Ana SayfaArşivSayı 59-60“Davası Olmayanın Deniz’i Olmaz”

“Davası Olmayanın Deniz’i Olmaz”

“Davası Olmayanın Deniz’i Olmaz”

Mehmet Güneş’in meydan okuması

 

Metin Kayaoğlu

İhsan Eliaçık, Kuran’ın, “Oku!” olan ilk emrinin yaygın olarak sanıldığı gibi, bir metni okumak anlamında değil, düzene bir başkaldırı, bir meydan okuma anlamında verildiğini savunur. Bu tezin, önemli devrimci etkiler yarattığını gözler, izleriz.

Devrimci Karargâh’la ilgili yürütülen bir operasyonda tutuklanan Mehmet Güneş, 7 Ağustos 2012’de İstanbul Adliyesinde çıktığı duruşmada birkaç saat süren uzun bir savunma okudu. Okuma, Kuran’daki ilk emir gibiydi; açık bir meydan okuma…

*

Mehmet Güneş, devrimci olmayan zamanlarda, devrimciliğin türemediği koşullarda kök kazıyıcı saldırılara uğrayanlara, mahkemelerde devrimci tutumun ne olduğunu yaptığıyla gösterdi.

Birçok kıdemli devrimcinin, tarihin sigasında ne yapacağını şaşırmış, burjuva hukuk nizamının içinde sanık olarak kendine bir yer arayan haline kinaye yaparcasına devrimci yolu gösterdi. Bu, direnen, savunan bir tarz değildi, kendine müstahkem mevki bırakmayan bir saldırı tarzıydı. Etkisini, kendini tamamen ve bütün varlığıyla meydana atarak, gerisindeki hukuki, toplumsal bütün kuvvetlerle bağını kesmede ve saldırganlığıyla karşı cepheyi dağıtıcı rol oynamada bulan bir tarz.

Söylediği gibi, fiziksel olarak en ağır koşullarda çıkmadı mahkemeye. Benzer sözleri ettiğinde “kafasının gözünün yarıldığı” koşulları da yaşadı. Ama, bu ülkenin son kırk yılının yani Mehmet Güneş’in kesintisiz devrimci kariyerinin bütün döneminin, devrimci özne kurmak bakımından en ağır koşullarında çıktığı mahkemede, bu en ağır koşullarla devrimci tarzda mücadele etmenin yolunu gösterdi.

*

Aydınlanmadan tevarus eden hukuki rasyonalite açısından bakıldığında, eski bir sosyalistin dikkat çektiği gibi, “hacir altına alınması gereken”, yani bir hukuk öznesi olmak bakımından akıldan, sağduyudan, pratik kişisel yarar ve sakınma ilkesinden kategorik olarak uzak bu tutumunun, ancak devrimci bir “akıl” çerçevesinde anlaşılır olabileceğini görmek durumundayız.

Yaptığı “savunma”yla ne avukatlarına iş bıraktı, ne de kendini yargılayan heyete… O, hukuk aklının, mantığının, işleminin dışına çıktı. Hukuk sisteminde yeri o gün, sanık değil, ancak yargıç kürsüsü olabilirdi. Tarihin ve kendinin hüküm kararını okudu orada.

Kendini bir “hukuk öznesi” olarak iptal etti. Hukuk sistemi tarafından tanınacak, kimliklendirilecek bir özne olmayı reddetti. Ne yargılanabilir, ne soruşturulabilirdi. Mahkemede devrimci tutum başka ne olabilirdi!

1969’dan bu yana altıncı kez tutuklandığını, çok sayıda da gözaltı yaşadığını söyleyen Mehmet Güneş, açık bir oyuna alet edilmek istendiğini ve bu oyunda yer almayacağını söyledi. Ne iddianameyi bir hukuk metni olarak görüyordu, ne de karşısındaki heyeti bir hukuki heyet olarak… Savunma yapmadı tam da dediği gibi, başına gelen bir olayı fırsat bilerek, dışarıda yürümeyen devrimciliği o gün orada faaliyet haline getirdi.

