne devrimci niteliklerini koruduğu ve yeniden-ürettiğinden, bu alana dönük pozitif konumlanma devre dışı olmak durumundadır.) Devlet, Kürt Özgürlük Hareketi ile ortak yanlar inşa etmiş bir Marksizmden “korkar, nefret eder”.
Geriye, büyük ve ayrışmamış bir kütle, içinde olduğumuz mücadele biriminin en geniş nüfus kesimini oluşturan Türk ve Sünni Müslümanlar kalıyor. Burada, Marksizmin kendi dışına çıkarak gerçekleşme sürecini İslamiyet özgülünde ele almak amaçlanıyor.
Sünni Müslüman ezilen kitleye dönük Marksist ilgi bazı önemli itirazlarla karşılaşacaktır: Bu kitle esas olarak işçi ve emekçilerden oluşan, dolayısıyla Sünni Müslüman olarak nitelenmesi gerekmeyen bir kitledir. İlişkilenme gerekirse, dininden ayırt edilerek ilişkilenilmelidir. Gerici bir dinsel inancın varlığı koşullarında bu kitle, gericiliğin önder güçlerinin hegemonyasından kurtulamaz. Üstelik, bu kitle ideolojik kimliğiyle ezilen değil ezen konumundadır.
İtirazlara karşı savunma geliştirilmeyecektir. Ancak, bu sorular üzerinden bir cevap olamayacağı ileri sürülecektir. Türkiye’de gerçeklik budur ve bu koşullarda hareket etmenin yollarını aramak gerekmektedir.
Söz konusu geniş yığının ideolojisiz olduğu bir moment yakalanamaz. Onları işçi ve emekçi halleriyle, ve hallerine “uygun” tepkilerle görmek nasip olmayacağa benziyor. Üstelik, bu, toplumsal gerçeğe bakışla ilgili bir soruna işaret ediyor.
Toplumsal madde, orada öylece fiziksel veya biyolojik olarak duran bir madde formu değil. Bu maddenin bileşenleri arasında ideoloji diye andığımız ve kendini anlamlandırma işlevi gören bir form da var. Biz, bu maddeye bu haliyle yaklaşmak durumundayız. Dolayısıyla maddeyi yalnızca fiziksel veya biyolojik formunu esas alarak ele almak değildir materyalizm, bu tersine-idealizmdir; madde idealizmi. Çünkü bir madde formunu ihmal etmekte, görmemekte, özgül ve onu ayırt eden biçimi es geçmektedir bu yaklaşım. Materyalizm, maddeyi bütün formlarıyla ve özgül ilişkileri bağlamında ele almaktır. Biz de, ezilen topluluk maddesini, potansiyel olarak taşıdığı, ideolojisi, dini falanla bir bütün olarak ele almanın bu bağlamda materyalizm ve dolayısıyla Marksizm olduğunu ileri sürüyoruz.
Yaygın Marksizm, işçi ve emekçileri bir “boş sayfa” olarak görmeyi çok istiyor; böylece o sayfayı en uygun şekilde dolduracak! Böyle kolay bir yol olmadığını tarihsel deneyimler yeterince gösterdi.
Ezilenlerle, bunlar işçi, Kürt, Alevi olabilir, bir “özne” haliyle karşı karşıya kalırız. Ezilenle ilişkimiz bu verili koşulda olmak durumundadır. Ezilenlerin, somut özneliklerinden soyunmuş nötr bir varoluşları söz konusu olamaz. Marksizm, ezileni, özel olarak ezilme nedeni ve ilişkisiyle öne çıkarmalıdır. Bu anlamda, örneğin, “ortak sınıf paydası” ezilenin öznelik niteliğine kayıtsızlıktır, ve cevabını almıştır ve alacaktır.
Türk ve Sünni Müslüman ezilenle ilişkinin başta iki sorunu vardır. Birincisi, öteki ezilenlerle aynı türdendir. O da bir tür “özne”dir ve karşımıza, kendisine bir öznelik bilinci vererek tamamlayacağımız bir nesne olarak çıkmayacaktır. İkincisi ise, öznelik halinin öteki öznelik hallerinden farklı olarak ezme-ezilme ilişkisinin ezen tarafında yer almasıdır. Sünni-Türk ezileni, bu ezen konumuyla mı karşımıza alacağız ilişki kurmak için? Bu durumda karşımızda öncelikle iki seçenek belirecektir. Bir: Fırsat bu fırsat deyip, ezileni Müslüman kimliğinden soymak ve onunla, zaten gerici ve üstelik ezenlik niteliği veren dinsel kimliğinden arındırarak ilişkilenmek. Onlara kalsa, halisane duyuş ve düşünüşle yapılacak en hayırlı iş, Müslüman ezilenleri geçirimsiz din-dilinin karartıcı ortamından çekip çıkarmak, kırk tas suyla arındırmak ve aklın aydınlığıyla kutsamaktır. Ezilenleri dinlerinden kurtarmak en hayırlı işlem gibi görünüyor bazı Marksistlere… İki: Türk ve Müslüman ezilenin, olanca ezme ilişkisinin öznesiyken, devrimcileşemeyeceği düşünülecek ve ilişkilenme, Kürt sorunu başta olmak üzere, sınıfsal olmayan ezilme ilişkilerinin bittiği bahara –çıkmaz aya!- ertelenecektir. Bu seçeneği reddetmek gayet zordur.
Üçüncü bir seçenek, Türk ve Müslüman ezilenle karşılaşmayı göze almaktır. Bunun çok zor olduğu ve başarılı bir örneği olmadığı doğru. Ancak, küçük işaretlerin varlığı bu yolu zorlamaya değer.
Türkiye’de devletin, yapısal olarak kâbusu olacak almaşık, Türk ve Sünni ezilenlerin içinde, yani rejimin dayanağının merkezinde devrimci bir mücadele dinamiğinin ortaya çıkmasıdır.
Şu durumda, İslamla ilgi, iki ayrı merkeze yöneltilecek yoğun ve kapsamlı bir akını zorunlu kılmaktadır. Bir yandan, devletin egemenliğinin toplumsal dayanağının merkezi olarak Müslüman kitleler, öte yanda, devletli İslamiyetin Kuran İslamını hapsettiği kaleye, hapsedileni çekip alma amaçlı yıkıcı saldırılar. Burada, ikinci işleme ilişkin çalışılmaktadır.
“Hangi adla çağırırsanız çağırın; O, hep birdir”[9]
Ezilenlerin devrimci kurtuluş davasını güdüyoruz. Ezenleri alaşağı edecek, bir devrimci geçiş dönemi yaşayacağız. Sınıfların ve ezilmenin olmadığı, doğayla kavganın bittiği bir toplumlar dünyası için mücadele ediyoruz. Davaya bizim verdiğimiz ad Marksizm. Ulaşamadığımız ve bize ulaşma yükümlülüğünde olmayan ezilen bölüklerinin yürüttükleri davayı her bir yerde farklı adlarla çağırması doğanın varlığı kadar doğal. Ayrıca, bulunduğumuz mücadele biriminde bizden ayrı yürüyen, ayrı bayrak altında toplanmış ezilen bölüklerinin ayrı duruşu da tarihsel olarak –iddiamız gereği- bizim sorumluluğumuzda.
Marksistler topluluğunun dışında, başka bir ideo-toplumsal evrende yer alan birtakım kesimlerin zaman zaman verdiği tepkilerle nesnel olarak –neredeyse- Marksist olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Adını Marksiste çıkarmış, hatta Marksizmin temsili koltuğuna oturmuş olan birtakımlarının da nesnel olarak Marksist olmadığı gibi…
Ezilenin devrimci potansiyel taşıdığı her yer ve zamanda politik Marksizm mümkündür ve olmalıdır. Öznel olarak Marksistler yoksa, “nesnel olarak Marksistler” vardır veya olmalıdır. “Nesnel olarak Marksistler” ile öznel olarak Marksistler arasındaki ayrım “sıfır” değildir; bir enerji açığı olacaktır. Fakat, “nesnel olarak Marksistler”e gitmek bilişsel Marksistlerin görevidir. Bu görev ifa edilmezse, ya her bir devrimci ezilen bölüğü kendi kaderiyle baş başa kalacak, ya da çok daha iyi ihtimalle, “nesnel olarak Marksistler”, bizi, “hangi adla çağırıyorlarsa” “o ad”ın bayrağının altına toplanmaya çağıracaktır.
*
Kendi devrimci öznesini yaratmamış ezilen topluluklarıyla bağlantı kurma zorunluluğu dolayısıyla Marksistiz. Bütün ezilenlerle ezilmişlik ilişkileri çerçevesinde bağ kurmalıyız. Bunun için ve bu nedenle Marksistiz. Ezileni, ezilme gerekçesi ve ortamında yakalamakla sorumluyuz.
Onu, örneğin Kürtleri, yakalayan bir özne varsa, bu ezilene ilişkin –bedeli kuşkusuz çok ağır olacak- esaslı bir karşı-iddiamız yoksa, onu öznesine bırakmakla mükellefiz. Bu özgüllükte Marksizm budur.
İslamın, ezenlerin aracı olmuş bu dinin büyük gövdesinde de, ezilenlerin gerçek varoluşunun çekip alınacağı ihtimalini görüyoruz. İslamın büyük gövdesindeki, etkisi büyük ama kendisi küçücük çatlaklarda karşılığımızı görüyoruz, bulacağız.
İslamiyet, içinde, henüz fiile çıkmamış bir ezilen devrimci dinamiğini barındırıyor. O halde, Marksistler olarak, bu yapının içine girmeli ve kendimizi orada var etmeliyiz. Bu kertede Müslümanız.
Bütün ezilmişlik durumları ve konumlarını yakalamakla mükellefiz. İslamın, bir ezilmişlik ilişkisini ideolojik olarak da barındırdığını ve karşı çıkışın bir boyutunun bu ideolojik bağlamdan üretilebileceğini görüyoruz. O halde, ezilenlerle birlikte Müslümanız.
İslamiyetin bize yabancı gelen sembolik dilini bir mücadele süreci içinde edineceğiz. Bu, karşılıklı bir etkileşim süreci olacak. Marksizm, bu alanda, yeni bir özgüllük olarak inşa edilecek, yapılandırılacaktır. Bu konuda bize, “İslamın Allah’ı” ile “Marksizmin Allah’ı tarihsel materyalizm”i bir cümlede anan Kıvılcımlı’nın eseri kılavuzluk edecek.[10]
Marksizm kendi bütünlüğünü, bütün ezilen ilişkilerini teorik olarak da yükümlenerek tamamlayacaktır.
3. Kuran’a Giriş: Önkoşullar
Marksizmin açık ve belirgin şekilde oluşturulmuş özgül bir din sorunsalı olduğu söylenemez. Esas olarak kurucu Marksistlerin dinsel gerçeği anlamak konusunda ortaya koyduğu eser izlenmekle birlikte, Aydınlanmanın sorunsalından ayrı bir oluşumun gerçekleşmediği değerlendirilmektedir. Bu, dinin sorunsalına girmeye kategorik olarak karşı bir anlayıştır. Öte yandan, dinin sorunsalına girmenin de, onu anlama ve açıklama, onun dinamiğiyle uyumlanmayı değil, ondan olmak gibi bir sonucu olabilmektedir. Marksizmin özgül din sorunsalı inşa edilmelidir. Bu anlamda Hikmet Kıvılcımlı’nın eserinin İslamın dünyasına giriş için temel nitelikte bir önkoşul olduğu söylenecektir. Öteki önkoşulları, ilkinin kapsamında olmakla birlikte, başlıklar halinde ele almaya çalışacağız.
a) Marksizmin Kuran tefsiri: Kıvılcımlı
Hikmet Kıvılcımlı’nın Kuran okuması Marksizm açısından çığır açıcıdır. Kıvılcımlı, Marksistlerin genel olarak takıldığı, ya öteki tarafa ya da beri tarafa düştüğü ideoloji (dinsel ideoloji!) eşiğini teorik bir hamleyle aşıyor ve İslamı Marksizmin kavram ve kategorileriyle ediniyor. Kuran’ın Türkçedeki ve muhtemelen dünyadaki ilk Marksist meal ve tefsirini Hikmet Kıvılcımlı yapmıştır. Bizi Kuran’ın içine Marksist olarak sokan ilk örneğin Kıvılcımlı’ya ait olduğu açıktır.
Kıvılcımlı’nın Kuran okumasının Marksizm bakımından tayin edici önemi, salt, Marksist kavram ve kategorileri kullanarak yapılan meal ve tefsir olması değildir. Kıvılcımlı’nın çalışması, Kuran’ın, tarihsel idealizme karşı, öznelciliğe prim vermeyen, tarihin zorunlu ve yasalı hareketini ortaya koyan, ve net bir materyalist nitelik gösteren bir değerlendirmesidir. Burada da kalmaz Kıvılcımlı. Kuran’ın da bu nitelikleri taşıdığını savunur. Allah, doğasal ve toplumsal determinizmin bir adıdır. Muhammed, tarihsel zorunluluğun taşıyıcı öznesidir. Materyalist yaklaşım Kuran’da materyalizm bulur. Nasıl, doğal tarihin hareketi Allah’ın ayetiyse, dile gelmesiyse, toplumsal tarihin hareketi de, 7. yüzyılda Muhammed aracılığıyla dile gelmiştir.
Kıvılcımlı, Marksistlerin Kuran’ı genellikle ancak idealist bir perspektiften olumlamasına karşıdır. Ona göre, bu Marksistler de genellikle özneci ve idealist olduklarından Kuran’ı ancak bu şekilde anlamaktadırlar. O halde, idealist yaklaşım da Kuran’da idealizm bulur.
Kıvılcımlı, Marksistler arasında yaygın Aydınlanmacı Kuran okumasını reddeder. Ateizm, laiklik, bilimsel ve teknolojik gelişme türünden Aydınlanmacı öncelikleri küçük görür.
Meseleyi bu şekilde aldığımızda Marksizmin İslamiyetin ta içine girmesine dönük hiçbir engel yok. Çünkü Marksizmin kendisi de, tarihin dile gelmesidir. Dile gelmenin konjonktürel pratik şekli devrimci politika, tarihsel şekli tarihsel materyalizm, felsefi şekli materyalizmdir. Bütün bunlara Peygamberin hareket tarzı, Allah’ın toplumu ve doğayı anlatması diyebilir.
Kıvılcımlı, bir etüd halindeki Allah Peygamber Kitap eseriyle, verili olarak Marksizme dışsal ve yabancı hatta düşman bir meseleyi, konuyu, nesneyi nasıl edinebileceğimize, nasıl içselleştirebileceğimize, Marksizme katkı olarak nasıl yaratabileceğimize ilişkin ufuk açıcı bir örnek sunmuştur. (Elbette, Kıvılcımlı’nın toplam eserinin de koca bir etüd olduğunu; ayrıştırmayı, kategorilendirilmeyi, tasnif edilmeyi, bizzat eserin sahibi tarafından yapılan istismar müdahalelerinden arındırılmayı, yeniden kurulmayı gerektiren bir niteliği olduğunu da unutmadan…)
Kıvılcımlı’nın Kuran okuması, bu çalışma boyunca, önde olmadığı hallerde bir arka fon olarak daima mevcuttur.
b) Sağduyu ideolojisi
Kuran’la ilgilenen her solcunun yaşayacağı herhalde ilk şey, akla, mantığa, sağduyuya aykırı fikir ve görüşlerle dolu, bir safsata kitabı olduğuna ilişkindir. Bu çağın insanının nasıl oluyor da bu saçmalık yığınına inanabildiğine akıl sır erdiremez çağdaş solcu.
Öte yandan, Kuran, günlük sağduyuya aykırı yönler barındırmaktadır. Günlük sağduyu bir yandan çoğunluğun duyu-düşünüşü, bir yandan “bön materyalizm” denilen bir ampirizmi işaret eder. Genel olarak Marksistler, bu iki öğeyi, bu iki öğenin içindeyken Kuran’a karşı kullanır. Bu, Kuran’la etkileşim kurmamanın en akla yatkın bahanesidir aynı zamanda.
Oysa, devrimci düşüncelerin kamu duyusuna Kuran’ın saçmalığından ve akıldışılığından daha az saçma ve akıldışı geldiğini sanmamalıdır devrimci düşünce sahipleri. Bu gerçeği, ilerlemeci modernist solcular gayet iyi bilir. Zaten, bu türden solculuk, bütün liberal evrenle devrimci düşüncelerin saçmalığını paylaşmaktadır.
Epeyce gevşek anlaşılmış bir Marksizmin ilerlemeci ve reformcu akımlarının sağduyuyu zorlamadığı ve ortalama bireye pekâlâ rasyonel bir seçim gelebileceği, buna karşılık, devrimci bir anlayışın, her türlü sağduyuya ve ortalama bireyin rasyonel seçimine pek aykırı ve karşıt geleceği, bu anlamda devrimcilik ile İslamın saçmalıkta rasyonel bireyin gözünden ayırt edilemeyeceğini söyleyeceğiz. Bir komünist devrimcinin, Marksizmdeki Aydınlanmacı rasyonel öğelere yaslanarak yapacağı İslam eleştirisinin de bu bakımdan teorik bir kıymeti yoktur.
Çoğunluğa, yeni ve devrimci her düşünce aşırı ve saçma gelir. Saçmalık, genel olarak Batılı kültür evrenindeki Marksistler tarafından, saçmalıklar arasında fark aramak şeklinde tezahür edebilecek olsa da, çoğunluk sağduyusunun –eşanlamda, egemen kültür ve ideolojinin- gözünde, saçmalıklar arasında ayrım yoktur.
Kıvılcımlı bu bağlamda şöyle der:
“Hâlâ ‘cennet’ ideali, ‘Allah’ ülküsüyle; inanılmaz bir imanla hayata muhalefete sarılan köylü uluslar-halklar ve yığınlar, tarafından savunuluşu resmi sosyalizmlerce, değme Marksistlerce ve laiklerce anlaşılmaz kalır… […]
“Ve Muhammed’in görünmeyen bir Allah ve Melekleriyle konuşması –vahiy alması-göğe çıkıp bütün Allah sistemini görmesi –peygamberleri tanıması- biraz laikleşmiş veya maddeciliğe ulaşmış beyinlere ‘saçmalık’ olarak görünür.”[11]
Anlatıldığına göre, kendini sorgulayan Yahudilere Muhammed, bulutların görevli melekler tarafından kamçıyla hareket ettirildiğini, gök gürültüsünün de meleklerin bulutlara bağırması olduğunu söylemiş.[12] Bu anlatımın, günümüz malumatı bakımından saçmalığı açık, ancak bu gibi örneklerin bile mecazi olduğu söylenebilir. Nitekim, Yahudiler de bu anlatımdan ikna olmuştur anlatıldığına göre… Yani, ortak bir simgeler ve mecazlar düzenine göre konuşuyor Muhammed. Günümüzde bu anlatılar üzerinden yapılacak açıklamalara “direnilecektir”. Çünkü, bu doğa olayları günlük ampirik algının konusu olmuştur… Ancak, Muhammed’in anlatımlarının salt günümüz değil, kendi zamanının genel duyusuna da aykırı ve saçma gelen yönleri bulunduğunu göz önüne almalıyız. Bu, ikili bir işleme mekanizmasıdır.
Anlatım her çağın simge düzeniyle olur. Bu anlaşılır. Ancak Muhammed’in, temel birtakım temalar bakımından içinde olduğu kendi çağının simge düzeninin de dışında olabilen bir anlatım yeğlediği görülür.
Kuran’ın baştan sona, ilk dönemlerde daha yoğun olmak üzere ama hiç eksilmeden izlediği temalardan birinin, “inananlar”ı, bu sözlerin hikmetine, Muhammed’in aklına ikna etmeye çalışmak olduğu görülüyor.
Kuran, insanların ancak azlığının ikna olacağını ve inanacağını da belirtir, ama buna rağmen ısrarını sürdürür. Çoğunluk zaten inanmayacaktır. (Ra’d: 1)
Mekke ve Medine Araplarının çoğu için de Kuran, günlük sağduyuya aykırı birçok öğe barındırmaktadır. Kuran izlendiğinde, zamanında Muhammed’in tebliğine yapılan itirazların bugünkü görüş ve kanaatlerle önemli ölçüde örtüştüğü görülür.
İçinde olduğumuz çağın ortak dilini, simgeler düzenini, kültürünü tümden reddedemeyiz. Muhammed de öyleydi ve bir yandan Mekke Araplarının dinsel inanışlarıyla kendi çağrısı arasında birtakım bağlantılar kuruyordu, bir yandan da yeni bir “kapalı havza” oluşturmaya çalışıyordu.
Muhammed, peygamberliğinin başından itibaren sağduyunun rasyonel tepkisiyle karşılaşmaya başladı.
Önce onun, henüz daha ikinci sure sırasında, cinlerce çarpıldığı, gizli güçlerce kullanıldığı, delirdiği söylenmiş: “Sen cinlerle konuşan değilsin. […] Hanginizi gizli güçler kullanıyormuş?” (Kalem: 2 ve 6) Yedinci Tekvir Suresinde de “cin çarpma” iddiası ele alınır: “Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.” (Tekvir: 21) Bu iddia sürer gider: “Seni dinledikleri zaman ne maksatla dinlediklerini ve birbirleriyle fısıldaşırlarken de o zalimlerin; ‘Siz ancak büyülenmiş bir adamın peşinden gidiyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliyoruz.” (İsra: 47)
Dördüncü surede, Muhammed’in yılgınlığa düştüğü bir zamanda, inanmayanlar, Kuran’ın anlatımıyla, ayetlerin “eskiden beri söylenip duran göz boyayıcı laflardan başka bir şey [olmadığını], bu[nların] bir insan sözü[nden] başkası” olmadığını söylediler. (Müddessir: 16-30)
“Arkadaşınız ne şaşırdı ne de aldatıldı. / Ne de kendi heva ve hevesinden konuşuyor.” (Necm: 2-3)
“Üstelik inkâr edenler: ‘Bu yalnızca kendisinin uydurup düzdüğü bir yalandır. Bu konuda başkalarından yardım alıyor’ diyorlar. Bunların yaptığı apaçık haksızlık ve yalancılıktır. / Yine diyorlar ki: ‘Bunlar eskilerin masalları, onları yazdırtmış, sabah akşam kendisine okunup duruyor.’ “ (Furkan: 4 ve 5)
Sağduyulu Mekkelilerin konuşmasını aktarıyor Kuran: “Yine kâfirler diyorlar ki; ‘Kur’an peygambere bir defada toptan indirilmeli değil miydi?’ Oysa biz Kur’an’ı olaylar oldukça safha safha indirdik ki kalbine iyice yerleşsin.” (Furkan: 32)
“Yine: ‘Bu nasıl peygamber ki yemek yiyor, çarşı pazar dolaşıyor? Onunla beraber uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi?” (Furkan: 7) “Veya ona bir hazine verilseydi yahut bağı bahçesi olsa da bol keseden yeseydi’ diyorlar. Yine o nankörler, ‘Siz yalnız büyülenmiş bir adamın peşinden gidiyorsunuz’ demekten geri durmuyorlar.” (Furkan: 8) “Diyorlar ki; ‘Yerden bir pınar fışkırtmadıkça, / Hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bahçe yapıp aralarından çaylar akıtmadıkça, / Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşürmedikçe veya Allah’ı ve melekleri karşımıza açıkça getirmedikçe, / Altından bir evin olmadıkça ya da gökyüzüne çıkıp oradan bize özel bir mektup getirmedikçe sana inanmayacağız.’ Peki, söyle onlara; ‘Rabbimin şanı yücedir. Ben sadece bir insan, sadece bir peygamberim.’ ” (İsra: 90-93)
“Seni görünce; ‘Allah, peygamber olarak bunu mu göndermiş?’ diye alay ediyorlar.” (Furkan: 41)
“Soruyorlar; ‘Biz kemik yığını haline gelip toz toprak olduktan sonra yeniden yaratılıp diriltileceğiz, öyle mi?’ ” (İsra: 49)
Görüldüğü gibi, İslamı, bugünün rasyonalitesi ve apaçık gerçeklerle eleştirdiğini sananlara ilk cevap bizzat Kuran’dan geliyor. Muhammed’in peygamberliğini ilan ettiği zaman da benzer ya da aynı itirazlar, aynı tarz ve şekilde dile getirilmiş. Sağduyunun akıllı itirazlarını Peygamber karşılayamamış ve sadece herkes gibi bir insan olduğunu söyleyebilmiş.
Zamanın egemenleri, bu nasıl bir Allah’mış ki, kendine inananlar zavallı bir ömür sürüyor, inananlarını nasıl oluyor da korumuyor, diyormuş; Kuran’dan öğreniyoruz. Muhammed’in buna cevabı ikili: Bir yandan, Allah’ın inananlarını, sevgili kullarını bu-dünyada sınamaya aldığını söylüyor. Diğer yandan, öte-dünyada inananlara mutlu ve iyi bir yaşam müjdeliyor ve inanmayanlara azap duyurusu yapıyor. Ama sağduyuyu tatmin edemiyor hiçbir zaman…
Sağduyunun aklı, sağduyusal akıl, ne şehadet savaşçısı ve mücahit arayan Muhammed’i ne de devrimciyi anlar. Bütün bunları “saçma” bulur.
Batılı rasyonalizmle tıkabasa dolu bir Marksist için, “Kuran’daki saçmalıkları”, hurafeleri ve buna bu çağda inananları anlamak mümkün değildir. Hele bu inananlar aynı zamanda devletle şu ya da bu şekilde iç içe ise, bir Marksistin eleştirisi için durum mükemmeldir! “Kıçını diken” inananların bu davranışına sadece tahammül edilebilir ama bu bir de devlete ibadet gibi duruyorsa Marksistin kendini zorlamasına hiç gerek kalmamıştır!
Marksistler, eğer önce liberal evrenli sonra Marksist dünyalı değillerse, eğer ancak liberalizmin büyük evreninin varlığında varlıklarını bulacaklarına kanaat getirmemişlerse, eğer devrim ve devrimcilik gibi sağduyuya aykırı görüşleri savunmaya devam ediyorlarsa, Müslümanlarla aralarındaki bu ideolojik ama aşması hakikaten zor olan engeli aşmalıdırlar.
Günlük hayatta bir devrimin olacağına, “ayakların baş olacağına”, ve sonunda komünizme ulaşılacağına kim inanır?
Biz Marksistler, bir boyutuyla, işte aynı günlük hayat duyusuyla, Allah’ın olduğuna inanmıyoruz. Allah, içinde olunduğunda var olan, dışındayken de olmayan bir dünyanın simgesidir. Devrim ve komünizm de öyle. (Ama “normal zamanlar” için geçerli bu önermeler. Devrim zamanı nasıl herkes devrimci olursa, Müslümanların zaferinde de herkes Allahçı olur. Mekke’nin fethinden sonra gelen son sure: “İnsanların Allah’ın dinine kitleler halinde girdiklerini gördüğün zaman…” (Nasr: 2)
Ortaya koyduğumuz bakış açısından, devrime ilişkin saçma inanışlar olduğu gibi, Allah’a ilişkin de saçma inanışlar var. Biz ne berikine inanacağız, ne de ötekine, ama “saçma” devrim fikrine inanmayı sürdüreceğiz.
Vurgulamalı; Aydınlanmacılığın akıllı bireyini temel alan bir Marksizmin bu engeli aşması teorik olarak olanaksızdır.
*
Bugünün bilimsel ve teknolojik gelişme koşullarını ileri sürerek, günüyle böbürlenerek Allah’ın var olamayacağını ileri sürenlere, 7. yüzyılın “ilkel” koşullarında ve karanlığın ortasındaki cahil Mekkelilerin bile gördüğü bir şeyi görmenizi söylemenin hiçbir ayrıcalığı yok demek gerekiyor.
Marksist veya devrimci olmak, bugünün toplumlarında tamamen irrasyonel, sağduyuya aykırı ve dezavantajlı bir “seçim”dir. Marksistlere getirilen eleştirilerin rasyonalitesini kim reddedebilir! Kuran’ın “saçmalığı” ile ömrü türlü sıkıntılarla geçmiş bir devrimcinin içinde bulunduğu “saçmalık” arasında bir tartı işlemi yapmaya gerek var mı?
Marksist öncelikle, Muhammed’i bugünden, bugünün “ileri” ve “Aydınlanmış”, hurafelerden kurtulmuş, ve tarihsel materyalizm tarafından aydınlatılmış çağından, sadece bu çağdan olmak bakımından, eleştirme ayrıcalığını yitirmiştir. Zamanının akıllı insanları da eleştirmekteydi Muhammed’i… O zamanın aklıyla bu zamanın aklı arasında kategorik bir ayrımın olmadığı bizatihi Kuran’ın aktardığı tepkilerden anlaşılıyor. Günlük maddi sağduyu, “materyalist” sağduyu karşı çıkmakta Muhammed’in hikâyesine ve onu gerçekçi bulmamaktaydı. Ama Muhammed, bütün bunlara karşın, inananlarını artırdı, onları şehit olmaya ikna etti ve sonunda, çağına egemen olan bir ideolojinin kurucusu oldu; başardı! Aynı şekilde, 19. yüzyılın ezilenlerinin bir kesimine yeni bir ideoloji kuran Marksizm de, kendine bel bağlayanların hiç de akıllı olmadığını, geçici başarısının akıbeti ardından gösterdi! Oysa, ta Marx zamanında, bu yolun yol olmadığını söyleyen niceleri vardı. Bugün Kürt Hareketinin ideolojik/kültürel dünyasını eleştirenlerin dediği gibi…
Demek; İslama kaba ya da inceltilmiş bir rasyonaliteyle bakarak, kendi ayağımıza taş indirmiş olacağız.
c) Dogma bahanesi
Dışındaki “laik” dünyada, Kuran’ın, Tanrı sözü kabul edildiği için değiştirilemez ve tartışılamaz bir dogma olduğu ve bu nedenle onunla herhangi bir iletişimin olanaksız olduğu söylenir. Laik solcular dindarlarla iletişim zahmetinden dogma bahanesiyle kurtulmaya çalışır.
İslami kesimlerin de Kuran’la ilişkilerini muhatapları karşısında bir avantaj haline getirme aracı olarak bu görüşü yaygın olarak kullandığı görülür. Kuran, değiştirilemez ve tartışılamaz hükümler içermektedir ve Müslümanlar, öteki herkesin “kul sözü”ne karşılık, Allah sözü ile teçhizatlanmışlardır. Buna da Müslümanların Kuran istismarı diyebiliriz.
Kuran’a ilişkin her iki taraftan bu algıyı reddediyoruz.
Müslüman olmayan biri, Kuran’ın tanrısal ilhamla değil, çağının toplumsal bilincinden doğduğuna inanır.[13] Bu anlayış kendini, Kuran’ın bu “giz”ini bildiği üzerinden avantajlı hisseder.
Bu avantaj, Kuran’i insanların, Kuran’ın ancak “tarihsel dolayım”la edinilebileceği görüşüyle iptal olur. Kuran, bu görüşe göre, yine Allah sözüdür, metafiziktir. Fakat, insanlar tarafından ancak tarihselleştirilmiş bir formda anlaşılma konusu olur. Nitekim, çağının Hicaz insanına salt Arapça inmemiştir; aynı zamanda, Mekke ve Medine bölgesi toplumunun kültürel evrenine, telakki dünyasına, toplumsal ayrımına, o kültürün, o telakkinin, o sınıfsal kompozisyonun diliyle inmiştir. Yani ikinci kez Arapça…
Dolayısıyla Kuran, tarihsel olarak, “çağının toplumsal bilincinden doğmuştur”.
Hal böyleyken, doktrinerlikte karşılarına aldıkları İslamcılardan geri kalmayacak sosyalistlerin İslam meselesinden, Kuran’ın hükümlerinin değiştirilemez ve tartışılamaz olduğunu bahane ederek kurtulacaklarını sanmalarının, sadece dogmatik Aydınlanma öğrencilerinin tutumunun belirtisi olması bakımından bir anlam ve önemi bulunmaktadır.
Kuran, tarihselliği bizzat ve bilinçli bir şekilde içermektedir. Ayetlerin somut koşullara göre indirildiği, Müslümanların karşılaştığı sorunlara çözümler ve yaklaşım tarzları vazettiği tekrar tekrar hatırlatılır. “Kur’an’ı hayatın içinden seslenerek, insanlar sorun yaşadıkça cevaplar vererek, bölüm bölüm indirdik.” (İsra: 106)
Kuran’ın kendisinde bazı açıklamaların açıklamaları bulunmaktadır. Bazı konuların zaman içinde dönüşen ele alınışı farklı ayetlerde izlenmektedir.
Kuran, bizzat Allah tarafından değiştirilip dönüştürülen veya anlayışa göre, geçersiz kılınan (nesh edilen) ayetler içermektedir.[14] Yani, Allah somut şartların somut tahlilini yapmakta ve yeni duruma göre yeni ayet indirmektedir. Metafizik ilke, yani ezeli ve ebedi gören olarak Allah, metafizik gerçeklerin dile geldiği kitabında, tarihselleştirmeler yapmaktadır! Bize, fani insanlara, Kuran’ı tarihselleştirmek için bahaneleri, fırsatları bizzat Allah vermektedir: “Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimizde…” (Nahl: 101) “Biz, bir mesajı yenilemek ister veya yürürlükten kaldırırsak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.” (Bakara: 106)
Eliaçık, alkollü içki ve fuhuşla ilgili birçok ayet bulunan Kuran’ın, bir sonraki ayetle bir öncekini nesh etmediğini, her bir yeni koşula ilişkin yeni tavırlar getirildiğini, dolayısıyla benzer koşullarda ilgili ayet hükmünün uygulanması gerektiğini ileri sürer.[15] Bu konulardaki ayetlerin sonuncusunun öncekileri geçersiz kıldığını savunanlar olduğu gibi, her bir ayette başka bir şey kast edildiğini ileri sürenlerin de olduğunu kaydediyor Eliaçık’a göre, “Kuran’da nesh olduğunu ileri sürerek kimi ayetlerini anlamsız, boşlukta, karşılığı olmayan (batıl) hale getirmek de mümkün değildir”.[16] Yani Eliaçık, bir anlamda, Kuran’da belli bir zamanda ve belli gerekçelerle yapılan müdahaleleri de metafizik alana havale edebileceğimizi ve nesh olunmuş ayetlerin nesh olunma süreçlerini ontolojik anlamamız gerektiğini, ama sürecin sonunda yani Kuran’ın bütününde, nesh olunanların da epistemolojik geçerlik kazanacağını savunur.
Kuran’da açıkça Allah, metafizik varlığını paranteze almakta ve ontolojik bir mantıkla ve ontolojiden “konuşmak”tadır. Metafizik Allah’ın bir ayet yerine “daha iyisi”ni koyması, bu niteliğe mantıken aykırıdır.
Kuran, Muhammed’in eseridir; ama ontolojik anlam ve boyutta. Kuran’a göre, Allah’ın ontolojik bir varlık olmadığını –en azından öteki kitaplı dinlerle kıyaslandığında- biliyoruz. Ontolojik olarak Allah yoktur!
Tarihsel ayetler
Kuran’da bir kez bazı ayetlerin “tarihsel”, yani belirli tarihsel koşullarda geçerli olduğunu kabul ederseniz, onun dogmatik İslami veya dogmatik Marksist anlaşılışını iptal etmiş olursunuz. Kuran, kendi sözüyle tarihsel olan ve olmayan ayetlerini ayırmadıysa, bu işlemi de “tarihsel” insanlar, yani her bir konjonktürün içindeki özneler gayet öznel olarak yapacaktır demektir. Kaldı ki, Kuran’ın bu tarihselleştirme işleminin kendisi bile yeni bir tarihselleştirme ile metafizik alana havale edilebilmektedir.
Bu durumda, tarihsel olan ayetleri tarih-dışı bir şekilde her zaman ve her yerde geçerli kabul eden biri ile, vehmettiği tarihsel ayetleri bir yana bırakıp tarih-aşırı ayetleri geniş zamanlı kabul eden birinin işlemi arasında “ilkede” bir fark yoktur. Her ikisi de, Kuran’da tarihsel olan ve olmayan ayetler olduğunu kabul etmektedir. Sorun hangi ayetlerin tarihsel, hangilerinin tarih-aşırı olduğudur. Acaba burada kalınabilir mi?
Hayır; sorun burada kalmayacaktır, kalmamıştır… İslam toplumlarında Kuran baştan beri, bizzat Muhammed zamanında olanları bir yana, ilk bilinen örnek olarak Halife Ömer’in işlemiyle, tarihsel yoruma tabi tutulmuştur. Ömer, hırsızın elinin kesilmesini hükmeden bir ayeti (Maide: 38), içinde olunan koşulları gerekçe göstererek farklı uygulamıştır. Bu konuda, devletli İslam tarihinde hayli zengin ve ayrıntılı bir kültür vardır. Kuran ayetleri artık, iktidarların teorisyenlerince sonu gelmez yorumlara tabi tutulacak ve Kuran, bir perdenin gerisine itilecektir.
Fakat ilkede beliren bir sorun vardır burada. Tarihsel olan ayetlerde tarihsel-olmayan, tarihsel-olmayan ayetlerde tarihsel bazı öğeler, temalar, içerikler, imalar da var mıdır? İşte bu durumda işler tümüyle, kategorik olarak karışacaktır.
Yani artık, tarihsel belirlenmişliğiyle “fani insan” olanca azametiyle devrededir. Bu işlemin, bir Marksistin herhangi bir Marksist metne yaptığı, yapması gereken işlemden hiçbir farkı bulunmamaktadır.
Kuran’ın Arapça olan dili ile Mekkelileri ve çevresindekileri başlangıç için esas alması (Enam: 92 ve Şura: 7), ve birden bire ve tam olarak değil, yirmi üç sene boyunca “indirilmesi” onun ontolojik boyutunun başlangıç koşuludur. Ayetlerin yirmi üç sene boyunca somut duruma somut yanıt olarak inmesi, bu metnin tarihsel niteliğini gösteren bir temadır.
Kuran, indirilme anıyla birlikte “insan müdahalesi” sürecine girmiştir. Ancak herhalde Kuran’a dönük esaslı ilk müdahale, Halife Osman zamanında toplanması, nüzul sırası gözetilmeksizin ve söylendiğine göre, surelerde yer alan bazı ayetlerin de karışmasıyla sıralanarak kesin ve son haline getirilmesidir. Bu işlem, Kuran’ın metafizik “tarih”ini allak bullak etmiştir.
Kuran, hiçbir zaman ve hiçbir an, kendilik olarak ve kendinden insanlara bildirimde bulunmaz. Her zaman ve her an, taşıyıcıları insan bireyleri olan somut durumlar aracılığıyla bildirir. Fakat tüm bunları “yapacak”, daha doğrusu bunlar üzerinde tartışacak olan, içinde bulundukları konjonktürün taşıyıcı ve sözcüsü, oyuncusu olan insan bireyleridir. Halife Ali’nin şöyle dediği kaydedilir: “Kur’an, iki yaprak arasına yazılmış, dil ile konuşmayan bir kitaptır. Ona bir tercüman gerek. Onu söyleyenler yalnız insanlardır.”
Kuran’a bir başka kategorik insan müdahalesi “hadis”ler yoluyla olmuştur. Buna göre, Peygamberin sözleri derleniyor ve ayetler, hadisler ışığında yorumlanıyordu. Ama bu konuda hakikaten “çok ileri” gidilmiş ve “emin olunan hadis”le çelişen ayetin geçersiz olacağı bile görüş altına alınmıştır. Zira, yine Kuran’daki bir ayetin yorumuna göre, Peygamber’in sözleri Allah’ın sözleridir ve dolayısıyla Allah’ın Kuran’a girmeyen sözleri de Muhammed’in konuşmalarında mevcuttur. O halde, anlaşılmayan bir husus olduğunda, külliyatlı miktardaki hadislerin birine başvurulur ve olay çözümlenir!
Uydurma hadislerin ortalığı sardığı bir İslam dünyasında bunun nelere yol açacağı düşünülsün. Ortalıkta İslam adına duranın “doktriner” anlamda Kuran ile ilgili olması gerekmeyen bir ritüeller toplamı ve bir yönetim/gelenek tarzı olduğu saptanabilecektir.
Söylendiğine göre, iki yüz bin hadis derlenmiştir ve bunun on bin civarındaki bir kısmının güvenilir olduğu kabul görmüştür. Bu sayının yüksekliği ve çeşitli mezheplerin ve iktidarların müdahilliği, meselenin toplumsal-ideolojik boyutunu göz önüne sermeye yetecek nitelikte olsa gerektir: Artık peygamber sözü uydurulmaktadır!
*
İslamın ana akımının bile, ayetleri yorumlarken nüzul ortamını, yani ayetlerin indiği dönemin koşullarını dikkate almak gereği ile Kuran’ın bütünlüğünü dikkate almak gereğini kabul ettiği ve ama buradan çıkardığı sonuçları bu kez neredeyse yoruma kapadığı görülmektedir. Yani dogma olan Kuran değil, egemen İslamın Kuran yorumudur.
Kuran’ın hükümleri kendiliklerinden insan toplumlarına uygulanmıyor. Burada artık kesin bir metafizik kesinti vardır. Metafizik hüküm, bu haliyle ontolojik alana geçmemekte, insanların anlayış, değerlendirme, yorumlarıyla “geçmekte”dir. İnsanlar (bunlar peygamber de değiller), kendi değerlendirmeleriyle ve “akıllarıyla” (yani kalben değil zihnen) bir şeyin Kuran’ın bütünlüğüne uyup uymadığını kontrol edecek ve bu konuda Kuran’a uygun görüş bildirecek! Böyle bir işlemin, kategorik olarak Kuran’i olduğu nasıl iddia edilebilir? Yapılan tamamen ve kategorik olarak, ontolojik bir işlemdir.
Müslümanlara göre İncil beşerileşmiştir. Ancak Kuran’ın beşeri-olmayan kendi-için niteliği hiçbir zaman bu haliyle beşeriyetin içinde devreye girmemektedir. Her zaman bir insan aracılığı gerekmektedir. O halde, beşerileşen İncil ile ilahi Kuran arasında ontolojik düzlemde yani insanların onları ayrı ayrı edinme süreçleri arasında kategorik bir fark yoktur. İlahi Kuran da aynı İncil gibi, insani bir süreçle, başında ve sonunda tarihsel insanın olduğu bir süreçle edinilmektedir ancak. Başka bir yol olduğu anlayışı, ancak bu anlayışı ve Kuran’ı kendinde hükmüyle anladığını söyleyen iddia sahibinin Allah’ın sözünün anlatıcısı olduğunu, peygamber olduğunu iddia etmesi anlamına gelecektir.
Bu-dünyada, her şey bu-dünyalık işler olarak olup bitmektedir. İslamda bu anlayışa karşı Müslümanlar vardır, tıpkı Marksizmde bu anlayışa Marksizm bakımından karşı olan, yani Marksizmin tarih-aşırı hükümlerinin Marksistlere ontolojik düzlemde nüzul olduğu anlayışında olan Marksistler olduğu gibi…
*
Bir başka meseleyi de, Kuran’ın hükümleriyle bireyin içine yöneldiği ve başka bir dolayıma gerek olmadığı anlayışı oluşturmaktadır. (Buradan, İslamda Hıristiyanlıktan farklı olarak ruhbana yer olmadığı savunulur. Oysa, basit bir tarihselliktir sözü edilen. Hıristiyan Avrupa ülkelerinde Kilise, tarihsel nedenlerle yerel politik iktidarlardan ayrı örgütlenebilmiş, ama İslam dünyasındaki güçlü merkezi devletler, İran bir ölçüde dışında olmak üzere, ulemanın ancak kısmen özerk olmasına izin vermişlerdir. Yani ayrım hiçbir şekilde dinsel “doktrin”e ilişkin değil, sadece tarihseldir.)
Kuran hakikaten bazılarının savunduğu gibi “fıtrata konuşuyor”sa, Marksizm de işçi fıtratına konuşuyor nasılsa, bir bireyci İslam anlayışını Marksizm için işçici bir Marksizm anlayışını savunmak dışında bir yolunuz olamaz. Bu durumda, bir İslam hakimiyeti anlayışı da savunamazsınız. Çünkü fıtrata konuşan Kuran, zaten tarih ve zaman-mekandan münezzeh olarak insan bireylere, Allah’ın kullarına ulaşmaktadır ve ben ya da bir parti, kim oluyor da Allah’ın veya kitabının yerine geçip, bağımsız ve özgür insan bireylere bir şey deme hakkına sahip olsun!
*
Kuran, kendi başına, bizatihi metafizik bir “varlık” olarak alınabilir. Ancak, bu varlığın bir kez kendi dışına ulaşmaya yönelmesi, insanlarca alımlanmaya başlaması söz konusu olmaya görsün, artık metafizik biter, ontoloji başlar: “Ben de sizin gibi bir insanım.”
Kuran’ın metafizik önermelerini, gerçek kişilerin veya akımların (Müslümanların) epistemolojik doğruluk ve tamlıkla edinmelerini sağlayan bir yol yoktur. Kuran, her zaman ve hep, tarihsel bir yol ile taşıyıcılarına ulaşır. Tarihsel yol ile metafizik yol arasında bir bağlantı halkası da, ne metafizik ne de ontolojik olarak, yoktur. Muhammed’in peygamber olarak statüsü bile, bizzat kendisince her zaman gayet sınırlı bir rol olarak konulmuştur. Yani, Muhammed’in metafizik alan ile ontolojik alan arasında epeyce sınırlı bir halka olduğu İslam inancı gereği gerçektir. Ama Muhammed’in ölümüyle bu halka ortadan kalkmıştır.
Hiçbir ontolojik varlık hiçbir metafizik niteliği metafizik niteliğini koruyarak tanılayamaz. “İşte bu!” dediğinde, o momentte, metafizik ontolojik oluverir. Metafizik nitelik, varlığı ancak etkileriyle duyulabilen bir özellik arz eder.
Dolayısıyla Allah sözü olarak Kuran da, bizatihi nüzul koşulları dahil, ancak etkileriyle anlaşılabilen bir Allah sözü mertebesindedir. Her söz, ontolojik bir ortamda, ontolojik bir dille ve ontolojik ihtiyaçlara ilişkin nüzul olmuştur. Metafizik boyut varken ontolojik boyut yoktur, öteki varken beriki yoktur.
Şu halde, “teorik olarak tam İslam”, hiçbir zaman “tarihsel olarak tam İslam” olamaz. Veya, “teorik tamlık” hiçbir zaman “tarihsel tamlık”ın koşulu olamaz.
Bu durumda, Kuran’ın bir dogmalar yığını olduğuna ilişkin kaba görüşün bir hükmü bulunmamaktadır.
d) Ateizm
İslamın ateizmi ve Marksizmin teizmi
Marksizm ile İslamiyet arasındaki geçişsizliği doğuran bir başka temel etmen, Marksizme ateizmin, İslama teizmin yakıştırılmasıdır.
Anlayışa göre, bir Marksistin, materyalist veya bilimsel biri olarak, Allah’ın varlığına inanması söz konusu olamayacağına göre, Kuran’ı tartışmak baştan olanaksızlaşmaktadır!
Sorunu aşmak için bir tersine çevirme işlemi önerilecektir: Bazı düzlemlerde, İslamın aslında teist değil ateist olduğu, Marksizmin ise teist olduğu…
Felsefede idealizmin zorunlu olarak teizm, materyalizmin ise ateizmle bağdaşık olduğuna ilişkin “yaygın” anlayışı kabul etmek için bir neden bulunmuyor. İdealizm ile teizm, ve materyalizm ile ateizm arasında kurulan pozitif ilişkiyi reddediyoruz. Benzer şekilde, ezenlerin idealist, ezilenlerin materyalist olduğuna ilişkin yaygın kanaatin de gerçeği yansıtmadığını söylemeli.
Gözden kaçırılamaz birer anlaşılışı bağlamında, Kuran ve Marksizm müştereken, metafizik/epistemolojik düzlemde ‘teist ve materyalist’, ontolojik düzleme ilişkin ‘ateist ve materyalist’, politik düşmana karşı ‘ateist’ ve politik dava (ideolojik) olarak ‘teist’tir.
İslamın isyan olarak ateizmi
İslam tarihe ateist bir şiarla çıktı: “La ilahe…”
İlk Hıristiyanlar gibi ilk Müslümanlar da, “Biz atalarımızı bir din üzere bulduk. Onları izleyeceğiz” (Zuhruf: 22 ve 23)[17] diyen Mekke egemenleri tarafından ateizmle suçlandı. Çünkü “ateizm daima geçerli tanrısallık kavramının”, aynı anlamda verili iktidar ilişkilerinin “inkârı olmuştur”.[18]
Eğer, Arapların inanışlarında zaten mevcut ilahlardan biri olarak Allah inancının kabulü, Mekke’deki yerleşik egemenlik ilişkilerine zarar verecek olmasaydı, genel bir sorun olmazdı. “La ilahe illallah”ın anlamı ilahlar arasında Allah’tan başkasını tanımamak iken, somut karşılığı “ululemr”i tanımamaktı. Bu-dünyada tabi olunacak hiçbir otorite yoktu. Bugün ortaya çıkacak bir devrimci İslamın da aynı tepkiyle karşılaşacağı açık değil mi?
Kuran’ın materyalist teizmi
Kuran, Allah’ın varlığını materyalist argümanlarla ortaya koyuyor. Teist bir materyalizmin örneğini veriyor. Kuran’da Allah, varlığını ispat için mucizeler talep edenlere karşı, kuşları uçurmasındaki mucizeden (Nahl: 79), dünyanın varlığı olarak mucizeden söz eder. Ama bir türlü, İsa’ya atfedilenlere benzer bir mucize göstermez. Kuran’da mucize, materyalizmin, doğanın öznesizliğinin kendisidir. “Mucize, ‘aciz bırakan şey’ demektir.”[19] Allah dışında özneliğe heves eden hiçbir varlık olamaz; her şey acizdir, her şey, maddenin Allah tarafından vazedilen yasalarına tabidir.
Kuran’da, mucize isteyenlere, Kuran’ın kendisinden başka bir mucize beklememeleri, peygamberin tamamen bir insan olduğu anlatılır. (İsra: 88-95) Medine’ye hicretin ikinci yılına tarihli Bakara Suresinde, “Eğer kulumuza indirdiğimizden şüpheleniyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin de görelim” (Bakara: 23) deniyor. Devam ediyor aynı anlayış: “Bilgisizce, ‘Allah bizimle doğrudan konuşsa veya bize bir mucize gelse’ diyorlar. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle demişlerdi. Kalpleri hep birbirine benziyor. Gerçekten aradıkları kesin bilgi ise, ayetler apaçık ortadadır!” (Bakara: 118)
Buralarda, görüldüğü gibi, herhangi bir sağduyusal, bu bağlamda ontolojik kanıt yoktur. Varlığın kanıtı varlık, varlığın belirtisi varoluştur. Kuran’ın en büyük mucizesinin bizatihi kendisi olduğu görüşü kadar kategorik nitelikte metafizik ilke bulunamaz. Kanıtı yine kendisi! Başka bir kanıt arayışı, ontolojik alana müracaat, kesin olarak yasaklanmaktadır.[20]
*
Kuran’ın materyalist manifestosu şu ayetlerdedir: “Göklerin ve yerin mülkü O’na aittir. Çocuk edinmemiştir. Mülkiyetinde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış ve yarattığı her şeyin doğasını ve kapasitesini belirlemiştir.” (Furkan: 2) Bu ayetin bir başka mealine başvurmak yararlı olacak: “… her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan O’dur.”[21]
“O Rabbin ki her şeyin doğasını belirledi, yürüyeceği yolu gösterdi.” (A’la: 3) “O ki (bütün mevcudatın) tabiatını belirlemekte ve onu (hedefine doğru) yöneltmektedir.”[22]
Kuran’da Allah, ontolojik tekçidir; her türlü çifte veya çoklu ontolojiyi reddeder: Evren sadece ona aittir ve evren, canlısı cansızı veya doğası toplumuyla tek bir yasaya, onun iradesine indirgenebilir. Ama o, evrenin kendisi, özü değildir, evrenden ayrı, ondan başka (metafizik) bir varlıktır. Ontolojik alemden ayrı bir metafizik varlık alemi vardır: Epistemolojik düalizm. Metafizik varlık, varlığını herhangi bir şekilde evrene uzatmamıştır: Çocuk, eş, peygamber veya başka bir kanalla, maddi evrende dolaylı ya da dolaysız, yer almaz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu şiddetle reddedilir. Allah’ın ontolojik bir niteliği, uç vermesi, yansıması olduğu şeklindeki her türlü yaklaşım reddedilir. Peygamberin, öteki her insan bireyi gibi bir insan olduğunu ısrarla söyler Kuran, yani Peygambere Allah’ın herhangi bir özelliği geçmemiştir. Kuran defalarca, Allah’ın mucizesinin, insanların kültürel mucize algısına aykırı gelen “normal” doğal oluşun kendisi olduğunu vurgular. Ama, “Aklını kullan ve gör mucizeyi!”, der Kuran.
Evrenin, eş deyişle maddenin bütün formlarının tabi olduğu yasalar ve zorunluluklar vardır. Her şeyin belirlenmiş bir doğası vardır. Kıvılcımlı, Allah’ın “Doğa’nın ve Toplum’un gidiş kanunları” olduğunu söyler.[23]
Allah, maddi ve toplumsal dünya ile kendisi arasında metafizik bir kopukluk olduğunu ve toplumsal varlığın determine olmasını determine ettiğini söylüyor:
“Senden hemen şimdi azap istiyorlar. Eğer belirlenmiş bir süre olmasaydı azap onlara çoktan gelmişti.” (Ankebut: 53) “Bu sebeple, ‘Ne zamanmış bu söz, eğer doğru söylüyorsanız gününü söyleyin!’ diyorlar. / Cevap ver: ‘Size söz verilen öyle bir gündür ki vakti zamanı geldiğinde bir dakika bile ne gecikir, ne de öne alınır.’ “ (Sebe: 29-30, Mekki) “Eğer Allah tarafından ‘belirli bir vakte kadar’ şeklinde bir söz geçmemiş olsaydı aralarında verilen hüküm mutlaka yerine getirilir ve iş bitirilirdi.” (Şura: 14. Mekki)
Kuran’da Allah, ontolojik düzlemde herhangi bir özgür iradenin (öznenin) olmamaklığı üzerinden anlaşılacak bir varlıktır. Ontolojik düzlemde Allah yoktur! Allah, ontolojik düzlemde sadece belirtileri, işaretleri yoluyla “vardır”. (Bu, aynı zamanda, özne-nesne özdeşliğine dayalı panteizmi de reddeden bir argümandır.)
Kuran’da –felsefi alandayız-, özne, metafizik düzlemde veya epistemolojik düzlemde, sembolik olarak ifade edilmiş bir varlık olarak Allah’tır. Kendisinin bu-dünya dışındaki varlığı ve bu-dünyasal varoluşun kendisi tarafından vazedilmiş yasalılığı dışında hiçbir muziceye yer vermemesi, Kuran’ın ontolojik materyalizminin kanıtı niteliğindedir.
Kuran’da Allah, bir tür “nesnel idealizm”, bazen “mutlak idealizm”, ve giderek bir tür “materyalizm” bağlamında varlıklanmaktadır. Belirtildiği gibi, Kuran’da Allah, bir “belirti” ve bir “simge” olarak vardır.[24] Zaten “ayet” terimi, belirti, simge olarak karşılıklanmaktadır. Allah hakkında ancak doğadaki veya toplumdaki “işaretlerden” bir şeyler sezebiliriz. Onun varlığı ile ancak “mesel”ler yardımıyla imgeler oluşturabiliriz.[25]
Kuran’da, Allah’ın varlığını maddi varlıklar türünden anlamak, Allah’ın otoritesinde maddi varlıklara yer vermek, tamamen ve açık olarak Allah’a ortak koşmak olarak nitelenir. Allah, Kuran’da insanların anlayamadığı bir varlık olarak görülür. “Sana ruhtan soruyorlar. Onlara söyle: ‘Ruh Rabbimin işidir. Bu konuda size pek az bilgi verilmiştir.’ ” (İsra: 85) Eliaçık, bu ayetin vahyin nasıl olduğuna ilişkin rivayet edildiğini aktarır. Buna rağmen, tamamen ideolojik tarihsel koşullar nedeniyle, Kuran’da Allah’ın, çok sayıda adı türünden, davranış ve duyuşu bakımından, insani kategoriler çerçevesinde anlatıldığını da belirtmek gerekir.
Bu çalışmada izlenen Marksizm anlayışı da, doğanın (toplumu da doğadan sayarak) hareketinin ve varoluşunun determinist bir büyük ilkeye göre olduğunu savunur. Bunun, “homo-lojik” zamanlardaki (Aydınlanmayla birlikte) ideolojik karşılığı “teizm”dir. Çünkü, teistler gibi, tarihi, insanın iradesi ve bilinciyle yaptığını kabul etmemektedir. (Ancak, teistleri “tutarlı teistler” olarak belirginleştirmek gerekir. Çünkü, Marksizm alanında olduğu gibi teoriyle ilgili Müslümanlar arasında da, toplumsal varlığın insanın özgür iradesine tabi bir alan olduğu anlayışını savunanlar bulunmaktadır.) Bu alandaki “bilişsel ateistler” ise gerçekte “bilmeden teistler”dir. Bunların Tanrısı, Tanrı’nın niteliklerini kuşanmış insanın kendisidir. Ontolojik düzlemin, bu düzlemin içindeki Tanrı-insanın iradesine kısmen (çifte ontoloji) veya tam (pür idealist ontoloji) tabi olduğunu savunurlar.
Vahyî materyalizm: Doğaya ve Muhammed’e bildirim
“Rabbin arıya da şöyle vahyetti: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve insanların kuracakları kovanlarda kendine yuva kur.’ ” (Nahl: 68)
Eliaçık şöyle anlatıyor vahyi: “Yukarıdaki ayette Allah’ın bal arısına vahyetmesi, arının yaptığı bilinen tabii ve fıtri işleri ‘Rabbinin yolunda yürümek’ olarak tarif etmesi vahiy olayının ne olduğunu anlamamız için son derece önemlidir. Öyle görünüyor ki, tüm böcek, hayvan ve her kımıldayan canlı, Kur’an’ın vahiy dediği içgüdüsel bir güç taşır. Böylece, […] içgüdü, insanda akıl, vicdan, gönül, yürek ve zihin ile aynı kategoriye konulmuş olur. […] Demek ki vahiy insanın vicdan, akıl, gönül, yürek ve zihin kapasitesinin tümünün birden ‘taşması’ sonucu ortaya çıkıyor. […] Bu durumda, ‘arı bal yaptı’ dememizle ‘Allah bal verdi’ dememizin aynı şey olması gibi, ‘vahiy peygamberin vicdanından taştı’ demekle ‘Allah peygambere vahiy gönderdi’ demek bir ve aynı şey olur. Yani peygamberlik bir yüzüyle tümden kesbi [Sonradan edinilmiş], öteki yüzüyle tümden vehbidir [Allah vergisi]. Bu ikisi aynı anda (hemdem, senkronik) olmaktadır.”[26]
“Kuran, kendilerine bilgi verilenlerin içlerine işleyen, söze dayalı apaçık ayetlerdir.” (Ankebut: 49) Bu ayetin de farklı mealleri var. Ancak burada, ayetin nesnel bir süreçle sözü edilen kimselerin içinden taştığı anlatılıyor. Tıpkı bal arısının vahye uygun ayetini okuması gibi… Kıvılcımlı, peygamberlerin, çağlarının tarihsel determinizmini sezinlemiş kişiler olduğunu söylüyordu. Ona göre, vahiy, içinde olunulan toplumsal yapının zorunlu hareket yasalarına uygun hareket etmekti.
Vahiy, bu anlamıyla, aslında sadece canlıların değil, tüm maddenin, evrenin hareketi olarak anlaşılmak gerekecektir. Nitekim, Yusuf Suresinin 105. ayetinde, “göklerde ve yerde nice ayetler” olduğu söyleniyor. Maddenin bütün formlarıyla hareketinin Allah’ın vahyi olarak anlaşılması, Kuran’ın “tercüme” edilmesi bakımından tayin edici bir olanak sunmaktadır. Burada panteistik yani Allah ile maddeyi özdeşleştirme şeklinde değil, dışsal bir “ilişki”den söz etmek uygun görünüyor. Madde olarak evren Allah’la ‘özdeş’ değildir, madde Allah’ın yani metafizik / epistemolojik düzlemin varlığının ‘dışsal’ belirtisi, işaretidir…
Allah’ın toplumlarla ilişkisi şöyle anlatılır: “Allah, insanoğluyla ancak vahyederek konuşur veya perde gerisinden veya elçi göndererek konuşur.” (Şura: 51) Eliaçık’ın bu ayeti yorumu çok önemli kategorik bir yeniliktir. Ona göre, Allah insanoğluyla üç şekilde ilişki kurar. Allah, “1- Genellikle yeryüzünün doğu/Hint bölgesinde, insanoğluyla ilham, sezgi, mistik hissediş yoluyla konuşmuştur. 2- Genelllikle batı/Avrupa bölgesinde eşyanın diliyle, perde gerisinden konuşmuştur. 3- Genellikle Ortadoğuda ortaya çıkan elçiler / peygamberler aracılığıyla dilediğini vahyederek konuşmuştur. Her üç konuşma da ‘bölünmez bütünlük’ olan Allah’ın zatı, sıfatları ve fiilleriyle ilişkiye geçmek demektir. Bunlar şu anlama gelir: 1- Kalbe ilham, Allah’ın Rahman, Rahim, Vedud, Latif vb. sıfatlarının tecellisini kalbinde hissederek o yönde yoğunlaşma (vecd) ve Allah’tan yeryüzüne yayılan bu fuzuyatı vicdanında bulmak demektir. 2- Allah’ın davranış tarzı demek olan evrenin fiziki işleyişi ile ilişkiye geçmek Allah ile perde gerisinden konuşmak demektir. 3- Bir iç aydınlanma sonucu, Allah’ın elçilerini kendi ruhani dünyasında algılamak da Allah’ın zatı ile ilişkiye geçmek ve O’ndan elçisi aracılığı ile vahiy almak olur. Şu halde mistiğin, bilim adamının ve peygamberin konuştuğu kaynak aslında aynı kaynaktır. Bunlar farklı kaynaktan geliyormuş gibi görünebilirler fakat hepsinin de ilişkiye geçtiği, aslında ‘bölünmez bütünlüğün’ bir parçasından başka bir şey değildir.”[27]
Böylece Kuran’ın ulaştıkları dışında bir Müslümanlık tarif edilmiş olmaktadır. Hatta, bu tefsire göre, Marksizm de kendini bir vahiy türünün öznesi sayabilir. O halde, Marksizmin İslamiyetle karşılaşacağı boyutlar salt Kurani boyutlar, veya salt Müslüman toplumlar coğrafyası olmayacaktır. Nasıl dünyanın herhangi bir yerinde “nesnel bir Marksizm”den bahsedilebilirse, “nesnel bir İslam”dan da bahsedilebilecektir.
“Afyon din” veya “afyon laiklik”e karşı ateizm
Ateizm ve teizm meselesi, esas olarak ontolojik bir tartışma, Tanrının ontolojik varlığı veya yokluğu tartışması olarak yürümüştür.
Laikler, meseleyi, ontolojik alanda Tanrı veya Tanrısallığın (somut adres olarak Batıda Kilise’nin) iradesinin mi, yoksa, bilimin veya bilimselliğin (somut adres olarak Batıda Kiliseyle mücadele ederek onun ideolojik ve politik hegemonyasını kırmış bulunan iktidar) iradesinin mi tanınacağı üzerine bina etmişlerdir. Laikler için, bu-dünyadaki iktidara tabi olunduktan sonra öte-dünyanın Tanrısına inanıp inanmamakta sonsuz özgürdür vicdanlar! Önkoşul, bu-dünyanın iktidarına tabi olmaktır (yani tapınmaktır). Laikler, geniş yığınlara, (metafizik) Tanrı’na inanabilirsin, ama Firavuna tap, demişlerdir.
Laiklerle dinsel iktidar yanlılarını birleştiren husus da buydu her zaman. Onlar için de, uzun Ortaçağ zamanlarında aynı ilke geçerliydi: (Metafizik) Tanrı’ya inan ya da inanma, ama –ontolojik olarak- dünyadaki iktidara tap! Bu tarihsel koşullarda, Kıvılcımlı’nın vukufla belirttiği gibi, Allah, padişah, Firavun, Nemrut veya Tiran; Allah’ın cehennemi hapishaneler, Melekleri devlet yetkilileri oldu.[28]
Din ile ilgiyi Aydınlanmanın argümanı çerçevesinde kurduklarında, karşılarında gerici ve “afyon din” bulan Marksistlerin genel olarak ateist olması anlaşılacaktır. (Marksizmin tarihi boyunca karakteristik niteliğinin Tanrı’yla değil Firavunla kavga olduğunu unutmamalıyız.) Ama sorun, Marksistlerin bu çerçeveyi ilke düzeyinde neden kabul edecekleridir. Çünkü bu çerçevenin tarihsel zemini çok kısa bir sürede kayıp gitmiş ve Marksistlerin elinde “laiklik ilkesi” kalmıştır.
Hakim dinsellikte bir Marksistin ateist olması anlaşılırdı. Ama Marksistlerin, –devrim yıllarında İran dışında- hiçbir yerde dolaysızca hakim dinsellikle mücadele etmediği, daha çok, gerici dinsellikle ittifak halindeki Aydınlanmacı egemenlerle mücadele yürüttüğü göz önüne alındığında, dar anlamda dine yönelen bir ateizmin boşluğa düşürücü niteliği açık hale gelecektir. Ama dinselliğin Marksistler değil burjuvazinin devrimcileri tarafından geriletildiği bir ortamda bir Marksistin burjuvazinin tarihini ilke düzeyine çıkararak kabullenmesine gerek yoktu. Bu durumda, Marksist, “afyon din”e karşı ateist olmuştu, ama “afyon laiklik”in Tanrısını tanımamayı düşünmüyordu!
İslam, hakim dine karşı ateist olarak başladığı tarihsel yolculuğunu bugüne esas çizgisiyle “afyon din” olarak getirmiş ve “afyon laiklik”in geriye itme çabasına karşı reaksiyoner bir tutumla “afyon din”e sığınmayı seçen bir tutum sergilemişti esas olarak. Devrimci veya devrimci yönelimli bir İslamın, “afyon laiklik”e “afyon din”in dışına çıkarak mücadele yürütmesi girişimi kaydedilmemişti. Hakim laiklikte de, İslamın devrimcileşmeye meyilli kesimleri, karşılarında “afyon laiklik” bulmuş ve “afyon din” ile hesaplaşamamıştır. (İslamın, Marksizmin aksine, Firavunla kavgayı karakteristiği yapamadığını gözden kaçırmamak gerekir.)
Halbuki, Marksizmin ve İslamın devrimci kesimlerinin “afyon din”in ve “afyon laiklik”in Firavununa ve “ilah”ına birlikte karşı çıkmaları ve burada bir “ateizm” geliştirmeleri gerekecekti.
“Tanrı düşüncesi”, “her zaman ezilen sınıfların ellerini ve ayaklarını ezenlerin tanrısallığına inanç ile bağladı”.[29] “Akıllı insan” düşüncesi de her zaman ezilenleri ezenlerin ideolojisine rasyonel biçimli bir inanç ile bağladı. Şimdi mesele, bu iki tür Tanrı’ya başkaldırmaktır.
Dava olarak teizm
Marksizmle İslamiyet, inananlarının izinde gideceği bir büyük “kutsal dava”nın varlığı anlamında müştereken “teist”tir. Armstrong’a göre, Kuran’da Allah düşüncesi “Marksist ülküye oldukça yakın” bir anlama sahiptir.[30] Ali Şeriati şöyle diyor: “Sosyal konulardan bahseden tüm ayetlerde Allah ve insan (itikadi değil) sosyal yönden birbirlerinin yerine geçerler.”[31]
Devrimci bir İslam bakımından, ezilenlerin devrimci kurtuluş davasının adıdır Allah. Bu bağlamda Allah, ontolojik bir maddiyat kazanmaktadır, kazanmalıdır. Çünkü, “ezilmiş ve dışlanmışlar”ın birlikte hareket etmesi için, kendilerini sorumlu duyacakları bir ortak simgeye hayati ihtiyaçları olacaktır. Bir ortak kutsal simge olmadan ezilenlerin kendilerine fiilen zarar veren bir mücadele sürecini omuzlaması mümkün değildir. Nasıl Muhammed, Mekke yıllarında onca çile ve işkenceye, ilk Müslümanları ancak Allah’ın varlığına ve ortak davaya inandırarak sevk edebildiyse, devrimci topluluklar da ancak ortak bir ideolojik bayrak altında kendilerine amaç birliği sağlayabiliyorlar. Bu ortak davanın adı, içinde bulunduğumuz toplumlarda Allah olarak yükselecekse bundan kaçınmamalıyız. Devrimci olmayan din ve ideolojilerin, yani mensuplarından şehitlik ve adanma beklemeyen “çıkar” örgütlenmelerinin, bu bağlamda ateist olması anlaşılacaktır.
Biz, kutsalını yitirmeyen bir dünyada yaşamalıyız. Askerlerimiz paralı asker, görevlilerimiz maaşlı profesyonel, militanlarımız kapıkulu olursa bizden bir gelecek vaadi beklenemez. Böyle bir dünya için kimse “maddi karşılıksız” ölmez.
4. İdeoloji Olarak Din
“Soluk almak için” din
Din diye anılagelen “yapı”lar, iki yüzyıldan beri kullanılan bir terimin kapsamında ele alınacaktır. Dinler birer ideoloji türü ya da formudur. (Ya da, yaklaşıma göre, ideolojiler birer din formu.) Bu anlamda, ne dinler ile ideolojiler arasında herhangi bir kategorik ayrım yapmaya dayanan yaklaşımları kabul etmek gerekecektir, ne de dinleri bir tarihsel çağa sabitlemek…
Dinler, başka birtakım ideolojiler gibi, kapsayıcı ideolojilerdendir. Marksizmi bu türden ideolojilerin bir örneği olarak anlayabiliriz.
İdeoloji ya da din, Althusser’in dediği gibi, “tarihin olumsal bir uru ya da sapması değildir: Toplumların tarihsel yaşamının temel bir yapısıdır”.[32] “İdeoloji, mevcut haliyle, her toplumsal tümlüğün organik anlamda parçasıdır. […] İnsan toplumları, sanki soluk almaları için, tarihsel yaşamları için kaçınılmaz element ve atmosfermiş gibi ideoloji salgılarlar. Yalnızca ideolojik bir dünya kavrayışı, ideolojisiz toplumlar hayal edebilir ve ideolojinin (yoksa tarihsel biçimlerinden birinin değil) hiç iz bırakmadan yok olduğu, yerini bilimin aldığı bir dünyaya dair olan ütopik düşünceyi öne sürebilir. Bu ütopya, örneğin, özünde ideoloji olan ahlakın yerini bilimin alabileceği ya da baştan sona bilimsel olabileceği; ya da dinin bilim tarafından ortadan kaldırılacağı, bir anlamda dinin yerini bilimin alacağı; sanatın bilgiyle kaynaşabileceği ya da ‘gündelik yaşam’ halini alacağı türünden fikirlerin ilkesidir.”[33]
Althusser, dinlerle ideolojileri ayırmıyor ve dinleri ideolojinin bir türü olarak tanımlıyor. Kıvılcımlı’nın değerlendirmesiyle, dinde ve ideolojide, “toplumsal ve kişisel düşünce mekanizmamız aynı prosenin devamıdır”.[34]
Din ile ideolojiyi ayırmak Aydınlanmacı ideolojinin ayırt edici tutumudur ve Aydınlanmacılıkta bu ayrım temel bir yere sahiptir. Ama Aydınlanmacılığın, toplumsal mücadeleleri, devrimleri ve teknolojik gelişmeleri istismar ederek yaptığı bir “kelime oyunu”nu bozduktan, bu oyunda oynamayı reddettikten sonra, perspektifi bütün tarihi kapsayacak tarzda genişletmek mümkün hale geliyor. Marksizmin yeri, Aydınlanmacılığın geniş eteğinin altı değil, toplumlar tarihiyle kendi başına karşılaşacağı başka bir yerdir ve bu yerde, dinler, Aydınlanmacılığın ve alt-ideolojilerinin tıkıştırdığı yerden çıkarılmalıdır. İslamiyet, Marksizmin bu yeni tarih perspektifinin uzanımlarında yer almakta ve bu engin dinamikten Marksizme dönüşler, yankılar gerçekleşmektedir.
Kurucu ve geliştirici Marksistlerin bıraktığı eser, dinler konusunda sorunsuz olmamakla birlikte, günümüz Marksizminin ufku için temel gereçlere sahiptir. Dine atfedilen herhalde her nitelik ideolojiye de atfedilmiş olabiliyor. Engels’e göre “kendisini harekete geçiren gerçek itici güçler ideoloji için bilinmez kalır, aksi takdirde ideolojik bir süreç olmazdı”. Engels’in buradaki örneğinin, McLellan, “İnsanların kendi doğaları ve kendilerini çevreleyen dış doğa hakkındaki yanlış, ilkel kavrayışları” dediği dinden alınmış” olduğunu söyler.[35] Marx-Engels’te, ideoloji ve din çoğu yerde olumsuzlanarak aynı kategoriden sayılmaktadır.
Marx ve Engels’teki olumsuz gönderimli ideoloji anlayışının Lenin’de bir Marksist ideoloji düşüncesi olarak dönüştüğünü görürüz. Ama burada da ideolojiyi bir doktrin olarak görmekten sakınmak ve “daha geniş” bir ideoloji anlayışı tutturmak gerekir. Lenin’de, McLellan’a göre, “Düşünceler, ideolojik oldukları için değil, yalnızca hizmet edecekleri sınıf çıkarları açısından geçerli ya da geçersizdirler”.[36] Yani, dinler ya da başka fikirler, dinsel falan oldukları için değil, düşmana ait oldukları için geçersiz, bize ait oldukları için geçerlidir. Böyle olunca, bir Marksistin, “Marksizm’in dinle uyuşmazlığı ve bağdaşmazlığı açık ve kesindir”[37] demesi boşa düşmüş olacaktır.
Althusser’in eserinde bulunan teorik unsurların edinilmesiyle, artık günümüz Marksistleri, Marksizmi, dinler ve İslamiyet karşısında bir Aydınlanma çocuğu olmak dışında kimliklendirecek ve bir Aydınlanmacı reformist ideolojinin kısıtlarına karşı Aydınlanma-öncesi dinsel ideolojinin kapsayıcılığına benzer bir tarzda, din/ideoloji olarak konumlandırmanın olanaklarını gündeme alabilecektir.
“Kendine özgü mantığı ve kesinliği olan”, “imgeler ve mitler”den oluşan bir “temsil sistemi” olan[38] ideolojilerin ortadan kalkmayacağı şeklindeki Althusseryen önermeyi izlemek uygundur. Bu, ideolojinin çeşitli formlarının ortadan kalkmayacağı anlamına gelmez. Örneğin, dinlerin, bir ideoloji formu olarak feodal dönemlerde katılaşmış formlarının ortadan kalkmasının, bu ideoloji formlarının tümden ortadan kalkabileceği sanısına yol açması gibi… Yani formun bir formu ortadan kalkabilir, ama ne bir form olarak kendisinin ne de kendisinin dayanağının ortadan kalkacağı anlamına gelir bu.
Bu ayrımda, “geleneksel din”e atfedilen, “bireylerin günlük yaşamdaki karşılıklı ilişkileri ve öte dünyaya ait bir boyutun kutsallığı üzerinde yoğunlaş”ma ile, ideolojiye atfedilen, “laikleştirilmiş evreni, kendini görünüşte bilime ve usa karşı haklılaştırıcı başvurularla meşruluk bulan bu-dünyasal dönüşümlerin kamusal projeleriyle ilgili” olduğu kabul edilmeyecektir.[39] Bu anlamda, ne dinler ve öteki mitsel düşünüş örnekleri, “toplumsal dünyaya aşkın verili bir çerçeve oluştururlar”, ne de ideolojilerin, “kendi öz toplumlarımızın zahmetli araştırmalarından çıkarılmış kendi öz yaratımlarımız” olduğu kabul edilir.[40] Bu ayrımı, din ve ideolojiyi ayıran bir husus olarak almanın işlevli ve gerçekçi olmadığını söyleyebiliriz. Zira, dine atfedilenler, pekala 19 ve 20. yüzyılların “laik” ideolojileri tarafından edinilmiş, ve tersi, ideolojiye atfettikleri de dinler tarafından edinilmiştir.
Öyleyse, din ile ideolojiyi hurafe ile bilim, soyut ile somut, uhrevi ile dünyevi gibi ikilikler üzerinden kategorize etmeye direnmek gerekmektedir. Çünkü bu ayrımın üzerinde yükseldiği bina tamamen Aydınlanmanın Kiliseye karşı mücadelesinin tarihiyle doludur.
Din ve Marksizmin kutsallığı
Din ile Marksizmin veya bir başka Aydınlanma-sonrası ideolojinin ayrımına ilişkin öne sürülen en önde gelen başlığın uhrevilik veya kutsallık boyutu olduğu söylene gelmektedir. Buradaki ayrımı, başka eksenlerde değil, devrimcilik ile reformculuk ekseni üzerinde kurmanın yerinde olduğu savunulacaktır. Devrimci (ve karşı-devrimci) her fikir, kutsallaştırmaya ihtiyaç duyar. Devrimciliği yani şiddet-politikayı politik varlığının temeline oturtan Marksizmin, “şehitlik” dahil, zorluk ve meşakkate katlanmayı sağlamak bakımından, dinlerden hiçbir fark yoktur. Hiçbir dava, kutsalı olmadan taşıyıcılarını zorluklarını üstlenmeye çağıramaz.
Rusya’da Bolşeviklerle Menşeviklerin arasında ortaya çıkan partiye üyelik ölçütleri tartışmasının “dinsel” olmadığı ileri sürülebilir mi? Eğer, dinsel olmayan –aynı anlama gelmek üzere, ideo-politik örgüsü gevşek- bir partiden söz edilecekse, tam da Menşeviklerin savunduğu görüş geçerli olmalıydı. Lenin havariler arıyordu; Martov akıllı veya romantik taraftarlar.
Marksizm, devrimci bir ideoloji olarak dünyanın geri kalanına kısa denebilecek bir sürede yayıldı. Bu yıllarda, devrimcilik bakımından Marksizmle boy ölçüşme iddiasındaki hiçbir akımın ömrü fazla olamadı, dünyanın o zamanlar sömürge veya yarı-sömürge ülkelerinde ortaya çıkan birçok hareketin yerel ideolojik, aynı anlamda dinsel öğeler barındırırken, kendilerini Marksist anlamında “komünist” olarak nitelediği ve Marksizmin tarihsel-doğallıkla, bu ülkelerin kültürüyle iç içe geçtiği ilginç örnekler ortaya çıktı. Bolşevizm, Avrupa’nın en az Avrupalı, dolayısıyla en çok Rus veya Asyalı ya da köylü “Marksist” akımıydı. Devrimin başarısından sonra, Avrupa’nın uygar kültürü, sosyalistlerini de içererek, Bolşevizmi Rusya’nın Asyalı (“İskit”) kökenlerine gönderdi.
19. yüzyılın son ve 20. yüzyılın önemli bir bölümünde toplumların ezilenlerinin karşısına Marksizmden başka güçlü ve toparlayıcı bir din veya ideoloji çıkmadı. Bunların her biri, kudretlendiği ve ciddiye alınabilecek ölçüde olduğu kadarıyla kendi evrenleriyle Marksizmin tarihsel Batı kaynaklarını sentezleyerek ortaya çıktılar. Ekim Devriminden sonra, “İnançları ve dünya devriminin Moskova’daki karargâhına kayıtsız şartsız bağlılıkları, komünistlere, kendilerini (sosyolojik olarak belirtmek gerekirse) bir mezhep olarak değil evrensel bir kilisenin parçaları olarak görme yeteneği kazandırdı.”[41]
Eleştirerek edineceğimiz bu tarihin ardından bugün Marksizmin yeniden bir “kutsallaştırma süreci” yaşaması gerekiyor. Devrimci ideolojilerin çağı kapanmadıysa ve Kürt Hareketi bu türden bir kutsallaştırmayı kendi özgülünde yaratabilmişse, Türkiye’de Marksizmin de bu sürece girmesi gerekiyor.
İdeolojisiz hiçbir toplum olmaz ve ideoloji, ne bilimsel biçimlere sahiptir ne de bilime bağlıdır. İdeoloji, Marksizm gibi “düşünülmüş” örneklerinde bile “derinden bilinçdışıdır”.[42] O halde, Marksizmimizde, bilinçdışı için bir yer bırakalım. Marksizmin bilinçdışından da geçtiğini, bu alanda da Marksizm olması gerektiğini kabul edelim. Marksist tarzımız, içinde bulunduğumuz mücadele biriminin ezilenlerinin bilinçdışıyla akım sağlayacak bir açık bıraksın “bilinçli” olarak! Eğer, ezilenlerin devrimci davası bakımından, nesnel koşulları varsa, dinselliğin nesnelliği varsın bize de ulaşsın. Din bir tür ideoloji olarak bilinçaltında işliyorsa, varsın bizim bilinçaltımız da bu egemenliğe girsin.
İslamın son din ve peygamberinin son peygamber olduğu görüşü, “kutsallaştırma süreci”nin günümüze kalmayacağı veya hiç olmazsa biçim ya da tarz değiştireceği görüşünü güçlendirici bir işlev görüyor. Ancak, bu sürecin biteceği ile değişerek süreceği argümanının temel farkları gözden kaçırılmamalıdır. Aydınlanmayla / modernleşmeyle darbe alan, soyut olarak “kutsallaştırma süreci” değil, bu sürecin bir biçimi olmalıdır. Bu anlamda, “Hz. Muhammed ile antik peygamberlikler bitmiştir. Ama Modern Sosyal Devrimlerle birlikte peygamber adını almasalar da bir çeşit modern peygamberlikler dönemi açılmıştır.”[43] İdeoloji varlığını sürdürdükçe kutsallaştırma bitmeyecektir. O halde, günümüzde, “antik” denebilecek kutsallaştırma süreciyle “modern” kutsallaştırma süreci bir yandan yan yana gidiyor, bir yandan da, modern süreç, antik olanla bileşim oluşturarak varlığını sürdürüyor. Yapılması lazım gelen, kutsallaştırma sürecinin iç kesintilerine odaklanarak, varlığını bu kesintilerin birine bağlamaktan kaçınmak ve kutsallaştırma sürecinin varlığını olabildiğince geniş bir tarihsel açıdan karşılayabilmektir. Marksizm, kendini, kutsallaştırma sürecinin bir aşamasına, her türlü kutsallığın sona erdiği şeklinde tanımlayan bir aşamasına bağlamıştır genellikle. Bu sınırın dışına çıkmalı, dışına çıktığımız aşamayı da kapsayan büyük bir kutsallaştırma dinamiğinde konumlanmalıyız.
Din veya ideolojinin işlevi
Dinlerle ideolojinin Aydınlanmacı ayrımı, devrim davası güden bir yapıyı, zorunlu olarak dinler tarafına itecektir. Taraftarlarına günlük “azıklar” veremeyecek her oluşumun dinselleşmeye, bu ayrım bağlamında eşdeyişle, kutsallığa ihtiyacı vardır: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar yaşıyor ama siz farkında değilsiniz.” (Bakara: 154) Ardından, mücadelenin zorluklarına katlanma gücü telkin edilir: “Çaresiz sizi korku, açlık, mallar, canlar ve kazançlarınızı kaybetme ile sınayacağız. Güçlüklere göğüs gerenleri müjdele.” (Bakara 155)
Müjde, bugünde verilmekte ama bugünle verilmemektedir. Muhammed için bu, şehitlerin ve inananların ödüllendirileceği cennettir. Türlü sıkıntılara katlanan inananlar, cennetin en yüce katı olan “Firdevs”le müjdelenmiştir. (Mü’minun: 11) Din ile ideolojinin ayrımının kurulduğu yaklaşımlarda Marksizme uygun olan ideoloji değil, Gramsci’nin dediği gibi, “[K]ollektif bir istenç uyandırmak ve örgütlemek üzere, dağınık bir halk üzerinde etkili olan somut bir imgeleme yetisinin yaratılması olarak” dindir. Bu bağlamda, ideoloji, soğukkanlı, pozitivist, politik olarak liberalizme eğilimli bir topluluğun davranış ve duyuş manzumesidir. Marksizme gereken ideoloji, insanları militanlar olarak sevk ve idare etmeye kudretlenecek nitelikte, “insan yığınlarını ‘örgütler’, insanların üzerinde harekete geçecekleri, durumlarının bilincine erecekleri, savaşacakları zemini hazırlar” nitelikte[44] olmalıdır, yani dinselleşmelidir.
Din ya da ideoloji, insani varlıkları birer toplumsal özne yani –inandıklarına teslim olan- müminler olarak kuran ve bu özneleri, belirli bir somut toplumdaki egemen üretim ilişkilerine ya da ona direnen toplumsal ilişkilere bağlayan yaşanmakta olan ilişkilerin yeniden üretilmesini sağlayan anlamlandırma pratiklerini düzenlemenin belirli bir yoludur.[45] Her ideolojinin işlevi, “somut bireyleri özne haline getirmesi”dir.[46] “Özne’nin [Tanrı’nın, Dava’nın] emirlerine özgürce boyun eğsin, yani kendi tabiyetinin eylem ve hareketlerini ‘tek başına tamamlasın’ diye birey, özgür özne olarak çağrılır.”[47]
Bir önermenin ideolojik veya dinsel olduğunu nasıl anlarız? Maddi gerçekle lafzının içeriği arasında, ampirik duyuya aykırı gelen bir açıklık ve boşluk kalıyorsa bu önerme ideolojik demektir. Ampirik sonuçlara bağlanan önermeler ideolojik/dinsel değildir.
Marx-Engels’in Manifesto’daki sözleri, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin; zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok!”, Eaglaton’un dikkat çektiği gibi, bir anlamda açıkça yanlıştır; işçilerin mücadeleye giriştiklerinde kaybedecekleri hayatları vardır![48]
Aynı şekilde, Muhammed’in dile getirdiği ayetler, sağduyuya açıkça aykırı unsurlar ihtiva ediyor ve Mekkelilerin çoğunluğu bu yüzden karşı çıkıyorlardı. Ve ayetler bu yüzden dinseldi! Kuran, bu-dünyada çile çeken inananlara cennet vaat ediyordu, bu-dünyanın rahatlığını küçümseyerek…
“İki adım atarsan, çukura düşersin” diyen bir öğüt, ideolojik veya dinsel olamaz, herhangi bir “artık” içermiyor çünkü. Bu önerme kendi tümlüğünü ampirik olarak kurmaktadır ve ideolojiye ihtiyaç duymamaktadır. Ama eğer bu önermeyi, “iki adım ötendeki çukura düşmelisin, çünkü…” şeklinde değiştirirsek, ideoloji içinden konuşuyoruzdur. Burada, düşmenin getireceği pratik sorunlar (ağrı, yaralanma…) bir başka önermenin tümlüğü içinde rasyonalize edilir. Hiçbir toplum, bu anlamda, sadece önermenin ilk haliyle yaşamamaktadır, her toplum ya da toplumsal kesim, ikinci türden önermelere ihtiyaç duyar –ya da artık bu türden önermelere ihtiyaç duymayan veya bu türden önermeler üretemeyen toplumlar çökmeye başlamıştır!
Althusser’in dediği gibi, burada ideolojik bina, bir kelime oyunundan ibarettir neredeyse. Herkes özgürdür! Ama aslında sadece kendisi özgürdür –tabii, sadece bir belirleme ilişkisi içindeki bir özgürlüktür bu.
Söz gelimi, Althusser’in ifade ettiği anlamda, burjuva toplumunda burjuvazi, “özgürlük ideolojisinde, kendi varlık koşullarıyla ilişkisini çok kesin olarak yaşar: Yani, onun gerçek ilişkisi (liberal kapitalist ekonomi hukuku) ama hayali bir ilişki içine dahil edilmiş (özgür emekçiler de dahil, bütün insanlar özgürdür) ilişki. Burjuvazinin ideolojisi, sömürülenlerin (‘özgür’!) dizginlerini özgürlük şantajıyla sıkı tutmak için mistifiye etme yönündeki burjuva istencini ve burjuvazinin kendi sınıf tahakkümünü kendi sömürdüklerinin özgürlüğü olarak yaşama ihtiyacını açığa vuran, özgürlük üzerine bu sözcük oyunu’ndan ibarettir.”[49] Ama tabii bu süreç burjuvazinin bilinçli bir oyunu değildir; “bir başkasını sömüren bir halkın özgür olmaması gibi, bir ideolojiden yararlanan bir sınıf da bu ideolojiye tâbi kalır”.
Bu süreçte, ampirik gerçeğe aykırı olanı ikame eden ve Althusser’in “sözcük oyunu” dediği ama anlaşıldığına göre bütün ideolojik süreçlerde görülen bir “artık” boyutu mevcut. Nasıl burjuva ideolojisi, emekçiyi özgür olduğuna inandırıyorsa, devrimci bir ideoloji de taşıyıcı öznesini, çukura düşme gereğine inandırıyor.
5. İlk İslam: Tarihsel ve Politik Devrimcilik
İslam politik devriminin yerdeki bayrağı
Kuran, Mekke yıllarının ortalarında şöyle diyordu: “O zulmedenler, nasıl bir devrimle yıkılıp gideceklerini çok yakında öğrenecekler!” (Şuara: 227) Ama zalimler, kendilerini yok eden bir devrimle karşılaşmadılar. İslamın tarihsel devrimi, politik devrim çağrısını boğdu ve İslamın tarihsel devriminin bayrağını göndere çekmek ve İslamın varlığının hakimi olmak “zulmedenler”e düştü. Tabir uygunsa, mazlumlar bir kez daha bir karşı-devrimle geriye itildiler. (Karşı-devrimin tarihi, anlayışa göre, Muhammed’in ölümüyle Halife Ali’nin ölümü arasında bir momenttir.)
İslamın politik devriminin bayrağı bu ilk döneminde düştü, tarihin çeşitli zamanlarında ezilenler bu bayrağı kaldırdılar ama bu bayrak halen yerde.[50]
Kuran’ın nüzul süreci ve Muhammed’in peygamberlik yaşamı boyunca, İslam devrimi sürecinin, iki dinamiğin mücadelesi olarak değerlendirilmesi mümkündür. Bir yandan, Arabistan’da tarihin tekerleğini ileriye doğru hareket ettirici bir dinamiği ateşlemiştir İslamiyet. Buna, Hikmet Kıvılcımlı’dan ilhamla, ‘tarihsel devrimcilik’ denilecek. Öte yandan, tarihin üretim güçlerini geliştirici, toplumu buna göre organize edici ve daha ileri bir üretim tarzına geçmeyi sağlayıcı boyutuyla ilgilenmeden, “ezilenleri [köleleri, yoksulları, özgür emekçileri, silahından başka mülkü olmayan savaşçıları] yeryüzünde işbaşına getirecek” (Kasas: 5) bir dinamik de, ‘politik devrimcilik’ olarak, tarihsel devrimci ağırlıkla sürekli mücadele etmiştir. Mücadele, Dört Halife dönemiyle birlikte kesin olarak sonuçlanmıştır. Tarihsel devrimcilik galip gelmiştir.
Hıristiyanlığın net ve kesin olarak bir ezilenler hareketi olarak doğduğu açık görünüyor. Ama İslamiyetin böyle olduğu söylenemez. Talepleriyle birlikte ezilenler harekette baştan itibaren güçlü bir şekilde yer almakla birlikte, toplumun öteki bazı katmanları da çeşitli şekillerde var olmuşlardır İslam topluluğu içinde. Muhammed, kişisel olarak “küçük tüccar” olsa da, yaşamı bu ikiliğin ortasında mücadele ederek geçmiştir. (Mekke’nin fethindeki tutumuyla Muhammed, eğilimini tarihsel devrimden yana yapmıştır.)
Muhammed’in ölümünün ardından, Halifeler, peygamberlerinden kesin bir tutum miras almadıklarından bu boğuşma ortamında kâh şu, kâh bu tutumla, azametle üzerlerine gelen tarihsel devrimi ılımlandırmaya çalışmışlardır.[51]
Tarihsel devrimin eşitsizlik dili
Eşitsizliği kabul eden bütün ayetler, Kuran’ın tarihsel devrimci yönüne bir kanıt niteliğindedir. Kuran’da görüldüğü kadarıyla, zenginlik ve zenginlerin iktidarı hiçbir övgüye mazhar olmuyor. Fakat, sınıfsal ayrım, bunu giderecek gücü yokmuşcasına, bir zorunluluk gibi kabul ediliyor.
“Onların dünya hayatındaki geçimlerini aralarında nasıl Biz taksim ettikse bir kısmına diğerinden daha fazla imkan vererek, kiminin kimilerinin yanında çalışmasını sağladıksa işte Rabbinin sevgi ve merhametini taksim etmesi de böyledir. Bu onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.” (Zuhruf: 32)
Ayette bir yandan, birtakım kimselerin servetlerinden daha hayırlı bir şeyden bahsediliyor, fakat öte yandan, birçok başka ayette de olduğu üzere, Allah’ın sevgisinin insanlar arasında bölünmesi ile insanların zengin-yoksul diye bölünmesi rahatsız edici bir şekilde paralelleştiriliyor ve tevekkül isteniyor. Bu türden ayetler sürekli görülüyor: “Bir bak, kimine diğerinden nasıl daha fazla vermişiz.” (İsra: 21) “Rabbin dilediğine bolca, dilediğine sıkarak rızık verir.” (İsra, 30)
Zenginlerin varlığı gönülsüzce bir veri kabul ediliyor, ancak onların aşırı zenginleşmesini engellemeye karşı bir tavır görülüyor. “Mallar içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşr: 7)
Zenginliği geçici gösterme çabası var Kuran’da: “Rızkı genişleten de daraltan da Allah’tır. Rızkı genişleyenler bunun kalıcı olduğunu sanarak gururlanırlar. Oysa dünya hayatı, ahret hayatının yanında bir yol azığından ibarettir.” (Ra’d: 26. Mekki) “Söyle onlara: ‘Rabbim, rızkı istediğine bolca verir, istediğini de sıktıkça sıkar.” (Sebe 36) Eliaçık bunu şöyle açıklıyor: “Demek ki mal, mülk zenginliği kimsenin tapulu malı değildir. Bunlar birer emanettir. (…) Mal, mülk dediğimiz şey geçici olarak kimimize çok, kimimize az emanet ediliyor.”[52] Bu ayetlerde, mülkiyet ayrılığının açıkça tanınmasının nedeni anlaşılıyor. Zenginlerin mülküne el koyamayan Muhammed, bir yandan mülksüz inananlarını, bunun geçici olduğunu söyleyerek teskin ve teselli ediyor, diğer yandan, zenginlerin kendileri üzerinde kontrollü bir iktidar kurmanın yollarını arıyor.
Allah, Medine döneminin ilk yıllarında gelen Muhammed Suresinde Müslüman toplulukla uğraşıyor. Korkmayın, diyor, sizden bütün mallarınız istenmiyor.[53]
Muhammed, kesin bir devrimci kudret kazanamadığı, başta inananları olmak üzere, öteki toplumsal kesimler ve güçlerle de uğraşmak zorunda kaldığı Medine döneminde, bir toplumsal düzen kurmaya uğraşır. Verili toplum, Müslüman olsun olmasın, sermayesi olanları, köle sahiplerini, mal ve bahçe sahiplerini içerir. Devraldığı toplumsal ve politik ilişkileri kahredici bir devrimci önlemler dizisiyle alt-üst edecek fırsatı bulamayan Muhammed böyle bir toplumsal profili, eşitlikçi yönde düzenlemek ister, ama gücü hep sınırlıdır. Faizle ilgili bir ayet hükmü, onun gücünün sınırını gösterir. Bakara 279’da, faizi terk etmek emrolunduktan sonra, “ana paranız yine sizindir” denilerek, para sahibine güvence verilir.
Gerçek ilişkiler içinde kendine bir konum aramak, Mekke yıllarından beri süren bir uğraştır: “Allah’ın, kendi iradesiyle kiminin rızkını alabildiğine genişlettiğini, kiminin de sıktıkça sıktığını görmüyorlar mı? Bunda iman edecek bir toplum için nice ibretler vardır; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Rum: 37. Mekki) “Zenginliğiniz Allah’ın iradesiyle oldu” deniliyor. Bunun devamının geleceği bellidir!: “O halde yakınlara, yoksula, düşmüşe hakkını verin. Allah’ın rızasını kazanmak isteyenler için en hayırlısı budur.” (Rum: 38) Zenginliğin tasfiyesi değil, en ileri adım olarak bölüşülmesi öneriliyor burada.
Mekki Sebe Suresinde, toplumun üst sınıflarına mensup olanların peygamberlere dönük tepkilerinin eskiden beri aynı olduğu hatırlatılır: “Nitekim hangi ülkeye uyanışa çağıran bir peygamber gönderdiysek, oranın lüks ve refahtan şımartılmış kodamanları, ‘Peygamberlik iddianızı tanımıyoruz’ dediler. / Ve eklediler: ‘Mal, mülk, kalabalık hepsi bizde. Bize azap mazap sökmez.” Bir açık çaresizliğin ifadesi olarak, Muhammed’in Mekke’nin zengin egemenlerine şunları söylemesi istenir: “Rabbim, rızkı istediğine bolca verir, istediğini de sıktıkça sıkar. Fakat insanların çoğu bunun böyle olduğunu bilmezler. / Oysa sizi, Bize yaklaştıracak olan ne malınız mülkünüz ne de kalabalıklarınızdır. Ancak iman edip iyilik, güzellik, doğruluk için çalışanları yaptıklarına karşılık kat kat mükâfatlar ve cennet köşklerinde mutlu bir hayat bekliyor.” (Sebe: 34-37) Burada, Muhammed’in gerçek güçler karşısında sıkışmışlığı, onları benimsememesi ama reddedememesi açık şekilde ortada.
Sebe Suresinde, insanların çoğunun peygamberin görevi konusunda bilinçsiz olduğu (Sebe: 28) belirtildikten sonra, kıyamet günü, ezenlerle ezilenlerin birbirlerini nasıl suçladığı anlatılıyor. (Sebe: 32-33) Muhammed’in çağrısında ezenlerle ezilenler arasında kategorik bir ayrım gözetilmiyor. Sadece zenginlere, zenginliklerinin imanda bir işlevi olmayacağı anlatılıyor.
Allah, eşitsizliğin nedenselliğini de açıklar: “Allah kullarına bol bol rızık seriverseydi, yeryüzünde azar ve taşkınlık ederlerdi. Fakat, dilediği kadar, ölçü ile indiriyor.” (Şura: 27, Mekki) Eliaçık, Allah’ın insanlar arasında eşitsizliklere, kötülüklere neden izin verdiğini soruyor ve cevabı şu oluyor: “Açıkçası, işin daima gizemde kalan bir tarafı var.”[54]
Eşitsizliği veri kabul eden ayetler neyi gösteriyor, neyin işareti oluyor olabilir? Muhammed, inananlarından Allah’ın neden eşitsizliklere olanak verdiği itiraz sorusunu işitiyor olabilir. Bu durumda, bu eşitsizliği ortadan kaldırma veya ortadan kaldırmaya çağırma kudreti olmayan Muhammed, varolan durumu Allah’ın bir bildiği olduğu üzerinden açıklamaya çalışıyor ve ardından eşitsizliği, bizzat eşitsizliğin öznelerine çağrı yaparak, az sayıdaki devrimci ayetin hükmüyle ortadan kaldırmaya, daha yaygın bir Kuran teması olarak yumuşatmaya yöneliyor. Muhammed, tarihte hep görüldüğü üzere, eşitsizliği ezilenlere dolaysız çağrı yaparak ortadan kaldırmaya yönelmiyor. O, baştan beri ezenlerle ezilenlerin bir türden ortaklığını ama ezilenler yararına kurmaya çalışmaktadır. Toplumun önemli bir çoğunluğunu birleştirerek sağlayacağı enerjiyle daha kolay ilerleyebilecektir ve toplumun ezilenlerinin taleplerinin devrimci tarzda karşılanmasının yaratacağı zorlukları gayet iyi bilmektedir.
Mekke’nin Muhammed’in sağlığında fethindeki tutum önemli bir işarettir. Müslümanlar, bu kentin halkını zengini fakiriyle kazanmayı öngörmüş ve bunu başarmışlardır. Nitekim, birkaç onyıl içinde bu kentin “zengin” halkı İslamiyete egemen olmuştur. Devrimci hareketlerin tipik gelişme seyrinde kıyımlara yaygın olarak rastlanmasına rağmen, İslamiyetin Muhammed dönemindeki gelişmesinde bu olmamıştır. Örneğin, Mekke hiçbir önemli direnişle karşılaşmaksızın fethedildi ve Muhammed, bu kentin ahalisine uzlaşma önerdi. Mekkeliler topluca Müslüman oldu. Muhammed, özel bir çabayla, Mekkelilerle çarpışmaya yol açacak herhangi bir tavırdan uzak durdu ve bunu anlayan Mekkeliler, yenileceklerini düşünerek direniş yoluna gitmediler.
Mekke’nin fethi sırasındaki yumuşak tavır Müslümanlar arasında zenginlerin kısa sürede egemen olmasında etken midir? Müslümanların bu fethi bir düşman ve zengin kırımıyla taçlandırması İslamiyetin kuruluşundan başlayarak dümeni politik devrimciliğe kırabilir miydi? Her ne olursa olsun, Mekke’nin fethi, İslam tarihsel devrimine hız vermiş ve ivme katmıştır. Bu arada, “sahabe” topluluğunda somutlanan politik devrimci İslam dramatik bir şekilde sürekli olarak gerileyecektir.
Muhammed’in yaşayış tarzının daha çok politik devrimci İslama uygun olduğu söylenebilir. Fakat, tayin edici olan politik tavır ve eylemdir. Mekke’nin fethindeki politik tutumu, onun İslamın tarihsel devrim kanallarını beslediği ileri sürülecektir. Politik devrimci İslam, Dört Halife döneminde varlığını sarsıntılı bir şekilde koruyabilmiş ve bu dönemin sonuyla da bitmiştir. İslam artık tarihsel devrimciliğin seyrine kalmıştır.
Ezilenlerin İslamının politik devrimciliği, Halife Ali’nin ölümüyle birlikte artık İslamın merkezinden kesin olarak koparıldı. Kerbela olayı ve tamamen başka bir yerden hareket eden Hariciler Hareketi, merkezden kopmanın saçaklanmış simgeleridir. Ezilenlerin İslamı bugüne kadar İslamın periferisinde yaşadı. Bugün, İslamda verilen mücadelenin tayin edici bir halkasını, ezilenlerin İslamının İslamın merkezine saldırısı oluşturmaktadır.
Politik devrimin komünizm çağrısı
Buna karşılık, bir politik devrimciliğin vurgularını da ilk ayetlerden itibaren görürüz.
Müslümanların komünal bir devrimci topluluk olarak tarifi şöyle yapılıyor Kuran’da: “Onlar, işlerini aralarında danışarak yürütürler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan başkalarına harcarlar. Bir zorbalıkla karşılaştıklarında yekvücut olup kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası yine kötülüktür.” (Şura: 38-40, Mekki)
Kuran komünal devrimci topluluğa hedef gösteriyor: “Biz, ezilenleri önderler yapmak ve Firavun’un yerine geçirmek istiyorduk. Onları yeryüzünde işbaşına getirmek suretiyle, Firavun, Haman ve ordularına korktuklarının başlarına geleceğini gösterelim istiyorduk.” (Kasas: 5 ve 6, Mekki) Ancak, Beled Suresinde yer alan “köle özgürleştirmek” şeklindeki ayetin, politik devrimci niteliğinin zayıf olduğunu söylemek gerekiyor. Ayette, köleyi özgürlüğe çağırmak değil, köle sahibinin köleyi özgürleştirmesi söz konusu ediliyor.[55] Aynı şekilde, “Zor zamanda vermek…. Öksüzün başını okşamak… Düşmüşün elinden tutmak…” öneriliyor.[56] Köleye, başkaldırı; yoksula, isyan; zorda kalmışa, saldırı; öksüze, talep çağrısı değil; öte taraftakine bir davranış çağrısı yapılıyor. Bu ayette, politik devrimcilik değil, belki politik reform çağrısı veya tarihsel devrimcilik olduğu söylenebilir.
Kuran, toplumda eşitsizlik olduğunu ama bunun Allah tarafından istenmediğini açık şekilde yazıyor: “Allah rızık bakımından kiminizi kiminizden üstün kıldı. Oysa üstün kılınanlar mallarını ‘arada fark kalmaz, eşit hale geliriz’ diye yanındakilerle paylaşmıyorlar, Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?” (Nahl: 71)
Servetini istenen ölçüde dağıtmayanları sert bir şekilde tehdit ediyor Kuran: “Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda infak etmeyenleri acı bir azabın beklediğini haber ver. / O gün o biriktirip yığdıkları, cehennem ateşinde kızartılacak; ve alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. ‘İşte bu, kendiniz için biriktirip yığdıklarınız; tadın biriktirip yığdıklarınızı!’ denilecek.” (Tövbe: 34-35)
Bakara Suresinin tartışmalara konu olan ünlü 219. ayetinde neler söyleniyor? Bu ayetin içki ve kumarla ilgili hükümlerle başladığı görülüyor. Ardından, “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. Onlara söyle: İhtiyaç fazlası olan her şeyi.” Tövbe ve Bakara’daki hükümlerin, mülkiyete el koyma anlamına gelmese de, zenginliği caydırıcı ve devlet mülkiyetini güçlendirici bir tarihsel anlamı var. Bu ölçüde sert önlemler, özel mülkiyeti tehlikeli hale getirecektir. Ama bu hükümler uygulama olanağı bulamamıştır. Nitekim, Eliaçık’tan öğrenildiğine göre, tarihsel gelişmeye uygun olarak Emevilerden beri Bakara: 219’un “nesh olduğu” iddia edilmiş.[57]
Surenin 279. ayetinde bu kez faizle ilgili bir hüküm veriliyor. Faizi terk etmeleri emrediliyor iman edenlere… Ardından, “Eğer terk etmezseniz, bilin ki Allah’a ve Peygamberi’ne savaş açmış olursunuz. Bu işten vazgeçtiğinizde ana paranız yine sizindir” deniliyor. Şu halde, infak ile ilgili ayet hükmünün gücü, öteki konuların yanında hakikaten zayıf kalmaktadır. Buna rağmen, ezenlerin İslamı, bu ayetin nesh olduğunu ileri sürmekten kaçınmamış. Muhammed, “iman edenler”i tümden karşısına almak istememektedir. Çünkü “iman edenler”in toplam profili bir politik devrime uygun değildir.
Bedir Savaşı sonrası gelen Enfal Suresinde tarihsel devrimcilik ile politik devrimcilik çatışmasını görürüz. Tarihsel devrimciliğin bir konuşması şöyledir: “Allah yolunda ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğramazsınız.” (Enfal: 60) Burada sanki bir tüccar, alışveriş yaptığıyla pazarlık ediyor.
Zenginlik tasfiye edilemez, ama devrimci mücadelenin çeşitli etkileriyle elde edilen gelirlerin kamuya ait olduğu konusunda Müslümanlar uyarılır: “… o gelirler, içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete dönüşmesin diye Allah’a, peygamberine, muhtaç yakınlarına, öksüzlere, yoksullara ve yolu kesilmişlere aittir.” (Haşr: 7) Kıvılcımlı’nın dikkat çektiği bir çelişkiye göre, Enfal Suresinin ilk ayetinde de bütün ganimetin kamu malı olduğu söylenir. Fakat itirazlar sonucu bu tutum yumuşatılmak zorunda kalınır: “Bilesiniz ki, ganimet olarak her ne ele geçirirseniz geçirin, bunun beşte biri Allah’a, peygamberine, yakınlara, öksüzlere, yoksullara ve yolu kesilmiş olanlara aittir.” (Enfal: 41)[58]
Muhammed, ayrıştırılması gereken bir kaynaktır. Bizzat Muhammed zaten ayrışmaktaydı. Muhammed, içinde bulunduğu konjonktüre göre hareket ediyor; bazen sağa bazen sola büktüğü çubukla hareketine somut ortamda yol ve yordam arıyordu. Dolayısıyla, Muhammed’in bütün pratiğinin onun (Kıvılcımlı’nın ifadesiyle) “gönlünden geçen” pratik yordam olmadığını varsayabiliriz. Bu, Muhammed’in toplam eserinin (ortaya koyduğu pratiğin ve ayetlerin) ayrımlaştırılabileceğini teorik olarak göstermeye yetmektedir. (Nitekim bu işi hakim İslam kültürü yapmış ve kendi dünyasında oldukça zengin ve görünüşte birçok ayete aykırı işlemlere yönelebilmiştir.)
Enfal Suresi: Tarihsel ile politik devrimin çatışması
Tarihsel devrim ile politik devrim gerilimini, Kıvılcımlı, Enfal Suresini tefsir ederken gösterir:
“İlk Bedir savaşı başarıldıktan (zaferle sonuçlandırılmasından) hemen sonra ortaya ganimet paylaşma kavgası çıkmıştı. Allah ve elçisi, Enfal suresinin ilk ayetiyle duruma el koymak zorunda kaldı:
“ ‘Ganimet Allahın ve elçisinindir.’
“Bu, söylendiği ve yazıldığı kadar basit, öylesine söylenmiş bir kural değildir. Tersine en keskin savaş komünizmi prensibidir. […]
“Ancak (peygamber) kişi mülkiyetini (medeniyeti) de tatmış, tarihsel gidişin medeniyete doğru geliştiğini de görüyordu. Bu durum, Allah’ı ve Peygamberini bir sentez yapmaya götürdü. […]
“İşte bu haleti ruhiye içinde, İslam tarihsel devrimi ilerledikçe, komüncül yapı ve gelenekleri medeniyete kişi mülkiyetine çözülüşü geliştirmek zorunda kaldı: İslami tarihsel devrimi Medine fukaralarına, köylü, esnafına ve yoksul tefeci-bezirganlarına; aynı zamanda komün gelenekli Hz. Ali yiğitlerine dayanıyordu. Zafer bunlardan yana geliştikçe Mekke zenginleriyle –Ebu Sufyan sülalesiyle bile- uzlaşılmak; bir tek İslam medeniyetinde kaynaşmak mecburiyeti gelip dayattı.
“O zaman Enfal Suresinin ilk ayetindeki, keskin İslam sosyalizmi, uzlaşmaya doğru esnetildi. Allah ve peygamberi bu gidişe 41. ayette şöyle ‘uyum’ yapmayı geliştirdi:
“‘Eğer sizler Allah’a ve (hak ile batılın) ayrılma gününde o iki topluluğun karşılaştığı (Bedir) gününde kulumuz (Muhammed’e) indirdiğimiz (ayetlere) inanmışsanız, bilin ki aldığınız ganimetlerin beşte biri Allah’a, Elçisine ve Elçisiyle akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Allah’ın gücü her şeye yetişir.’
“‘Bedir’ savaşı sırasında, İslam medeniyetine geçişi yapacak tarihsel devrimci çekirdeğin, savaş komünizmi gücünü pekiştirmesi, özleştirmesi, mayasını sağlamlaştırması gerekiyordu. Buna uyum, ‘ganimet Allah’ın ve Elçisinindir’ ayetiyle gerçekleştirilmişti ve İslam ordusu arasındaki mal-mülk çekişmesi bu şekilde kesin kollektivizm ile çözümlenmişti.
“Şimdi, İslam medeniyetinin içine zengin tefeci bezirgan sülaleleri de katıldıkça, onların da gönüllerini ‘hoş’nut ederek İslamiyeti geniş kitlelere yayma gereği –veya kaçınılmazlığı- ortaya çıkmıştı. Bu realiteye de 41. ayetle uyum yapıldı.
“İslam sosyalizmi (kamu malı ve kollektivizm) bu ayetle beşte bire indirilmişti.
“Ancak yine de tarihsel devrimler o kadar kolayca kollektif ruhunu ve maddesini yitirmiyordu. İslam medeniyetinde de ilk dört halife (Hulafayun Raşidiyn) devrinde Enfal Suresinin ilk ayetine sadık kalınma eğilimi güdüldü.”[59]
Kıvılcımlı, eserinin bütün ufuk açıcılığına rağmen, İslam tarihsel devrimini izler: “Arabistan İslam medeniyeti yozlaşıp çökse de; İslamiyetin bu toplumcu özelliklerini taşıyan çevre barbarlarını (Türk, Kürt, Pers, Arap, Berberi, Moğol, Kafkas köylülerini çoban veya askerlerini) buldukça İslam medeniyeti bu yeni barbarlarca yeniden dirilişlere (Rönesanslara) uğratıldı ve ömrünü 625’ten 1920’lere Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne dek uzatabildi.”[60] Kıvılcımlı’nın izlediği İslam uygarlığı, ezilenlerin İslamının izleyeceği bir yol olamaz.[61] Bu tarihte, ezilenlerin, birleştirerek bir yol çizgisi oluşturabileceğimiz kement atma pratikleri vardır.
Kıvılcımlı, bütün teorik bilişine rağmen, İslamın politik devriminin kaybının farkındadır ve onu anar: “İslam medeniyeti veya Hz. Muhammed rejimi de kendisinden önce gelip geçmiş medeniyet ve rejimler gibi çökmüş, güneşi solup gitmiştir. Peygamber (ve Kur’an’ın) biricik dileği ve çevresi bunun üzerindedir; ama her şeye rağmen o güneş batmıştır. Çünkü tarihin deli seli tefeci-bezirganlığı evrenselleştirmek üzere akmaktadır. Bu, İslamiyetin evrenselliği gibi dursa da o bayrak altında tefeci bezirganlığın azgınlaşması saklıdır. Bu, kimsenin suçu ve işi değildir. O işleri determinizm insana işletir.”[62]
Kıvılcımlı, Enfal Suresindeki çelişkiyi “rasyonalize” eder, çünkü ona göre, bu devirde, henüz ezen ve ezilenler arasındaki mücadele menziline erişecek olgunluğa erişmemişti. Devir “Tarihsel Devrimler” devriydi, “Toplumsal Devrimler” henüz toplumların ufkunda değildi.[63]
Ebuzer
Ebuzer, İslamın merkez kabuğunun ezilenler tarafından kırılması için müthiş devrimci bir simgedir, ancak ilk sahabelerden olan ve ömrünü Rebeze çölünde sürgünde tamamlayan tarihsel Ebuzer’in buna karşılık gelemeyecek bir rolü olduğu görülüyor.
Fetihten sonra Mekke’deki politik egemenlik ilişkileri değişiyor, ama egemenlerin Müslümanlığı kabul ettikten sonra sosyo-ekonomik konumlarına dokunulduğuna ilişkin herhangi bir bilgi aktarılmıyor. Mekke’nin fethi ve iki yıl içinde Peygamber’in ölümünün ardından işlerin “politik devrimci” niteliği iyiden iyiye sönümlenmekle karşı karşıya kalıyor. Devrimin “politik” yönü geriledikçe yerini kudret ve gücüyle “tarihsel” yön alıyor. Tarihsel devrimcilik kudret ve gücünü, toplumsal bedevi enerjisini politikleştirerek fetih ve ganimete teksif etmiş tüccar becerisinin Kuran ve Peygamberin sünnetinden oluşan taze ideo-politik güçle birleşmesinden alıyor. İslamiyet, Arabistan yarımadasının ortalarında birbirini yeme ve kervanları yağmalamakla yaşayan bedevileri birleştirerek –kavmiyetçiliğe karşı Kuran ayetlerinin ideolojik yol göstericiliğinde- bütün enerji ve gücü dışarıya, sınırlara yöneltti. Bu arada İslamın “özgün” sahabe ideo-politikasına, bu sürecin dışlanmış ve küskün izleyicisi olmak düştü.[64]
Ebuzer, ünlü sözüne (“Evinde ekmeği olmadığı halde eline kılıcını alıp bütün halk savaş açmayana şaşarım”) rağmen bu sürece devrimci bir reddiyeyi değil, devrimciliğe ulaşamamış bir itirazı simgelemektedir. Halife Ali’nin çabaları, İslamiyetin akın akın Müslümanlaşan topluluk yoluyla girdiği dinamik sürece direnemeyen, “samimi” ama kudretsiz “özgün İslam”ın varlığını ve yapabileceğini simgelemektedir.
Ebuzer yetmez! Ebuzer ancak bir başlangıç ya da yetersiz yoldur. Ebuzer’in İslami egemenlere muhalefet tarzıyla ilgili politik sorunlar bulunmaktadır. Ebuzer, eylemli başkaldırı içinde olmamış ve deyim yerindeyse zayıf bir ajitasyondan öteye gitmeyen bir toplumsal ve kültürel muhalefeti temsil ederek, ezilmemiş bile, bir kenara atılmış, görmezden gelinmiştir. Sürgüne gönderildiği Rebeze çölünde yoksulluk içinde ama teslim de olmayarak ölmüştür. Bu türden bir muhalefet tarzının günümüz ezen Müslüman kültürünce zavallı ve neredeyse meczup kabul edilmesini anlamak gerekiyor. Eylem yok, itiraz var! Devletli İslam, eylemli olarak başkaldıran ezileni eylemli olarak “tanıyacaktı”!
Ebuzer saf bir kökendir. Bugünkü gerici İslamın merkez karargâhına onun reddedemediği argümanlarla saldırmak için devrimci bir simgedir.
Ebuzer’in oluşturduğu imgenin, dönemin Haricilerine benzer bir imgeyle tamamlanması gerekmektedir. Ebuzer’de devrimci pratik eksiktir. Haricilik devrimciliği tamamlayacaktır. “İster Hz. Ali, ister Emeviler, isterse Abbasiler devrinde olsun, hayatı devlete ve valilerine sürekli devrim şeklinde” geçen Havaric İslamı[65] “merkez” kaynaklı devrimci bir İslam edinimi için özel bir yere sahiptir.
Sonraki tarihsel gelişmeler göz önüne alındığında, Muhammed’in Medine’de kurduğu ve Mekke’nin fethiyle yaşadığı iki yıldaki sosyo-politik düzen, ancak bir geçiş dönemi olarak anlam kazanacaktır. Eksiktir, ilerletilmelidir. İki anlamda da geçiş düzenidir; ya politik anlamda devrimciliği derinleştirilecek ve sürdürülecek, ya da zaten kendi nesnel tarihsel devrimci yürüyüşünü sürdürerek bu geçici konağı aşıp geçecek. Kıvılcımlı’nın deyişiyle “tarihsel devrimin deli seli” olarak…
Artık İslam tarihinde, umutsuz ve ömürsüz “Kerbela direniş”i bir yanda tutulursa, Haricilerden başka “merkez”den gelen muhalefet hareketi çıkmayacaktır. İslamın toplumsal ve ideolojik merkezine tarihsel devrimcilik tamamen hakim olmuştur ve politik devrimcilik kendine ancak çevrede yer açabilecektir. Nizariler, Karmatiler, Zencler ve kesintili yürüyen öteki devrimci İslam hareketleri izlenecektir artık.
Dönemin koşulları ve doğal sınırı
Muhammed’i ve ilk dönem İslamını, ezilenlerin devrimci İslamı bakımından, dönemin şartları ölçütü üzerinden mi değerlendirmeliyiz? O dönemin Arabistan’ında devrimcilik ancak o kadar yapılabilecek bir şey miydi? Yani aslında, yeterince devrimci veya komünist olmadığı için Muhammed’e dönük bir eleştiri, kendi günüyle fazlasıyla dolu bir eleştiri midir? Kıvılcımlı’nın veya M. Rodinson’un dediği gibi, Muhammed, ancak kendi devrinin koşullarına tekabül eden bir ilerleme mi gerçekleştirebilmiştir? Rodinson şöyle der: “Geçmiş zamanın insanları, kendi devirlerinin şartlarına tekabül etmeyen bir ideale erişemediler diye suçlanamazlar. Ama kendi devrimizi geçmişe aktararak onu suni bir şekilde orada keşfetmeye çalışmak da bir o kadar saçmadır. Bugünkü bilincin taleplerini, geçmiş bir devrin taleplerine indirgemek de, kelimenin tam anlamıyla, ‘mürteci’ bir harekettir. Ne Kuran’ın tasarladığı adalet, ne de Kuran’ın etkisiyle ortaçağdaki Müslümanların tasarladıkları adalet, modern idealin adalet dediği şeydir.” [66]
Rodinson’un sözlerinde veya Kıvılcımlı’nın değerlendirmelerinde dile gelen anlayış, kendini zaten baştan sınırlamış bulunuyor. Böyle bir anlayış, tarihin “önceki dönemlerinde” ezilenlerin kudret mücadelesine de kategorik olarak kapalıdır ve Aydınlanmanın epistemolojisini benimsemektedir.
O dönemin şartları da, tarihsel bilgilerimizle açıktır, bugün anladığımız temel ölçülere uygun bir devrimciliğe izin verebiliyordu. O dönemin şartları aynı zamanda radikal eşitlikçi bir toplum kurulmasına da olanak tanıyabiliyordu.
İslamın önünde iki yol vardı. Ya, çağının hakim üretim tarzı dahilinde kalacak, ona direnmeyecek ve hatta onun önüne geçecek, ona önderlik edecekti, ya da çağının ana akıntısından saparak, bir yanyola girecek, ve burada oluşturduğu eşitlikçi/komünist gölcükle, kendinden önceki ve sonraki zamanlarda yapıldığı gibi çetin bir var kalma mücadelesi verecekti. Gölcüğün, su kaynakları yetersizliğinden (üretim güçlerini geliştiremeyerek) yavaş yavaş çekilmesi ve giderek kuruması da, başka ara akıntıların beslemesi ve kendinin başka akıntıları besleyerek büyümesi, tarihin yanyolunun görece güçlenmesi ve bir başka çağa atlaması da oluşsaldır. Gölcüklerin hep ve her zaman kuruması veya ana akıntının “deli sel”inde kaybolup gitmesi yapısaldır, ama yapısal ana akıntıya rağmen, –uzun süreli ama geçici- yaşama da yapısaldır.
Kuruluş İslamı tarihini devrimci eleştiriden sakınmamanın nedeni, politik devrimci yolda ilerleme olasılığın İslamiyetin bağrında yaşadığını bilmekten kaynaklanıyor.
İslamın, tarihe mal olan haliyle, ilk yolu tercih ettiğini söyleyeceğiz. Bu anlamda, İslam, Muhammed dönemindeki çeşitli kararsızlıklar ve eğilimler içindeki devrimci ve savaşçı topluluğun organizasyonun, görece kısa zamanda muzaffer bir devlete dönüşmesiyle, çağının öncü feodal imparatorluğu haline gelecekti. Bu tarihi akıbeti, Eliaçık, ezilenler “İslam’ın[ın], içine doğduğu imparatorluk çağlarının feodal ilişkilerini aşamaması ve orada boğulması” sözleriyle anlatıyor.[67]
Tarihsel devrimci bazı hareketlerin ilk zamanlarındaki tipik politik devrimci nitelik, İslam topluluğunda da görülecek ve ilk İslam toplumu, eşitlikçi, yardımlaşmacı, idealist bir savaşçı topluluk profili verecekti. Ancak, tarihin yasası işleyecek ve idealistler kısa sürede safdışı olacaktı.
Bundan sonraki İslam tarihi, herhangi bir çağ devleti ve toplumunun tarihi türünden bir tarih olacaktır ve kapitalist üretim tarzı ve toplumsal formasyona İslam, “kapitalizmle örtüşür”[68] bir profil vererek girecektir.
6. Tecdid veya Nesh
İslamın her çağda yeniden kuruluşu ya da…
Bütün bu tartışmalar, bir Müslümanın, ezilenlerin devrimci davasını Kuran’a dayanarak açıklama ve yürütme çabası karşısında tarihsel sınırını bilen bir tarzda yürütülmelidir.
Eliaçık uyarıyor: “Kur’an, ezilenlerin, mağdurların, mazlumların yani vicdanın ve merhametin yalın sesi olarak doğdu. Kur’an’ı baştan sona okuyun, bütün derdinin bu olduğunu göreceksiniz. Kölelerden, yoksullardan, öksüzlerden, yetimlerden, evlâtlıklardan, kızlardan, kadınlardan, yaşlılardan, âmâdan, sağırdan, dilsizden, özürlüden bahsediyorsa bundandır. Bunların çok kötü olan durumlarını düzeltmek, haklarını savunmak içindir. Eğer bunlarla diğerleri arasında karmaşık gibi gelen bir ayet görüyorsanız hiç tereddüt etmeden Kur’an’ın, ezilen kim ise, mahrum ve mağdur kim ise ondan yana olduğuna hükmedebilirsiniz.”[69]
Kuran’ın devrimci kuruluşu, ezilenleri önderler yapmayı vazeden ayette açık temelini bulabilir. Bu ayette, ezilenlerin dille eleştirisinin yetmeyeceği bellidir; elleriyle de –silahla- eleştiri söz konusudur. Firavunun ordusu başka nasıl korkutulacak ve başka nasıl iktidar olunacaktır.
Kuran’dan başlayarak, İslamiyetin içinde ezilenlerin devrimci kurtuluş mücadelesi bakımından elverişli veya kurucu mahiyette temaların varlığına ve varlığını ezilenler Kuran’ını savunmada bulan kesimlerin varlığına ilgisiz kalması, bir Marksistin, epistemolojik bakımdan dar kafalı, teorik bakımdan bir Aydınlanmacı olduğu anlamına gelecektir sadece.
İslamın devrimcileştirilmesi, üzerinden geçen 1400 yılın ardından egemenlik aracı olarak taşlaşmış, kalıplaşmış olması yüzünden çok zordur. 1400 yıllık bir “yapı”nın olduğu haliyle başlangıçtaki devrimci veya başka niteliğini korumasını beklemek söz konusu olamazdı. Marksizmin başına gelen, bu tür bir akıl yürütme için yeterli örnektir. Bu “yapı”, 150 yıl içinde, az ya da çok reformcu yollarda kaybolanları anmaya bile gerek olmadan, taşıyıcılarının iktidar olduğu yerlerde giderek yozlaştı ve sonunda gerici bir devlet ideolojisi haline dönüşerek, tarih yapıcı kudretli kimliğiyle şimdilik tarihin kuytu yerlerine çekildi. Devrimci mirası ne kadar taze olursa olsun, daha Ekim Devrimi günlerinde bile, Marx’ın Kapital’inin proletaryadan çok burjuvazinin eseri olduğunu savunan devrimciler, ve içinde bulunduğumuz yıllarda Marx’ın eserinin kapitalizm için çok önemli hale geldiğini savunan liberaller olabilmiştir. 150 yıllık Marksizmin, –kuşkusuz bir kısmı gericilikle geçen- devlet ideolojisi olmaktan kaynaklanan paslarını temizlemek bile gayet zor bir işlemdir.
İslamın tarihi, onun bugün genel olarak anlaşılmasından tamamen ya da kısmen farklı algı ve yorum çabaları ve ürünlerle dolu olmasına rağmen, tarihin ana yapısal akıntısının zorunlu sonucu olarak, İslamiyet bugün esas olarak kurulu ve kurumsal bir yapı arz eder hale gelmiştir.
Ama tarih sürüyor; ve Marksizm için olduğu kadar, İslam için de yeniden-devrimcileşme dinamiği işliyor.
Yeniden-devrimcileşme süreci içinde, hangisinin galebe çalacağı, geriye orijinal hallerinden bir şey kalıp kalmayacağı önemli değil, önemli olan devrimci kurtuluş mücadelesinde, ezilenlerin, altında toplanacağı yeni bir bayrağa ve manifestoya kavuşmasıdır.
Bu konudaki en önemli dayanağımız, ne olursa olsun, ne kadar köklü ve sert olursa olsun, şu ya da bu nedenle bir kez ezilenlerin maddi hareketinin eline geçti mi, onlar tarafından kavrandı mı, hiçbir taşın ezilenlerin ellerinin izinden kurtulamayacağını bilmektir.
İslamın, İhsan Eliaçık’ın açıklıkla ifade ettiği gibi, doğduğu çağın ötesine geçebilen bir “sonuç” ve “etki”si olmadığı gibi, kapitalizme ve onun doğurduğu sınıfsal ve politik mücadele ortamına da, bir egemen sınıf ideolojisi olarak girmesi, meseleyi baştan dezavantajlı bir hale sokmuştur.
Zaten –yaptığı söyleşide Veysel Batmaz’ın dikkat çektiği gibi– Eliaçık da, tarihsel ağırlığın İslamını, yani ezenlerce bugüne bir egemen ideolojisi olarak taşınan İslamı değil, Kuran’a ezilenlerden yana dönen bir İslamı savunuyor. Eliaçık, Kuran’ın “metni”nin ezilenlerin kurtuluşunu öngören nitelikte olduğunu ve ezilenlerin komünist toplum “ütopyası” bakımından da, özellikle “ilk ayetler”inin (“ilk 23 suresi”) gayet uygun olduğunu savunuyor.
Bu yaklaşımı, Marksizmin, tarihsel niteliğiyle tayin edici anlamda sakatlanmış bir İslama değil de “Allah’a”; İslamın ise “özüne”, yani “ezilenlerin safına dönmesi” gereği tarzında ifade etmek tamı tamına isabetlidir. Eliaçık’a göre, bu yaklaşımın, “teorik ve ideolojik kökleri” “Kuran metninde” mevcuttur. Zira, Kuran metni, “meal ve tefsir” olmaksızın, yani tarihsel / ontolojik dolayım ve kurulma olmaksızın edinilemiyor. Bu ontolojik varlık ise, yani ontolojik-Kuran ise ezenlerce tahrif edilmiş ve bu durum hakim kılınmış. Eliaçık’a göre, Kuran’ın ezilenlerden yana ayetlerine “hep müdahale edilmiş”, Kuran’a “operasyon çekilmiş” ve bu kitap “zenginlerin istediği şekle sokulmuş”tur. Bu bakış açısı yeterince açık; İslamın içinde böyle bir yaklaşım varsa, mesele bir ilke niteliği anlamında bitmiştir.
Bu bağlamda, şu sorular yaratacağı gerilimle devrimci niteliktedir:
İslam dininin, başlangıç yıllarında olduğu gibi ezilenlerin bayrağı olacağı, tecdid olacağı, yenileneceği zamanlar gelecek mi? Yoksa, İslam, 1400 yıllık ağır bir tarihin altında nesh mi olacak?
Benzer şekilde, Marksizm, dünyanın ezilenleri için benzersiz bir başlangıç yapmış ve yürüyüş eylemişken, yaşadığı ağır çöküş ve yenilgiden sonra, yenilenebilecek mi, yoksa nesh mi olacak?[70]
“Afyon din”in neshi: Reddi miras ve kopuş
İhsan Eliaçık adında simgelenebilecek bir esinti Müslümanlar arasında diriltici etkiler yaratıyor.
İhsan Eliaçık, bugün Türkiye’de herhangi bir devrimcinin ilgisiz kalmak bir yana, kabul etmekten kaçınamayacağı programatik sözler etti: Eşitsizlik yok oluncaya dek, “Devlete karşı insanın, Sünni’ye karşı Alevi’nin, Türk’e karşı Kürt’ün, müslümana karşı gayrimüslimin, erkeğe karşı kadının yanında yer alacağını” ilan etti.[71]
Eliaçık, Müslümanların başat ve hakim politik tavrından kopuşu ilan etti. 1 Mayıs 2012’de İstanbul Fatih Camisi avlusundaki konuşması şuydu: “Kırk yıl önce bu avluda toplanan Müslümanlar, Taksim’e, Amerikan askerlerine karşı toplanan devrimci gençlere saldırmak için gitmişti. Biz, bu avluda bu kez Taksim’e devrimcilerle kaynaşmak için gidiyoruz. Saldıran Müslümanlardan koptuk.” Kopuşun devrimsel nitelikte olduğunu ilan etmek zorunludur.
Eliaçık, Yaşayan Kur’an eseriyle, Kur’an-ı Kerim’in ezilenler bakımından ediniminin özel bir örneğini sundu.
Eliaçık’ınki kuşkusuz bir Hanif Müslümanlık. Oluşmakta, “inşa” olmakta olan… (Çeşitli kusurlar, eksikler atfedilebilir, ama bu olgunlaşmamış bir yoldur henüz.[72])
Bu İslamın Hanif Marksizmle alaşıp alaşmayacağı, nasıl alaşacağı geleceğin işidir; kural olarak öznesiz ve ereksiz ama biz fani öznelerin bugünün ereği olmayı yüklediği geleceğin…
*
Biz, “kutsallaştırma süreci”nin dışına düşmüş toplum kesimlerinin mensuplarıyız. Daha yerinde anlatımla, kutsallığı reddeden bir “kutsallaşma süreci”nin içinde özneleşen kimseleriz. İslamiyetin içine doğduğu evrenin “kutsallaşma süreci”ne dahil olup olmayacağımız belirsiz.
Kendimizi çekim gücüne bırakıyoruz. Ezilenlerin devrimci bir İslamı doğar ve –ontolojik veya başka engeller koymadan– oradaki mücadele bizi çekerse, buna direnmeyecek ve yerimizi alacağız. Ama kendi çekim gücümüzü de iptal edemeyiz, ezilenlerin devrimci kurtuluş davası için yolların ve silahların tekliği değil çokluğu aşamasındayız. Madem değiştiremiyoruz, bunu avantaj haline getirmek zorundayız.
Marksizmi, içinde bulunduğumuz mücadele biriminde, kendi teorik ve tarihsel sınırlarının ötesinde aramayı simgeleyen “Hanif” formuyla yeniden üretip ezilenlerin davasına sunma uğraşındayız. Doktriner kalın kabuğunda kuruyacağına, basiretsiz açılımların seyreltici etkisiyle uçuşacağına veya öteki tarafın cehennemi sıcağından kavrulup gideceğine, bu tarafın ateşinin dillerinden alazlansın Marksizmimiz…
Bu uğraşın her uğraş gibi, Muhammed’in büyük davasının küçük başlangıcında olduğu gibi, isyan ettirecek kadar az inananı var. Az inananla biten nice dava oldu, ama az inananla başlamayan hiçbir büyük dava olmadı.
Azaba çağrı
Kuran, “Biz peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz.” (İsra: 15) diyor. Azapla peygamberlik bağlantısı başka bir ayette de kurulur: “İnsanlar tek bir ümmet idi [sınıfsız toplumdu]. Ayrılmaları üzerine Allah, nimetinin müjdecileri ve azabının habercileri olarak peygamberleri gönderdi ve onlarla birlikte […] kitap indirdi.” (Bakara: 213) [73]
Anlayış doğrultusunda, Kuran kitapların, Muhammed peygamberlerin sonuncusu olduğuna göre, günümüzü bu ayetler bağlamında nasıl anlamalıyız? Bu konuda Kıvılcımlı’nın bir kaydına başvuracağız: “Kuran kutsal kitapların; Muhammed kutsal peygamberlerin sonuncusudur. Ama ne hadislerde ne de Kur’an’da Allah’ın Ana Kitab’ının sona erdiğine dair en ufak bir işaret yoktur. Olamazdı da, çünkü Kur’an’a göre ayetler ikidir. Peygamberlere vahyedilen sözlü ayetler ve doğa olaylarından alınacak sözsüz ibretler, toplumsal ve doğal olaylar.”[74]
Bu ayetleri, “Yaşayan Kuran” anlayışı gereği, ezilenlerin yeni anlayışlara sahip öncü hareketler ve önderler yaratması olarak anlayabiliriz. Ezilenlerin yeni öncüleri, karşımızdaki kurulu düzenin ideolojik ve toplumsal merkezine politik çomak sokmalı.
Ezilenler başkaldırmadıkça, ezilmişlikleriyle barış içinde yaşadıkça, kan ve ateş onların üzerine kütlesel olarak gelmeyecektir. Bir kez başkaldırmaya başlayan, çağının yeni önderlerinin eylemli devrimci çağrısına kulak veren ezilen, ezenlerin dizginsiz saldırısına uğrayacak.
Azap ondan sonra gelecektir.
“Peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz” ayetinin çağını yaratalım.
Ayet akımı sürüyor. Vahiy geliyor. Her biçimiyle maddeye: Dağa taşa, kurda kuşa, ezen ve ezilen insana, ideolojisinin sınırlayıcılığında kıvranan ezilen öncüsüne…
“Ezilenlerin önderliği ve başa geçmesi” için, ucu açık mücadele yolumuza…
Allah’ın adıyla…[75]
* Furkan: “Kur’an lisanında, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, hakkı batıldan, zulmü adaletten, küfrü imandan ayıran ölçü anlamında kullanılmaktadır.” (Eliaçık, 1 nolu dipnota bak., s. 273)
Ayıraç: Cisimleri, bileşime ya da ayrışıma uğratarak niteliklerini belirtmede kullanılan madde.
[1] Kuran, Ra’d Suresi, 7. ve 38. ayetler. Kuran ayetleri, yapılageldiği üzere, sure adı ve ayet numarası olarak metin içinde verilecek. Kuran başvurularında, aksi belirtilmedikçe, Eliaçık’ın eseri değerlendirilmiştir. (Haz. R. İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an: Nüzul Sırasına Göre Türkçe Meal – Tefsir, Üçüncü basım, İnşa Yay., İstanbul 2011)
[2] Büyükten küçüğe “zaman”, “devir”, “çağ” üçlüsü üzerinden…
[3] Louis Althusser’in kavramlaştırması. Bak. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev.: Yusuf Alp, Mahmut Özışık, İstanbul 1989, İletişim Yay.
[4] Bu alt-bölümde Lenin’in bir yazısı değerlendirilmektedir: Lenin, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu” (1909); Lenin, Marx, Engels, Marksizm, Çev.: Vahap Erdoğdu, Sol Yay., Ankara 1976, ss. 276 – 289
[5] Bir kitabın adı ve çevirisinden ilhamla: Paul Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, Çev.: Ercümet Özkaya, Ankara 2004.
[6] Türkiye’de, (yeni) TKP’nin ambleminde yer alan çark-çekiç, bu yaklaşıma bir mesafe ve direniş anlamına gelmektedir.
[7] Lenin, “Vekhi Üzerine” (1909), Kültür ve Kültür İhtilali Üzerine, Çev.: Ali Özer, Ser Yay., Ankara 1969, s. 18
[8] P. Wiles’ten katılmayarak aktaran: Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine, Çev.: Nur Betül Çelik, Ankara 2007, Epos Yay., s. 22
[9] İsra: 110. Muhammed Esed Meali (www.kuranmeali.org) (11 Kasım 2012)
[10] Hikmet Kıvılcımlı, Allah Peygamber Kitap, Bumerang Yay., İstanbul 1999, s. 50
[11] Kıvılcımlı, Allah Peygamber Kitap, a.g.e., s. 246
[12] Eliaçık, Yaşayan Kur’an, a.g.e., s. 671
[13] Maxime Rodinson, İslam ve Kapitalizm, Çev.: Orhan Suda, Hürriyet Yay., İstanbul 1978, s. 110
[14] Turan Dursun, Kuran’da “249 yerdeki ayet hükmünün ‘yürürlükten kaldırıldığı’”nı aktarır. (Tabu Can Çekişiyor: Din Bu 1, Kaynak Yay., İstanbul 1993, 11. basım, s. 179 ve s. 185)
[15] Eliaçık, a.g.e., s. 880
[16] Eliaçık, a.g.e., s. 417
[17] Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’ân-ı Kerîm ve Yüce Meâli, Huzur Yay.
[18] Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi: İbrahim’dan Günümüze 4000 Yıllık Tanrı Arayışı, Çev.: Oktay Özel, Hamide Koyukan, Kudret Emiroğlu, Ayraç Yay., Ankara 1999, s. 442
[19] Eliaçık, a.g.e., s. 15
[20] Fakat İslam tarihi bu anlayışın karikatürleriyle doludur. Örneğin, Kuran’ın bu anlayışından ilhamla, Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi şöyle demiş: “Ulemanın tedvin ettiği ve hacimli ciltler içinde bize ulaşan fıkıh ilmi, Hz. Muhammed in (s.a.v.) Peygamberliğine mucize olarak yeter.” (Recep Yıldız, “Ömrünü Yanlışa Adayan Adam Fazlurrahman”, http://www.haznevi.net/Derlemeoku.aspx?DID=) Burada artık, tapılan ve kutsal kabul edilen Kuran ve Peygamberin varlığı değil, “fıkıh ilmi”dir.
[21] Muhammed Esed Meali. (www.kuranmeali.org)
[22] Muhammed Esed Meali. (www.kuranmeali.org)
[23] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 265
[24] K. Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, s. 443
[25] K. Armstrong, a.g.e., aynı yer.
[26] Eliaçık, a.g.e., s. 696-7
[27] Eliaçık, Yaşayan Kur’an, s. 423-24
[28] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 347
[29] Lenin, “Maksim Gorki’ye Mektup” (Kasım 1913); Sosyalizm ve Din, Çev.: Öner Ünalan, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara 1994, s. 53
[30] Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, s. 442
[31] Ali Şeriati, Bir Kez Daha Ebuzer, Çev.. Abdullah Yegin, Söylem Yay., İstanbul 2005, s. 213
[32] Louis Althusser, Marx İçin, Çev.: Işık Ergüden, İthaki Yay., İstanbul 2002, s. 283
[33] Althusser, Marx İçin, s. 282
[34] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 153
[35] David McLellan, İdeoloji, Çev.: Ercüment Özkaya, Doruk Yay., Ankara 1999, s. 39
[36] McLellan, a.g.e., s. 41
[37] Metin Çulhaoğlu, (http://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/sosyalizm-ve-din-hurmada-kalsa-gene-iyi-54459)
[38] Althusser, Marx İçin, s. 281
[39] David McLellan, İdeoloji, Çev.: Ercüment Özkaya, Doruk Yay., Ankara 1999, s. 14
[40] McLellan, a.g.e., s. 14
[41] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 – Aşırılıklar Çağı, Çev.: Yavuz Alogan, Sarmal Yay., İstanbul 1996, s. 91
[42] Althusser, Marx İçin, s. 283
[43] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 243
[44] Antonio Gramsci, Felsefe ve Politika Sorunları, Çev.: Adnan Cemgil, Payel Yay., İstanbul 1975, s. 87
[45] Terry Eagleton, İdeoloji, Çev.: Muttalip Özcan, Ayrıntı Yay., İstanbul 1996, s. 41’deki ifadenin üzerinden.
[46] Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 51
[47] Althusser, a.g.e., s. 60
[48] Eagleton, İdeoloji, s. 52
[49] Althusser, Marx İçin, s. 285-6
[50] Bu tarihsel süreç, “yerdeki bayrak” mecazının alındığı İhsan Eliaçık tarafından şöyle anlatılır: “Hz. Ömer [sorunları] görmüştür ve gereğini yapmaktan çekinmemiştir. Fakat o günkü kabile, rant ve ganimet mantığı buna direnmiştir…
“Dolayısıyla aşama aşama giden köle özgürleştirme uygulamasını, Kur’an’ın köleliği tam olarak kaldırmaması ve zamanın akışına bırakması şeklinde yorumlamak mümkün değildir. […] Fakat bu bayrak ne yazık ki, Hz. Ömer döneminden sonra yere düşmüştür, hâlâ da yerdedir.” (Eliaçık, a.g.e., s. 198)
[51] Peygamber’in ölümünden sonra İslamın “apansız ve şiddetli ‘sağ’a kayması”nı nasıl anlatıyor Şeriati? Ebubekir döneminde sağcılık “sadece siyasi yöne sahipti. Ömer zamanında ekonomik yönünü sınıfçılıkla birlikte Müslümanlara devlet hukuku olarak gösterdi. […] Osman döneminde bu kayma zirveye ulaştı. Toplumda sınıflar oluştu ve seçkinler mutlak hakimler oldular.” (Ali Şeriati, Ebuzer, s. 209)
[52] Eliaçık, a.g.e., s.655
[53] Muhammed Suresinde yer alan bu sözleri Eliaçık, mallar değil “bütün her şeyinizi” şeklinde karşılamış. Oysa devamı ayetlerde istenenin mal cinsinden olduğu, Eliaçık’ın 38. ayette “infak” terimini kullanmasından belli. Kaldı ki, Allah, cihat için Müslümanlardan canlarını da isteyebiliyor –cennet karşılığında!
[54] Eliaçık, a.g.e., s. 142
[55] Köleliğin fiilen kaldırılmamış olduğu, Muhammed’in bütün topluma seslenmeyi öncelediği bellidir. Eliaçık’a göre, zaten köle özgürleştirme uygulaması, “aşama aşama giden” bir özellik arz etmektedir. (Eliaçık, a.g.e., s. 198)
[56] Eliaçık, a.g.e., s. 196
[57] Eliaçık, a.g.e., s. 806
[58] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 350 ve devamı.
[59] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 350-1
[60] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 314
[61] Nitekim, İslam tarihsel devriminin de bittiği dönemlerde, başka tarihsel devrim “selleri”, İslam uygarlığının ahırlarını temizlemiştir. Dünyanın gördüğü en baştaki “tarihsel devrim deli seli” olan Cengiz Han Moğolları, İslam uygarlığının merkezi Bağdat’ı fethettikleri zaman, tarih onları Tövbe Suresinin biriktirilen altın ve gümüşü tatmalarını söyleyen 34-35. ayetlerini uygulamaya atamıştır. (Burada, Kıvılcımlı’nın determinist ve zorunlulukçu terminolojisi izleniyor.) Moğollar, İslam Halifesini, hazine odasına hapsetmiş ve altın ile gümüşün karın doyurup doyurmayacağını, halifenin açlıktan ölmesiyle test etmiştir.
[62] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 85
[63] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 349
[64] Hatta, Halife Ömer bile bu sürecin izleyicisi konumundaydı. Anlatılana göre, Suriye Valisi Muaviye’nin süslü ve pahalı kılık kıyafetini soran Halife’ye Muaviye, sınır boylarında örnek teşkil etmek için buna mecbur olduğu yolunda bir cevap verir. Halife bir şey yapamaz.
[65] Nevin Abdulhalik Mustafa, İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Çev.: Vecdi Akyüz, İz Yay., İstanbul 1990, s. 204
[66] Rodinson, a.g.e., s. 44
[67] İhsan Eliaçık; Veysel Batmaz, (Söyleşi:) “Devrimci İslama Çağrı: İhsan Eliaçık”, Birgün Gazetesi, 9 Şubat 2010
[68] Eliaçık; V. Batmaz, a.g.e.
[69] Eliaçık, Yaşayan Kur’an, s. 20
[70] Michael Burawoy, Teori ve Politika’nın bu sayısında yer verilen 1990 tarihli “Bilim Olarak Marksizm” (Çev.: G. İrfanoğlu, E. Akçay) yazısında bu soruya umutlu bir cevap veriyor ama üzerinden geçen uzun yıllara rağmen beklentinin gerçekleştiğini veya en azından daha gerçekleşebilir olduğunu söylemek şüpheli: “Tarih Marksizmin çözülmesi tehdidini ilk kez ortaya çıkarmıyor. Gerçekten de, bu makaledeki tarihsel çözümlememiz Marksizmin gelişmesinin bu gibi tahripkâr geri tepmelere bağlı olduğunu, Marksizmin bunları kuramsal gelişmeyi tetikleyen zorluklara dönüştürdüğünü gösterdi.”
[71] Birçok kez ve yerde dile getirilen bu görüşler, Eliaçık’ın, Emek ve Adalet Platformu’nun 17 Nisan 2011’de düzenlediği “Ortadoğu ve Türkiye’de Emek ve Adalet Mücadelesi Sempozyumu”ndaki konuşmasından aktarıldı.
[72] Örneğin, Eliaçık’ın, mealen “Allah’ın gönüller açan yardımı olmaksızın geldiği zaman…” diye ifade ettiği Nasr: 1’in, “fetih”in karşılığı olarak “gönüller açan” tabirini kullanmasını, “Müslümanlar[ın] bir toprağı zorla işgal edeme[yecekleri]”ne bağlıyor. (Eliaçık, Yaşayan Kur’an, s. 1043) “Feth, Allah’ın insanların gönüllerini İslam’a açması manasına gelmektedir. Çünkü Allah’ın dininde zorlama (ikrah) yoktur” diyor. Eliaçık, bu bağlamda, Müslümanların Mekke’yi işgal etmediğini, Mekkelilerin gönüllerini kazanarak fethettiğini ileri sürüyor. Bu yorumlara katılamıyoruz. Bu, hem “silahlı peygamber” olarak Muhammed’in tarihine, hem de ezilenlerin dün ve bugünkü “Yaşayan İslam”ına aykırı görünüyor.
[73] Elmalılı Meali. “Sınıfsız toplum” meali Muhammed Nur Denek’e ait. (Adil Medya Sitesinde yayınlanan “Kur’an Öğretisi: Eşitlik ve Sınıfsız Toplum” başlıklı yazı. (http://www.adilmedya.com/kuran-ogretisi-esitlik-ve-sinifsiz-toplum-h31269.haber)
[74] Kıvılcımlı, a.g.e., s. 368
[75] Allah’ın adıyla başlanmadı; buna ilişkin hak-hukuk yok. Ama Allah’ın adıyla bitirilebilir.