Savcılıkta sorulan soruları değil, soruların mantığını reddettiğini anlattı: “ ‘Şu konuşmada ne demek istiyorsun?’ diye soramazsınız. Bu, tam bir engizisyon sorusudur. (…) Konuşmalarımdan kimin ne anlayacağıyla ilgilenmiyorum. Bunlarla ilgili ne bir soruya cevap veririm, ne de tevil yoluna giderim.”

Mehmet Güneş, devletin pratik devrimcilikten sonra bu kez devrimci tutumunu koruyanlara yönelttiği yeni bir saldırı veya süpürme “konsept”ine karşı nasıl bir tutum geliştirmek gerektiğini gösterdi. Somut etkileri hemen görülmeye başladı. Geçen günlerde, 20 Mayıs 2012’deki Kaypakkaya anması dolayısıyla açılan bir soruşturmada bir başka “şüpheli”nin ifadesine yansıyan tutumdu bu: “Anmaya katıldım. Ama ihbar, ikrar ve inkâr talep eden sorulara cevap vermeyeceğim.” Bunu, “3 i” olarak formüle edebilirdik.

*

Kendini yargıladı ve hükmünü de verdi. Mahşerdeydi ve tarihe suçunu itiraf ediyordu. Kitapta yazıldığı gibi; “Oku kitabını, kendi hesabını kendin gör!”:

“Bugüne kadar elimden geldiği ve gücümün yettiği müddetçe, bütün yolları kullanarak bu ahlaksız düzeni yıkmak için mücadele ettim, bundan sonra da mücadeleye devam edeceğim. Bu konuda yaptıklarımdan değil yapamadıklarımdan dolayı suçluyum.”

“En büyük hatamız, en ağır suçumuz etkisizliğimizdir. Bundan dolayı yaptıklarımızdan değil ancak yapamadıklarımızdan sorumlu tutulabiliriz. Etkisizliğimiz, kahredici düzeydedir. Bu nedenle her türlü eleştiriye de cezaya da razıyız. Bunun dışında her şey nasıl olması gerekiyorsa öyle olmuştur. Tarih bunları ve bizim yaptıklarımızı es geçemez.”

*

İçinde bulunduğumuz dönemde, devrimin halk diliyle konuşması gerektiğinin örneğini verdi.

Ezilen halk mantığından bir devrimci dil tutturdu. Savcıları, iddianamede geçen birkaç yüz liralık paralarla uğraşacaklarına, bir gazetede açıkça Türkiye’ye İsviçre’den kaçak yollarla getirildiği yazılan milyon dolarların peşine düşmeye çağırdı.

Devlete biat eden ezilenleri bir tarafından yakalayan bir yaklaşım gösterdi. Konuşması, duruşma salonundaki öteki sanıkları ve izleyicileri sarsmadı sadece; meydan okuma, kalabalık salonun civarındaki özel güvenlik görevlilerinin birbirini itekleyerek dinlemesine, görevli askerlerin göstermekten kaçınmadığı ilgisine neden olan bir hale yarattı.

Halk mantığından oluşturduğu dil, hiçbir zaman bir halk tapınıcılığına prim vermiyordu. Türk-Müslüman ezilen kitlelerin içinde bulunduğu aşağılık zihniyete ağır şekilde saldırdı.

*

Şanslıydı! Arka bölmede kendini devrimci coşkuyla dinleyen yüz elli iki yüz kişi, hemen gerisinde çok sayıda sanık, iki yanında yirmi civarında avukatın oluşturduğu bir ordunun önderi gibi düzeni temsil eden heyetin önüne dimdik çıktı. Ne “mahkeme duvarları”na konuştu, ne de konuşması, karşıdaki heyetten gelen ama vakarla bertaraf ettiği cılız bir itiraz dışında fiziksel engellemeye uğradı. O bu türden şanslara tenezzül edeceklerden değildi. Hatta, şansını zorlamayı bir davranış tarzı yapmışa benziyordu.

Ezenlerin Türkiye’si kadar ezilenlerin devrimci Türkiye’sinin de gerçek olduğunu vurguladı. Devrimci Türkiye’nin yok edilemeyeceğini haykırdı.

“Bütün Türkiye ayaklarımızın altında, en büyük biziz, diyebilirsiniz. Şirketleriniz biraz daha büyüyebilir, banka hesaplarınız biraz daha şişebilir, zenginliklerinize zenginlik katabilirsiniz. Bu düzendeki her şey sizin olabilir, hepsine sahip olabilirsiniz. Medya starlarınız, birbirinden meşhur yıldızlarınız, polis şefleriniz, omzu kalabalık generalleriniz hepsi sizin olsun.

“Ama asla bir Deniz Gezmişiniz olmayacak. Davası olmayanın Deniz’i olmaz!

“Devrimciler sizin düzeninizin bütün kutsallarını çoktan çöpe attılar. 6 Mayıs 1972 şafak vakti idam sehpası hazırdı, TSK subayları hazırdı, savcı hazırdı, cellat hazırdı, sehpaya çıkıp ipi boğazına geçirdiler. Deniz, celladı beklemeden sehpayı tekmeledi. Biz bu düzenin her şeyine çoktan tekme attık. O tarihten bu güne bu topraklarda bizim başımızı eğecek hiçbir olay yoktur ve olamaz.”

Meydan okuma, Adnan Yücel’in yazdığı ama artık devrimci harekete ait dizeleri salondaki ordu korosunun coşkuyla okumasıyla bitti: “Saraylar saltanatlar çöker…”

*

Davasında Denizini, kendi fiziksel varlığını ezerek, şahsında yarattı. Kellesini sepete atarak, kürsüyü tekmeleyerek, saldırıyı mantık olarak boşa çıkardı. Zaten ilk iş, o mantığa karşı savaşmak ve o mantığı yenmek, o mantığı ezmek değil miydi. Başka bir mantık devreye sokulmadan da o mantık yenilemezdi. Sadece uzlaşılır, sadece dilenir, sadece boyun bükülürdü. Mehmet Güneş’inki bunlardan başka bir yol olarak saldırıya direniş de değildi. Karşı-saldırıydı!

Kararlılığından kuşku duyulamayacak birçok devrimci, tarihsel ânda olduğu sanısıyla darmadağın oldu. İnanç meselesi değildi söz konusu olan, devrimci bilinç meselesiydi. “Mesleği”ni hatırlatan oldu, yapmadığını kanıtlamaya çalışan oldu şahitler göstererek, anlatmaya, “izah etmeye” çalışan oldu. Çıktıklarında devrimciliğe devam ettiler, fakat fiziksel devamın politik anlamı ile mantıksal devamın politik anlamı kategorik olarak başka oluyor.

Mehmet Güneş, aramızda olmayan yiğit devrimcilerin izini sürüyordu. İçinde olduğu her ânın son ân olabileceğini kabul ederek, bu gerçeğe cesaretle teslim olarak gereğini yerine getiriyordu davasının… İşte bu derin bir bilinç gerektirir, son ânı bir ân daha erteleyebilmek için kılı kırk yaranları yerin dibine batıran bir hesapsızlık içinde. Yoldaşlarımız var daha uzun yıllar içeride görünen. Gelecek kuşaklara miras bırakmayı göze almak ve hâlâ aramızda olmak da herhalde Mehmet Güneş gibi devrimci kimselere mahsustur.

Başka yolların yürüyüşçüleri var. Cesaretle mücadele ediyor ve bize karşı da düşmanca savaşıyorlar. Onların övgüsü onlara, bizim sancağımız bize…

Bizim yolumuzun da kırk yıldır bükülemeyen bilek, kırılamayan irade olarak yürüyüşçüleri var. Kendi naçiz varlığını çiğneyerek…

Akıntıyı yararak yürüyenlere selam olsun.

 

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar