Metin Kayaoğlu
1. Giriş
Türkiye’de ‘71 devrimciliği’[1] diye anılan varoluşla sol hareketin önceki varoluşu arasında kategorik bir fark var mı?
71 devrimcileri arasında, İbrahim Kaypakkaya’nın adında simgelenen varoluş ile ötekiler arasında kategorik bir fark var mı?
Bu çalışmanın önermesi, bu iki soruya olumlu yanıt vermek üzerine kuruludur. İlk soru yanıtını ‘devrimcilik’, ikinci soru ‘Marksist devrimcilik’ üzerinde bulur.
Türkiye’de 71 devrimciliğinin öncekilerle ilişkisinin niteliğine ilişkin üç temel görüş olmuştur. a) Yaklaşımların birine göre, 71 de öncesi ve sonrasıyla genel olarak sol / sosyalist / komünist hareketin yürüyüşünün sürekliliği içinde bir uğrak, bir zenginlik, bir aşamadır. Bu yaklaşım, kendi içinde devrimci olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrılabilir. b) Başka bir yaklaşıma göre, 71, o zamana kadar olumlu bir gelişme gösteren sol / sosyalist / komünist hareketin seyrinde bir geriye düşüş, etkileri bugüne kadar süren bir yozlaşmadır. c) Bir başka yaklaşım açısından, 71 devrimciliği, daha önce olmayan bir boyutu sol harekete kattığı için kategorik önemdedir. Bu, devrimciliktir. Önceki sol hareket devrimci değildi, ama 71 devrimcileri ilk kez devrimci bir oluş sergilediler. Kopuş anlayışı… Kopuştan teorik ve tarihsel olarak geriye dönülmez. Pratik geriye dönüşler olabilir. c-i) Devrimci-olmamaktan olmaya bir kopuş olarak ifade edilebilecek ‘c yaklaşımı’nın bir alt ayrımı, ‘Marksist-olmamaktan olmaya bir kopuş’ boyutuyla belirecektir.
Bu çalışmanın ikinci ama teorik bakımdan öncel nitelikteki önermesi, 71 devrimciliğini değerlendirmenin niteliğinin gerçekte Marksizmin nasıl algılandığına bağlı olduğudur. Nasıl bir Marksizm anlayışına sahipseniz 71’i de o şekilde ve ona bağlı olarak değerlendirirsiniz –ve tersi.
Bu çalışma, 71’i bir kopuş olarak görmek üzerine temellenmiştir. Aynı yöntemle, Marksizmin tarihsel seyrini de bir iç-kopuşlar tarihi olarak görmeyi önermektedir.
***
Aşağıda, birbirine geçen çapraz ve ikili bir yöntem ve sunuşla, 71 devrimciliğinin savunusu Marksizmin tarihsel seyrine ilişkin bir savunuyla birlikte gerçekleştirilmeye çalışılacak; ve buradan 71’de Marksizm arayışına gidilecektir. 71’in eleştirisi bir Marksist eleştiri yöntemi olarak ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bunun somut karşılığı, Kaypakkaya’nın eserinin öteki iki devrimci özneyle karşılaştırılması olacaktır.
Bu çalışmada argümanlar gidimli ya da çıkarsamalı denilen bir tarzda ortaya konmaya çalışılmıştır. Bir düşünceden ötekine mantıksal bir yolla ilerlemeye, zorunlu ve kaçınılmaz seçenekleri ortaya çıkarmaya, ulaşılan argümandan öncekilerle tutarlı bir bütünlük teşkil etmesi gözetilerek bir sonraki argümana geçilmeye gayret edilecektir. Amaçlanan, ‘mantıksal zorunluluğu’ ortaya çıkarmaktır. Çalışmanın merkezi terimi olan ‘diyalektik’ de bu mantıksal gidimliliğin, nicelikselcilikten ve bağdaştırmacılıktan uzak ‘ilişkisel hareket’i olarak görülecektir.
***
71 devrimciliğinden önce Türkiye’de ezilenlerin politik devrimciliği yoktu; ve 71’den önce Türkiye’de Marksizm politik devrimci bir akım olarak mevcut değildi. Türkiye’de politik devrimciliğin ve politik Marksizmin –komünist devrimciliğin– tarihi bu dönemle başlar.
Bu ne anlama gelmektedir? Daha önce Türkiye’de burjuva devrimciliği olmuştur, toplumsal-politik nitelikte devrimci olan ya da devrimci roller oynayan hareketler olmuştur –Kürt isyanları en önde gelen örnektir. Ama Türkiye’de bu tarihten önce sözcüğün dar anlamıyla solda yer alan bir devrimcilik türü olmamıştır. Baştan beri TKP’de temsil olunan hareket hiçbir zaman devrimci bir pratik içinde olmamıştır.
Öte yandan, daha önce Türkiye’de Marksizm genel bir ideoloji, doktrin ve dünya görüşü olarak elbette vardır. Kıvılcımlı’nın eseri nezdinde, Marksizm teorik özgülleşmesini bulmuştur. Fakat, Marksizm hiçbir zaman, sözcüğün dar anlamıyla politik, eşdeyişle devrimci bir pratik eyleyiş içinde varolmamıştır. Bu bakımdan bu çalışmanın iddiası, İbrahim Kaypakkaya’nın Türkiye’nin ilk politik Marksisti olduğudur.
2. Marksizmin Tarihsel Devrimci Diyalektiği
Marksizm, tarihsel politik olarak Marx-Engels’in onları Marksist kabul etmek gereken tarihten ve Komünistler Birliğinden başlamak üzere, şu sıralarda bir sokakta ajitasyon yapan, bir hedefe saldırı düzenleyen komünist devrimci militana kadar uzanan bir yapı olarak görülmektedir. Marksizm, kurulduğu kabul edilebilecek 1840’ların sonlarından bugünlere birbuçuk yüzyılı aşan bir sürede, o türden çok az yapıya nasip olacak bir ömür sürdü. Gelişti, geriledi; iktidarları fethetti ve kaybetti; on milyonları harekete geçirdi ve militanlarını yitirdi. Bu arada Marksizm, iç bölünmelere de uğradı. Bölünme ve parçalanma, çapraz çeşitli boyutlarda ve şekillerde oldu. Dramatik parçalanmalar ve iç-kopuşlar yaşadı. Fakat Marksizm, her seferinde atılım yaparak sıyrıldı kader anlarından.
Marksizm herhalde ilk önemli iç sancısını kurucularının “öğretisi” doğrultusunda Almanya’da politik faaliyet yürüten Almanya Marksistleriyle bizzat Marx arasında Gotha’da kabul edilen ve “Gotha Programı” olarak anılan belge üzerinde ortaya çıkan teorik ve politik olayda yaşadı. Marx, bu belgeyi eleştirdi (1875). Temel nitelikte teorik boyutlar da içeren bu eleştirinin politik yönünü Marx’ın partide bir uzlaşmacılık sezinlemesi oluşturmaktaydı. Marx’ın ölümünden sonra aynı partiyle bu kez Engels, Erfurt’ta kabul edilen program üzerine bir sorun yaşadı (1891). Bu sorun da öncekiyle benzer nitelikteydi ve Marx-Engels, Marksizmin politikleşmesinin en önde gelen ülkesindeki gelişmelerden pek de hoşnut değillerdi. Kurucu Marksistlerin bu müdahaleden istedikleri sonucu aldığı ve mücadeleden galip çıktığı söylenemez. Bir başka gelişme o sıralar, Fransa’da yaşanmaktaydı. Buradaki Marksistler de “sekter” bir aşırı politik yönelim içindeydiler kuruculara göre. Engels’in ölümünden sonra kurucuların misyonunu da üstlenen Alman partisi içinde bu kez Bernstein’ın adıyla anılacak bir “revizyonizm” peydahlanacaktı. Kurucu Marksistlerin politik nitelikleri konusunda kuşkular beslediği Alman partisi önderliği bu “sağcı” muhalefet yanında “sol”uyla da uğraşıyordu. Partinin içinde ortaya çıkan sol muhalefet yanında, Enternasyonal içinde özellikle bir partinin iki kolu arasında yaşanan sorunlar alışılmadık “skandallar”a yol açıyordu. Bu, Rusya partisiydi. Bolşevikler ve Menşevikler olarak ikiye ayrılmışlar ve özellikle Rusya’da patlayan 1905 Devrimiyle aralarındaki politik sorunlar Enternasyonal’i meşgul eder hale gelmişti. Bolşevik grup, Enternasyonal’in atmosferine uymayan barbar bir tiynete sahip görünüyordu.
Marksizmin politik tarihi devrimci diyalektiğin zengin bir belirişi olarak anlaşılabilir. Marksizm, bütün tarihi boyunca kendini politik olarak hep devrimcileşerek yeniden-üretmiş ve kurmuştur. Politik devrimcileşme diyalektiği, şiddetli iç-kopuşlar şeklinde cereyan ederek Marksizmin bilim ve felsefe bileşeninde de dışsal ontolojik “katkı”lar yapmıştır. Tarihi boyunca devrimci nitelikte ilk kesin iç-kopuşunu Leninizmle yaşayan Marksizm, Leninizmin kopuş mantığının politik somutlanması olan Maocu Marksistlerin devrimci bir kutbunu oluşturduğu gerilimli bir iç-yaşantıdan sonra, (önemli bir kopuşu temsil eden Troçki, devrimci politik nitelikte belirtik bir çizgi bırakamadı) 1960’larda son bir keskin kopuş daha yaşamıştır. Bu kopuşun öznesi Maoizm olarak belirecektir.
Leninizm, politik bayrağını, Marksizmin devrimcilikten uzaklaşmasına politik bir tepki olarak açtı. Marksizmin örgütsel çatısı İkinci Enternasyonal tarafından oluşturuluyordu ve Leninizm, Marksizme ilişkin politik ve teorik temsilin de yerine getirildiği bu çatının yıkılması ve tanınmaması gerektiğini ileri sürüyordu. Bu dinamik, Çin Devrimi sürecinde Maoizmin bayrağı devralması ve Leninizmin kopuşunu kesinleştirmek tarzında gelişti. Leninizm Marksizmin bildik anlayışı açısından yeterince aykırılık teşkil ediyordu; Maoizm, Batılı Marksizmin tanıyamayacağı bir Marksizm öneriyordu. Leninizm, Marksizmi Avrupalı olmaktan uzaklaştırıyordu, Maoizm Avrupalı-olmayan bir Marksizmi somutluyordu. Leninizm, Marksizmi işçiler dışındaki ezilenlere açıyordu, Maoizm bunu yoksul köylüler nezdinde gerçekleştiriyordu. Leninizm, devrimci politikanın başlıca bir yönünün şiddet araçlarının kullanılması veya şiddet politikası olduğunu ortaya koyuyordu, Maoizm bunu uzun bir uygulamayla pekiştiriyordu. Leninizmin kopuşu derinleşerek sürmekteydi.
Maoizm, ikinci devrimci misyonunu bu kez 1960’larda oynadı. Marksizmin son önemli politik iç-kopuşu 1960’larda gerçekleşti ve bu, dünyada ve Türkiye’de kategorik karşılığını buldu. Temel tema hep aynıydı: Politik devrim ve politik devrimcilik. Bugün Marksizm adına yaşadığımız dünya bu kopuş üzerine kurulan dünyadır hala.
Bu son kopuşun temel argümanları, Marksizmin evrensel ölçüde barışı mı savaşı mı seçmesi gerektiği üzerineydi. O zamana kadar “Uluslararası Komünist Hareket”in önderi olan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP), artık devrimlerin barışçı olması gerektiğini propaganda ediyor, Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki dünyayı Marksizm açısından öncelikli ya da eşit devrim merkezleri olarak kabul eden anlayışı geri çekmeyi, Marksizmi yeniden Batılı işçi sınıfına ve onun Batıdaki öncü partilerine, gerçek sahiplerine vermek gerektiğini savunuyordu.
SBKP, evrensel barışı, Çin Komünist Partisi (ÇKP) yeni bir savaşı savunuyordu. SBKP’ye göre, “tek bir kıvılcım bile bir dünya savaşına yol açabilecek”ti[2]; ÇKP’ye göre bir dünya savaşı devrimler açısından hiç de fena olmazdı. Biri, “günümüzde ‘yerel savaşlar’ çok tehlikelidir” derken; öteki, her bir ‘yer’deki halkları savaşa, “Fırtına merkezleri” yaratmaya çağırıyordu.[3]
***
Marksizmin iç-kopuşlar şeklinde cereyan eden bu seyrine, G. Thomson’dan esinlenerek “Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiği” denilecek.[4] Marx-Engels’ten Lenin’e, ondan Mao’ya ulaşan çizgi bir özel niteliği ifade etmektedir. Bu çizgi, ayırt edicidir. Marksizmin bu çizgi dışında süreklilik ve istikrar kazanmış bir politik devrimci kanalı bulunmuyor. Marksizmin devrimci diyalektiği, esasen tarihsel politik nitelikte gelişmektedir. Politik hareket olarak Marksizmin izlenmesinden çıkarılmış bir çizgidir söz konusu olan. Fakat, diyalektiğin sadece politik bileşende kalacağını sanmamalı. Devrimci diyalektiğin, açık ya da örtük olarak önerdiği veya vazettiği bütünlüklü bir Marksizmin varlığı savunulacaktır.
Politikada devrimci olan bu çizginin, neredeyse her olay ve olguda görülebilecek, ama genel olarak sürecin bütününden kategorik olarak çıkarılacak birtakım teorik-politik esasları bulunuyor. Bu Marksizmin; Marksizmin bütünlüğü ve bileşenleri, Marksizmin bilim bileşeni ile politika bileşeni arasındaki ilişkiler, tarihsel süreç ile konjonktür arasındaki ilişkiler, politikanın doğası, politik düzeyi toplumsal/sınıfsal düzeyden ayırma, işçi sınıfının Marksizmde ve politikada yeri ve konumu, politik devrim, devrimcilik gibi başlıklarda, o zamana kadar egemen olan Marksizme temelden aykırı bir anlayışa sahip olduğu görülecektir.
Şu vargı peşinen ifade edilebilir: Marksizmin devrimci diyalektiği, işçi sınıfının rolüne ilişkin atfedilen anlayışta bir zayıflamayı, bilimle politikayı ayırmayı, politikanın özgüllüğünü belirtmeyi, şiddetin politikada daha yakın ilişkilerin konusu olduğunu kabul etmekle birlikte yürüyor.
Ancak, ele alınan konu bağlamında, Marksizmin tarihsel politik diyalektiğini “pratik-politik devrimcilik” teması doğrultusunda yoğunlaştırabiliriz.
Politik devrimcilik, Marksizmin bir yandan içindeki devrimcilik eğilimi öte yandan da dışındaki ya da genellikle yanı başındaki devrimci eğilimlerle ilişkileri üzerine sorun olagelmiştir. Marksizmi, ortaya çıkışından itibaren, devrimcilik konusunda bir ayrıma tabi tutmak mümkündür ve bu ayrımı izlemek, bir yandan devrimcidir, öte yandan Marksizmin “asıl” kanalını bulmak açısından zorunludur.
***
Marksizmin tarihsel politik diyalektiğinin öznelerinin teorisi genel bir kural olarak diyalektik olmayan bir yol izliyor. Ya da bir karşı-diyalektik olarak… Tarihsel devrimci diyalektiğin özneleri, pratiklerini teorileştirirken bir ‘kopuş’u göze alamıyorlar genellikle. Tarihsel devrimci diyalektiğin izlenmesi, politik çevrelerde teorik mazeretçi ve çekilmeci bir tarz eşliğinde yapılıyor. Pratik devrimcilik teorik bir indeterminizm, öznecilik, rastlantısallıkla meşrulaştırıyor.[5] Bu tarzın Marksizm içindeki ilk teorik ürünü, Gramsci ve Lukacs’ın eserleri oldu. Biri, “Kapital’e Karşı Devrim”i[6] yazdı, öteki “Devrimin Güncelliği”ni[7]. Yapılan, genel olarak, politik diyalektiğin “solculuk” tarzında teorileştirilmesi, daha doğrusu, felsefedeki eski öznelci teorilerle eklemlenmesiydi. Bu, açıkça, devrimci politik diyalektiğin teorik diyalektik ayağının eksikliğinden kaynaklanan bir soruna işaret etmektedir. Pratik devrimci diyalektik, determinizmi ve zorunlu / yasalı tarih anlayışını, reddettiği politik çizginin referansını da ret adına pozitivizmle özdeşleştirmekte ve karşı teorik eğilime kolaylıkla yönelmektedir. Bu, tarihsel idealizmin Marksizmdeki temsilciliğidir.
Marksist pratik devrimciliğin Marksist teorisi, yasalı ve zorunlu tarih anlayışı olarak tarih bilimi, maddenin varlığının ve özneciliğin reddinin görüşü olarak materyalist felsefedir. Materyalizmin epistemolojik ve ontolojik türünü ayırarak sorunu felsefi olarak çözüme açan bir materyalizmdir. Bu, bütünsel Marksizmdir.
Çaba, bir yandan, politik diyalektiği izleyen veya onun bizatihi içinde olan devrimcilerle bir zorunlu etkileşim sürecini gerçek bir forma sokmaya; öte yandan, teorik diyalektiğin örtülmüş kök ve zayıf kollarını açığa çıkarmaya, teorik diyalektiği konjonktür ve dönem içinde yeniden-üretmeye; ve nihayet, tarihsel politik diyalektikle teorik(-politik) diyalektiği bütünleştirmeye, böylece teorik-politik olarak tarihsel diyalektiği hakiki yerine oturtmaya yoğunlaştırılmalıdır. Fakat bu da eksik kalacaktır. Marksizmin tarihsel teorik-politik, ve teorik teorik-politik diyalektiğinin bütünsel ürünlerini ortaya çıkarmaya çalışılmalıdır.
***
Politika pratik bir edimdir. Ezme-ezilme ilişkisinin olduğu bir toplumda, verili politika, ezenlerin egemen olduğu ilişki hukukunun çerçevesinde yapılan bir güç yetirme mücadelesidir. Her pozitif hukukun sınırı, bir doğal hukuk tarafından değil, güç ilişkisinin bir belirtisi olan devletin zor aygıtı tarafından belirlenir. Zor aygıtı, zaten var olmak yanında, “ideolojik aygıt”ın açmazla karşılaştığı her an kısa devre yaparak devreye girer. Zor aygıtı fiziksel formda maddi bir güçtür ve “maddi güç ancak maddi güçle yenilir” (Marx). Ezilenler tarafından pozitif hukuku bozma yolunda gelecek bir iradenin ezenlerce zor aygıtı yoluyla geri itilmesi meşrudur –ezen doğal olarak ezme konumunu koruyacaktır. Ezilenin de bu konumundan kurtulma çabası meşrudur. Maddi güce karşı maddi güç çıkarmak, ezilenin, konumunu değiştirmek için zorunlu yoludur. Şu halde, ezilenlerin ezilenler olarak politika yapmasının bir temel belirtisi, ezenlerin şiddet tekelini kırmaktır. Ezilenin kendine uygulanması hukukla düzenlenmiş şiddetin tek yönlü varoluşunda politika yapması, eşdeyişle, ezilen konumundan kurtulma mücadelesi olanaksızdır.
Politikanın şiddetin başladığı yerde bittiği, bir ezilen taraflısı olarak ahmaklığın şahikası olsa da, ezenlerin muzaffer bir ilkesidir. Politika, ezilenin, ezilen olarak konumunu iyileştirme mücadelesi midir, yoksa bu konumdan kurtulma mücadelesi mi?
Ezilenler açısından şiddet, bir tür politikanın –‘araç’ı değil– kendisi, ve özne olmanın kurucu öğesidir.
Şiddet tekelini kırmak, iktidar mücadelesinin en tipik belirtisi olarak, politik niteliğin de kendisi oluyor. Ezilenin ezen konumuna geçmesi devrim ise, ezen konumuna geçmek için şiddet politikasını uygulama özgürlüğünü elde etmesi de devrimciliktir. Bir özneye devrimci nitelik veren, bir süreç boyunca şiddet politikası güdebilmesi ve şiddet politikasına maruz kalmasıdır. Her an değil bir süreç boyunca, yegane politika değil bir politika…
Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiği, bir anlamda, şiddet politikası pratiğine ulaşma ve yeniden ulaşma sürecidir.
***
Komünist Manifesto’nun, komünistlerin hedeflerine ancak mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini belirtmesiyle, genel olarak Marksist hareketin literatüründe, devrim –özel olarak ‘politik devrim’ kast edilmektedir– zor ve şiddet terimleriyle anılır oldu.[8] Manifesto’da, politik eylem devrimci eylemle –vurgulama farkıyla– eşanlamda kullanılır. Bunun karşıt-terimi “barışçıl”dır: “Böylece bunlar, her türlü siyasal, ve özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler; amaçlarına barışçı yollarla ulaşmayı arzularlar…”[9] Burada, devrim-şiddet özdeşliğinden, politika-şiddet özdeşliğine geliniyor. Marx, daha 1844’te, onaylamadığı bir tarz olarak, politikayı şiddetle özdeş gördüğünü belirtmişti: “Proletarya siyasal olarak düşündüğü için, kötü toplumsal koşulların kaynağını iradede, bütün düzeltme yollarını zorda (…) görür.” Çok sonraları, Engels, Anti-Dühring’te, zor ile politikayı özdeş görmeyi kabul etmişti. “[B]ir zor eylemi, yani siyasal bir eylem…” ve “siyasal nedenlerle yani şiddetle…”[10] Politik olan yani şiddet yoluyla olan… Marksist literatürde politikanın olanla uzlaşmak anlamına gelen yönü üzerine anarşistlerle de polemikler yapılmıştır, ama olanla uzlaşmanın devrimci bir tarzının olduğu da aynı yazılarda ya da bu gibi başka yerlerde çok açık olarak ifade edilir.
Lenin de, devrimcilikle şiddet içeren mücadele tarzlarını ve reformculukla barışçı mücadele yöntemlerini karşıt-terimler olarak kullanır. 1905 devriminin yenilgisinden sonra seçimlere katılmayı kabul etmeyi, “o sıradaki güçler dengesi kitlesel bir devrimci mücadeleyi yürütmemizi imkansız kılıyordu” sözleriyle gerekçelendirir.[11] O dönemde “devrimci isteklerden geçici olarak vazgeç[mişlerdir]”. Benzer şekilde, 1917 Ekimine gelirken, bir ara devrimin “barışçı yoldan” olabileceğini ve bu tarzın başarılı olması durumunda, “devrimci mücadele yöntemlerinden vazgeçecek”lerini yazıyordu.[12] Yani bu olasılıkta, devrimin barışçı yoldan gerçekleşmesi uğruna “devrimci yöntemler”den vazgeçmeyi salık veriyordu. Bernsteincıları eleştirirken şunları yazar: “Bernsteincılar, Marksizmin doğrudan devrimci yanı hariç ondan yanaydılar ve yanalar. Onlar, parlamenter mücadeleyi, (…); mücadelenin, ‘şiddeti’, (…) gereksiz kılan esas ve hemen hemen tek biçimi olarak görüyorlar.”[13] Marksizmin “doğrudan devrimci yanı” şiddetin kullanımı ve onun savunulmasıdır Lenin’e göre.
***
Marx ve Engels, dönemlerinin devrimci hareketlerine ilgiyle yaklaştılar. Çoğu örnekte, devrimcilerin eylemine sempati, anlayışlarına eleştiriyle baktılar. Engels, Narodniklerin Rusya’da bir şeyler yapan tek topluluk olduğunu yazdı. Blangui’nin görüşlerinin Rusya’da geçerli olabileceğini ifade ediyordu Engels. Kurucu Marksistler zamanında, sömürgeler dahil dünyanın birçok bölgesinde şiddet eylemleri güden isyancılar ya da devrimciler vardı. Bu devrimcilere tutumları çelişkili olmakla birlikte, kendi “öğreti”lerini benimseyenler arasında dışarıdaki devrimci hareketlere en yakın duran yine de Marx-Engels’ti. O dönemde Rusya’daki Marksistlerin yaklaşımı Engels’inkine hiç uymuyordu. Marx ve Engels, Fransa’daki küçük Marksist çevre bir yana bırakılırsa, özellikle Marx’ın ölümünden önceki yıllarda, Marksist hareket içinde adeta bir “sol kanat” gibi çalışıyorlardı. Alman partisiyle ilişkileri neredeyse hep böyle süregitmiştir. Alman partisinin önderleri W. Liebnecht ve Bebel, çağlarının şiddet eylemlerine Marx-Engels’ten farklı yaklaşıyor; sorunu ilkede reddediyorlardı. İkinci Enternasyonal’in önde gelen adları, şiddet ve terörizmi reddetmekte buluşuyordu. Bolşevikler bu konuda farklı bir yerde duruyordu. Onlar, 1905 devrimi ve izleyen yıllar hariç, şiddet hareketlerine girişmemiş olmakla birlikte, şiddet ve terörü hiçbir zaman ilkede reddetmedi. Fakat Bolşevikler, İkinci Enternasyonal’in küçük ve kenarda duran bir mensubu ve illegalitedeki tek partisiydi.[14]
İkinci Enternasyonal’in politik resmini Hobsbawm şu şekilde çiziyor: “1905-1914’te, devrimci solun esas kısmı anarko-sendikalist iken, veya en azından anarko-sendikalizmin fikirlerine ve ruh haline klasik Marksizme olduğundan daha yakın iken, Marksist solun pek çok ülkede devrimci hareketin kıyısında olduğu, Marksistlerin büyük bir bölümünün de facto (fiilen) devrimci olmayan sosyal demokrasiyle özdeşleştirildiği güçlükle hatırlanır olmuştur. Bundan böyle Marksizm, aktif devrimci hareketlerle (…) özdeşleştirilmiştir.”[15]
İkinci Enternasyonal içinde Bolşevikler, muhatapları tarafından sürekli olarak Marksist-olmayan politik akımlarla özdeşleştirilerek eleştiriliyordu. Narodniklerdi, Blankistlerdi, anarşistlerdi, Tkaçevcilerdi, maceraperestlerdi. Bu kadar değildi; suçlamaların ayrıntılandırılması ufuk açacaktır: Rusya’nın geriliğinin istismarcılarıydı, işçi sınıfının içindeki köylülüğü temsil ediyorlardı, Marksizmin üretici güçler teorisine aykırı hareket ediyorlar, burjuvaziye düşmanlık güdüyorlardı.
Bu suçlamaların bir gerçekliği olduğu onurla kabul edilmelidir. Bolşevikler, İkinci Enternasyonal içinde, Marksist-olmayan devrimcilikle en yakın ilişkiye sahip partiydi. İkinci Enternasyonal’in kabul edilemeyecek ölçülerde sekter bir kanadıydı.
Ancak Bolşeviklerin “dışarıdaki” devrimci kesimler karşısındaki konumları neydi? Bu konuda eleştirel bir pozisyonda durmanın sakıncası yok.
Lenin, devrimcileri eleştirirken genellikle ana tema olarak, şiddet eylemlerinin pratik yararlar sağlamadığı, beri tarafa ise önemli zararlar verdiğini ileri sürüyordu. Örneğin, Sosyalist Devrimcilerle polemiğinde, bir devrimcinin canını feda edeceği ve “alçak Sipyagin’in yerini alacak bir başka alçak olan Plevhe” için bir devrimcinin canını feda etmesini “büyük iş” yerine koyanları alaya alırken, “örneğin kitleleri silahlı bir gösteriye hazırlamak ufak iş sayılacak” diyordu. Ama buna Sosyalist Devrimcilerin yanıtı zaten hazırdı: “Silahlı gösterilerden, uzak, belirsiz ve geleceğe ait olaylar olarak söz etmek, bu konuda yazmak kolaydır, ama bugüne kadar bu tür sözler hep kuramsal nitelikte kalmıştır.”[16] Nitekim, Bolşevikler, şiddet politikasına “devrim anı”nda başvurduklarını söylüyorlardı. Söyledikleri şuydu: Önce “kitleler içinde çalışacak, milyonları örgütleyecek, işçi sınıfını aydınlatacağız. Bu görev tamamlandığında devrim anı gelecektir.”[17]
Lenin’in yaklaşımının aykırı sonuçları olmuş muydu? İşte bir örnek: 1905 devrimi patladıktan ve çatışmalar çıkmaya başladıktan aylar sonra, Lenin hala partisinin bomba patlatmayı değil sadece bomba sözü etmeyi başardığından yakınıyordu: “Altı aydan fazla zamandan beri bombalardan söz edildiğini, fakat bir tanesinin bile imal edilmediğini dehşetle, gerçekten dehşetle görüyorum.”[18] Yani Bolşevikler yeterli hazırlıktan yoksundu, ama daha önemlisi, olaylar gelişirken, içinde yer alamıyorlardı. Bunu, bir özeleştiri olarak değerlendirmek mümkündür.
Ama öte yandan, Bolşeviklerin karakolları basma çağrısına bu kez Menşevikler alayla karşılık veriyordu: “Sizleri haydut olarak mı görelim? Polis karakollarının altını üstüne getirmenin devrimci yanı nedir?”[19]
Başta Plehanov, sonra Kautsky ve genel olarak İkinci Enternasyonal’in vesayetinden çıkamamak, Bolşevizmin ve Leninizmin “doğal” sınırlarına dek ulaşmasına her zaman engel olmuştur. Lenin, ‘Enternasyonal’deki Narodnik’, ya da ‘Narodnizmin Marksist kanadı’ olarak, hep bu sınırda kalmıştır. Çelişkileriyle, gidiş-gelişleriyle, fakat kesin olarak hep devrimciliğe giden, götüren dinamiğiyle… Ama bu parti sayesinde, Marksizm, 1905 konjonktüründe politik devrimci bir örnek verdi; ve 1914’ten itibaren dünya ölçüsünde “aktif devrimci hareket” olarak tarihteki yerini aldı. Lenin, özellikle, 1914’ten itibaren, savaşın başlamasından sonra, bu “geç” tarihte İkinci Enternasyonal’in vesayetini atabilmiş, ve ardından devrimci mücadelenin pratik yükümleri altında, devrimci diyalektiğin teorik teşhisini ve yürütülmesini “doğal” yatağına dek ilerletme fırsatı bulamamıştır.
Bolşeviklerin savaşa karşı tutumu, İkinci Enternasyonal dünyasına o kadar yabancıydı ki, onlara kaçık, vebalı muamelesi yaptılar. Zinovyev, bu sırada sadece bir Alman profesörün durumun farkına vardığını söyler: “Bir Alman profesör (…), Bolşevikler üzerine ‘bilimsel’ bir inceleme yayımladı. Her şeye rağmen bu olayın dikkate alınmamasının mümkün olmadığını, bu insanlara deli muamelesi yapmanın kolay olduğunu fakat gerçekte, bunun, sosyalizm ve uluslararası işçi hareketi içinde yeni bir akım olduğunu ve burjuvazinin temkinli olması gerektiğini söylüyordu.”[20] Evet; yeni bir akım doğuyordu.
Leninizmle birlikte Marksizmde bütünsel nitelikli bir kopuş gerçekleşti. Örgütsel ve pratik-politik kopuşu ampirik olarak izlemek mümkündü. Bolşevikler İkinci Enternasyonal’den ayrılıyor ve yeni bir enternasyonal çağrısı yapıyordu; öte yandan Bolşevikler, iç savaş çağrısı yapıyordu; bu, o dönemde olabilecek en devrimci çağrıydı. Nitekim, o güne kadar Bolşeviklere göre daha net devrimci nitelikler gösteren birçok örgütün devrimcilik zemini hızla kayıyordu. Kendi devletlerini destekliyorlardı. Lenin, bu yıllarda açık bir iç savaş çağrıcısıdır. Ancak kopuşun bir de teorik boyutu vardı.
***
Artık bu noktada, Wood’un, kategorik ayrım çizgileri çeken bir değerlendirmesini –uzunluğuna rağmen– anmalı:
“Sınıf mücadelesi Marksizmin çekirdeğidir. Birbirinden ayrılamayan iki anlamda bu böyledir: Marksizme göre, tarihin dinamiğini açıklayan şey sınıf mücadelesidir ve devrim sürecinin son hedefi, sınıf mücadelesinin öteki yüzü ya da sonuç ürünü olan sınıfların ortadan kaldırılmasıdır. (…) Bu tarih görüşünün ve bu devrimci hedefin oluşturduğu ayrılmaz birlik, Marksizmi diğer toplumsal dönüşüm anlayışlarından ayıran başlıca özelliktir ve bu birlik olmaksızın Marksizm olamaz. Bu önermeler, söz edilmeye bile değmeyecek kadar açık görünebilir; ama yine de Marksizmin yirminci yüzyıldaki tarihinin, bu ilkelerden yavaş yavaş uzaklaştığına tanıklık ettiği ileri sürülebilir. Marksizmin perspektifleri, gitgide daha çok iktidar mücadelesinin güdümüne girmiştir. (…) Başkaldırma eylemini, iktidar mücadelesi için mümkün, hatta gerekli bir yol olarak kabul eden devrimci hareketlerde de önemli sapmalar meydana gelmiştir. Yirminci yüzyılda –Rusya’da ve Çin’de- gerçekleşen büyük devrim hareketlerinin, tarihsel koşullar nedeniyle, iktidar mücadelesini önplana çıkarmak, hatta bir bakıma, özellikle de Çin örneğinde, başlıca mücadele etkenleri olarak ‘halkı’ ya da ‘kitleler’i işçi sınıfının önüne koymak zorunda kaldıkları söylenebilir.”[21]
Bu değerlendirme aslında, temel temalar itibarıyla, daha önce de yapılmıştı! Kautsky, Leninizmi, “hamile bir kadını dokuzuncu ayda doğurtacağına beşinci ayda doğuma zorlamak için şiddet araçları kullanan sabırsız bir ebe” ile kıyaslıyordu.[22]
Wood’un sözünü ettiği Çin pratiği neydi? O, Leninizmin gerçekleştirdiği kopuşu, derinleştirmiş, boyutlandırmış, yaygınlaştırmış olan Maoizmdir. Wood haklıdır: Lenin ve Mao’yla birlikte Marksizme bambaşka bir anlayış egemen olmuştur.
Çin’de başta şaşırtıcı hiçbir şey olmadı. Bir İkinci Enternasyonalcinin bile itiraz edeceği pek bir şey bulamayacağı tarzda işçi sınıfı içinde örgütlenen Çinli komünistler, kanlı sonuçları olan bir başarısızlığa uğradılar. Değişimin (ve kopuşun) asıl bu yenilgiden sonra başladığı kabul edilebilir. Bu süre boyunca Mao’nun ÇKP’ye giderek egemen olmasıyla, o güne kadar bilinmedik ve alışılmadık bir Marksizm türü görülmeye başladı. Leninizm Marksist olmadığı gerekçesiyle reddediliyordu; ama Maoculuk karşısında zamanın Leninistleri bile isyan ediyordu. Komintern’e rağmen gelişen bu Marksizm türü, işçiler içinde örgütlenmeyi neredeyse bir yana bırakmış, köylük alanlara çekilerek “birer haydut gibi” gerillacılık yapmaya başlamıştı.
Bolşevikler, köylülerin sorunlarını önemsiyordu ama köylüler arasında çalışmayı neredeyse düşünmemişlerdi bile. Oysa Çin komünistleri, baştaki başarısız klasik denemelerinin ardından, bir “yerli Marksizm” eliyle, neredeyse bütünüyle köylülerden oluşan bir parti, bir ordu ve mücadele hattı inşa etmekteydiler. Bu, Marksizmin o güne kadar anlaşılmış kitabesine karşı yeni bir pratik meydan okumaydı. Leninizmin meydan okuması, henüz teorik sonuçlarına ulaştırılamamışken bu yolda daha ileri pratikler işleri büsbütün karıştırıyor, ayrışmayı derinleştiriyordu. Mao, kendilerinin işçi sınıfının ideolojisini benimsemiş, ve işçi sınıfının mücadelesini yürütmekte olduklarını söylüyordu gerçi ama parti, kentleri fethettiğinde greve çıkmaya çalışan işçilere karşı grev yasağı koymuştu. Ortada, Marksizmin işçi sınıfıyla ilişkilenmesi açısından bir sorun olduğu o kadar açıktı. Ama sorunlar bu kadarla kalmıyordu. Marksizmin şiddet yöntemiyle ilişkisinin niteliği ve feodal kalıntılar dururken burjuvazinin temsilcileriyle çatışmak gibi hususlarda da sorunlar vardı.
Fakat bu baştaki onyıllarda bir “kopma”yla sonuçlanmadı. Çin devriminin önderi, her ne kadar, devrimlerinin Stalin’in adında temsil olunan Marksizme karşın başarıya ulaştığını söylemiş olsa da, tek bir Marksist çatı o güne kadar korunmuştu. Ancak, 1950’lerin sonuyla, Stalin’in ölümünü izleyen gelişmelerle, Marksizmin işçi sınıfıyla bağı, devrimin barışçı yöntemlerle olabileceği, kapitalizmin ileri bir uygarlık olarak uzlaşılması gereken bir nitelik arz ettiği, dünyadaki çelişkileri sınıfsal (ileri ülkeler işçi sınıfıyla burjuvaları arasındaki çelişki) mı, politik (emperyalist ülkelerle ezilen halklar arasındaki çelişki) mi tayin etmek gerektiği gibi hususlarda ÇKP ile SBKP arasında fırtına koptu.
1960’larda dünyada politik Marksizmi Maoculuk temsil ediyordu. Maoculuğun, çıkışından itibaren Marksizme devrimci bir aşı olması dışında, özel olarak 1960’larda SBKP’de yaşanan gelişmeler karşısında ÇKP’nin aldığı tutum ve Çin’de Mao’nun ÇKP’yi örgüt olarak by-pass eden bir yolla “Kültür Devrimi”ni başlatması, Mao’nun politik önemine kategorik bir boyut kattı. Mao ve Çin devrimcileri, SBKP’den yükselen ve politik olarak reformizm vazeden bir cereyana karşı Marksizmin devrimci tezlerini savunuyordu. Bu dönem, Maoculuğun Çin devrimi sürecinde Marksizmin tarihsel diyalektiğindeki yer ve işlevine yeni bir boyut eklemişti. SBKP’den yükselen barış çağrılarına dünyanın dört bir yanındaki komünist partilerin ezici çoğunluğu kulak vermiş, bir tür “resmi Marksizm-Leninizm”i canı gönülden daha yüksek sesle savunmaya başlamışlardı. Aslında beliren, İkinci Enternasyonal Marksizmi diye anılan ideo-politik akımın temel tezlerini özel olarak andırıyordu. İleri kapitalist ülkelerin dünya devrim sürecindeki rolüne özel bir önem veriliyor, bu ülkelerin işçi sınıflarının teorideki ve devrimdeki yerinin tayin ediciliği vurgulanıyor, Marksizmin bu ülkeler işçi sınıfının malı bir ideoloji olduğu tekrar hatırlatılıyor, devrimci şiddete dünyanın yeni koşullarında artık gerek kalmadığı belirtiliyor, dolayısıyla ülkelerindeki devlet aygıtlarıyla kanlı kavgalara girişen parti ve örgütler bu yolun uygun olmadığı konusunda uyarılıyordu. Bu uyarıya kulak veren birçok “azgelişmiş ülke” komünist partisi ya ülke iktidarının tasarruflarının ardında yer aldı ya da kendini feshederek “ilerici burjuva iktidarlar”ın “kapitalist olmayan yol”unu destekledi.
Bu gelişmeye bağlı olarak tüm dünyada “komünist parti ve hareketler”de ayrışmalar yaşandı. SBKP’nin yeni tezlerine uygun hareket eden hiçbir örgütün devrimci mücadele yürüttüğüne, ezilenlerin devrimci rol ve etkiye sahip hareketleriyle bağlantılar kurmaya çalıştığına tanık olunmadı. Sovyetler Birliği’nin ya da Çin’in ülke olarak niteliğinden azade olarak, bu ayrışmanın SBKP tarafının Marksizmi temsil ettiğini söylemek mümkün olamazdı. Ya da, Marksizmin devrimci diyalektiğini temsil ettiği söylenemezdi. Marksizmin devrimci diyalektiği, daha önceki devrim sürecinden sonra, bir kez daha Maoculuk tarafından temsil olunuyordu. Bu bayrak dışında iki önemli devrimci odak bulunuyordu. Küba devriminin etkisi aracılığıyla Che Guevara’nın adında simgelenen Güney Amerika devrimciliği ve Vietnam devriminin süren nüfuzuyla Ho Şi Minh’in adında simgelenen odak. Vietnam devrimci hareketinin etkisi özel bir nitelik arz etmedi ve ancak, “Ho Şi Minh tavrı” adıyla bilinen “orta yolculuk”la anılageldi.
Maoculuk, o dönemde Marksizm içinde yeniden-üretilen bir devrimciliği temsil ediyordu. Bunun yanında, bir de Marksizm dışında gelişen ve Marksizme yönelen bir devrimcilik vardı. Küba devrim süreciyle birlikte Güney Amerika’nın bir dizi ülkesinde bu devrimi model alan devrimci hareketler türedi. Marksizmle ilişkileri Küba devrimcilerinin Marksizmle ilişkilerine çok benziyordu. Marksizme giderek yakınlaşan, kendilerini ve yapıp ettiklerini Marksizm bağlamında açıklayan devrimciler.
Bu dönemde, dünyanın çeşitli bölgelerinde gelişen devrimci hareketlerin ya Maoculuk ya da Guevaracılık ekseninde oldukları görülüyordu. Örneğin, İran ve Irak’taki hareketin Che ekseninde olduğu söylenebilir. Türkiye’deki hareket de esas olarak Che eksenindedir. Ama Hindistan’da, Filipinler’de Maoculuk, net bir devrimcilik sergileyen örnekler yaratmayı başarmıştı. Maoculuk, Endonezya’da ve Güney Amerika’da da genellikle “klasik komünist partiler”den farklı olmayan bir politik nitelik gösteriyordu.[23]
Maoculukta Marksizm genellikle önsel nitelikteyken, Guevaracılıkta sonsaldır. Maocu dünyada, Marksist olanların devrimci –dolayısıyla Marksist politik– niteliklerini yeni konjonktürde yeniden-üretmeleri söz konusuyken, Guevaracılıkta, sorunu, devrimcilerin Marksistleşme dinamiklerine direnişi teşkil ediyordu.
Maoculuk, Marksizmin neden bir işçicilik türü olmadığını, neden işçi sınıfı politikası izlemesi gerekmediğini açıkça ortaya koymuştur. Leninizmin bu konuda attığı adımı Maoculuk belirtik kılmıştır. Maocu Marksizmle, Marksizm, Batı Avrupalı niteliklerinden hepten uzaklaşmış; Maoculuk Aydınlanmacılık, ilerlemecilik, işçicilik ile el ele giden bir reformculuk türünün zihniyetini Marksizmden uzaklaştırmada motor rolü oynamıştır.
3. Marksizmin Devrimci Diyalektiğine Önkoşul: 71 devrimciliği
71 devrimciliği, Marksizmin devrimci diyalektiğinin Türkiye’ye girişinin önkoşulu olmuştur. Türkiye’de 71 devrimcileri, hareket tarzlarıyla, Marksizmin devrimci diyalektiğinin işaretini çakan öncülerdir.
***
’71 devrimciliği’, 1970’te başlayan ve 1973’ün başlarında biten bir dönemde üç örgütün eylemli varlığına verilen ad oluyor. Söz konusu üç devrimci örgüt, eylemli varoluş sırasına göre şunlardı:
THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu): 1970’in sonlarında kuruldu. İlk şiddet eylemini bu yılın Aralık ayında yaptı. Önder kadrolarının bir kısmı 1971 Martında devlet güçlerinin eline geçti. Bir gerilla grubu 31 Mayıs 1971’de imha edildi. 30 Mart ve 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş (öldüğünde 25 yaşındaydı) ve öteki önderlerinin öldürülmesiyle örgütsel varlığı dağıtıldı.
THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi / Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi): 1970’in son ayında kuruldu. İlk şiddet eylemini 1971’in başında yaptı. Çalkantılı bir süre sonunda 30 Mart 1972’de Mahir Çayan (öldüğünde 27 yaşındaydı) ve öteki önder kadrolarının öldürülmesiyle dağıtıldı.
TKP(ML) (Türkiye Komünist Partisi (Marksist–Leninist)):[24]: 1972 Şubat ila Nisan’da kurulduğu kabul edilmektedir. İlk şiddet eylemini Mayıs 1972’de yaptı. Ocak 1973’te ilk önemli darbeyi aldı ve önderi İbrahim Kaypakkaya devlet güçlerinin eline geçti. Kaypakkaya’nın öldürüldüğü 18[25] Mayıs 1973’te (öldüğünde 24 yaşındaydı) dağıtıldığı kabul edilebilir.
***
Cumhuriyet Türkiyesinin ilk politik devrimcileri 71 devrimcileridir. TKP, başından beri devletin azgın saldırısına maruz kalmış, ama buna hiçbir karşılık vermemesi bir yana, uzun tarihinin çoğu diliminde devlet aygıtına egemen kesimlere yamanmayı politika bellemiştir. Türkiye tarihinde TKP’yi devrimci kabul etmek, kesinlikle başka bir Marksizm anlayışına sahip olmak ve 71 devrimciliğinin üzerini örtmek anlamına gelir.
Türkiye’de Marksizmin tarihi, 1971’e kadar, bir tür Leninizm-öncesi Marksizm olarak anlaşılabilir. Leninizm (ve buradan Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiği) ancak bu tarihten, pratik devrimciliğin varlığından sonra mümkün hale gelmiştir. Pratik devrimciliğin yokluğunda, olduğu haliyle Marksizmin –iç devrimci tarihini yansıtacak şekilde– ortaya çıkması, somutlanması beklenemezdi. 1971 devrimciliği, Marksizmin evrensel tarihsel diyalektiğini Türkiye’ye sokan, Türkiye’nin gümrük duvarlarını yıkan bir buldozer işlevi görmüştür. 71 devrimciliğinin bu rolü bile, onun değerini biçmeye yeter. Türkiye, Marksizmin evrensel dinamiğine, ancak bu sayede dahil olabilmiştir. Bu anlamda, Leninizmden hemen önce Marksizm neyse, 71 devrimciliğinden önceki Türkiye solu da –kötü bir örnek olarak– odur.
Türkiye’de Marksizmin devrimci diyalektiğini sadece devrimciler öncelikle politik pratikleriyle izlediler. Onlar, –her biri kendini “Marksist-Leninist” kabul ediyordu– bu diyalektiği görüşler bazında da izledi, ancak bu izlem, sıra ve önem itibarıyla politik pratik izlemeden sonra gelir. (Örneğin, 71 devrimcileri arasında sayılamayacak bir öteki örgüt olan TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) de görüşler itibarıyla Marksizmin diyalektiğini izlemiştir. Ama bu örgüt, politik pratikte bir izlemenin öznesi olmamıştır.)
Bu diyalektiğin en –belki tek– bilinçli temsilcisi THKP-C önderi Mahir Çayan’dı. Diyalektiğin tek özgül uygulayıcısı TKP(ML) önderi Kaypakkaya’ydı. Bu diyalektiği izlemeyenler bir yandan Marksizmin pratik-politik yönünü önemsemez oldu, Marksizmi politika-üstü bir ideoloji, –bazı örneklerde– bir teori olarak gördüler; öte yandan oluşsal bir özellikle, pratik-politik devrimci olamadılar.
Çayan’da Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiği
Marksizmin tarihsel politik diyalektiğini –bilindiği kadarıyla– Türkiye’de açık bilişsel terimlerle ilk kavrayan Mahir Çayan’dır. Çayan, “Batı Marksizmi”yle temas kuran biri olmanın sayesinde, Marksizm üzerine gelişkin tartışmaları Türkiye’ye aktarmış ve bu çerçevede bir ‘alan’ yaratmıştır. 1960’ların sonlarına doğru, Fransızca ve İngilizce literatürde canlı tartışmalar sürmektedir ve bu tartışmaları Türkiye’de iki politik ekip –Perinçek’in başında bulunduğu grup (sonraki TİİKP) ve Çayan’ın başında bulunduğu grup– izlemektedir. Perinçek çevresinin Maocu kaynaklara yöneldiği gözlenirken, Çayan ve arkadaşlarının Maocu kaynaklar yanında Güney Amerika devrimcilerinin deneyim ve görüşlerini, ve “Batı Marksizmi”nin tartışmalarını izlediği gözlenmektedir.[26]
Çayan, “Kesintisiz Devrim II-III” adı verilen (ve 29 Kasım 1971’de hapishaneden kaçışından sonra tamamladığı) metnin “Ön Açıklamalar”ına şu değerlendirmeyle başlar: “(…) Diyalektiğin en elemanter iki unsuru olan zaman ve mekan kavramları dikkate alınmazsa, Marx ve Engels’e göre Lenin’in, Lenin ve Stalin’e göre Mao Tse Tung’un ve Mao’ya göre de emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin muzaffer proleter devrimcilerinin revizyonizminden bahsetmek mümkündür.”[27] O, ardından örnekler verir. Lenin ve Bolşevikler, Menşevikler ve ötekiler tarafından, “Marx ve Engels’in yapıtlarında olmayan mücadele biçimlerine başvurdukları için” suçlanmış; Mao da, Lenin ve Stalin’in kitaplarında mevcut olmayan mücadele biçimlerine başvurduğu için revizyonist olmakla itham edilmiştir.[28]
Çayan, Marksizmde zamana bağlı olmayan tezleri terk eden “pasifistler”in zamana bağlı ve “eskimiş” tezleri sahiplendiğini ileri sürer. Ona göre, “Marx ve Engels’in devrim teorilerinde ağır basan yön, ekonomik ve sosyal determinizmdir. Volantarizmin rolü, maddi koşulların belirleyici çerçevesi içindedir.”[29] “Avrupa devrimini bir bütün olarak gören Marx ve Engels’e göre ilk muzaffer proletarya devrimi üretici güçlerin gelişme seviyesinin az çok yüksek olduğu bir Avrupa ülkesinde olacaktı. Yani Marx ve Engels’in devrim teorilerinde ekonomik ve sosyal determinizm ağır basmaktadır. İhtilalci inisiyatifin rolü daha talidir. Fakat devrim mihrakının batıdan –İngiltere’den– yavaş yavaş doğuya doğru kaymasına paralel olarak ihtilalci inisiyatifin nispi önemi de artmaktadır. (Ancak daima belirleyici yön, ekonomik ve sosyal determinist yöndür.)”[30] Çayan’a göre, çağının “pasifistleri” (“Sovyet modern revizyonizmi” ve onun izleyicileri), Marx ve Engels’in “evrim dönemine ilişkin” öngördükleri devrim teorisini, çalışma tarzını ve taktikleri, kapitalizmin genel bunalımlar dönemine, sosyalist devrimler dönemine uygulamaya çalışıyorlardı.”[31]
Çayan, Lenin’in Marx ve Engels’ten farklı olarak, onların “1847-50 dönemi arasında gir[il]diğini zannettikleri sürekli ve genel bunalımlar dönemine, can çekişme sürecine” emperyalizm dönemiyle birlikte artık girildiğini saptadığını ileri sürer.[32] Fakat o Lenin’de de durmaz. “Kesintisiz Devrim I” ile “II-III” arasında “Marksizmin diyalektiği”ne ilişkin bir diyalektik göze çarpar. “I”de, bütün emperyalizm dönemi, “sürekli ve genel buhranlar dönemi” olarak adlandırılır.[33] Bir başka ifadeyle, emperyalizm terimi, sürekli (genel) krizler ile eşanlamda kullanılır. Emperyalizm öncesi kapitalizm –Marx ve Engels dönemi– sürekli krizlerin yaşanmadığı bir dönem olarak adlandırılır. Çayan, Marx ve Engels’in, devrimin ancak krizler döneminde mümkün olabileceğini söylediğini belirtir ve onların çağında krizlerin süreklilik arz etmediğini ancak “tekelci dönem”le birlikte devrimci krizin süreklilik kazandığını ileri sürer. Krizin olmadığı zamanlar “evrim”, kriz zamanları “devrim dönemi” olarak adlandırılır. Marx-Engels zamanında evrim ile devrim dönemleri birbirinden net bir şekilde ayrılmıştır. Çayan, Lenin’in anlayışının ve pratiğinin, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımlar dönemine, can çekişme sürecine tekelci dönemle birlikte girmesine bağlı olduğunu belirtmişken, “Kesintisiz Devrim II-III”te, Lenin’i de Marx-Engels’e katar.[34] Artık, “bütün geri bıraktırılmış ülkelerin pasifistleri Lenin’in [devrimci durumla ilgili] klasik tanımına dört elle sarılır” olmuştur.[35] Oysa, Lenin’in evrim ile devrim dönemini net bir şekilde ayıran yaklaşımı sadece kapitalist metropollerde geçerliydi.[36] Daha birkaç ay önceki yazıya göre, Lenin bu tür bir görüş açısından, “tartışılıyordu”. Çayan, referans aldığı “Marksist çevreler”de “Lenin’in ‘devrimci durum’ teorisi[nin], bugün yarı-sömürge ülkelerde tartışma konusu” olduğunu yazıyordu. “Bazıları, bunun halk savaşı vermek zorunda olan ülkeler için değil de kapitalist ülkeler için geçerli olduğunu iddia etmekte”ydi.[37]
Çayan’a göre, ikinci bunalım döneminin sömürge ve yarı-sömürgeleriyle, –İkinci Dünya Savaşından sonra beliren– üçüncü bunalım döneminin emperyalist hegemonya altındaki ülkelerinde evrim ve devrim dönemleri iç içe geçmiştir.[38] Bu ülkelerde, “tam anlamıyla olgunlaşmış olmasa bile”, bir “milli kriz” sürekli olarak mevcuttur. Çayan’ın bundan çıkardığı politik strateji şudur: “Bu ise, devrim durumunun sürekli olarak varolması, (…), bir başka deyişle silahlı eylemin objektif şartlarının mevcudiyeti demektir.”[39] (Çayan, kısa süre öncesine kadar, devrim aşaması için dünyasal krizin yetmeyeceğini, her ülkenin de kriz içinde olması gerektiğini yazıyordu. Buna bağlı olarak, milli kriz olsa bile parti kurulmaksızın Fransızca konuşmaya, yani silahlı eyleme, geçilemezdi.)
Çayan, Marksizmin devrimci diyalektiğinin seyrini sürekli olarak vurgular ve bir yerde (“Kesintisiz Devrim I”de) onu şu ifadelerle belirtir: “[B]ilimsel sosyalizmin devrim teorisinde köylülerin rolü arttıkça, devrim mihrakı doğu’ya kaydıkça volantarist yön ön plana çıkmaktadır”.[40] “Volantarist yön’le aynı anlamda, “İhtilalci inisiyatifin nispi önemi”[41] arttıkça dikkatler işçilerden köylülere ve Avrupa’dan Asya’ya kaymaktadır. İşçi sınıfından uzaklaşıldıkça politik vurgu, devrimcilik, belirginlik kazanmaktadır. Çayan, bu momentte saptamasını yapmaktadır: “Eğer bir ‘Mao’culuk varsa, o da, köylülerin devrimci potansiyelinin doğru değerlendirilmesinde yatmaktadır.”[42]
Çayan, Marx’tan Lenin’e, ve Mao’ya uzanan devrimci diyalektiği izlemeyi bir politik kimlik sorunu olarak görüyor. Ona göre, “Kapitalizmin 3. bunalım döneminde yaşayan Mao Tse Tung’u tahrif etmek, tekel öncesinde yaşamış olan Marx ve Engels’i tahrif etmekten çok daha zordur. Çünkü Mao, Marx-Engels-Lenin düşüncesini (…) derinleştirmiş ve Marksist Devrim Teorisini ‘dünya ancak tüfekle değişebilir’ sözü ile formüle etmiştir.”[43] Çayan’ın ilk yazıları özellikle Marksizmin Mao’ya gelen seyrini anlamaya çalışmak oluyor.
Ona göre, Mao’nun devrim teorisinin başlıca unsurları şunlardır: “1. Milli demokratik devrim özünde bir köylü devrimidir. 2. Milli demokratik devrimde halk savaşı zorunlu bir duraktır. 3. İdeolojik öncülük esastır. 4. Milli demokratik devrim teorisi proletaryanın hegemonyasını içinde taşır.”[44]
Burada Çayan, Marksizmin izleyeceği rotayı da göstermiş oluyor. Ona göre, Marksistler kendilerini bir ‘işçi sınıfı devrimciliği’yle, modern proletaryanın nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu şehirlerde gerçekleştireceği kısa süreli ayaklanmayla sınırlamaz. Marksizm, kendini işçilerle sınırlamadığı için, Marksistler devrimci potansiyelin olduğu her yerde örgütlenir, devrimci potansiyel taşıyan her ezilen kesimiyle bağlar kurulabilir. İdeoloji, proletaryaya fiilen bağlı değildir ve mücadele süresince, parti tarafından temsil edilir. Parti, köylülerin ideolojilerine uymamak, köylüler üzerinde ideolojik ve politik hegemonya kurmak durumundadır.
Çayan, Maoculuğun bu yönleriyle “klasik Marksizm-Leninizm”e aykırı göründüğünün farkındadır:
“Çin’de devrimci mücadelenin en üst aşamalarında bile proletaryanın öz örgütünde yoksul köylülerin oranı yüzde 65’in altına düşmemiştir. (Keza parti yönetim kademelerinde de.) Modern revizyonistler ve de kimileri tarafından bu, Leninci örgüt ilkesinin çiğnenmesi şeklinde yorumlanmakta ve eleştirilmektedir. Stalin, Leninizmin İlkeleri’nde proletaryanın öz örgütü işçi sınıfının içinden çıkar ve işçi sınıfının en iyi unsurlarını bağrında toplar demektedir. Ve Lenin’in deyişiyle bu örgütte işçilerin yönetim kademeleri de dahil çoğunlukta olmaları gerekmektedir.(…) / Çin’deki proletaryanın öz örgütünün bu terkibi, gerçekten Leninist örgüt ilkesinin ihlali midir? Kesinlikle hayır. Bu, bu ülkelerin somut şartlarının, yani hayatın doğurduğu bir zorunluluktur. Bu, Leninist parti anlayışının, Leninizmin doğrultusunda geliştirilmesidir.”[45]
Çayan, modern revizyonistlerin “Batılı olmayan ülkelerdeki proleter devrimlerinin ikinci dereceden devrimler olduğu[nu] bile ileri [sürebildiğini]” söyler.[46] “Çünkü [onlara göre] bu devrimler sanayi proletaryasına dayandırılamamıştır.” (Çayan, burada Otto Kuusinen’in Wood’u hatırlatan bir değerlendirmesini not eder.[47])
Çayan, Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğinin geçmişteki ve güncel görünümlerine ve vazettiği ayrımlara da açıklıkla dikkat çekiyor: “Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde bu görüşü benimsemiş bütün sözümona ‘Marksist’ partilerin tümünde devrimci mücadelenin ağırlık merkezi şehirlerdir.”[48] Sınıfçılık, bu dönemde tümüyle aynı politik nitelik arz ediyor. “Her çeşit oportünizmin en son tahlilde köylülerin devrimci potansiyelinin küçümsenmesine dayandığını sosyalizmin tarihi bize göstermektedir.”[49] Ona göre, “çağdaş reformizm [de] devrimlerin temel gücü olarak işçi sınıfını gör[mektedir].”[50]
Diyalektiğin politik pratiği: ‘Bozkırı ateşle kurutmak’
Dönemin üç devrimci örgütünün ortak bir saptaması –ve aynı zamanda, ortak bir yanılgısı– dünya ve ülke ölçeğinde, devrimci durumun mevcut olduğudur. Koşullar, silahlı mücadeleye başlamak için son derece uygundu onlara göre.
Devrimcilerin bu görüşünü besleyen iç kaynaklar yanında etkili dış rüzgarlar esiyordu. Maoculuk, “modern revizyonizm”in barış çığırtkanlığına karşı devrimci bir tepkiyle yaklaşıyor ve “emperyalizmin kağıttan bir kaplan” olduğunu ileri sürüyordu. Çağımız “emperyalizmin toptan çöküşe, proleter devrimlerin toptan zafere ilerlediği bir çağ”dı. Öbür yandan, Che Guevara, “Latin Amerika devrimci çemberi”ni savunuyor, “daha fazla Vietnamlar yaratma”ya çağırıyordu dünyanın dört bucağındaki devrimcileri.
Kruşçev, “Aman; bir kıvılcım dünya savaşına yol açar!” derken, Maocu ve öteki devrimciler, “Bir kıvılcım bütün bozkırı tutuşturur” diyor ve kıvılcımı çakma çağrısı yapıyordu. 71 devrimcileri, Marksizmi tarihsel devrimci diyalektiğinin son uğrağının ifadesi olan bu çağrıya sahip çıktı ve gerekleri doğrultusunda adım atmakta duraksamadılar.
O zamana kadar, mücadele, önce uzun bir hazırlık ve örgütlenme, ve sonra devrimci durum anında genel bir ayaklanmayla iktidarı ele geçirme olarak anlaşılıyordu.
Kaypakkaya, reddettiği anlayışı şöyle ifade ediyordu: “Revizyonistlerin iddiaları şuydu: Silahlı mücadelenin başlaması için ülke çapında örgütlenmek gereklidir! ‘Bir kıvılcım bütün bozkırı tutuşturur’, amma ‘bozkırın da kuru olması gereklidir’.”[51] Kimilerince TKP(ML)’nin kuruluşu olarak kabul edilen Şubat 1972 tarihli on maddelik “DABK[52] Kararı”na göre, “Genel olarak dünyada ve özel olarak Türkiye’de nesnel koşullar devrime son derece elverişlidir.” Bu, kararın birinci maddesiydi. İkinci maddeye göre, “Şimdi işçi sınıfımızın ve yoksul köylülerimizin büyük çoğunluğu, kurtuluşlarının ancak silahlı mücadeleyle olacağını kavramış durumdadır.” Bu kararın öteki bendi, “kırlık bölgelerde silahlı mücadele örgütlemeyen ve yürütmeyen bir hareketin komünist sıfatına layık olamayacağını” ifade eder. Dördüncü madde, “Silahlı mücadeleyi başlatmak için, ‘ülke çapında örgütlenmek gerektiği’, ‘önce bütün bozkırı kurutmak, ondan sonra tutuşturmak’ gerektiği” anlayışının “gerici” niteliğine dikkat çeker ve “Silahlı mücadele içinde gelişmeyen bir örgütlenme[nin], kof bir örgütlenme [olacağını]” vurgular. Karar, bozkırın kuru bölgelerinde yakılacak ateşin, diğer bölgelerini kurutmada muazzam bir rol oynayacağını ileri sürer.[53]
Çayan, önceleri partinin “klasik” tarzda, yani silahlı mücadele için önkoşul olarak inşa edilmesi görüşündeyken sonra bu görüşünden vazgeçecektir. Çayan’ın bu konudaki yaklaşımı, “Kesintisiz Devrim I”e (Nisan 1971) kadar az ya da çok nettir: “Eğer, proletarya partisi henüz kurulmamış ise, ana görev proletaryanın öncü müfrezesini oluşturmaktır. Proletaryanın sınıf partisinin olmadığı bir evrede, devrimci durumun olması halinde bile proleter devrimci dil Fransızca olamaz!”[54] Nitekim, önceleri devrimci durumun yeni sömürgeler için genel bir olgu olmasına karşın her bir ülkenin de koşullarının gözetilmesi gerektiği görüşündeyken, sonradan bu görüşünden vazgeçtiği görülecektir. Çayan, “Kesintisiz Devrim I”de, emperyalizm çağının genel bunalımına işaret etmesine rağmen, bunu yine de “düz mantığa” terk etmez. Bu dönem, sürekli “durmadan, yılmadan, devamlı taarruz” dönemi değildir. Ona göre bu, Troçkizmin yaklaşımıdır.[55] “Bir ülkede devrimin objektif şartlarının olabilmesi için, kapitalizmin dünya çapındaki genel bunalımından başka, o ülkenin kendi milli bunalımını da yaşaması gerekmektedir.”[56] Ancak sonradan ‘tipik yaklaşımı’nı benimser. “Kesintisiz Devrim II-III” olarak anılan yazılarında yeni sömürgeler için şunları söyler: Bu ülkelerde, “tam anlamı ile olgunlaşmış olmasa bile” “milli kriz” sürekli olarak mevcuttur. Bu, “silahlı eylemin objektif şartlarının mevcudiyeti demektir”.[57]
Ne olursa olsun, Çayan’daki kesin eğilim –giderek belirginleşecek bir şekilde– hep pratik devrimciliğin mümkün ve gerekli olduğu yönündedir. Ona göre devrimcilik “bizzat savaşmak”tır: “proleter devrimci”nin görevi, “bilinç götürmek değil, bizzat fiili olarak savaşmaktır”.[58] “Bütün ideolojik ayrılıkların temeli (…) devrim isteyip istememeye değil, (çünkü sosyalist geçinen herkesin subjektif niyeti genellikle devrimin olması doğrultusundadır), devrim yapmak için yola çıkmaya, savaşmaya cesaret edip edememeye dayanır. İşte bu yüzden, ‘devrim için savaşmayana sosyalist denemez’.”[59] Bu şiardaki savaşmanın, pratik bir şiddet içinde olmak olduğu yeterince açıktır. “Bizzat fiili olarak savaşmak”, bizzat fiili olarak şiddet pratikleri içinde olmaktır.
Nitekim, Çayanların Mihri Belli’den ayrıldıktan ve artık THKP-C’yi kurduktan sonra çıkarmaya başladığı Kurtuluş dergisinin başlık alt-yazısı bu şiardan oluşmaktadır. (Devrimci gençlik mücadelesinden örgütlü devrimci mücadeleye geçişe ayak uyduramayarak tam “dere geçerken” gerisin geri, gerici tepkilerle alandan uzaklaşan) Küpeli ve Aktolga’nın THKP-C’den ihraç kararında net olarak vurgulanan “politik ve askeri liderliğin birliği” ilkesi de[60] bunun bir anlamda son sözüdür.
71 devrimcilerinin anlayışını yansıtan Çayan’a göre, “Barışçıl mücadele metodları temel alınarak yapılan örgütlenme asla savaşma aşamasına geçemez”.[61]
THKO, aynı anlayışı pratiğiyle ilk ortaya koyan örgüttür. “Şiddet politikası” terimiyle ifade ettiği faaliyet tarzıyla THKO, kısa sürede düşmanların nasıl sindiğini bildirir.
***
Bu çerçevede, her üç devrimci örgüt, örgütlenme sorununu da bu saptamaya bağlı olarak ele aldı. Parti mücadele içinde oluşturulacaktır. Her üç örgütün arasında bu konuda birtakım ayrımlar olduğu görülür, ancak temel anlayış açıktır: Örgüt bir savaş örgütü olacaksa savaşın içinde inşa edilmelidir.
Bu konuda en uçta THKO yer almaktadır. THKO, hiçbir belli başlı kayıt olmaksızın salt mücadelenin seyrine bağlı bir örgütlenme anlayışına sahiptir. Gerçi Hüseyin İnan, Türkiye Devriminin Yolu’nda buna karşı çıkmaktadır, ama bunun sonsal bir yaklaşım olduğu açık olsa gerektir.
THKP’nin de THKO ile aynı kulvarda olduğu söylenebilir. Bu devrimciler, herhangi bir kurumsallaşmaya gerek görmez görünüyor. Nasıl olsa devrimci özneler olarak kendileri vardır; ve kendileri oldukça da herhangi bir hukukilik gerçeksiz olacaktır.
THKO ve –ondan bir ölçüde ileride olarak– THKP’nin her ikisi de, “örgütün savaş içinde inşa edileceği” görüşündedir gerçi, ama bunun esaslarına ilişkin herhangi bir anlayıştan da hazırlıktan da yoksundur. Hazır güçlerin mücadelenin dolaysız gereklerine göre bir araya gelmesi veya ayrılması bizatihi örgütlenmenin kendisi değil midir?
THKP’nin program ve tüzük oluşturma çabaları söz konusudur, ancak bu metinler çok su götürür niteliktedir. THKP’nin “Genel Program” başlığıyla ortaya koyduğu metin şu pasajdan ibarettir: “THKP proletaryanın siyasi partisidir. THKP’nin başlıca amacı dünyada insanın insan tarafından sömürülmediği, her çeşit baskı ve sömürünün kalktığı bir toplumsal düzenin kurulmasıdır. Bu amaç gerçekleşene kadar THKP Türkiye proletaryasının siyasi partisi olarak mücadelesini sürdürecektir.”[62] Bu belge üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm “Genel Program” başlığını taşımakta ve yukarıdaki pasajdan ibaret bulunmaktadır. İkinci bölüm, “Parti Üyeleri” başlığıyla, üyelik koşullarını belirleyen üç maddeden oluşmaktadır. “Partinin Teşkilat Prensipleri ve Organları” başlıklı üçüncü bölüm ise, mücadelenin çok yönlü ve çetin oluşuna bağlı bir örgütlenme tarzı izlendiği belirtildikten sonra Genel Komite ve bu kurulun oluşturacağı Merkez Komiteden söz edilir. Son derece sığ ve belirsiz hükümler taşıyan bu metin bir yasak savma rolü üstlenmektedir. Ortada, konuşma dilinde kullanıldığı anlamda bir “plan program” yoksunluğu olduğu çok açık. Bu, kurulan örgütün tarih karşısındaki yerini az-çok belirtik ve sistematik ifade etmekten, somut bir operasyonu yürütmeye kadar uzanan bir nitelik eksikliği olarak görmezden gelinemeyecek bir unsurdur. (Örneğin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kurtarılması amacıyla başlatılan ve Kızıldere’de biten harekatın gidişat seçeneklerinin bile aralarında konuşulmadığı anlaşılıyor.)
Bunu da, Marksizmin tarihsel diyalektiği bağlamında, hukuku hakikatin önüne koyan reformizme devrimci bir tepki olarak mı yorumlamak gerekecektir?
Bu sorunun tutarlı ve doyurucu yanıtı, ancak, TKP(ML)’nin yapıp ettiğine bakarak verilebilir. TKP(ML), kuruluşunu bir kongre ve konferans hazırlamak üzere yetkilenmiş bir Koordinasyon Komitesiyle teşkil etti. Örgüt, kuruluş kongresine kadar adını ilan etmeyecekti. Ancak bu arada TİKKO adıyla üstlenilen eylemler yapılıyordu. Kaypakkaya’nın “TİİKP Program Taslağı Eleştirisi”, onun eylem kadar söyleme de ne kadar önem verdiğini gösteriyor.
***
Her üç devrimci örgütün de, durumun devrimciliği ve silahlı mücadeleye son derece elverişliliği hususunda ampirik gerçekten etkilenmeden edemediğine ilişkin kanıtlar vardır. Kaypakkaya, çıkış gerekçelerine aykırı olarak, işçi sınıfına reformcu ve faşist sendikaların egemen olduğunu saptıyor[63], egemen sınıfların baskı ve zorbalığının iyice şiddetlendiğini söylüyor[64], sıkıyönetimden sonra “yığınla adam”ın mücadeleyi terk ettiğini anlatıyor[65], “bozkırın kuru alanları”nda bile köylülerin genel olarak sindiğini ima ediyor. Çayan ise, daha 1971 Nisan ayı sonlarıyla Mayıs başlarında kaleme aldığı bir yazıda, karşı-devrimin en güçlü bir konumda olduğunu ve ricat ederek güçleri ezdirmemek gerektiğini ifade etmektedir.[66] Kitlelerin Türkiye’ye özgü aşırı uyuşukluğu anlayışı da bu pratik algının teorik ifadesi olarak kabul edilebilir. THKO önderlerinden Hüseyin İnan da, hapisteyken, 1971’in sonlarıyla 72’nin başlarında, durumun vahametini anlatmaktadır.
Bugünden bir bakışla, dönemin nesnel devrimci niteliğinin hiç de devrimcilerin kabul ve ilan ettiği gibi olmadığı kesin bir dille söylenebilir. Yani, o günün Türkiyesinde “devrimci durum” yoktu; “silahlı mücadele için koşullar son derece uygun” değildi.
Peki, 71 devrimcileri de bu görüşte olsaydı, yani dönemin devrimci mücadele için uygun olmadığı görüşünde olsaydı ne yapardı? Onlar, silahlı mücadeleye başlama gerekçelerinin devrimci durum olduğunu savunuyordu. O halde, silaha hiç el atmamalı mıydılar? O halde, tarih, TİİKP’i, Kıvılcımlı’yı, TİP’i mi haklı çıkarmıştır? Diyalektiği olmayan bir “Marksist-Leninist” görüş bakımından, TİİKP, Kıvılcımlı ve TİP haklıydı.
Kıvılcımlı, “Almanca konuşma’nın zamanı çoktan gelmiş, geçmek üzeredir” derken[67], Fransızca konuşma döneminin başlayacağını söylemek istemiyordu. Gelmiş olan Almanca konuşma dönemi kaçırılırsa, Fransızca konuşma dönemine geçilmiş olunmayacaktı. “Herkes yanıldığını illa faşizmin zindanlarında öğrenecek”[68] ve gerisin geriye Almanca konuşma öncesi döneme dönülecekti! (Gerçekten, “faşizmin zindanları”nda aklı başına gelenlerin çoğu Kıvılcımlı’nın değerini anlayacaktı!)
Bu eleştiri ortamında, örgütü olmadığı için Kıvılcımlı’yı, iflah olmaz “pasifist” olduğu için TİP’i bir yana bırakabiliriz, ama TİİKP’i ne yapmak gerekiyor! “Hazırlık yapmak gerekir” diyen TİİKP’in “lafta” da kalsa, “samimi olmasa” da, sözü, bu anlamda “Marksizm-Leninizm” açısından en doğru yerdedir. TİİKP bu anlamda hiç de Maoist değildir; Maoizmin devrimci niteliğine rağmen “Leninist”tir! Çünkü TİİKP, örgütlenmekte, propaganda faaliyeti yürütmekte, hatta silah edinmekte, Filistin’e kadrolar göndermektedir …
71 devrimciliğinin devrimin nesnel durumu konusundaki görüşlerinin yanlışlığı ortadaydı. Sorun, bu yanlış görüş çıktıktan sonra kalanın ne olduğudur. Çözüm, 71 devrimcilerinin, anlayış ve pratiğiyle toplam varoluşundadır: Devrimci olmayan dönemde devrimcilik.
71 devrimcileri, bir boyutuyla, kendi bilinçlerine rağmen, devrimciliğin sadece devrim anının politik pratiği olduğu yolundaki anlayışlara, geri dönüşsüz, bu anlamda şiddet’le karşılık vermişlerdir.
Bunu anlatmak için hala en etkili metafor Kaypakkaya’ya aittir: “Bozkır, kuru olan bölgelerden tutuşturulmalıdır. (…) Bozkırın henüz kuru olmayan bölgeleri, diğer bölgelerdeki silahlı mücadelenin ateşiyle kavrulacaktır.”[69]
Diyalektiğin politik pratiği: Öncü politika ve “öncü savaşı”
Üç devrimci örgüt, Leninist öncü politika anlayışının öncü devrimcilik olarak somutlandığını öğretti. Gerçekte, devrimci olmayan dönemde devrimcilik, ezilenlerin öncü politikasının bir başka anlatımından başka bir şey değildir. Peki, 71 devrimcileri, bu konuda bir eleştiriye tabi tutulabilir mi?
Eleştirinin temel temasının, 71 devrimcilerinin öncü politikayı “öncü savaşı” olarak anladığı ya da –anlayışlarına uyarak ya da uymayarak– uyguladığı üzerinden olacağı savunulacak.
Her üç devrimci örgüt de, “salt askeri bakış açısı”nı reddetmiş, politik mücadelenin salt silahlı mücadele olmadığını dile getirmiştir. Birbirlerine dönük eleştirideki temel bir tema tamamen bundan oluşmaktadır.
THKP, kamuoyuna açık bildirilerinde THKO’yu “adi gangster”likle, “fokoculuk”la suçlamıştır. Çayan’ın, THKO’nun eylemlerini ve tarzını, THKP’nin Şubat-Mayıs 1971 “gerilla kampanyası” içinde dahi ağır bir şekilde eleştirmesi kaydedilmelidir.[70]
Hiçbir özneye “solculuk” ve “sol sapma” eleştirisi yapmayacak kadar solda olan THKO da, Hüseyin İnan’ın Türkiye Devriminin Yolu nezdinde, “salt askeri” bakış açısını ve Debray’cılığı eleştirmiştir.
TKP(ML), iki devrimci örgütün de “fokocu” olduğunu ileri sürmüştür: “Burjuva baylar, bizi Guevaracılıkla, fokoculukla, THKP-THKC, THKO takipçiliği ile suçluyorlar. Bunu kanıtlamak için bizim örgütlenme planımız ile, onlarınki arasında bir benzerlik göstermeleri gereklidir.”[71] Ancak Kaypakkaya’ya göre, bu devrimci örgütlerin tek tek eylemlerinin yanlışlığı söz konusu edilemezdi. “[B]u eylemlerin mücadelenin belkemiğini oluşturuyor olması yanlıştır.”[72] Bu örgütlerin “bir bütün olarak ideolojileri ve politik çizgileri yanlış”tır ve söz konusu bütünlük onları, “bir avuç öfkeli aydının komploculuğu” tarzında hareket etmeye yöneltmektedir; yanlış olan budur.[73] Daha önce, henüz TİİKP’ten kopmadığı ama muhalefetini olgunlaştırmaya yaklaştığı sıralarda kaleme aldığı bir başka yazıda (Ekim 1971), Nurhak dağlarında Sinan Cemgil’in komutasındaki THKO gerilla grubunun faaliyetini de somut olarak ele alır ve eleştirir.[74] Kaypakkaya, Haziran 1972’de, devlet güçlerince esas olarak dağıtılmış iki devrimci örgütü değerlendirirken, “başarısızlığın”; “yanlış olma”nın ya da “komünist olmama”nın kanıtı sayılamayacağını da –kendi akibetini savunuyormuşçasına– ileri sürüyor.
Kaypakkaya, devlet güçlerinin eline geçmeden birkaç hafta önce, kendi örgütünün de sola saptığını ifade etmiştir. “Şafak revizyonizminden [TİİKP] ayrıldıktan sonra, onun okumaktan oluşan sağ çizgisine bir tepki olarak, aksi yönde bir hata doğdu.”[75] (Kendi eseri dahil, 71 devrimciliğine dönük son eleştirisi, devletin elindeyken verilen ilk izinle başladığı “Savunma Taslağı” planının ekinde yer alarak ilan edilen bir son başlıktır: “Anılar – Özeleştiri.”)[76]
Gerçekte, üç devrimci örgüt de, dönem henüz bitmeden (1971 ve ‘72’de), çelişkili ve zayıf bir özeleştiri sürecine girmişti. Hüseyin İnan, Türkiye Devriminin Yolu’nda, “başarısız”lıklarının politik anlayışlarında değil, pratik ve teknik nedenlerden kaynaklandığını söylüyordu. Çayan, 12 Mart günlerinde bile, örgütün teşkilini ve hazırlığı öne aldığını yazarken, bir-iki ay içinde bir şiddet eylemi dalgasına giriyor ve hemen ardından bu kez, dönemin taktiğinin “ricat” olduğunu ve güçleri hazırlamanın öne alınması gerektiğini ifade ediyordu. Hapisten kaçıştan sonra, “Mayıs’ta (1971) kesintiye uğrayan eylem sürecinin tekrar başlayacağı” ilan edilse de, bu gerçekleştirilemez.
Üç devrimci örgüt de, öngöremedikleri kadar kısa sürede dağıtıldı. Anlayışları doğrultusundaki eylem sürecinin daha ancak başlangıcındayken bir sorun içinde olduklarını anlıyor, fakat bir kez başladıkları hareketi durduramıyorlar.
Üç devrimci örgüt içinde çizgisel bir ayrımlaştırmayla en sağda yer alan TKP(ML)’dir. Anlayışlarına bakılırsa, “klasik” yaklaşıma en yakın olan da Kaypakkaya’nın örgütüdür. Kaypakkaya da “silahlı propaganda”yı kabul etmektedir, fakat bu örgütün şiddet eylemleri daha pes perdeden seyretmektedir.
Her üç örgüt de öncü devrimci politika düzleminde bulunmaktadır. Ancak anlayış açısından Kaypakkaya’dan farklı olarak Çayan ve Denizlerde bir öznelcilik görülmektedir. “Klasik” tabirle, kitlelerin ve devletin durumunu gözetmeden silahlı mücadele yürütmek olarak dile getirilebilecek bu ayrımın teorisi Çayan’da mevcuttur. Çayan’ın yaklaşımına genel olarak bir öznelciliğin egemen olduğu savunulacaktır.
Onda görülen öznelci vurgu, öncü devrimci politika anlayışından başka bir şeydir ya da öncü politikanın uygun olmayan bir türüdür. Buna “öncü savaşı” anlayışı demek mümkün görünüyor. Öncü savaşı, önceki dönemlerde devletin krize düşmesi gibi bir dış nesnelliğin “üçüncü bunalım dönemi”nde söz konusu olmayacağı anlayışı doğrultusunda, devrimin bu nesnel koşulunu da devrimcilerin yerine getirmesi anlayışı olarak dile getirilebilir. Öncü devrimci politika, bu bağlamda, kitlelerin ya da devletin durumuna bağlı olmayı, başka bir kategoriden karşılamak üzere hazır durumda olmak şeklinde anlaşılabilir. Öncü devrimci politikada, “öncü savaş”tan farklı olarak, dış nesnelliğin ikamesi söz konusu değildir.[77]
Çayan’da öncü politika dar anlamda anlaşılmıştır. Bu pratik, devrimci durum operasyonel bir gerçekmişçesine anlaşılan ve yürütülmesi gereken bir pratiktir. Bir devrimci durum vardır ve hemen, acilen, beklemeden gereği yapılmalıdır.
Çayan’ın, bir ölçüde Elrom eylemi dahil, “ricat” düşündüğü ve bunu yoldaşlarıyla paylaştığı sıralarda, ölümüne bir eyleme, Kızıldere’ye gitmesinde de bir öznelcilik aranmalıdır. Çayan, sürecin baştan sona gayet bilinçli bir özne müdahalesi olarak kotarılacağını söylediği halde, Kızıldere eylemiyle, başarısı halinde her şeyi çarpıcı bir şekilde değiştirecek bir sürüklenişe teslim olmuş gibidir. Çayan’ın, Türkiye devriminin kaderinin bu eylemin başarısına bağlı olduğunu düşündüğüne ilişkin anılardaki kuvvetli izlenim ve kuşatmacılara söylediği söz (“Biz buraya ölmeye geldik, dönmeye değil!”), onun teorisinde öncülerin eylemine yüklediği metafizik role uygundur.
Öncelikle şu ifade edilmelidir. Marksizm açısından, başarı ihtimali olan bir pratik tarza teoride itiraz olması söz konusu edilemez. Bu çalışmada savunulan Marksizm anlayışınca, devrimin ezilenlere dayanması ve onların çoğunluğu ya da önemli bir kısmını kazanması teoriye dışsal bir öğedir. İlkesel olan, Marksist nitelikte bir parti ve onun güçler ilişki ortamında başarılı olmasıdır.
Çayan’ın genel yaklaşımına katıldığı Quartim, üçüncü bunalım döneminde, “artık emperyalistler arası savaş olmayacağı” için, “kapitalist devletlerin baskı aygıtı[nın] kendiliğinden hasar görmeyece[ğini]; bir başka deyişle, doğrudan doğruya devrimci halk ordularının yaptığının dışında bir hasar olmayaca[ğını]” söyler.[78] Önceki dönemlerde devlet aygıtının zayıflaması, devletler arasındaki savaşlar vesilesiyle “dışarıdan” kaynaklanmaktaydı, ama artık devrimcilerin müdahale etmesi, baskı aygıtına “içeriden” hasar verici şiddet uygulaması gerekmektedir. Bu, “Lenin’in klasik yaklaşımı”ndaki “nesnel koşullar”ın yerine getirilmesi işini de devrimci öncüye yüklüyor.
Devrim için devlet aygıtının bir kriz içine, bir zaaf dönemine sürüklenmesi kaçınılmaz görülür –Lenin gibi Quartim ve Çayan da bu görüştedir. Nitekim, devrimlerin çoğu, devlet aygıtının oldukça zayıfladığı savaşların ilerleyen dönemlerinde gerçekleşmiştir. Tabii, bunu bir kural olarak algılamamak gerekecektir. Devlet aygıtının krize sürüklenmesi, hangi neden ve dinamiklerle olursa olsun, mutlak koşul görülüyor. Ancak bu her zaman –Quartim ve Çayan’a kadar– bir “dış” etmendi. Çayan’da bu dış etmen, devrimci özne tarafından yerine getirilecektir.
Quartim, ayrımı kolay anlaşılır kılmak için – “Kesintisiz Devrim II-III”te Çayan da ona katılır–, Lenin döneminde, meselenin iyi hazırlık yapan politik öznenin doğru anı kollaması ve bu anda vurmasına bağlar her şeyi: “Lenin döneminde, (…) işçi sınıfının öncüsünün doğru anı saptayıp sermayenin iktidarına karşı saldırıya geçmesi yeterliydi.”
Savaşta yıpranmadan kendini tahkim etme fırsatını bol bol bulacak devlet aygıtının devrimciler tarafından nasıl ve hangi güçle zayıflatılacağı gerçek bir sorundur. Ayrıca, daha önceki bunalım dönemlerinde güçlü olan, savaşlar yaptığından bellidir bu, devletler, ne olmuştur da, içten içe çürümüş, güçleri bir görüntüden ibaret kalmıştır? Çayan ve Quartim’de bunun bir açıklaması bulunmuyor. Bu durumda anlaşılması açık olan tek şey, öznel faktörün, “devrimci inisiyatif”in daha önce görülmemiş ölçüde devreye girmesidir. Zaten, devrim mihrakı Doğuya kaydıkça devrimci rolün artması söz konusu değil miydi!
Hal böyle olunca, Çayan’da “kitlelere inançsızlık”, kitleleri basit bir madde görmek, öncü savaşçıyı bir tanrı mertebesine çıkarma gibi eleştiriler geçerli oluyor. Çayan’daki bu özellik, Türkiye’ye yaklaştıkça daha da artan kesif bir öznecilik halini almaktadır. Uyuşuk kitleler Türkiye’de daha da uyuşuktur. Suni denge Türkiye’de daha da sunidir. … Fakat bu türden uç yaklaşımlarda bekleneceği üzere, aslında Türkiye’de devlet göründüğü kadar güçsüz de değildir. Aslında kitleler göründüğü kadar uyuşuk da değildir. Aslında kitleler Türkiye’de göründüğünden daha az sömürülmektedir. Aslında kitlelerin Türkiye’de gavura alerjisi nötralize olurken daha da bilenmiştir…
71 devrimcilerinin genel olarak politik hareket tarzına meşruiyet aramak için ortaya koyduğu gerekçelerin geçersiz olduğu açıktır. Politik hareket tarzının kendisi bakımından ise, aralarında bazı ayrımlar belirmektedir. Öncü devrimci politika anlayışı bağlamında tartışılması uygun görülen bu hususta, “özgün teorik açıklamalar” en fazla Çayan’da bulunmakta, fakat bu teori, özgünlüğü oranında eleştiriye açık durmaktadır.
Çayan’da tarihsel diyalektiğin bittiği moment
Marksizmin tarihsel diyalektiğini kavrayışı ve devrimci pratiğe atılışı Mahir Çayan’ın eserini Marksist olmaya ilişkin nereye koymaktadır? Çayan’da Marksizm henüz bir varlıktır, Marksizm onun teorik-pratik eserinde bir varoluş niteliğine kavuşamamıştır.
Çayan, Marksizme yaklaşımda devrimcidir. Bu, pozitif bir husus olarak kaydedilmelidir. Bu, genel olarak teorik bir anlamdır. Çayan’ın politik niteliğinin Marksizmine ilişkin bir değerlendirme önsel değil sonsal nitelikte olmak durumundadır. Önsel olarak ne öncü savaş, ne de politikleşmiş askeri savaş anlayışının Marksist olmadığı ileri sürülebilir. Marksizm dışına çıkarılmak için yeterli argümanları ne teorik, ne de politik pratikteki “solculuk” sunabilir. Bir Marksist bu “sapma”lara rağmen Marksist niteliğini koruyabilir.
Çayan’da, Marksizmin tarihsel diyalektiğinin farkında olmak ve devrimci politik pratik gibi iki pozitif öğenin arasında, Marksist nitelik bakımından rijit olarak negatif bir boşluk vardır. Çayan, bu alanda kesin bir nitelik olarak Marksist değildir.
Çayan’ın teorik konularla ilgili genel yazımı, ‘Batı Marksizmi’nin Türkiye’de ilk yansımaları olarak kabul edilebilir.[79] Ancak, bir akademisyenler topluluğu tarafından da pekala ifa edilebilecek bu işi Çayan gibi bir devrimcinin yerine getirmesi ona özel bir önem kazandırmaya yeter. O dönemde, ‘Batı Marksizmi’ ‘Sovyet Marksizmi’nin sultası dışında ‘gerçek’ bir teorik alan yaratabilmişti. Ayrıca, ‘Batı Marksizmi’ genel olarak ‘Batılı’ zihniyetine rağmen, devrimci hareketlere açık bir dinamik de sergiliyordu. Çayan, bu anlamda Türkiye iklimini ‘çağdaş’laştırmıştır. ‘Batı Marksizmi’ Çayan’da bütün teorik ‘solcu’ bulaşıklığıyla tecelli etmiştir. Çayan’ın öznelciliğinin başlıca teorik dayanakları bu kaynakta bulunabilir. Çayan’ın yazdıklarından çıkarılacak olan, onun ‘Batı Marksizmi’nin tarihsel idealist eğilimine yatkınlığıdır.[80] ‘Batı Marksizmi’ kaynaklı tarihsel idealist eğilim, Güney Amerika devrimciliğinin devrimci hümanizminin öznelciliğiyle birleşince Çayan’ın teorik solculuğu bütün varlığıyla ortaya çıkacaktır.
Çayan, Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğinin ‘genel doğrular’ını –ilk olarak– ortaya koymuştur. Ama o, bu diyalektiğin ‘Türkiye genel doğruları’nı ortaya koymak için hiçbir adım atmamıştır.
Şu halde; önsel olarak, a) Marksizmin tarihsel diyalektiğine ilişkin Çayan’da açık olarak bulunan görüşler Kaypakkaya’da örtük olarak –da olsa / ama– vardır. b) Çayan’da apaçık bulunan pratik devrimcilik, Kaypakkaya’da da apaçık olarak mevcuttur. c) Ancak, Kaypakkaya’da mevcut birtakım görüşler, Çayan’da olmamaktan başka, karşı-nitelik olarak bulunmakta, korunmaktadır. Buradan, sonsal olarak, c-i) “c”nin yoksunluğu, “a”, “b” ve “c”den oluşacak bir bütünlükten sonra, “a” ve “b”ye geri-etkiler olarak dönmeyi gerektirecek ve her bir öğenin niteliğinde değişiklikler yapmayı zorunlayacaktır. Bunun bir işlem haline getirilmesi, Türkiye’de Marksizmin olanakları üzerine gayet somut ve gerçek bir tartışmanın ilerlemesidir aynı zamanda.
Çayan, genel teori konularında ne kadar parlaksa, Marksizmin politik olarak varolması konusunda o kadar sıradandır. Bu çatışkılı durum, muhtemelen, onun Marksizmin diyalektiğinde teorik adımlar atmasını ve yaratımlarda bulunmasını engelledi; ve o böylece ancak “genel doğrular”da kaldı. Öte yandan, Marksizme ilişkin bu genel teorik edinime kaynak olan “Batı Marksizmi”nin temel sorunlarının ve karakterinin de etkisi, onun ülkeye ilişkin bir Marksizm ortaya koymasını zorlamadı, ve basmakalıp bir Aydınlanmacı Marksizm anlayışıyla meşruluk bulan politik görüşleri, bir yandan politik pratiğini öte yandan teorik anlayışını sürekli tazyik altında tuttu.
Çayan’ın eseri, Kaypakkaya’nın eserinden önce de politik Marksist nitelikte değildi; fakat onun bu nitelikten yoksunluğu, Kaypakkaya’nın eserinin varlığında gözden kaçırılamaz bir kesinlik kazanmaktadır.
Marksizmin tarihsel politik diyalektiği nasıl en iyi Çayan’ın yazılı eserinde izlenirse, Marksizmin Türkiye’de tarihsel politik diyalektiği de özgül varlığını en iyi Kaypakkaya’nın toplam eserinde bulur.
4. Marksizmin Devrimci Diyalektiği Türkiye’de: Kaypakkaya’da özgülleşen diyalektik
Marksist olmak için ‘kopmak’ gerekiyor. Marx-Engels’i, “burjuva düşüncesi”nden koptuğu, idealist felsefeden koptuğu, “devrimci burjuva politikası”ndan koptuğu, ve yeni bir bilim kurduğu için Marksist diye anıyoruz.
Pratik kopuş, yani devrimci nitelik, ‘politik Marksist’ olmanın önkoşuludur. Devrimci olmayan (politik) Marksist olamaz.[81] Fakat her devrimci önsel olarak Marksist değildir. Devrimci, görüşüyle de kopmalıdır. Bir pratik devrimci, anti-Marksist görüşlere sahip olabilir. Marksist görüşlere sahip biri, pratikte devrimci olmayabilir. Ancak hiçbir görüş ileriliği, hiçbir pratik ilerilikten ileride olamaz. Pratikte ileride olmak önce gelir. Buna bağlı olarak; pratikte ileride olanın ilerideki görüşü kategorik kıymet kazanır.
Türkiye’de 1971’de politik devrimcilik mevcuttur. Dolayısıyla, bu dönemi ele alan bir Marksist değerlendirmenin esas alacağı değişken devrimci niteliktir. Marksist politik nitelik başka bir yerde aranmayacaktır. Marksist politik özne ya devrimciler arasındadır ya da yoktur. Bu sırada, politik nitelikte olmayan Marksist ideolojik, teorik, .. çevreler, gruplar, akımlar, .. mevcut olabilir.
71 devrimciliği üç örgütte temsil edilmektedir. THKO ve THKP kuşkusuz birer devrimci örgüttür, fakat bu örgütlerin politik görüşleri devrimci değildir; bu örgütler, politik görüşleri itibarıyla kurulu düzenden kopmamışlardır. TKP(ML), kopuşu, politik pratiğinde ve politik görüşünde gerçekleştirmiştir: Bu örgüt politik Marksisttir. Kaypakkaya, Türkiye tarihinin ilk politik Marksistidir.
Aşağıda, bu önermenin birkaç değişik düzlemden savunusu yapılmaya çalışılacaktır.
1971’de Türkiye’deki sol politik özneleri Marksizm açısından değerlendirmeye yönelen gidimli bir tarzın önünde iki seçenek vardır. Bu çalışmada reddedilen bir Marksizm anlayışını izleyen bir yaklaşım, yani Marksizmde tarihsel politik bir diyalektiği kabul etmeyen bir yaklaşım tarzı, öncelikle Türkiye İşçi Partisinin (TİP), özel olarak bu partideki Emek Grubunun Marksist niteliğini değerlendirmek durumundadır. Bu çalışmanın izlediği Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiği yaklaşımının kabul edilmesi durumunda ise, gidimli bir tarz açısından, Kaypakkaya’nın adında temsil olunan politik öznenin Marksist kabul edilmesi –en azından Marksizm bakımından sadece onun değerlendirilmesi– zorunludur. Pratik devrimciliği bütünlükte yerli yerinde kullanan hiçbir yaklaşım açısından Kaypakkaya’nın Marksist niteliği tutarlı bir şekilde reddedilemez. Kaypakkaya’ya ilkede itirazı olmayan ama onun çizgisinin kabul edilemez ölçüde pratik “sol sapma” içerdiğini ileri süren –ve tarihsel diyalektiği de benimseyen– bir görüş açısından, bu gidimli tarzın zorunlu durağı TİİKP olmalıdır. Çünkü bu örgüt, gerçekten de Kaypakkaya’ya giden yolun bir durağıdır; hem tarihsel, hem de mantıksal açıdan…
a) Diyalektiğin öncesi: TİP’te Emek Grubu
TİP’te Emek dergisi çevresinde bir araya gelen ve Behice Boran, Sadun Aren, Cem Eroğul, Kenan Somer gibi adların toplandığı Emek Grubu, dönemin “ana akım Marksizm”inin temel teorik ve politik konularda temsilini hakkıyla yapabilecek nitelikte bir çevreydi. Son döneminde TİP’e egemen olan bu grubun, “birinci TİP”i karakterize ettiği söylenebilir. Bu grup, bir yandan TKP’nin olumsuz özelliklerinden azadeydi, öte yandan Marksist teoride özel ve dikkat çeken bir donanımı bulunuyordu. Emek Grubunun, Marksistlerin işçi sınıfına bağlı bir politika oluşturması gerektiği, bu sınıfın devrimci misyonu, Türkiye’de kapitalizmin gerçekçi bir gelişme seyri, Kemalizme dönük eleştirel duruş, Türkiye tarihinde burjuvazinin yeri, “Kürt halkı” ve sorununun varlığının kabulü, devletin ve ordunun niteliği gibi bir dizi konuda, döneminin Kemalist solunun kesin bir şekilde solunda bir duruşu vardı.
TİP’in 29 Ekim – 1 Kasım 1970’te yapılan dördüncü kongresinde Behice Boran ve Sadun Aren tarafından dağıtıldığı bildirilen “Türkiye’de Sosyalist Devrim Mücadelesi” başlıklı bildiride şu görüşlere yer veriliyordu:
“Türkiye’de temel çelişmenin sermayeyle üretici emek arasında olması gerçeği, Türkiye’nin önündeki devrimci adımı kesin bir şekilde belirlemiştir. Bu sosyalist devrimdir. Sosyalist devrim mücadelesinin sosyal ittifak tabanı, esas itibarıyle proleter ve yarı proleter unsurlardan oluşmaktadır. Bu durumda sosyalist devrim mücadelesinde kurulacak cephe, birleşik emek cephesidir. Bu cephenin öncüsü ve temel gücü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfını onun partisi temsil eder…”[82]
Bu bildiride, bir yandan işçi sınıfının mücadeledeki temel rolü ifade ediliyor, öte yandan günün önemli tartışmasına karşı, ittifakın Kemalistlerle ya da “Millici güçler”le değil ancak sınıf temelindeki kesimlerle yapılacağı bildiriliyor. Bildiride genel demokratik mücadeleye de ilgisiz kalınmaması gerektiği ek olarak vurgulanıyor.
Emek Dergisinin Kasım 1970 tarihli sayısında Kemalizm ve ittifaklar sorunu şöyle değerlendirilmektedir:
“Kemalizmin bir küçük burjuva ideolojisi değil de düpedüz burjuva ideolojisi olduğu daha iyi anlaşılmaya başlandı. (…) Kurtuluş Savaşı dönemini daha sonraki Kemalist devrimler döneminden ayırmak gerekir. O dönemde yapılan devrimler burjuva düzeni yararına yapılan birtakım işlemlerdi.(…) Bunun içindir ki işçi sınıfı Kemalist ideoloji ile ittifak kuramaz. Solu uzun yıllar boğan, hapseden kahredenlerle ittifak kurulamaz.”[83]
Aynı kongrede alınan kararlarla, kongre, “Türkiye’nin doğusunda Kürt halkının yaşamakta olduğunu” ve “Partinin Kürt sorununa işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığını kabul ve ilan” etmiştir.[84] Kongre, “Kürt halkı üzerinde baştan beri hakim sınıfların faşist iktidarının, zaman zaman kanlı zulüm hareketleri niteliğine bürünen baskı, terör ve asimilasyon politikası uyguladığı”nı da dile getirmiştir.[85] “Baştan beri…” diyerek TİP, Kemalist döneme Kürt sorunu dolayısıyla tepkisini yansıtmaktadır.
TİP’in Örgütlenme ve Eğitim Bürosunun Merkez Yürütme Kuruluna sunduğu raporda ve TİP merkezi tarafından yayınlanan “Sosyalist Mücadele İşçi Sınıfının Mücadelesidir” adlı broşürde şunlar söyleniyor:
“Ülkemizde işçilerin ve bütün diğer emekçi yığınların kurtuluşu için halklar üzerindeki baskı ve zulmün sona ermesi, kapitalizme karşı bütünsel bir mücadele ile mümkündür. / Kürt halkı üzerinde uygulanan baskı, terör ve asimilasyon politikasının temelinde yatan kapitalist sömürü ve baskıdır. / Sosyalist devrim mücadelesi bir cephe mücadelesidir. Bu cephede işçi ve emekçi sınıflar yer alır. Bu cephenin öncüsü ve temel gücü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfını, onun partisi temsil eder. / Kürt halkının demokratik özlem ve istekleri uğrunda verdiği mücadelenin de, bu çerçeve içindeki unsurlardan biri olarak, düşünülmesi zorunludur.”[86]
Açıkça görüleceği üzere, bu görüşlerin, tarihsel diyalektiği tanımayan bir Marksist tarafından eleştirilmesi gayet zordur. TİP, 12 Mart darbesi ardından Kürt sorunuyla ilgili kararından dolayı yargılanmış ve kapatılmıştır.
TİP yöneticilerinin Kürt sorununa duyarlığı, Kürt hareketinin emperyalizmle ilişkilendirilişi bakımından da anlamlı sonuçlar vermiş. Kürtlerin sorunlarının ayrılığı konusunda özel düşünceler beslemeyen devrimcilere, TİP senatörü Fatma Hikmet İşmen, “Amerika ile bir sorunu yoktur doğu halkının, bu nedenle anti-emperyalist sloganlar işe yaramaz” demiştir.[87]
TİP yöneticileri, sol hareketin genelinden farklı olarak, Türkiye tarihine yaklaşımlarıyla da sosyalist ideolojiyi benimsediklerini ve bu ideolojinin düsturlarını izlediklerini gösteriyordu. Kurtuluş Savaşı bir burjuva devrimiydi.[88] Behice Boran, “1960’larda hatırlarsınız, CHP döneminin ‘devrimci olduğu’ varsayımıyla DP’nin 1950’deki iktidarı alışı kimilerince ‘karşı-devrim’ olarak nitelenmiş, bunun tartışması yapılmıştı. Ben bu görüşe hiç mi hiç katılmadım”[89] diyordu. Behice Boran, Türkiye’de 1946’dan itibaren “tek parti rejiminden çok partili rejime geçilmesi”ni, “esas itibariyle aynı egemen sınıfların –komprador burjuvazi ve toprak ağalarının– az çok farklı şekillerde ve yollardan temsilcisi olan partiler arasında bir iktidar mücadelesi” olarak niteler.[90] TİP, her ne kadar yöneticileri, “Türk ordusunun ilerici, devrimci geleneği”[91] olduğunu kabul etmelerine rağmen, 12 Mart’tan önce sol hareketin ilerici cunta beklentilerinin de dışında yer almıştı: 1968’deki yazılarına göre, “Bir askeri müdahale olursa Türk politika hayatında, bunun hangi yönden olacağı önceden kesinlikle söylenemez”di.[92] Behice Boran, orduda “ilerici darbe” olasılığına karşı duruşlarını şöyle anlatıyor: “12 Mart’tan önce ordunun devrimci girişimde bulunacağı, askeri bir devrim veya ihtilal olacağı beklentisi vardı, hayli yaygındı da. Beklentiden öte, kimi siyasal çevrelerce destekleniyordu, belli bir akım vardı bu yönde. Biz ise kesinlikle bu görüşte değildik. Ordu eliyle devrime inanmıyorduk.”[93] “… hem ilkesel olarak karşıydık hem de ordu kadroları arasında gerici, demokratik, hatta sol eğilimlerin olabileceğini genelinde düşünmekle beraber, sosyalist bir devrime veya sosyalizme yolu açacak devrimci bir girişime kalkışacak kadrolar olduğu kanısında değildik.”[94]
Behice Boran, haklı olarak, bu hususları, “TİP’in dışındaki sol akım ve hareketlerin (…) ortak yanı”[95] olarak ifade ediyor. Bu görüşleriyle TİP, 12 Mart (1971) darbesi arifesinde, THKP ve THKO ile Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı dahil ama TİİKP hariç, sol hareketin politik olan ya da olmayan bütün öznelerinin solunda yer alıyordu. Bu görüşlerin Marksizmle ilişki bakımından avantajı gayet açık ve somuttur.
Söz konusu kongrede Emek Grubu tarafından dağıtılan bir diğer yazıda (“Sosyalizm ve Parti”), silahlı mücadelenin de siyasi mücadele biçimleri arasında olduğu,[96] ancak dönemin Türkiyesinin Anayasasının siyasi mücadeleyle barışçı yollardan sosyalizme varılmasına imkan verdiğinden buna gerek olmadığı ifade ediliyor. Boran’a göre, “Anayasa kapitalizmi reddetmektedir, kapitalist yoldan kalkınmaya kapalıdır, sosyalizme ise açıktır. Getirdiği tam bir sosyalist düzen değildir, ama toplumun sosyalist yönde gelişmesine açıktır.”[97] Buna bağlı olarak, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi kurumlar “iktidarın anayasaya aykırı davranışlarına karşı çıkıyor”dur.[98] Bu görüşlerin dönemin sol hareketi açısından aykırı nitelik arz ettiği sanılmasın. Sol hareketin öteki mensupları –ve THKP ile THKO– da anayasanın kendi tasarladıkları düzene elverişli olduğu görüşündeydi. (Biraz “solda” kalmakla birlikte TİİKP de aynı kulvardaydı.) 27 Mayıs (1960) cuntası tarafından düzenlenen 1961 anayasasıyla ilgili görüşlerinden çıkarılabileceği üzere, TİP, sol hareketin öteki bütün üyeleri gibi, “27 Mayıs’ı çok olumlu değerlendirdi”[99]
Şu açık ve kesindir. TİP, Marksizmin genel tezlerini benimseme, Türkiye’de politik mücadele için “işçi sınıfı”nı ve “emek cephesi”ni gösterme konusunda, döneminin bütün solunun ilerisinde ve eğer bir değerlendirme yapılacaksa, salt sınıfçı ve sosyalizmci bir Marksizm açısından değil, ona ek olarak, düzenden görüş olarak uzaklaşma anlamında Marksizme en yakın örgüttür. Devrimci iki örgüt, THKP ve THKO, politik görüşler anlamında bu örgütle kıyaslandığında çok geride bir yerde bulunmaktadır. Öte yandan, TİP, Marksizmin tarihsel diyalektiğine kategorik olarak kapalı bir –belki döneminde, mülteci TKP dışında tek– örgüttür.
Bu partinin gününün sol hareketinden kategorik olarak geri kabul edilebileceği tek husus, seçimlerle iktidara gelmeye ya da barışçı geçişe ilişkin görüşüdür.[100]
b) Diyalektiğe doğru: TİİKP
1971 ortamında, yukarıda ifade edilen başlıkların işçi sınıfına ve cephenin öznelerine ilişkin olanlar dışında, TİP’le kıyaslanabilecek yegane politik özne TİİKP’tir. İşçicilik / sosyalizmcilik ölçütünü yumuşatacak ve devrimciliği önemseyecek bir görüşün, 1971-72’de karşısına çıkacak ilk “Marksist” örgüt TİİKP olacaktır. Çünkü bu örgüt, öteki üç örgütün temel bir kusurundan azadedir; “sol”a görüşler anlamında “sapmış”sa da politik pratiğinde “sapma”mıştır. Bu örgütün, görüşler bazında, THKP’den ve THKO’dan solda –ya da “Marksist”– olduğu kesindir. Nitekim, bu örgütün tam 1971’de ve ‘72’de “genel olarak Marksizmi ve doğruları” savunduğu konusunda örneğin Çayan’ın ve Kaypakkaya’nın kayıt altına alınmış ifadeleri vardır.
1969’da kurulduğu bildirilen bu örgütün evrimi kısa zamanda doğal olarak birbirinin öğelerini içeren üç aşamadan geçmiştir. İlk dönemde henüz Mihri Belli’nin görüşlerinden ayrışılmamıştır. 1970’in ortalarına doğru başlayan ikinci dönemi ve 1971’in ilk aylarında başlayan üçüncü dönemi arasında önemli birtakım karakteristik ayrımlar vardır. İkinci dönemi TİİKP’in “klasik Leninizm”e en yakın olduğu dönemdir. Belli’den ayrışılmış, Kıvılcımlı’ya başta yakınlaşılsa da ondan giderek hızla uzaklaşılmıştır. Kıvılcımlı’nın ordu ve devlet konularında Marksizmin genel doğruları açısından eleştirildiği dönemdir bu (Şubat-Mart 1971). Üçüncü dönemden itibaren TİİKP, Maocu terminolojiyi giderek daha kesin olarak benimsemiş ve “klasik Marksizm”den uzaklaşarak Marksizmin tarihsel diyalektiğine tabi olduğunu göstermeye başlamıştır.
Kaypakkaya’nın anlatımına göre –TİİKP’in o zamanlardaki adlandırmasıyla–, PDA (Proleter Devrimci Aydınlık), FKF’nin Dev-Genç adını aldığı 1969 sonbaharında yapılan kurultaydan itibaren Mihri Bellici döneme girdi. Bu dönemdeki görüşler, “Kemalizm tahliliyle, milliyetçilik anlayışıyla, karşı-devrim teorisiyle, her şeyiyle Mihri Belli düşüncesinin eksiksiz bir ifadesidir.”[101] İkinci dönemde görüşler değişmeye başlamıştır. PDA, 15-16 Haziran’dan önceki aylarda, aslında “klasik Leninizm”ine bağlı olarak, ülkede kapitalizmin egemen olduğu görüşündeydi.[102]
“Devrim, uzun bir birikim döneminden sonra, şehirlerde genel ayaklanmalarla gerçekleşecek ve başarıya ulaşacaktır. Şimdi Türkiye ‘evrim aşamasındadır’ (Kıvılcımlı’dan). Görevimiz işçi sınıfına ‘sosyalist bilinç’ (artık milli değil) götürmek ve halkı örgütlemektir. Bu arada faşist baskılara karşı devrimci güçbirliğini gerçekleştirmektir. Böylece devrimin subjektif şartları hazırlanmış olacaktır ve ‘sırası’ gelince devrim bir şamar gibi patlayacaktır!”[103]
Kaypakkaya, kendisine ait ve “İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter Devrimci Politika” başlığıyla Mayıs 1970’te PDA’da yayınlanan yazıda da “tamamen aynı anlayış(ın) hakim” olduğunu belirterek özeleştiri verir.[104] Bu yazı, gerçekten de ‘klasik Leninizm’ açısından ‘umut vaat eden’ bir belgedir.
Ancak 1970’in son aylarına doğru artık PDA yeni bir döneme girmektedir. “PDA revizyonizmi” “yeni bir maske” bulmuştur. Kaypakkaya anlatıyor:
“Burjuva önderlik devlet, ordu ve (15-16 Haziran’dan sonra üç ay süreyle ilan edilen) sıkıyönetimin sınıfi içeriği gibi Marksizm-Leninizmin abecesi olan konularda eski sağcı görüşlerini terk etmişti. Revizyonistler alçak sesle ve utangaç bir dille modern revizyonizme çatmaya da başlamışlardı. Yavaş yavaş Sovyet sosyal-emperyalizmi tabirine de kendilerini alıştırmışlardı. İktidarın halk savaşı yoluyla parça parça ve kırlardan şehirlere doğru alınacağını da sözde kabul etmiş göründüler.”[105]
Bu dönemde, “esas itibarıyla” “Marksizmin alfabesi olan tahlillerin benimsenmesi ve savunulması”, “PDA’nın hızla itibar kazanmasına ve güçlenmesine, (…) yol açmıştır.”[106] PDA, bu dönemle birlikte Marksizmin tarihsel diyalektiğine açılmıştır. Kaypakkaya, bu saptamayı görüşler bazında yaptığını özenle belirtmekte ve şu ifadeyi sözüne eklemektedir: “Gerçekte ise kabul eder görünmektedir.”[107]
PDA’daki evrim, THKP tarafından da yorumlanacaktır. Çayan’ın ve Yusuf Küpeli’nin yazılarında bu grubun evrimi nefretle anlatılır. PDA’nın ilk dönemi daha bitmemişken, bu grubun çıkardığı İşçi-Köylü Gazetesinde (1969’un sonu ya da en geç 1970’in başları), yer alan, Doğu Perinçek’in, “Bizim partimiz Milli Kurtuluş cephesidir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal’dir. Bizim partimizin üyeleri Amerikan sömürücüleriyle ortaklık etmeyen bütün bir Millet’dir” ifadesini, Mahir Çayan’ın eleştirisi çarpıcıdır: “Bizim partimiz ne milli cephe partisidir, ne de bizim partimizin komutanlığı küçük burjuva radikallerine aittir. Biz(im partimiz) sosyalistlerin partisi, Marksist bir partidir ve partimizin de eylem kılavuzu Kemalizm değil, bilimsel sosyalizmdir!”[108] Çayan ve arkadaşları Mihri Belli’den kopmuşlardır ve bu kopuş onları dikkat çekecek ölçüde sola itmiştir. Bu havada, PDA’cıların “Mihrici” ideo-politik yönelimine göz yumulamazdı. Bu dönemde, görüşler anlamında, THKP, TİİKP’in solundadır. Fakat, durum aynı şekilde seyretmeyecektir.
TİİKP, kısa sürede görüşlerinde hızlı bir evrim yaşayacak ve bir yandan “Ortodoks Leninist” bir yaklaşımı benimserken Maoculuğa da yönelecektir. 1970’in sonlarında PDA’da Türkiye’de devletin ve ordunun niteliğine ilişkin Leninist görüşler ortaya koyan yazılara, THKP kaynakları “Mihrici” bir temelden karşı çıkar. PDA’nın, “devlet ve devletin bütün kurumları her şart altında, her yerde ve her zaman egemen sınıfların kesin denetim ve emrinde, devrimci sınıfın ve devrimcilerin üzerinde kayıtsız ve şartsız bir baskı unsurudur. Türkiye’de de ordu, kesin olarak işbirlikçilerin ve patronların denetimi altındadır” şeklindeki görüşüne karşı çıkan Yusuf Küpeli, 1971’in ilk aylarında yayınlanan yazısında, Türkiye’de devletin bütün kurumlarının ve hele ordunun bütünüyle karşı-devrimci olmadığını savunur.[109]
Çayan, Mart 1971 tarihli “Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi” başlıklı yazısında, “Maocu kalpazanlar” diye andığı TİİKP’i, sola ilişkin yaptığı ikili tasnifte “Menşevik solculuk” tarafında görüyor.[110]
Çayan, tam 12 Mart günlerinde, ama sıkıyönetimin henüz ilan edilmediği sıralarda, yani devletin özel saldırıya henüz geçmediği ve yayınların kapatılmadığı günlerde yayınlanan bu yazısında yaptığı tasnifi bir dipnotla şöyle düzeltiyor:
“PDA kalpazanları bu yazıdan sonra, baştan karşı çıktıklarını ‘özeleştiri’ yaparak kabullendiler. Ama bunlar, aynı pasifist çizgiyi sürdürmekten vazgeçmediler. Şu anda ilk bakışta doğru şeyler söylediği zannedilen bu fraksiyon temelde halk savaşı teorisini tahrif ederek, revizyonizmin pasifist çizgisini keskin ‘Mao’cu pozlarla sürdürmektedir. Bu yüzden bu grup, pasifizmin en namussuz, en iğrenç ve en sahtekar bir fraksiyonudur.”[111]
Aslında, bu değerlendirme bir durumu ele verici mahiyettedir. Dönemin TİİKP’i, devrimci pratik yoksunluğu bir yana bırakılırsa, Çayan açısından reddedilecek görüşlere sahip değildir. Söz konusu yoksunluk ise, yine sözlere bakılacak olursa, “hazırlıktan sonra faaliyete geçmek”ten başka bir şey değildir.[112]
Yalnız bu dönemde, politik özneler açık bir şekilde saptanmalıdır. Mihri Belli ve Kıvılcımlı’nın politik bir örgütün içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Belli çevresi, daha çok bir ideo-politik akım mahiyetindeyken, Kıvılcımlı başında bulunduğu bir çevreyle ancak ideolojik bir akım etkisi yapabilmektedir. Devrimciler dışında sadece TİP ve TİİKP birer politik örgüt niteliğindedir.
TİİKP, üçüncü dönemiyle birlikte artık kesin olarak bir eğik düzlemdedir. Bu örgütün görüşleri ve yönelimleri giderek “sol”a kayacak ve özellikle Kaypakkaya muhalefetinin dorukta olduğu günlerde, Kaypakkaya’nın da kabul edeceği üzere, hareket tarzına ilişkin anlayış bazında neredeyse onun görüşlerini kabul noktasına ulaşacaktır. Örgütün Şubat 1972 tarihli bir genelgesi bu konuda çarpıcıdır. Neredeyse tamamen, DABK Şubat kararlarına karşı kaleme alınmış Genelge’ye göre;
“Devrim dalgasının bütün dünyada yükseldiği bir dönemde yaşıyoruz. / İhtilalci mücadele şartları yurdumuzda da elverişlidir. (…) Tek kurtuluş yolunun, silahlı ihtilal mücadelesinden geçtiğini kavrayan halk yığınlarının safları hızla genişliyor. (…) Dünya ve yurdumuz şartları açısından silahlı mücadele şartları vardır. Partimizin bugünkü merkezi görevi, (…) silahlı mücadeleye girişmektir. (…) Partimiz, ihtilalci mücadele içinde inşa edilecek ve silahlı mücadelenin ateşinde çelikleşecektir. (…) … silahlı müfrezelerde ihtilalci eğitim çalışmasını düzenli uygulamalıyız. (…) Bu görevlerin mükemmel bir şekilde yerine getirilmesi, silahlı mücadeleyi uzak bir tarihe atmamıza neden olamaz.”[113]
71’de üç devrimci örgütün genel bir eleştirisi, bu eleştiri üç devrimci örgütün “sol sapma”sına yönelmişse ve bu eleştiri kendini Marksizm-Leninizmin genel yaklaşımlarını izlemek üzere peşinen sınırlamışsa, TİİKP’i olumlamak durumundadır. TİİKP, devrimci değildir ama devrimciliğin hemen kıyısındadır. Onun, “söz”deki anlayışına değil de “pratikteki anlayışı”na bakılırsa, devrimci olmayan dönemde devrimcilik yapmaya gerek yoktur. O dönemde, hiçbir başka örgüt, hiçbir başka programatik bütünlük, hiçbir başka teorik yapı, hiçbir başka konsolide politik ekip yoktu. (Bu örgütün alternatifi, yani pratiği devrimci olan, ama görüşleri onun ‘sol’unda olan tek bir örgüt TKP(ML)’ydi.)
TİİKP’in pratik devrimciliğe dönük birtakım yönelimleri olmasına rağmen, bu alana bir türlü giremediği ne kadar kesin bir gerçekse, özgül ideo-politik görüşler bağlamında bu örgütün THKP ve THKO’dan çok ileride olduğu da o kadar kesin ve açıktır. Bu örgüt, sadece devrimcilerden değil, “klasik” Marksizm bakımından dönemin en ileri görüneni Emek Grubundan da ileridedir. Ne onlar gibi 1961 Anayasasının sosyalizme açık olduğu görüşündedirler, ne de devrimin barışçı olacağı görüşleri vardır.
12 Mart yargılamalarından elde kalan tek elle tutulur politik savunma TİİKP’e ait olandır. TİİKP, poliste devrimci tutumda değil ama mahkemelerde “siyasi tutum” konusunda her üç devrimci örgütün önderlerinden daha iyi bir sınav vermiştir. THKP’nin Mahir Çayan’ın da olduğu ilk davasında, Deniz Gezmiş’in de aralarında olduğu THKO davasında, ve Kaypakkaya’nın ölümünden sonra açılan TKP(ML) davasında, jandarmaya karşı militan duruş, heyet üyeleriyle atışma gibi mahkeme salonunda politik davranışta değil, mahkeme kürsülerini politik mücadele adına değerlendirme anlamında son derece zayıf bir politik tutum sergilenmiştir. THKP ve THKO’nun son derece zayıf da olsa birer politik savunması bulunmaktadır; TKP(ML), tarihe böyle bir belge bırakma basireti gösterememiştir.[114] Oysa, TİİKP, görüşlerinin savunulduğu ve politik mevzilenme anlamında ilk iki devrimci örgütle kıyaslandığında gayet iyi bina edilmiş, sistematik, tutarlı bir savunma sunmuştur mahkemeye. TİİKP’nin 12 Mart mahkemelerindeki savunması, bu örgütün genel olarak Marksizm ve Türkiye’nin özgül meselelerindeki görüşler bakımından her iki devrimci örgütten ve genel Türkiye sol hareketinin ikliminden ne kadar ileride olduğunun kanıtıdır.
TİİKP –dönemle ilgili en son belge olarak Savunma’sıyla–, Kürt sorununda, Kurtuluş Savaşı ve Kemalizm konusunda, devlet ve ordu ile bürokrasinin niteliği hususlarında her iki devrimci örgütü çarpıcı –anayasa ve anayasal bazı kurumlara ilişkin çarpıcı olmayan!– bir şekilde geride bırakan bir bütünlük sergilemektedir.
TİİKP Savunma’sına göre; Kurtuluş Savaşına “milli burjuvazi önderlik etmiştir”[115], ancak “Kemalist burjuvazi, daha 1921 yılının ilk aylarından itibaren emperyalistlerle uzlaşmaya başlamıştı. (…) Lozan’da verilen tavizler sebebiyle, (…) Türkiye yarı-sömürge olmaktan kurtulamadı.”[116] “Kemalist burjuvazi, (…) Kurtuluş Savaşından miras kalan ilerici niteliğinin etkisiyle bazı reformlar yaptı. (…) Türkiye komünistleri, Kemalist burjuvazinin bu mücadelelerini desteklediler.”[117] Ancak, “Kemalist burjuvazi [giderek] halk düşmanı bir karakter kazan[dı].”[118] “Kemalist diktatörlük, Kürt halkına milli baskı ve eritme politikası uyguladı. Şeyh Sait isyanı sırasında Kürt köylülerini kitleler halinde katletti.”[119] “1930’lardan itibaren artan bir şekilde faşist tedbirler alan iktidar[ın ardından], (…) CHP iktidarı faşist bir karakter kazandı.”[120] “DP’nin iktidara gelmesi, ne bir halk devrimi, ne de küçük burjuva iktidarının son bulduğu bir karşı-devrimdir. İktidarın bir işbirlikçi klikten diğerine geçmesidir.”[121] “27 Mayıs hareketi, faşist bir diktatörlüğü devirmekle, tarihimizde ilerici bir rol oynadı.”[122] 1961 Anayasası, “burjuva demokratik karakterde hükümler” içeriyordu. Anayasa, “halkın gayrımeşru iktidarlara karşı isyan hakkını kabul ve ilan etti.”[123] “Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkı, hiçbir zaman bir federasyona katılma, ya da özerklik derecesine indirilemez. Kürt halkı, isterse elbette Türk halkıyla bir federasyon içinde birleşebilir. Fakat ayrılma hakkını tanımaksızın, Kürt milletinin kaderini tayin özgürlüğünü federasyonla sınırlamak, bu özgürlüğü reddetmekle birdir.”[124] “Biz, her türlü emperyalist saldırı ve müdahaleye karşı Türkiye’nin her karış toprağını, Misak-ı Milli sınırlarını sonuna kadar savunacağız. Fakat biz, Türk ve Kürt halklarının ortak yurtlarını belirleyen Misak-ı Milli’nin Kürt halkının ayrı bir devlet kurma hakkının karşısına çıkarılmasını kesinlikle reddediyoruz.”[125]
Bu görüşlerin, solun öteki üyelerinin çok ilerisinde olduğu apaçıktır.
Bu görüşleri sadece Kaypakkaya eleştirebilirdi. Bu görüşlerin Kemalizmle ve burjuvazinin tarihsel misyonuyla uzlaşan, devrimci olmayan, Kürt sorununda şovenist olan, .. niteliği sadece Kaypakkaya tarafından gösterilebilirdi. Dolayısıyla, Kaypakkaya’nın görüşlerinin öteki devrimci örgütlerin görüşleriyle değil, TİİKP’in görüşleriyle kıyaslanması ilerletici ve politik olarak yol açıcıdır.
c) Diyalektiğin dışında: THKP ve THKO
THKP ve THKO’nun Türkiye’ye ilişkin görüşleri arasında önemli bir fark bulunmaz. Bu iki devrimci örgütün ülke özgüllüğüyle ilgili görüşlerinin hiçbir özelliği yoktur.
Özellikle Çayan’ın şahsında Marksizmin evrensel tarihsel diyalektiği konusunda gelişkin bir canlılık gösteren 71 devrimciliğinin iki örgütü, konu Türkiye olduğunda kendilerini tamamen verili düşünce ve görüşler içinde kamufle etmişlerdir. Marksizmin tarihsel diyalektiği, dikkat çekici bir şekilde Çayan’da ve ötekilerde, Türkiye söz konusu olduğunda unutulmuştur. İki devrimci örgüt, ülkeye özgü görüşler bakımından tanınamaz durumdadır. THKP ve THKO, ülkeye özgü düşünce ve görüşler bakımından, Mihri Belli’nin solunda, TİP ve TİİKP’in sağında yer alır. (Kıvılcımlı’yla ilişkili bir kıyaslama daha karmaşıktır.) Ancak, Belli’den uzaklaşmakla birlikte kopmadıkları, öteki iki reformcu örgütün epeyce gerisinde oldukları görülür.
Her iki devrimci örgüt de kendini iki kanalın izleyicisi görmektedir. Bir yandan, –sadece TİP’i dışta tutarak– “eski sol”un, öte yandan Mustafa Kemal’in misyonunun mirasçısıdırlar. Bu iki kanalın aslında tek kanaldan, ikinci kanaldan sayılması gerektiğini söylemeye gerek yok. Her iki örgüt de, “İkinci Kurtuluş Savaşı” aşamasındadır. Bu konuda, sadece TİP’in dışındadırlar ve kötü anlamda MDD’ciliğin ta içindedirler hala.
Çayan, “sosyalist saflara, ‘aydın kesiminden’ geçişte, Kemalizmin zorunlu sayılabilecek bir durak” olduğunu ifade eder.[126] Çayan bunu reddedilecek bir nesnellik olarak saptamıyor; benimseyerek kaydediyor. Çayan, Mihri Belli’nin Kemalizmle sosyalizm arasında ayrılmaz ilişkiler olduğu anlayışına karşı çıkıyor ve bunların iki ayrı ideoloji olduğunu vurguluyor gerçi, ancak o, bu noktada Belli’den ancak bir adım öne çıkmaktadır; daha fazla değil. Çayan, 17 Kasım 1971’de okumaya başladığı THKP-C davası ortak savunmasında, Mustafa Kemal’in yükselttiği bayrağın, gününde, “sosyalist ve gerçek Kemalist Milli Kurtuluşçuların ellerinde dalgalandığını belirtir.[127] Kemalizmle sosyalizmin bağı, Çayan’a göre hem sosyolojiktir hem de tarihsel politik.
Çayan, Ocak 1970’te, “İkinci Milli Kurtuluş savaşı” döneminde olunduğunu[128] belirtiyor ve “Kemalist düşünce ve eylem”i “laiklik ve milli kurtuluşçuluk diye tanımlayabileceğimiz”i vurguluyor.[129] “Türkiye’deki küçük burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizmi karakterize eden yalnızca ‘milli kurtuluşçuluk’ ve ‘laiklik’ öğeleridir. (…) Kemalizmin anti-emperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz.”[130] Bu görüşünde hiçbir değişiklik olmamıştır.
Çayan’da Kemalizmin yeri, onun Türk tarihinde devrimci güçlerin sınıfsal niteliğiyle ilgili görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır. Daha doğrusu, onun devraldığı görüşe… Çünkü Çayan’ın Kemalizm konusundaki görüşlerinin hiçbir orijinalitesi bulunmamaktadır. Onun bu konudaki görüşleri devrimci de değildir. Ona göre, Osmanlı’da devrimci rolü, burjuvazi olmadığından küçük-burjuvazi, “Osmanlı asker-sivil aydınları”[131] omuzlamıştır. Kemalizm, tam ve net bir şekilde devrimci olamayan bu “asker-sivil aydın zümre”nin, yani “küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur.”[132] “Kemalizmin özü emperyalizme karşı tavır alıştır.”[133] Kemalistler, “emperyalizme karşı dünyada ilk muzaffer olmuş bir halk savaşını” vermiştir.[134] Çayan, TİP (ve Kıvılcımlı’nın) tarihi sınıfsal anlamaya dönük görüşlerine karşı Kemalizmin tarihsel misyonunu savunur: “I. Milli Kurtuluş Savaşının ve de 1923 Anadolu Devriminin önderinin büyük burjuvazi olduğunu söylemek gerçeklere aykırı” olduğu gibi[135], “Kemalizmi bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesinlikle yanlıştır.”[136]
Çayan’da Kemalizmin “milli” niteliği bir sorundur, ama bir başka husus yanında bu sorun önemini yitirmektedir. Çayan, Kemalizmin iki temel ayırt edicisinden ötekinin “laiklik” olduğunu söyleyerek asıl vahim alana adım atıyor. Bu, Kemalizmin devrimci temellerinin Kurtuluş Savaşında bırakılmadığını, “inkılaplar” dönemine de uzatıldığını gösteren kritik bir sorunu gösteriyor. Çayan’ın, Kurtuluş Savaşı sonrasında Kemalist dönemi başta “anti-emperyalist” yönden benimsemesi bir ölçüde anlaşılır olacaktı, ama onun bu dönemi “laik” yönüyle benimsemesi, Çayan’ın Marksizmin tarihsel diyalektiğini Türkiye’de izlemeye ne kadar dirençli olabileceğini gösteren bir etmen olarak öne çıkıyor. Artık sorunun, mücadele döneminde de “laikliğin ve inkılapların kazanımları”nın savunulması olarak kendini koruyacağını öngörmek zor olmaz. Açığa çıkan, tipik bir Aydınlanmacı, rasyonalist, modernleşmeci solculuktur.
Çayan’a göre, 1923’te kurulan devlet, “laik, milli” nitelikleriyle, “hiyerarşik tabanın üst kademesinde Kemalistler olmak üzere, küçük-burjuvazinin ve de burjuvazinin bütün fraksiyonlarının ortak yönetimidir.”[137] Ama Çayan, buna “özetle”, “küçük-burjuvazinin diktatörlüğü” diyor.[138] Çayan, Türkiye’de 1923’ten 1946’ya kadar “devrim cephesi”nin[139] egemen olduğunu savunur. Küçük-burjuvazinin diktatörlüğü, giderek bozularak, nihayet 1950’de bir “karşı-devrim”le[140], “yerini oligarşik diktaya terk etmiş, küçük burjuvazinin milli ideolojisi ve politikası, oligarşinin gayri milli ideolojisi ve politikasına yerini bırakmıştır”.[141] Çayan açısından, 1950’deki “karşı-devrim”e rağmen, Kemalist küçük-burjuvazi iktidardan tümden uzaklaştırılamamış, nitekim, 1960’ta bir “devrim”le[142], iktidara tekrar ama geçici olarak egemen olmuştur. Çayan’ın her iki metnindeki sürekli tema, 1961 Anayasasının olumlu niteliği ve küçük-burjuvazi[143] ya da reformist burjuvazi[144] ile oligarşi[145] ya da tekelci burjuvazi[146] arasındaki “nispi denge”nin 1963’te ikinci lehine dönüştüğü saptamasıdır. Çayan, üstelik, dengenin olumlu tarafını “devrimci-milliyetçiler” olarak adlandırarak[147], bu kesimi sadece emperyalizmle sözümona devrimci niteliğiyle adlandırmaktadır; Çayan, bu kesimin ulusal baskının başaktörü olduğunu görmezden gelir, dikkate almaz. Bu yaklaşım tarzının Kürt ulusal sorununa devrimci yaklaşım çıkması teorik olarak mümkün olabilir mi?
THKO da aynı temel görüşleri savunur. Bu örgüte göre de, Cumhuriyetin devrimci iktidarı, “1950’de karşı-devrimci gerici cephenin tam anlamıyla iktidara gelmesiyle”[148] yenilmiş, ama “karşı-devrimci gerici ittifaka karşı” yapılan “27 Mayıs ihtilali” ve bu devrimin Anayasası ile devrimci cephe karşı atağa geçmiştir.[149]
Öte yandan, Kemalizmin karakterinin açık bir şekilde saptanması Çayan’a göre, “1972 Türkiye’sinde gerilla savaşını sürdüren partimizin (içinde bulunduğumuz devrimci öncü savaşı aşamasında) ittifaklar politikası açısından son derece önemlidir”.[150] Çayan, gününün Kemalistlerinden, somut olarak, ilişkide bulundukları cuntacı asker kesimleri anlıyor. Fakat Kemalizmin tarihsel niteliğini sırf bunları gücendirmemek, ürkütmemek için mi o ölçüde geri bir noktadan saptıyor? Çayan, öncelikle, 1972’de, yani öncü savaşı yürüttüklerini kabul ettikleri aylarda Kemalistlerin ittifak yapabilecekleri yegane “küçük burjuva aydın çevre” olduğunu kabul ediyor.[151] “Kesintisiz Devrim II-III”te “devrimde sınıf ve güçlerin mevzilenmesi”ni şu tasnifle yapar Çayan. Önder güç proletarya, temel güç köylülerdir. Bunlardan sonrasını dolaysız ve dolaylı yedekler oluşturur. Devrimin dolaysız yedekleri, “Kemalist aydın çevre, dünya sosyalist bloku ile sömürge ülkelerdeki, özellikle Ortadoğu’daki milli kurtuluş hareketleri” oluşturur. Dolaylı yedekler; “küçük-burjuvazinin sağ kanadı, demokrat batı ülkeleri ve kamuoyu, oligarşinin kendi içindeki çelişkileri”dir.[152]
Çayan, çizdiği tarih tablosu sonunda, 1972 Türkiyesinin Kemalistlerini devletten nasıl ayıracağı başlı başına bir sorun haline geliyor.
Zaten Çayan bu sorunun salt, “gerilla savaşı dönemi”nde farkında değil, Ocak 1970’te de ittifaklar sorununun ne gibi politik sonuçlara yol açabileceğini kestiriyordu. Çayan, Ocak 1970’teki yazısında, “milli ittifakları hiçe sayarak, asker-sivil aydın zümreyi Türkiye proletarya hareketinin baş düşmanı ilan eden sol ‘sekter’ görünüşlü, fakat nihai tahlilde ‘emperyalizme teslimiyeti oluşturan’ oportünizm”e ağır tepkisini ifade ediyordu.[153] Çayan, bu sözleri 12 Mart’tan önce yazıyordu. Burada kast edilen, parçalı halleriyle TİP’lilerdir.[154] Ona göre, “devrimci Marksistler”den başka iki ayrı kesim vardır. Bunlardan birini “emperyalizme teslimiyeti oluşturan oportünizm” (Aybar-Aren) oluştururken, ötekini “küçük burjuvazinin azami programcıları” (Yön dergisi ve özel olarak E. Tüfekçi [Mihri Belli]ve Vahap Erdoğdu)[155] oluşturuyordu. Çayan, “devrimci Marksistler”in, “emperyalizme teslimiyet” oportünizmine karşı Türkiye’nin genel doğruları sorununda, “küçük burjuva azami programcıları”yla “birlikte” “sıkı bir teorik mücadele” vermiş olduğunu ileri sürer.[156] “Türkiye’nin genel doğruları” konusunda (bunların Kemalizm, yakın tarih, DP, 27 Mayıs, devletin karakteri gibi başlıklar olduğu çok açıktır) Marksistler “küçük burjuvazi”nin temsilcileriyle “birliktedir. Çayan, bu görüşünü sonuna kadar değiştirmeyecektir.
Fakat, kastın öteki kısmı asıl canalıcı başlığı oluşturuyor. “Asker-sivil aydın zümre”den hangi kesimleri kast ettiği 12 Mart günlerinin sıcağında bile vazgeçemediği görüşlerinden çıkarılabilir. O, “TİP oportünizmi”ne karşı, ordunun ve sivil bürokrasinin kurumsal Kemalizmini savunuyor.[157] Çayan, Anayasa Mahkemesini, Yargıtay ve Danıştay’ı, Anayasa’yı ve kurumsal olarak orduyu –12 Mart’tan sonra ordudaki devrimci geleneği– savunuyor.
THKO’nun görüşleri farklı değildir. “Asker-sivil aydın zümre”, bu devrimcilerin müttefikleri arasındaki güzide yerini, 12 Mart’ın askeri mahkemelerinde bile terk etmez: “Gerici üçlü ittifaka karşı koyacak, devrimci potansiyele sahip sınıflar, işçi sınıfı ile, şehir ve köy küçük burjuvazisi ve onun en aktif kesimi olan asker-sivil aydın zümredir.”[158] Bir ABD’li generalin, Türkiye gibi ülkelerin ordularına ilişkin sözlerini aktardıktan sonra, kendilerini yargılayanların “milli hisleri”ne seslenebiliyor THKO’lu devrimciler: “Bu sözler birer subay olan sizleri bizlerden çok düşündürmelidir. Ve mahkeme sonunda vereceğiniz karara karşı aynı Amerikalı general değil, fakat dünyanın ezilen halkları ve Türkiye halkı şu sözleri söylemelidir: ‘Ankara’da sıkıyönetim yargıçları var.’ “[159]
THKP ve THKO’nun kurumsal Kemalizmi savunması 12 Mart mahkemelerinde, –en kritik yerde– doruğa çıkar. Çayan, mahkemeye verdiği ifadede, suçlamanın aksine, “eylemlerimizin hedefi, 27 Mayıs Anayasasını ihlal etmek değil, tam tersine ihlal edilmiş, fiilen işlemez hale getirilmiş 27 Mayıs Anayasasının öngördüğü nizamı tesis etmektir. 27 Mayıs Anayasası milli ve demokratik nizamı öngörmektedir” demiştir.[160] “Hakim sınıflar 27 Mayıs Anayasasını fiilen işlemez hale getirerek, her çeşit gayri hukuki tedbirlere başvurmuştur. Bizler de bu şartlar altında 27 Mayıs Anayasasının öngördüğü milli ve demokratik nizamı tesis etmek amacıyla başka hiçbir yol kalmadığı için silaha başvurduk.”[161] “Biz Türkiyeli sosyalistlerin stratejik hedefi de milli demokratik devrimdir. Bir başka deyişle 27 Mayıs Anayasasının öngördüğü nizamı tesis etmektir.”[162] “Bu bakımdan Yargıtay mili demokratik devrim stratejisini Anayasaya uygun görmüştür. (Bkz. Yargıtayın mayıs veya haziran 1969 kararı). / Yargıtay bu kararında ülkemizin yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülke olduğunu kabul ederek milli demokratik devrimi anayasanın amaçladığı bir nizam olarak kabul etmiştir.”[163] THKP’nin önder kadrolarından Ulaş Bardakçı savunmasında, “bağımsız Anayasa Mahkemeleri kurulmuştur (1961 Anayasası ile)” diyerek kurumsal Kemalizm misyonunu destekler.[164]
THKO davasından yargılananların ortak savunmasıyla THKP-C’lilerinki arasında önemli bir fark yoktur. THKO’lu devrimciler de, Anayasayı ortadan kaldırmak için değil Amerikan emperyalizmini kovmak için silaha sarıldıklarını söylerler. Onlara göre, “Emperyalizme karşı mücadele suç değildir, silahlı mücadele ise Anayasa’yı ihlal değildir.”[165]
Görüldüğü gibi, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan gibi yiğit öncü devrimcilerin Anayasanın milli demokratik nizama uygun olduğu veya cevaz verdiği görüşü ile, Behice Boran ve TİP gibi bir reformcu partinin aynı Anayasanın bu kez sosyalizme uygun olduğu ve cevaz verdiği görüşü arasında hiçbir fark yoktur.
THKP ve THKO, 12 Mart’la birlikte Türkiye’nin “klasik” bir sınıfsal-politik kompozisyon çizdiğini kabul eder. Çayan, 1971 12 Mart darbesiyle, Türkiye tarihinin “klasikleştiğini” ifade eder. Ona göre, “12 Mart Darbesi ile birlikte, ülkedeki sınıflar kombinezonunda tam bir değişiklik olmuştur. Ülkedeki devrimci-milliyetçilerle oligarşi arasındaki nispi denge bozulmuş, devletin bütün kurumlarına oligarşi tam anlamıyla hakim olmuştur.”[166] Bunun ittifaklar politikası açısından ve devlet aygıtına bakış açısından ne tür sonuçları olmuştur? İşte yanıt: “Artık Türk ordusu, oligarşinin halkımıza karşı yürüttüğü baskı politikasının açık ve doğrudan aleti olmuştur.”[167]
12 Mart’tan sonra ordunun niteliğindeki dönüşüm konusunda Hüseyin İnan’ın görüşleri, birçok temel konuda olduğu gibi, Çayan’ınkinden farksızdır: “Bugün (12 Mart’tan sonra) yurdumuzda ordu kesin olarak gerici ve işbirlikçi politikanın halk yığınlarına karşı baskı aracı haline gelmiştir.”[168] Dolayısıyla, 12 Mart’tan itibaren “klasikleşen” Türkiye sosyo-politikası görüşü, Çayan açısından bir özgünlük taşımaz.[169]
Çayan’a göre, Türk ordusunun “kökenini Osmanlı devletinden ve yirmibeşlik Cumhuriyet dönemi küçük burjuva yönetiminden alan küçük burjuva devrimci geleneği artık son bulmuş”tur[170] bulmasına ama yine de umutları tümden yitirmeye mahal yoktur. “Ordu ve bürokrasi içinde devrimci-milliyetçiler bir süre daha barınacaklardır.”[171] “Latin Amerika’daki gibi iç savaşa uygun bir biçimlenişi olmayan geniş Türk Ordusunda, daha bir süre devrimci geleneğin izleri görülebilir.”[172]
Görüleceği gibi, THKP ve THKO, “emek cephesi” politikasına karşı öteden beri savundukları “milli cephe” politikasından operasyonel olarak vazgeçememişlerdir –görüş olarak “işçi-köylü ittifakı”nı savundukları halde. Pratik ilişkilerini kesip atamamışlar, son ana kadar “ordunun ve bürokrasinin anti-emperyalist damarı”ndan medet ummayı sürdürmüşlerdir. Oysa, Kemalizmin argümanları çerçevesinde anlaşılmış bir anti-emperyalizmin gerçekte “milli cephe”ci bir yaklaşımı güçlendireceği, ve bu anlayışın, “işçi-köylü ittifakı“nın somut bir karşılığı ya da zorunlu bir devamı olan “Kürt halkı”yla birlikte hareket etmeyi ve Kürt köylülerini ulusal hak ve nitelikleriyle harekete katmayı olanaksızlaştırıcı bir nitelik arz ettiği, TİP’liler tarafından hatırlatılmıştı! Kemalizmle bulaşık bir anti-emperyalizm Kürt sorununda şoven olmasa da ‘sosyal-şoven’ bir tutum almak zorundadır. Nitekim Küpeli ile Çayan’ın Belli eleştirilerinde bu hususla ilgili duyarlık mevcuttur; ancak onların pratik tutumu bu konuda da Belli’ninkinden uzaklaşmış, ama ‘kopamamıştır’. Bu iki devrimci örgüt, bu hususta da, Marksizmin devrimci diyalektiğini izlemeyi başaramıştır.
d) Marksizmin devrimci diyalektiği: TKP(ML)
1971 konjonktüründe Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğinin özgül somut karşılığı Kaypakkaya’dır –başkası ya da başkaları değil.
Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Türkiye tarihine ilişkin değerlendirmeleriyle, onun, genel olarak sol literatür açısından tamamen yeni bir alanı politikaya açtığını görüyoruz. Bu, geçmiş tarihi bütünüyle ezilenlerin açısından ele almayı öngören bir ‘ezilenlerin tarihyazımı’dır. Çok önemli sonuçları ve derin epistemolojik boyutları olan bu hususun Kaypakkaya’nın eserinin ‘tarihyazımı’ için ulaştıracağı vargılar esasen hala bekliyor. Kaypakkaya, Kemalizm ve Türkiye tarihini ele alış tarzıyla, geçmiş tarihin olay ve olgularını ezenlerin ve ezilenlerin iki tarafını teşkil ettiği bir politikleşmiş işlem haline getirmiş, ya da bu konuda ilk işareti çakmıştır.
“Kemalizmin komünistçe değerlendirilmesi”
Kaypakkaya şunları yazıyor:
“Özellikle Kemalizm konusunda, orta burjuvazinin gerçeklere aykırı idealist yargıları beyinlere öylesine yerleşmiş, kafalara öylesine tekel kurmuştur ki, Kemalizmin komünistçe değerlendirilmesi sanki olanaksız hale gelmiştir.” Ardından ekliyor: “Şimdi iyi biliyoruz ki, bizim Kemalizm konusundaki yargılarımız, Çetin Altan, D. Avcıoğlu, İlhan Selçuk’tan tutun da, TİP, M. Belli, H. Kıvılcımlı, TKP, THKP-THKC, THKO ve Şafak revizyonistlerine kadar, bütün burjuva ve küçük-burjuva örgüt ve akımlarını öfkeyle ayağa fırlatacaktır.”[173]
Bu, kesin bir bilinç belirtisidir. Kemalizmin komünistçe değerlendirilmesi ilk kez Kaypakkaya tarafından yapılmıştır ve Kaypakkaya yaptığının politik niteliğinin gayet farkındadır.
Kemalizmin komünistçe değerlendirilmesi nedir? Kesin, açık ve net olarak şu iki pasaj temeldir: 1. “Kurtuluş Savaşımız, (…), ‘Asya’nın ezilen halklarına’ değil, Asya’nın korkak burjuvazisine ve bir de emperyalist ülkelerin mali-oligarşisine ‘cesaret ve umut vermiştir’. Asya’nın korkak burjuvazisi, Kemalist devrimde kendi gerici emellerinin gerçekleştiğini görmüştür…[174]” 2. “Ezilen halklara cesaret ve umut veren devrim, Çin Devrimi’dir, Vietnam Devrimi’dir. Kemalist Devrim, kitlelerin, nasıl kurtulamayacağının örneğidir.”[175]
Bu sözler bir skandal niteliğindeydi. O zamana kadar Kemalist iktidar dönemi, yani 1923 sonrasına dönük çeşitli eleştiriler getirilmişti; ama Kurtuluş Savaşının tarihsel niteliğine yönelik bu küfür ilk kez duyuluyordu.
Kurtuluş Savaşını bile böylesine karşısına alan Kaypakkaya’nın artık “Kemalist iktidar” dönemine olumlu bir gözle yaklaşmasının olanağı kalmamıştır. Nitekim, bu olanaksızlık kendini gösterir.
Kaypakkaya, 1971’in ortalarında henüz TİİKP’ten ayrılmamışken, “Kemalizm daha kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı-devrimciliği temsil etmeye başlamıştır” diyordu.[176] “Kurtuluş Savaşını izleyen yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, (…) Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.”[177]
Bu net politik tutum, Kemalizmin Kurtuluş Savaşı boyunca emperyalizme (ve feodalizme) karşı devrim cephesini, savaştan sonra da feodalizme (ve emperyalizme / gerici kapitalizme) karşı burjuvazinin tarihsel devrimci misyonunu temsil ettiğini ileri süren solcu anlayışı dinamitlemekti. Kaypakkaya, Kemalist diktatörlüğün inkılaplarının güya ilerici niteliğine de hiçbir şekilde prim vermemiştir. Sol hareketin tarihsel ve iliklerine sinmiş eğilimi, bu dönemin reformlarını burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinin birer belirtisi ve kazanımı saymaktı. “Cumhuriyetin kazanımları” solun da kazanımlarıydı, ve mücadele bu kazanımların üzerinden yükselecekti. Bu yaklaşımın, Kemalizmin tarihsel bir misyon yerine getirdiği, bu misyonun sırasında onu desteklemek, sonrasında onun tarihsel hakkını teslim etmek, ve nihayet bugünkü mücadelesini bu misyonun kazanımları üzerinden yapmak şeklinde tanımlayan bir solculuktan koptuğunu anlatmaya gerek var mı?[178]
Kurtuluş Savaşındaki Kemalizme karşı çıkışta sarsıcı politik nitelik bulunmakla birlikte Kaypakkaya’nın bunu Kemalistlerin emperyalistlerle işbirliği arayışı ve komünistleri katletmesi gibi eylem ve işlemlerinden yani birtakım açık ampirik olaylardan çıkarabileceği düşünülebilirdi. Fakat, Kaypakkaya’nın Kemalist inkılapları politik değer bakımından hiçe saymasının aynı ölçüde politik sarsıcılıkta olmasa da daha derin bir anlamı bulunmalıydı. Kaypakkaya, politik mücadelenin hedefinin soyut bir üretim tarzı değil somut politik iktidar olduğunu derinden kavramıştı. Bunu “baş düşman” tespitiyle ortaya koyuyordu. Kaypakkaya, Kemalizme karşı tutumun Kurtuluş Savaşının içinden beri feodal güç ve sınıflara karşı kapitalizmi ve burjuvaziyi temsil ettiği gerekçesiyle tayin edilmesi gerektiğini ileri süren anlayışa (solun tümünün paylaştığı anlayıştır bu) karşı aldığı net tavır; a) ‘tarihsel ilerilik’ ile ‘politik ilerilik’in birbirine bağlı olmasının gerekmediği, b) hatta bu ikisinin birbirine karşıt da olabileceği, c) politikada düşmanın tarihsel bir özne değil somut politik bir özne olabileceği, şeklinde ifade edilebilir. Kemalizm, tarihsel olarak ileri iken, politik olarak baş gericidir.
Kaypakkaya, Kurtuluş Savaşının içindeyken (Mecliste Birinci ve İkinci Gruplar) ve sonradan süren (bir tarafını Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Parti’nin, öteki tarafını CHP’nin, 27 Mayısçıların,.. oluşturduğu) iktidar mücadelesinin, “esas olarak, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının iki kliği arasında” cereyan ettiğini savundu.[179]
Kaypakkaya, söz konusu iki klikten Kemalist olanının feodal ve “eski” unsurları daha az içerdiğini, öteki kliğin bünyesinde, “hilafetçi ve padişahçı unsurlar (eski feodal bürokrasi, ulema artıkları, din adamları vs…)”[180] ile “Kürt toprak ağaları ve aşiret reisleri”nin genelinin bulunduğunu[181] ifade etmekten kaçınmamasına karşın, her ikisinin de mücadelelerini “burjuva cumhuriyeti” temelinde[182] verdiğini ileri sürer. Kemalist kliğin tarihsel olarak daha ileri nitelikte olduğunu reddetmez Kaypakkaya, ancak ona göre, Cumhuriyet tarihi boyunca baş düşman, devlete hangi klik egemen olmuşsa o idi. Yani, tarihsel olarak ilerinin geriye karşı savaşında taraf tutmak bir yana, ileriyi asıl düşman görüyordu. İşte bu, döneminin sol hareketinin tümünden kesin olarak ayrı bir politika anlayışıdır.
Bu, yaklaşım tarzı, İdris Küçükömer’in yaptığı tasnifi ilginç bir şekilde andırıyor. Küçükömer, 1968’den itibaren yayınladığı yazılarında, Kaypakkaya’nın sürekli mücadele eden iki egemen sınıf kanadı olarak ifade ettiği ayrımı, sol hareketin o zamana kadar yaptığından farklı olarak ayırıyor ve o güne kadar “solda” olduğu kabul edilen Kemalist ve CHP’li çizginin egemen sınıflar arasındaki ayrımda “sağ”da sayılması gerektiğini ileri sürüyordu.[183] Kaypakkaya’nın Kemalizmi reddederken sıraladığı bütün politik kesimlerin Küçükömer’in ayrımının “sağ” yanını benimsediği kesindir. Ancak, Küçükömer’in eserinde zayıf bir damar olarak var olan bir yön, yani bu ikili ayrımda ezilenlerin olmaması hususu, Kaypakkaya’da kategorik bir nitelik kazanır. Zayıf damarı, Küçükömer’in, Kurtuluş Savaşını ezilenler açısından yorumlamakta, ya da bu yoruma gözden kaçmaz olanaklar sunması oluşturmaktadır.
Kaypakkaya, Küçükömer’in tarihsel uyarısıyla[184], sol kabul edilenin sağcı niteliğini ortaya koymakta, ancak Küçükömer’in “solda” olduğunu ileri sürdüğü çizgiyi de ezenlerin tarihine tereddütsüz havale etmektedir. Kaypakkaya’nın izlediği ayrım bambaşkadır, mirasçısı olduğu çizgi bambaşkadır.
Bu bakış Kemalist iktidarın ‘inkılapları’nı da önemsizleştirir. Onun açısından, ne laikliğin politik ilericiliği söz konusudur, ne de modernleşmeci reformların. Tarihsel olarak ileri olmalarının da politik bir anlamı yoktur. Kaypakkaya’nın bütünlüğündeki Aydınlanmacılık düşmanlığı, sağlam kökünü Kemalizme bütünsel karşıtlıktan almaktadır. O, Aydınlanmacılığa önsel olarak karşı olduğundan Kemalizme karşı değildi, tersinden Kemalizme düşman olduğundan Aydınlanmacılığa karşıydı.
Kaypakkaya, ezenlerin uygarlığının teorik veya politik enstrümanlarına karşı durmakta, Türkiye tarihinde ezilenlerin mücadelesinde başka bir “uygarlık”ın izlerini aramaktadır. Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğinin özgül karşılığını yaratmaktadır –çağdaşı Naksalitler gibi, önceli Maocu Çin komünistleri gibi…
Kaypakkaya, tarihe ilişkin bu yaklaşımıyla da, gününün sol hareketinin en ilerisinde, en doğrusunda değil, gününün sol hareketinin tamamının karşısında yer almaktadır. (Kıvılcımlı’nın Yol’daki Kemalizm analizi, görüş olarak Marksist politik niteliktedir. Ancak bu görüşün temel tarihsel sorunu, tarihe 1979’da kaydedilmesidir.)
Kaypakkaya Marksisttir; solun tamamı Marksizm-öncesindedir.[185]
Kürt sorununda komünist devrimci tutum
Kaypakkaya’nın toplam eserinin Marksist politik niteliğinin ampirik iki tayin edici belirtisini Kemalizm ve Kürt sorunu oluşturuyor. Bu iki hususta Kaypakkaya’nın eserinin döneminin sol hareketinin bütünü göz önüne getirildiğinde, ‘eleştiri-ötesi’ bir nitelik gösterdiği savunulacaktır.
Söz konusu dönemde, TİP’in, THKP’nin, THKO’nun, ve özel olarak TİİKP’in Kürt sorunuyla ilgili –şu ya da bu şekilde eleştirel etkileşim alanında sayılabilecek– görüşleri bulunmaktadır. Bir ayrım gerekirse, TİİKP’in sorunla ilgili en ileri pozisyonda olduğu teslim edilmelidir. Kaypakkaya’nın görüşleri, bunlardan kopmuştur ve başka bir kozmosta durmaktadır; ve bu görüşler eleştiriden bağışıktır. (Kıvılcımlı’nın Yol’daki görüşleriyse, tarihe çıktıkları tarihte, artık eleştirel etkileşim alanında bulunmaktaydı.)[186]
TİP’in Kürt sorunuyla ilgili görüşleri üzerinde duruldu. THKP ve THKO’nun bu meseleyle ilgili görüşlerinin, Kaypakkaya’nın konuyla ilgili eseri bağlamında ele alınması politik bir gerektir. Üstelik, bu iş, pek fazla zahmete de gerek duymayacak bir görünüm arz etmektedir. THKP’nin Kürt sorunuyla ilgili görüşlerinin hacmi, Mahir Çayan’ın yazılarındaki iki tam paragraf ve Yusuf Küpeli’nin bir yazısındaki üç-beş ifade tarafından oluşturulmuştur. THKO’nun bu konudaki ürünü, “Savunma”daki birkaç ifadeden, Hüseyin İnan’ın hapiste kaleme aldığı eserdeki birkaç sayfadan ve Deniz Gezmiş’in idam sehpasındaki sloganından (“Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!”) ibarettir.
THKO’nun Kürt sorununda Mihri Belli’den pek uzaklaşmadığı görülür. THKO Savunmasında Kürtlerin varlığı ve haklarına ilişkin görüşler sürekli ve ısrarla Kurtuluş Savaşı ve Lozan’daki tutuma gönderme yapılarak dile getirilir. Bu, “Mihrici” tarzdır. “Kürt halkı” şöyle savunulur Savunmada: ““Misak-ı Milli içinde bir halk olan, Türk halkıyla tarihi bir kardeşlik sınavı vermiş bulunan Kürt halkının dili, kültürü emisyona tabi tutulmuş, bu halkın öz dili ve kültürü ortadan kaldırılmak istenmiştir.”[187] Ayrıca Savunmada, 1970’ten itibaren Kürdistan’da yoğunlaşan komando operasyonları kınanmakta ve “Doğu halkının ağa zulmüne karşı başkaldırısı” desteklenerek devletin bürokratlarının ve ordunun ağalarla işbirliği yapmaması istenmekteydi.[188]
Hüseyin İnan, Türkiye Devriminin Yolu’nda, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kabul ettiklerini ifade etmesine rağmen, bu hakkı Kürtlere “özerklik” şeklinde tanımaktadır sadece: “’Her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı’na titizlikle saygı gösterip, her türlü imtiyazlara karşı çıkıyoruz”[189] dedikten sonra, Kürt ulusu için en uygun çözüm yolunu ortaya koyuyor: “Türkiye’deki tüm emekçilerin çıkarlarına en uygun çözüm yolu da Bölgesel Özerklik olacaktır.”[190] Hüseyin İnan’a göre, “Doğu ve Güneydoğu’da ayrılıkçı bir politika izlenmesi Kürt burjuvazisinin, Kürt emekçileri üzerindeki hakimiyetlerini devam ettirecektir.”[191]
Mihri Belli’nin Kürt sorunuyla ilgili görüşleri şoven nitelikteydi ve –öteki hususlar yanında– bu sorunla ilgili görüşlerini de Belli’den kopmak üzerine geliştiren ve oluşturan THKP önderlerinin eleştirilerindeki temel bir tema, Belli’nin darbe hazırlığında olduğu Kemalist asker-sivil güçleri ürkütmemek için Kürt sorununu harcadığına ilişkindir. Buna rağmen, Çayan’da ve tüm THKP-C literatüründe Kürt sorunuyla ilgili çok az görüş ifade edilmiştir. Çayan’ın Ocak 1971 tarihli ASD’ye Açık Mektup” başlıklı yazısında yer alan iki paragraf ve Yusuf Küpeli tarafından yazıldığı belirtilen, “1965-1971: Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç” başlıklı yazıdaki birkaç belirsiz, ama kendini Belli’nin bu konudaki görüşünden sola doğru ayırmaya özen gösteren ifadeden oluşmaktadır tüm P-C literatürü. (Elbette bu pasajların güçlü nitelikler olduğu ileri sürülebilir.) Üstelik her iki yazıda da, Kürt meselesinin ayrı bir yazıda etraflı olarak ele alınacağı ilan edilmiş[192] ama buna öteki öncelikler yanında fırsat kalmamıştır.[193]
Çayan’ın söz konusu iki paragrafı aynen şöyledir:
“Mihri Belli’ye göre, Türkiye’deki milli meselenin her zaman ve her şart altında tek bir çözüm yolu vardır; Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek formül vardır; o da, meseleyi şartlar ne olursa olsun, misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir.
“Oysa, bu görüş, temelden yanlış ve anti-sosyalist bir görüştür. Bilindiği gibi, devrimci proletarya milli meseleyi ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: ‘Her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır’ diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa, devrimci proletarya, meseleyi diyalektik tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon, vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini ortaya koyar. (Biz, meseleyi ayrı bir yazıda etraflı bir şekilde ortaya koyacağız. Bu kısa açık mektubun amacı bu olmadığı için bu meseleye burada girmiyoruz.)”[194]
Çayan’ın “Misak-ı Milli”nin veri kabul edilmesinin gerekmeyeceğine ilişkin ifadesi, ulusal sorun açısından sonradan çok önemsenmiştir. Ancak bu ifadenin hala, ezilen ulusun bir bölüğüyle –“emekçi halk” olarak– değil ulus olarak hakkı değil, ‘ezen ulus sosyalistinin hakkı’ mertebesinde olduğu açıktır. Çayan, tartışmada özne konumunu ezen ulusa mensup bir sosyalist olarak kendine vermekten vazgeçememektedir. Nitekim, ifade ettiği ayrımda, “tek çözüm yolunun ayrılma” olduğunu ileri sürenler “Kürt milliyetçileri”, yani “hak”kın sahipleridir. Çayan’ın kabul ettiğini ilan ettiği “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, öteki şeyleri değil, “ezen ulus sosyalisti”ne “ayrılma hakkı”nı tanımayı bir hak olarak değil bir yükümlülük olarak verir. Temel nitelikteki sorun budur ve bu, hala eski tarza ait bir anlama ve çözüm yoludur. Çayan, “hak”kın, hala “Kürt emekçi halk”ında olduğunu sanmaktadır; oysa, meseleyle ilgili literatür açısından bu pek geride kalmış bir husustur; hak, ulusundur. Öte yandan, sorun, soyut bir hak değil, somut politik gerekler açısından ele alınırsa, bu kez başka değişkenler devreye girer ve düşmana en çok zarar verecek hareketin ne olduğu tartışılmaya ihtiyaç duyar.
Küpeli’nin yazısında “Şeyh Said hareketinin gerici niteliği” benimsenir.[195] Küpeli, 1970’in Nisan ayında Kürdistan’da yapılan “komando operasyonu” üzerine şunları yazar: “Bazı şuursuz, karşı-devrimciler tarafından beyni yıkanmış jandarma subay, astsubay ve erleri, köylülere karşı yabancı emperyalist bir ordunun davranışlarını aratmayacak iğrenç işkenceler yapmışlardır.”[196] Küpeli’nin bu operasyonu yorumlaması tam da “Mihrici” niteliktedir: “İşbirlikçi hainler, yoksul Kürt köylülerine karşı giriştikleri bu saldırıyla, küçük burjuva kamuoyunun ve özellikle asker-sivil aydın zümrenin dikkatini işçi olaylarından ve gelişen ekonomik krizden uzaklaştırmak; halklar meselesini birinci plana çıkartarak küçük burjuvazinin özellikle asker kesiminin anti-komünist yanını bileylemek istemişlerdir. Her an ‘milli birliği bozucu’ bir Kürt isyanı söz konusuymuş ve bunu da komünistler tahrik ediyormuş havası yaratarak, küçük burjuva kamuoyunun anti-emperyalist yanını köreltmeye ve anti-komünist yanını bileylemeye çalışarak, sosyalistleri yalnız bırakmaya uğraşmışlardır.”[197] Küpeli, Kürt ulusunun değil de “Kürt ve Türk yoksul köylüleri”nin “Kurtuluşları[nın] da, işçi sınıfının öncülüğünde ve bütün milli sınıfların ittifakıyla yürütülecek aktif bir mücadele sonucu sözkonusu olabilece[ğini]” yazıyor.[198] En son, Küpeli, Çayan’ın pasajındaki ifadeden ne anlamak gerektiğini pekiştiriyor: “[Ş]artlara göre, ayrılma, bölgesel özerklik, federasyon haklarının savunulacağını veya sadece asimilasyon politikasına karşı çıkılacağını” unuttuğu için Belli eleştiriliyor.[199] Küpeli, cümlenin başında, “Marksist-Leninistlerin bütün meselelere, (…) sosyalist hareketi güçlendirme açısından bakacaklarını ve milli meseleye de bu açıdan bakmak gerektiğini” de vurguluyor. Bir yaklaşım tarzı olarak sorun görülmemesi gereken bu anlayışın somutlaştığında sorunlar açığa çıkıyor. Şu ya da bu konjonktürde hangi unsurun ya da şiarın öne çıkarılacağı bağlamında tartışılmamalıydı sorun.
Her ne olursa olsun, THKP’nin Kürt sorununda THKO’dan ileride olduğu kabul edilmelidir. Fakat bu daha ileri bir durumdur –başka bir kategori değil.
Bu yazılardan daha önemli olan, “Kesintisiz Devrim”ler dahil, THKP-C’nin programatik kabul edilen hiçbir metninde sorunun adının dahi anılmamasıdır. Bu durum, Çayanların Belli’ye yönelttiği eleştirinin aslında kendileri için de geçerliğini koruduğu izlenimi vermektedir –öteki etmenler yanında. Çünkü THKP, içinde bulunduğu günlerde, ittifak kurabilecekleri yegane kesimin Kemalist “asker-sivil aydın çevre” olduğu kanısındaydı. Bu kesim ise, varlığını bu sorunun varlığının reddedilmesi üzerine inşa etmişti neredeyse. Böyle bir ittifak görüşü ve beklentisi içinde olmayan TİP, TİİKP ve TKP(ML)’nin eli bu konuda serbestti.
TİİKP’in programatik belgelerinin konuyu ele almak bakımından her iki devrimci örgütten ileride olduğu açıktır. Ancak, –uzun tarihinin en sol iki aşamasından ilkinde olan Aydınlık geleneğinin ilk aşamasının örgütsel adı– TİİKP de bu konuda hala Kemalizmin genişletilmiş alanından çıkamamıştır. Kaypakkaya’nın TİİKP’e yönelttiği eleştirilere bakılırsa, bu örgüt, meseleyi hala bir “ezilen ulus” ve onun kendinde hakkı olarak değerlendirmemekte, ezen ulus sosyalistlerinin hakbilirliği ölçüsünde ele almaktadır. Döneminde, Kaypakkaya’nın eleştiri menzili dışına çıkabilecek herhangi bir politik özne yoktur.
Kaypakkaya’nın Kürt sorununu ele alışındaki temellerden birini, Kürt ulusunun temsilini yürütecek bir politik hareketi –bu, burjuva nitelikte de olsa– ezilenlerin bir özel bölüğünün özne kabul edilmesi oluşturur. Ona göre, Kürt hareketi ne isterse yapmalıdır. Buna eleştirel duruş hakkı elbette vardır, ancak ezilenlerin savunulmasının amentüsü niteliğindeki bu hususu Kaypakkaya hiç unutmaz. Öteki yaklaşımların tümü, hala, meseleyi, ezenin içindeki iyinin ezilene hak tanıması olarak ele alırken, Kaypakkaya, meseleyi ontolojik kopma olarak almakta, ve hak alma-verme meselesine kılıcı çalmaktadır. Kürt hareketinin kendinde yönelimi bir dış nesnellik olarak alınmaktadır. Hatta, onun Türkiye’nin politik sınırlarını veri alıp almamaya ilişkin yaklaşımına da bu temel kabul yön verir. Ona göre, TC’nin Misak-ı Milli’de belirlenmiş sınırlarını ilkede kabul etmek diye bir şey söz konusu bile değildir; bu hem ezilen Kürtlerin açısından, hem de Türk ve Kürt komünistlerin açısından geçerlidir. “’Toprakların birliği’ veya ‘devletin birliği’ şiarı, egemen ulusun burjuvalarının ve toprak ağalarının şiarıdır.”[200] Kaypakkaya, meseleyi tamamen bir nesnel durum ve ona güç yetirme olarak almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti vardır ve onun politik sınırları vardır!
Kaypakkaya’nın söz konusu nesnelciliği Ermeni meselesinde de görülür. O, Türkiye solunda muhtemelen bir ilk olarak, Ermeni milli meselesinin güç marifetiyle, ve katliam ve sürgün tarzında çözüldüğünü söyler. Yani sorun artık yoktur! Sorunun çözülmesi nesnel bir saptamadır; ancak onun bu çözüm tarzına onay verdiği anlamı çıkmaz.
Kaypakkaya’nın TC’nin cari sınırları meselesindeki tutumu da aynı gerekçeye dayanır. O, Türkiye’nin siyasi sınırlarını politik mücadele açısından veri almak gerektiğini söyler. Bunda, ‘Türk tarafı’na en küçük bir prim söz konusu değildir. O şunu söyler: “Biz Türkiye Kürdistanı için politika belirlemek durumundayız. Bu bölgede Kürt ulusu isterse ayrılır.” Sorunu bulandırmaya yarayan “Kürt halkı, emekçileri” gibi Leninizm-öncesi yaklaşımlara karşı son derece uyanıktır Kaypakkaya. “Bütün Kürdistan’ın birleştirilmesi”ni programa koyma önerisini politik, devrimci ve enternasyonalist gerekçelerle reddeder: “Bu, bizim belirleyeceğimiz bir şey değildir. Kürt ulusunun kendisinin belirleyeceği bir şeydir. Biz Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını yani ayrı bir devlet kurma hakkını savunuyoruz. Bu hakkı kullanıp kullanmayacağını veya ne yönde kullanacağını Kürt ulusunun kendisine bırakırız.”[201] Kaypakkaya’nın Kürtler adına tartışmayı ve akıl yürütmeyi ilkesel olarak reddetmesi, onun Kürt sorununa yaklaşımının temel yönlerinden biridir. Onlar adına akıl yürütmeyi ilkesel ret ile onlar adına akıl yürütmek –onlar için neyin iyi olacağına karar vermek– arasında kategorik fark vardır.
Kaypakkaya’nın Türkiye’de çeşitli mücadele odaklarının rol ve niteliklerini neredeyse tamamen, “dar-ül harp” ilan edilmiş bir düşmanın zayıflaması ve yıkılması üzerine bina ettiği görülür. Ona göre, TC’yi sarsacak her şey hayırlıdır.
***
Kaypakkaya’nın özel olarak Kürt sorunuyla ilgili çok önemli bir başka yaklaşımı, mutlaka kaydedilmeyi gerektiriyor.[202] Bu, Kürt hareketine ilişkin ezeli gerekçe üzerinedir: Kürtleri emperyalistler destekliyor bu nedenle onu destekleyemeyiz!
Kaypakkaya’nın dersi bir saptama ve bir soruyla başlar:
“Şeyh Sait isyanının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağının olduğunu varsayalım. Bu koşullarda bir komünist hareketin tutumu nasıl olmalıdır?”[203] Kaypakkaya, Kürt hareketinin gerisindeki emperyalizme ve karşısındaki devlete karşı nasıl somut politik mücadele verilebileceğini, ama esas hedefin emperyalist ülke değil yerel düşman olduğunu açık ifadelerle anlatır.
O, dersini şu ifadeyle bitirir: “Bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizme alet oldukları veya olabilecekleri iddiasıyla kısıtlanamaz veya ortadan kaldırılamaz; böyle bir iddiayla bir ulusun ‘ezilmesi ve haksızlığa uğraması’ savunulamaz.”[204] Kaypakkaya’nın bu tutumunu, salt kendinden menkul bir “UKTH”nin üzerinden değil, bir “baş düşman”a karşı mücadelenin pratik gerekleri üzerinden anlamak gerek.
Kaypakkaya’nın konuyla ilgili görüşleri gerçekten çok ileridedir. Onun, örneğin Şeyh Sait isyanıyla ilgili değerlendirmesiyle, Kıvılcımlı’nın Yol’da bugün çok ileri görülen değerlendirmesinin bir karşılaştırması yapılmalıdır. Kıvılcımlı, Kaypakkaya’dan önceki çağda yaşamaktadır.
Kıvılcımlı, elbette yanı başındaki muzaffer Sovyetler Birliği’nin varlığı ve Türkiye’yle iyi ilişkilerini görmezden gelemeyerek, ama ilkesel nitelikte bir anlayışa da yaslanarak, Şeyh Sait isyanını, emperyalizmle ilişkili ve gerici diye mahkum etmekte ve Kemalistlerin ezmesini desteklemektedir. Bu konularda, “devrimci Kemalizm”in taze çağlarında, Çayanların söyleyeceği dikkate değer herhangi bir şey olmayacağı besbelli değil midir?
Ancak Kaypakkaya’ya dönük bir eleştiri, bütün bir tarihi gözeten bugünün bakışından mümkün ve gerekli olmaktadır. Kaypakkaya’da, Yol çalışması dönemindeki (1930-33) Kıvılcımlı’nın Kürdistan Komünist Partisi önerisi gibi kategorik bir öneriye rastlanmaz.
Kaypakkaya’nın Kürt ulusal hareketinin önderliğinin Kürt burjuvazisi olacağını neredeyse kesin bir zorunluluk olarak görür gibidir.[205] Kaypakkaya, komünist partisinin görevlerine ilişkin, “Kürt ulusal hareketinin başını çeken burjuva ve küçük toprak ağalarına karşı da, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin sınıf mücadelesini yürütür ve yönetir”[206] demektedir. Bu yaklaşım, PKK gibi, ulusal hareketin başını çeken ve önderliği bakımından burjuvalarla küçük toprak ağaları arasında sayılamayacak olan bir politik hareketi öngörmemiştir. Bu hususun, Kaypakkaya’nın ayrı komünist örgütlenme gibi bir meseleye nasıl yaklaşabileceği açısından çok önemli olduğu vurgulanmalıdır.[207] İşte burada Kıvılcımlı’nın Yol’daki üstünlüğü gündeme girecektir.
Ancak yine de bu konuda Kaypakkaya’nın yaklaşım yöntemine güvenilebileceğine ilişkin işaretler görünüyor. O, başka birçok tarihsel oluşsallık hususunda olduğu gibi, Kürt hareketinde de, “dereyi görmeden paçaları sıvamama”yı salık vermekte ve içinde olunan durum ile olabilecekleri ayırt etmekte çok dikkatli hareket ettiği izlenimini güçlü bir şekilde vermektedir. O, akıl yürütüyor; ve örneğin, “Türkiye’de Kürt ulusal hareketi, henüz ayrılma isteğini açıkça formüle etmiş değildir” diyor.[208] “Örneğin geçmişte Türkiye’de Kürt ulusal hareketi, bizzat ayrılma istemiyle ortaya çıkmıştır vs… Bugün Kürt ulusal hareketinin ayrılmayı açıkça formüle etmemiş olması, yarın da etmeyeceği anlamına gelmez. Fakat iki ulusun burjuva ve toprak ağaları sınıfları arasında çeşitli uzlaşmalar da mümkündür; bunu da aklımızdan çıkarmayalım. Nitekim Irak’ta Barzani hareketi kısmi bir özerklikle yetinmiştir. Ayrıca Kürt ulusal hareketinin bir kanadı ayrılmayı savunurken, bir başka kanadı aksini de savunabilir. Bu nedenlerle henüz dereyi görmeden paçayı sıvamayalım.”[209] Kaypakkaya, “ilkesel” bir durumdan söz ederken, geleceğin barındırdığı olasılıklara karşı da sürekli uyanık olmak gerektiğini vurguluyor; onun için bu uyanıklık elbette politik esneklik ve manevra için söz konusu olacak bir “ihtimaliyat hesabı” olarak anlam taşıyor. Bunlar, Kaypakkaya’nın, salt Kürt sorununda değil, herhangi bir politik durumda ne yapabileceğine ilişkin önemli işaretler ve yaklaşım yöntemi olarak değerlendirilmelidir.
İttifaklar sorunu: Önce ezilenlerin birliği
Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Kürt meselesindeki görüşleri, onun ittifaklar sorununu kökten farklı ele almasını zorunluyordu. Kemalizmin faşist ve Kürtlerin kanla ve ateşle boğulan bir ulus olduğunu söylemek, en yakın müttefiklerini Kemalistler olarak saptayan öteki devrimcilerin çanına ot tıkıyordu. Kemalist bir özneleşme sürecinin önemli bileşenlerinden biri Kürt meselesindeki kesin gerici tutumdu ve Kürt meselesindeki tutumu, (1970’teki “komando operasyonu”nu mazur gösteren Doğan Avcıoğlu’na kin ve nefretini ifade ettiği gibi), Kemalistlerin tüylerini diken diken eden bir unsurdu. “Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” diyen ile, “… aşılmaz olmasa da duvarlar vardır” diyen arasında elbette fark vardır. Ama, “Kemalizm düşmandır” diyenle bunlar arasında karşıtlık vardır. Bu görüşlerin ürünü olacak ittifak anlayışı elbette bambaşka olacaktı.
Kaypakkaya’nın TKP’ye eleştirisini oluşturan kalemlerin önemli birini bu partinin ittifaklar sorununa yaklaşımı oluşturur. O, TKP’nin köylülerin devrimci rolünü reddettiğini, bu anlamda, “işçi-köylü ittifakı yerine, sürekli olarak burjuvaziyle ittifakı ön plana çıkarmış (ve) (s)ilahlı mücadele yolunu reddetmiş” olduğunu söyler.[210] (Kıvılcımlı da aynı eleştiriyi yöneltmiştir partisine.) Gerçekte burjuvaziyle ittifak arayışının da hiçbir zaman başarılı olmadığını vurgular. Ona göre, bu yüzden, “Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonraki otuz yıllık dönemde TKP, bir reform partisi olmaktan ileri gidememiştir”.[211] Sol hareketin ittifaklar anlayışı, gerçekte, kendine gelinceye kadar, burjuvaziyle ittifakı (bu, TİP hariç öznelerin tümünde Kemalistlerle ittifak olarak somutlanıyordu) bir anlayış olarak dışlayamamıştır. Kaypakkaya, köylülerle ittifak anlayışı ile Kemalistlerle ittifak anlayışının birbirini reddettiğinin derinden farkındaydı.
İttifak anlayışındaki bu temelli fark aslında başka bir temelli teorik anlayıştan besleniyordu. Marksizmin Aydınlanmanın çocuğu, komünistlerin devrimci burjuvazinin misyonunun sürdürücüsü olduğunu kabul edenlerin, Türkiye’de Aydınlanmayı ve burjuvazinin devrimci misyonunu temsil eden Kemalizmle ittifak arayışında olmaması düşünülemezdi doğal olarak. Bu anlayışın Kemalistlerin “düşmanı” feodallerle ittifakı önemsemek bir yana, onların devrimci politik işlevler üstleneceği bile düşünülemezdi. Köylüler de devrimci burjuvazinin misyonu karşısında geriyi ve gericiliği temsil etmekteydiler. Demokrat Parti’nin köylülerden oy alması bunu kanıtlıyordu da. Bu noktada, devrimci burjuvazinin karşısına gerici bir talepler dizisiyle çıkan Kürt politik ve sosyal oluşumlarına hoşgörülü olunması söz konusu olamazdı elbette. Bu ittifak anlayışı, 1960’larda “İkinci Kurtuluş Savaşı” ve “milli cephe” temasıyla somutlanıyordu. Kürtler ve köylüler bu mücadelenin ve cephenin malzemesi olacaklarsa buyursunlardı; nitekim “Birinci Kurtuluş Savaşı”nda aynen böyle olmamış mıydı?
Milli Cephecilere karşı TİP’in emek cephesinin argümanı neydi? TİP, Marksizmin Aydınlanmanın çocuğu olduğu esprisine derinden bağlıydı. Kemalizmin bu topraklarda Aydınlanmayı temsil ettiğinden kuşku duymuyordu. Ancak bu partiye göre, Kemalizmin tarihsel devrimci misyonu esas olarak yerine getirilmişti. Kapitalizm-öncesi üretim ilişkileri Kemalizmin sayesinde ekonomik, kurumsal, ideolojik olarak alt edilmişti. Kemalizmin kazanımlarını kazanımımız olarak sahiplenmeliydik. Nitekim 1961 Anayasası bu bağlamda burjuvazinin devrimci misyonunun oynadığı ve “sosyalizme açık” bir nitelik gösteriyordu. Burjuva cumhuriyetinin ilerlemesi, tarihsel ve politik olarak sadece bizim hanemize yazılacak bir kazanımdı. İleri burjuva cumhuriyetiyle sosyalizm arasında barışçı ve parlamenter bir “yol” vardı ve bütün politik mücadele bu yolun kazasız belasız katedilmesi içindi.
Kaypakkaya, bu anlayışların tümüyle arasına bir devrimci tarih ve politika anlayışı çizgisi çekti. Onun bu bakımdan ne MDD, ne de SD ile kıyaslanması uygundur. O, komünist devrimcilerin ezilenlerin mücadelesinin mirasçısı olduğunu yazdı. Peki, günün ittifak sorunu nasıl konmaktaydı?
Kaypakkaya, ittifaklar sorununu hiçbir şekilde gününün ve hatta yakın vadenin konusu olarak almıyordu: “Biz, birinci olarak komünist partisi önderliğinde düzenli halk ordusu inşa edilmeden ve böylece, işçi-köylü ittifakı belli ölçülerde gerçekleşmeden, proletarya önderliğinde ulusal burjuvaziyle bir ittifakı mümkün görmüyoruz.”[212]
Evet; Kaypakkaya, ulusal burjuvaziyle bir ittifakı öngörüyordu. Ancak bunu kesinlikle günün sorunu olarak almıyordu. Bu husus, ötekilerle Kaypakkaya’yı ayıran bir özellik taşıyordu. Komünist partisi işçi-köylü ittifakını belli bir düzeyde sağlamadan ve öteki güçler karşısında durabilecek bir silahlı kuvvet teşkil etmeden herhangi bir ittifak gündemde değildi. İttifak konusunun diğer başlığı, bunun sadece “proletarya önderliğinde” mümkün olabileceğiydi.
Kaypakkaya, “ulusal burjuvazi”yle ittifakı mümkün görüyordu, ancak bu sınıfın politik temsilcileri hangi öznelerden oluşuyordu? Zira, ulusal burjuvazinin ne olduğu da çok önemliydi. İşte Kaypakkaya’nın yanıtı: “Gerek TİP hareketi, gerekse M. Belli hareketi sınıf içeriği bakımından ulusal burjuvazinin iki siyasi akımıydı. Ne var ki, suratlarına sosyalizm maskesi takmışlardı.”[213] THKP ve THKO’nun “milli cephe”sinin özneleri Kaypakkaya için düşmanlar arasında yer alıyordu. THKP ve THKO’nun “küçük burjuva”, TİP’in “orta ya da ulusal burjuva” sayıldığı bu son derece “sekter” ayrım sayesinde Kaypakkaya arınık bir politik konum alıyordu.
Kaypakkaya’nın, Kemalistlerin daha Kurtuluş Savaşı sürerken emperyalistlerle uzlaşmaya başladığı yolundaki görüşünün, emperyalist işgal koşullarında, “Ne Kemalizm ne emperyalizm” türünden bir şiara yönelmeyeceği de gayet açıktır. Kaypakkaya, “emperyalizmin askeri işgaline uğrayan ülkelerde ulusal çelişme”nin baş çelişme haline geleceğini[214] ve dolayısıyla baş düşmanın bu çelişkinin öbür yanı olacağını dile getirir.
Tam-devrimci ve komünist devrimci
İbrahim Kaypakkaya, her türlü tarihselci epistemolojinin varlığında iflas ettiği bir niteliktir.
Onun, Kemalizm ve Kürt sorunuyla ilgili görüşleri her zaman çok dikkat çekmiştir.[215] Oysa, bu iki konu, onun toplam eserinin birbirine sıkıca bağlı ve tayin edici nitelikte iki ‘çıktı’sıdır.
Onun Kemalizm ve Kürt sorunundaki tutumunu Kürt olmasına bağlayanlar olmuştur.[216] Oysa o Kürt değildir. (Üstelik sol harekette Kürtler yaygın bir şekilde yer almaktaydı.)
Hikmet Kıvılcımlı gibi bir anıt dışında, önceki kuşaklar ve kendi kuşağının tutumundan uzak olarak, o, eline geçtiği düşman güçleri karşısında neredeyse bir politik program çizmekte; yoldaşlarına göndermek üzere kaleme aldığı mektupta, “daha sıkı, daha sağlam, daha kararlı bir savaş” salık vermektedir.[217]
Kaypakkaya’nın eserine anlam verilememektedir. Haklılar; çünkü sağduyusal ya da bunun bir başka biçimi olan ‘normal teorik’ düşünüş, önceki ve sonraki iki olgu arasında bir tedricilik arar. Bir derecelenme görmelidir. Kendilerince bir illiyet bağı bulmalıdır. Kaypakkaya’nın eseri, bu yaklaşım tarzıyla açıklanamamakta, anlaşılamamaktadır. Haklılar. Kopma işte budur! Kopma; izleyenlere metafizik bir atlama gibi gelir.
Kaypakkaya, ne klasik anlamda bir teorisyendi, ne teoriyle uğraşan cemaatten geliyordu.[218] Eserinin varlığını meşrulaştıracak herhangi bir önkoşula sahip değildi.[219] Kaypakkaya’nın görüşleri genel olarak hep bağlam-dışı, minder-dışı faktörlerle değerlendirildi. Kaypakkaya geleneğinin sonraki seyrine bakıldı. Kaypakkaya’nın geldiği toplumsal yere bakıldı. İkisi de sol hareketin fikir üretme rezervinin marjındaydı. Ek bir faktör olarak TİİKP kaydedilmelidir. TİİKP, Aydınlık geleneği olarak, ta o zamanlardan devrimcilerde derin bir antipati yaratmıştı. Bu yüzden TİİKP’in ‘evrim’inin Kaypakkaya’nın ‘devrim’indeki rolü görülememiştir.[220]
Ancak, ne olursa olsun, Kaypakkaya’nın yaptığı bir kopuştur. Kaypakkaya, olağan yaklaşımın anlayamayacağı bir kopuşun öznesidir.
Kopuş, normal zamanların akıl yürütme tarzıyla anlaşılamaz. Ya da en uygun ifadeyle, kopuşu anlamak, bir Teorik ya da tam-devrimci politik bakış gerektirir.[221]
Onun görüşlerinin o zaman da bugün de Marksizmin ayıraçlarını ortaya çıkarmak bakımından önemli olduğu pek reddedilemiyor. Ancak bu noktadan itibaren güçlü bir direniş başlıyor. Görmezden gelinmesi etkili bir çare oluyor. Bu yapılmazsa; ya, nicelikselci ifadelerle övülüyor: Bu durumda, kategorik olmaktan dikkatle kaçınılır.[222] Ya, bir istisna olarak olumlanır ve geçilir.[223] Ya da, tıpkı 71 devrimciliğine yapıldığı gibi, bir ‘arıza’, ‘marazi bir sapkınlık’, bir ‘aşırılık’ olarak ürperti ve tiksintiyle bir yana bırakılır.[224] Yapısal olanı bozmayan, herhangi bir yere oturtulamayan bir aksilik! “Koca teorik binalar”ı Kaypakkaya için bozmaya değer miydi! Kaypakkaya’nın yaptığı, bir şekilde edinilmiş bir teoriyi gereksiz kılıyordu. (Kaypakkaya’nın Aydınlanmacı rasyonalizme bir darbesi de buydu.)
Dönemindeki olası bütün emsalleriyle kıyaslamada Kaypakkaya, en ileri, çok iyi, … değil bambaşkadır. Kaypakkaya’nın görüşleriyle sol hareketin öteki özneleri arasında bir kıyaslamaya gitmeye çalışmak, açıkça Kaypakkaya aleyhine bir tutuma işarettir. Türkiye’de Marksizmin politik özgülleşmesinde Kaypakkaya adı anılmadan geçilemez.
Kaypakkaya’nın eseri güçlü bir mantık örgüsüne sahiptir. Hangi parçasından tutarsanız merkeze, temele, zirveye veya öteki bir parçaya şaşmaz bir gidimlilikle ulaşabilirsiniz.[225] Kaypakkaya, bu nitelikleriyle bir ‘tam-devrimci’dir.
Her bir konuda, ve son olarak, son pratiğinde, devlet güçlerinin eline geçtiğinde, kurulu düzenden ne kadar koptuğunu çok açık, kesin ve uzlaşmaz bir tutumla ortaya koymuştur. Kaypakkaya’nın yaralanması ve tutsak düşmesiyle ölümüne kadarki belgeler, onun her anında örnek bir komünist tutum sergilediğini gösteriyor. Devletin her kademedeki görevlilerince görülmektedir; Kaypakkaya “tam” bir düşmandır.[226]
Başka birinin, önemsiz görüşler savunan ama poliste örnek bir tutum sergileyen birinin, çok önemli olmakla birlikte, davranışının bütünsel politik anlamı olmayabilir. Kaypakkaya’nın her görüşü, her eylemi ve her tutumu, bir granitin parçası gibi sert, tutarlı, ayrılmaz ve bütünlüklüdür. Kaypakkaya’nın sorgu ifadeleriyle onun kurulu düzenden tam bir kopuş sergileyen görüşleri arasında kopmaz bir bağ vardır.[227] Yani Kaypakkaya, bir başka olayda kişisel denebilecek bir meziyeti, olay, olgu ve görüşlerini algılayışına sıkı sıkıya bağlı olarak bir tam-politik niteliğe ulaştırmıştır. Kemalizm ve Kürt sorunundaki görüşleri nasıl onun bütünlüğünün tayin edici belirtileri ise, “ser verip sır vermeyen yiğit” oluşu da, bu statüye çıkmış bir belirtidir.[228] Sorgu ifadelerindeki kendine ve düşüncesine derin güven örneğinin Kıvılcımlı’yla birlikte anılması[229], bu iki –ayrı boyutta– Marksist arasında bir bağa işaret etmesi bakımından önemlidir. Kaypakkaya’nın değerlendirilmesi, bir dışsal eleştiri olarak değil, içsel bir özeleştiri olarak ve tam yapılmalıydı, yapılmalıdır.
Kaypakkaya’nın politik niteliğini tanımlamada en uygun terim ‘komünist devrimci’dir. Kaypakkaya, Türkiye’nin ilk politik Marksisti, politik ifadesiyle, komünist devrimcisidir.
Komünist devrimci, Marksizmin politik diyalektiğini isabetli bir şekilde yansıtmak bakımından da en uygun niteliktedir. Bu terim Kaypakkaya dönemi TKP (M-L) literatüründe kullanılmaktaydı; nitekim Kaypakkaya sorgucuları karşısında da kendini komünist devrimci olarak nitelemiştir.[230] (Bu terime, “komünist ihtilalci” olarak TİİKP literatüründe de rastlanıyor.) Bu, o dönemde, Hindistan’daki Maocu devrimciler tarafından kullanılan bir terimdir. Çaru Mazumdar’ın önderliğinde toplanan kongrenin seçtiği kurulun adı Tüm Hindistan Komünist Devrimcileri Koordinasyon Komitesi’dir.
Komünist devrimci terimi, her zaman var olan ve geçerli bir komünist niteliğin gerektiği zaman ve gerektiği ölçüde devrimcilik yapması anlayışını örtük olarak içerebilecek “devrimci komünist”ten farklı olarak, Marksizmin iç devrimci diyalektiğini fark eden bir anlayışın bilinçle tercih ettiği gayet uygun bir terimlemedir. Devrimci komünist’te, komünistlik devrimciliğe bir koşul iken, ötekinde devrimcilik komünistliğin bir nitelik koşulu konumundadır. Komünisti devrimci olan ve olmayan şeklinde ayırmaktansa, devrimciyi komünist olan ve olmayan şeklinde ayırmak. Devrimci olan budur.
Öte yandan, devrimci olmayan komünizm türleri de vardır. Bazı anarşist hareketlerin kendilerini komünist diye adlandırdığı biliniyor.
Devrimci olan ya da olmayan türleriyle komünizm, komünist olan ve olmayan türleriyle devrimcilikten “ileri” değildir. Önde olan, önde gelen, her zaman pratik bir devrimciliği öncelikle anlatması beklenen devrimciliktir. Öteki ilerilikler bundan sonra gelir. Devrimciler arasında pratik dışındaki ayrımlar sonra gelir.
Sadece Marksist olmayan devrimcilerin olduğu bir yerde, pratik-politik anlamda, Marksistleri bu devrimcilerin önüne geçirecek hiçbir değerli teori, görüş, .. yoktur. Buradaki tek girdi devrimci pratiğin kendisidir. “Bir şeyler yapma”nın[231] yerine geçebilecek hiçbir şey olamaz. Pratik ‘önce’dir, teori ‘öncel’ nitelikli olabilir ancak. Ama bunun teorik sırası tersten kurulur ve teorik sıranın pratik sıraya ikame edeceğine aldanan kimileri, devrimciliği teorik-olandan pratik-olana bir etkileşim sırası olarak ele alırlar.
5. Simgelerden Teoriye: 71 devrimciliğinin diyalektiğine doğru
71 devrimcileri, artlarında bir devrim bırakamadılar. Ama, devrimci olmayan dönemlerde –bugüne kadar– yürütülen bir devrimcilik bıraktılar…
71 devrimciliğinin formel bir savunusu mümkün ve gereklidir. 71 devrimcilerini “kahramanlar” olarak savunanlarla ilişkilenecek yer burasıdır.
71 devrimciliği pek çok açıdan eleştirilebilir. Fakat onun temel tarihsel yeri teslim edilmeden yöneltilecek her eleştiri, kendini hemen Aydınlanmacı / modernist Marksizmin “oturmuş lehçe”sine teslim edecektir.[232] 71 devrimciliği ancak bu tür bir Marksizmden, Marksizmi burjuva uygarlığının devamı ve tamamlayıcısı gören zihniyetten kopulduktan sonra gerçekten devrimci bir tarzda eleştirilebilir. 71 devrimciliğini bu tarihsel politik yerine oturtmak aynı zamanda onun gerçek eleştirisine giriştir de.
71 devrimciliğini Marksizmin tarihsel diyalektiği bağlamında anlamanın mümkün olması, onun tarihsel diyalektiğinin ne olabileceğine ilişkin bir anlayışı da içermelidir. Daha doğru ifadeyle, Marksizmin tarihsel diyalektiği içindeki 71 devrimciliğinin, bu diyalektik içindeki diyalektiği ne olmalıdır? Onlar ancak bu sayede edinilebilir ve eleştirilebilir. Nasıl 71 devrimciliğini anlamak ancak Marksizmin tarihsel diyalektiğini izleyerek mümkün olabiliyorsa, onu eleştirmek de en iyi bu sayede mümkün olabilecektir.
71 devrimcileri, eserleriyle bir yandan içinde bulundukları konjonktüre müdahale ettiler –bu anlamda eylem ve söylemleri gerçekti–, öte yandan eserleriyle yapıp ettikleriyle bir şeyler demek istediler. 71 devrimciliğinin bir ‘gerçek’, bir de ‘simgesel’ boyutu vardır. Gerçek anlam ile simgesel anlamın örtüşme ya da çatışma dinamikleri özel bir analizin konusu olmalıdır.
Onların köylülerin devrimde temel güç olduğunu, şehirlerin kırlardan zapt edileceğini, genel ayaklanmanın değil halk savaşının geçerli olduğunu, öncülüğün ideolojik nitelikte olduğunu[233], dönemin devrime son derece elverişli olduğunu savunmalarının tümünün bir gerçek bir de simgesel anlamı vardır. Gerçek anlam konjonktüreldir ve koşulları içinde –o zaman ya da bugün– benimsenir ya da reddedilir. Köylüler devrimin temel gücü olmayabilir; kır gerillacılığı geçersiz olabilir… Simgesel anlam, geniş zamanlıdır. Onlar, söz konusu görüşleri savunarak bir nitelik savunmaktadırlar. 71 devrimcilerinin toplam varlığını sadece gerçek olanla sınırlayan bir bakışın bu dinamiğin tarihsel ve politik anlamını ve değerini anlama şansı yoktur.
Örneğin, devrimin temel gücünün köylüler olduğunu söylemek, Marksist parti politikasını bilimsel “işçi sınıfı” kavramından kurtarmıştır. Politik mücadele, ezilenlerin devrimci kaynaşmasının olduğu yere yönelecektir. Bu yerin, epistemolojik bir tayini söz konusu değildir. Ya da, epistemolojik (veya ‘ideolojik’) hiçbir argüman, hiçbir ontolojik ‘özne’ye rütbe takamayacaktır. Tarih bilimsel bir kavram olarak ‘işçi sınıfı’na değil, canlı-kanlı işçilerin, köylülerin, kadınların, .. ezilenlerin engin denizine…
71 devrimcilerinin benimsediği görüşler, Marksizmin bir işçi sınıfı ideolojisine, partinin bir işçi partisine, devrimin bir işçi devrimine, politikanın bir işçi sınıfı politikasına indirgenmesine karşı çıkışta işlev kazanan birer simgedir.
Bu bağlamda, 71 devrimcilerinin simgesel görüş ve davranışlarının birtakım ülkelere, birtakım koşullara bağlı olduğu yolundaki kendi görüşlerini de, böylece bu görüşler de “tarihsel” oluyor, eleştiri menziline sokmak gerekiyor. Genel olarak 71 devrimcileri, görüşlerinin eskiden değil şimdi, Batılı ülkelerde değil “yeni” ya da “yarı-sömürgelerde” geçerli olduğunu ilan eder. Bu konuda en ileride olan Çayan, bu tarihselleştirmeyi, teorik sonuçlarına kadar izleme konusunda gayet cevvaldir. Ona göre, determinizm, ve işçilere dayanan “pasifistlerin politikası Batıda, volantarizm ve köylülere dayanan devrimci politika Doğuda geçerlidir.
Kaypakkaya’nın izleyicilerinin bu ayrımı yapma konusunda ikiye ayrıldığı görülür. Kaypakkaya’nın bilişsel izleyiciliğini bugün devrimci Maocular yürütmektedir. Devrimci Maocuların, Kaypakkaya’nın tezlerini olduğu gibi, Maoizmi de salt ‘gerçek’ anlamıyla anladığı ileri sürülmelidir. Bugün dünyada Marksist niteliği önemseyerek hareket edenler arasında devrimcilik bakımından en önde olmanın da –yanıltıcı– avantajıyla devrimci Maoculuk, Maoizmi bir köylü devrimciliği olarak anlama konusunda kalakalmış görünüyor. Ne Maoizm bir köylü devrimciliğine indirgenebilir, ne de Kaypakkaya’nın görüşleri simgelediklerinden yoksundur. Devrimci Maocular, Kaypakkaya’nın eserinin tarihsel politik diyalektiğine direnmektedir. Onların bu eseri teorik-politik diyalektiğe açması da beklenmiyor. Ancak, Kaypakkaya’nın eseri, yer yer teorik etkiler de veren gücüyle, diyalektik-dışı edinimine rağmen bu akımı doğurgan kılmayı –giderek zayıflasa da– sürdürüyor.
Genel bir soyutlamayla ‘izleyici’ olduğu ileri sürülebilecek ikinci bir akımın, Kaypakkaya’nın eserinin ‘gerçek’ boyutunu bir yana bıraktıktan sonra, onun simgesel boyutunu ancak kısmen ve yer yer işçici bir prizmadan geçirerek edindiği söylenebilir. Bu edinim somut görünümüyle, tarihsel diyalektiğe ilişkin olmakla birlikte, zayıftır ve kategorik nitelik almaktan kaçınmaktadır.
Leninizm, Leninist kuşaklar boyunca, “emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Marksizmi” olarak nitelenmiştir. Bu, Marx’a ait ve döneminde geçerli “tam-Marksizm”e, Lenin’e ait ve döneminde geçerli tam-Leninizm”i (Maoizmi, ..) ekleme tarzındaki, aslında diyalektiğin diyalektik olmayan tarzda farkındalığının işareti olan bir epistemolojinin ürünüdür.[234] Marksizmin tarihsel diyalektiği, Leninizmin, Maoculuğun katkısını gerisin geriye dönerek, bütünsel Marksizm bağlamında Marksizmin başından itibaren katkılara dönüştürülmesi işlemine olanak tanımaktadır. Bu türden bir ‘Marksizm’, Leninizme, “Marksizm-Leninizm”den daha sadıktır –Mao’ya ve öteki Marksistlere de…
Biz bu sayede, Marx-Engels’in, Batı Avrupa ülkeleri için hiç gerekli görmediği ama öteki ülkeler için pekala uygun olduğunu düşündükleri şiddet politikasına ilişkin görüşlerini Marksist tarzda ve kavramlarla tartışabiliriz.
71 devrimciliği, önceki 50 yıllık reformculuğu ret üzerinden varoldu. 71 devrimcilerinin ardından geçen süre yarım yüzyıla hızla yaklaşıyor. Devrim hala zafere ulaşmadı. Bu bir pat durumu, ödeşme mi? Hayır. Ölenler ve öldürenler, dönüşerek ve dönüştürerek 71 devrimcilerinin ardıllarıdır. Devrim, 71 devrimcilerinin açtığı yol üzerinde gerçekleşecektir.
[1] 1971 yılının bir adlandırmaya konu edilmesi söz konusu. ’71 devrimciliği’nden kasıt, kabaca 1967’den itibaren öncülleri oluşan, 1970’in başlarında beliren ve 1973’ün başlarında bitirilen bir pratikler dizisidir.
[2] Kruşçev’den (1959) aktaran: Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik (1963), Çev. İsmail Yarkın, İnter Yay, İstanbul 1988, s. 187
[3] Kruşçev’den (1960) ve ÇKP kaynaklarından aktaran: A.g.e., s. 187 ve 190
[4] Bu, Thomson’un bir eserine ad olmuştur: Marx’tan Mao’ya Devrimci Diyalektik Üzerine. Çalışma boyunca söz konusu ‘diyalektik’, “Marksizmin tarihsel politik diyalektiği”, “Marksizmin devrimci diyalektiği” şeklinde de dile getiriliyor.
[5] Çayan’ın Marx-Engels’te determinizm, Lenin ve Mao’da iradecilik ve ihtilalci inisiyatif görmesinin nedeni budur.
[6] A. Gramsci, “Kapital’e Karşı Devrim”, Çev.: Ekin Taciser, Teori ve Politika 35-36, Yaz – Güz 2004
[7] G. Lukacs, Lenin’in Düşüncesi: Devrimin Güncelliği, Çev.: Ragıp Zarakolu, Belge Yay., 2. baskı, İstanbul 1998
[8] Marx-Engels, “Komünist Parti Manifestosu”, Çev.: Muzaffer Ardos; Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, Sol Yay., Ankara 1976, s. 168
[9] A.g.e., s. 165
[10] Engels, Anti-Dühring, Çev.: Kenan Somer, Sol Yay., Ankara 1995, s. 242
[11] Lenin, “Tavizler Üzerine” (1917); Lenin, Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, Çev.: Seçkin Selvi Cılızoğlu, Ekim Yay., İstanbul 1990, s. 66
[12] A.g.e., s. 68
[13] Lenin, “Kadetlerin Zaferi ve İşçi Partisinin Görevleri” (Mart 1906), Eserler, C. 10 (marxists internet arshive)
[14] Zinovyev, Rusya Komünist Partisi Tarihi, Akış Yay., Çev.: İ. Kılıç, A. Yalman, İstanbul 1991, s. 146
[15] Eric Hobsbawm, “Bolşevizm ve Anarşistler”, Çev.: Sina Güneyli, Teori ve Politika 28-29, Güz 2002 – Kış 2003, s. 90-91
[16] Aktaran: Lenin, “Devrimci Maceracılık” (1902); Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, a.g.e., s. 19. Bu tartışma, Kaypakkaya’nın TİİKP’e yönelttiği eleştirileri ne kadar andırıyor!
[17] “Marksistler, zor’un partizanları olduklarına dikkat çekiyor ve zor’u devrimin habercisi olarak görüyorlardı çünkü sadece demir ve ateşle halledilebilecek şeyler vardır. Ancak Marksistler bunu kitle terörü için ileri sürüyorlar. Şu veya bu bakanın ölümünün hiçbir şeye hizmet etmeyeceğini, kitleler arasında çalışmak, milyonlarca insanı örgütlemek, işçi sınıfını aydınlatmak gerektiğini söylüyorlar. Ancak bu görev tamamlandığında devrim anı gelecektir. O zaman terör kullanacağız. Bireylere karşı değil belli bir topluluğa karşı silahlı ayaklanmaya başvuracağız. İşte Rusya’da ilk olarak 1905’te yaptığımız buydu, işte bizi 1917’de zafere götüren de buydu.” (Zinovyev, a.g.e., s. 37)
[18] Lenin, “St. Petersburg Komitesine Bağlı Savaş Komitesine Mektup” (29 Ekim 1905); Marx, Engels, Lenin, Stalin, Partizan Savaşı, Çev.: Nadiye R. Çobanoğlu, Yar Yay., Üçüncü Baskı, İstanbul 1994, s. 136
[19] Menşeviklerin sözünü aktaran Zinovyev, a.g.e., s. 92
[20] Zinovyev, a.g.e., s. 146
[21] Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış: Yeni Bir ‘Hakiki’ Sosyalizm, Çev.: Şükrü Alpagut, Akış Yay., İstanbul 1992, s. 19-20 (vurgular orijinal). Wood’un Marksizmin seyrine ilişkin kaygılı değerlendirmesiyle, 71 devrimciliğinin bir çürüme, sapma, bozulma olduğu görüşlerinin temel teorik ve politik sayıltıları, ruh halleri tamamen aynıdır. Aynı dünyanın aynı türden insanları bir yerde dünyasal bir gelişmeyi, bir başka yerde yerel / ülkesel gelişmeyi yorumluyorlar sadece.
[22] Kautsky’den aktaran: Halkın Günlüğü ve Kızıl Bayrak Yazı Kurulları, “ Proletarya Devrimi ve Kruşçev’in Revizyonizmi” (1964); Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, a.g.e. içinde, s. 430. Mahir Çayan da kendi mücadelesini “faşizme erken doğum yaptırmak” olarak değerlendirmişti.
[23] Maoculuk Güney Amerika’da ancak 1980’lerle birlikte net ve güçlü bir devrimcilik sergiledi.
[24] İbrahim Kaypakkaya’nın şehadetinden sonra ardıllarının önderlerine reva gördüğü davranış, bazı açılardan Hikmet Kıvılcımlı’ya ardıllarının yaptıklarını andırması bakımından trajiktir. Kaypakkaya’nın yazılı eserinin, çeşitli ardıllarınca farklı “redaksiyon”larla basıma verildiği görülüyor. Yayıncıların, onca saygı duydukları Kaypakkaya’nın yazı dilini kendilerince sadeleştirmiş, düzeltmiş olduğu hayretle fark ediliyor. Örneğin, örgütünün adını Kaypakkaya’nın nasıl yazdığı meçhul. Bu örgütün kısaltılmış adı bazı yayınlarda, “TKP / M-L” olarak geçiyor, bazılarında “TKP (M-L)”. Bu serbestliğe burada da uyulacak ve bu örgütün adı, benzer örgütlerin adının yazılışı ve kısaltmadaki yazım esaslarına uyularak “TKP(ML)” olarak kodlanacak. Bu işlem sırasında, Kaypakkaya’nın ardılı politik örgütlerin duyarlığı dikkate alınmadı.
[25] Turhan Feyizoğlu’nun kitabında “Ek” olarak verilen “Ölü Muayene Tutanağı”nın tarihine göre, Kaypakkaya’nın Mayıs ayının 17’sinde öldürüldüğü anlaşılıyor. (Turhan Feyizoğlu, İbo: İbrahim Kaypakkaya, Ozan Yay., İstanbul 2000, s. 383) Fakat “18 Mayıs” artık politik bir tarihtir.
[26] Bunda, Çayanların İngiltere ve Fransa’da bulunan arkadaşlarının ve Çayan’ın bir dönem bu ülkelere gitmesinin etkisi olsa gerek.
[27] Mahir Çayan, Bütün Yazılar, Atılım Yay., İstanbul 1992, s. 293
[28] A.g.e., s. 293-94
[29] Çayan, “Kesintisiz Devrim I” (Nisan 1971), a.g.e., s. 237
[30] Çayan, “Kesintisiz Devrim I”, a.g.e., s. 256
[31] A.g.e., s. 261
[32] A.g.e., s. 262
[33] A.g.e., s. 250
[34] “Kesintisiz Devrim II-III”, a.g.e., s. 295, 299
[35] A.g.e., s. 302
[36] A.g.e., s. 302
[37] Çayan, “Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine” (Haziran 1970), a.g.e., s. 171, dipnot 26
[38] Çayan, “Kesintisiz Devrim II-III”, a.g.e., s. 300
[39] Çayan, “Kesintisiz Devrim II-III”, a.g.e., s. 301
[40] Çayan, “Kesintisiz Devrim I”, a.g.e., s. 264
[41] Çayan, “Kesintisiz Devrim I”, a.g.e., s. 256
[42] Çayan, “Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine” (Haziran 1970), a.g.e., s. 161
[43] Çayan, “Revizyonizmin Keskin Kokusu II” (Ağustos 1969), a.g.e., s. 70
[44] Çayan, “Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine”, a.g.e., s. 148
[45] A.g.e., s. 152
[46] A.g.e., s. 154
[47] A.g.e., s. 155, dipnot 20: “Hakikatte Çin işçi sınıfı, iktidarın icrasında Marksizm-Leninizmin kendisine ayırdığı yere sahip değil. (…) Sosyalist devrimde köylülerin rolüne haddinden fazla değer verilmesi ve Marksistler için sonuna kadar ihtilalci olarak kalan sosyal sınıf olarak kabul edilen işçi sınıfına gereken değerin verilmemesi, Çin’de çok yaygın olan küçük burjuva düşüncelerin açık nitelikleridir. Çin Komünist Partisi yöneticileri iktidarın alınmasına tekaddüm eden devrede bile parti içindeki proleter unsurlara gerekli önemi vermiyorlar ve şehirlerdeki proletarya içinde az çalışıyorlardı. Daha sonra yine Çin yöneticileri ‘Changhai’ gibi önemli bir işçi merkezinde Kuomintang’ın Komünist Partisinden daha fazla nüfuzu olduğundan yakınıyor ve bundan da işçileri mesul tutuyorlardı.”
[48] A.g.e., s. 155
[49] A.g.e., s. 156-7
[50] Çayan, “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” (Ocak 1971), a.g.e., s. 199
[51] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay., İstanbul 1992,, s. 304
[52] Doğu Anadolu Bölge Komitesinin kısa adı. Kaypakkaya, o sıralar, TİİKP’e bağlı DABK’ta sorumlu olarak faaliyet yürütüyordu. Muzaffer Oruçoğlu’nun anlatımına göre, DABK’ın söz konusu kararını Kaypakkaya kaleme almıştır.
[53] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s.317-23
[54] Çayan, “Kesintisiz Devrim I”, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 284 ve s. 171
[55] A.g.e., s. 282
[56] A.g.e., s. 282
[57] Çayan, “Kesintisiz Devrim II-III”, a.g.e., s. 301
[58] Çayan, “Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi” (Mart 1971), a.g.e., s. 227
[59] Çayan, a.g.e., s. 227
[60] THKP-C: Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, Yar Yay, İstanbul 1988, s. 453, ve Çayan, “Kesintisiz Devrim II-III”, a.g.e., s. 292
[61] Çayan, “Kesintisiz Devrim II-III”, a.g.e., s. 341, dipnot: 8
[62] THKP-C: Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, a.g.e., s. 434
[63] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 288
[64] A.g.e., s. 307
[65] A.g.e., s. 308-9
[66] Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 353
[67] Hikmet Kıvılcımlı, Anarşi Yok, Büyük Derleniş, İstanbul 1993, Derleniş Yay., s. 15
[68] A.g.e., s. 26
[69] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 344-45 (Haziran 1972)
[70] “İhtilalin Yolu” adlı bildiride, THKP, “sol fokocu” olarak nitelediği gruplara karşı olduğunu yazmıştır. (Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 363) “THKP-C’nin 1 Nolu Bülteni”nde de (Elrom’un kaçırılmasından sonra Mayıs 1971 içinde yayınlandı), THKO’nun bazı eylemleri “adi gangsterlik” olarak nitelenmektedir. (A.g.e., s. 357)
[71] Kaypakkaya, a.g.e., s. 330
[72] Kaypakkaya, a.g.e., s. 367
[73] Kaypakkaya, a.g.e., s. 369
[74] Kaypakkaya, a.g.e., 21-22
[75] Kaypakkaya, “Bir Köylük Bölgedeki Yönetici Yoldaşlara Mektup” (7 Aralık 1972), a.g.e., s. 33
[76] Feyizoğlu, İbo, a.g.e., s. 396. Bu notlarda, öldürülmeden bir hafta önceki tarihli gazetelere (11 Mayıs 1973; Cumhuriyet ve Milliyet) atıflar bulunuyor.
[77] Çin devrimi ve PKK deneyimi bu tartışmanın geliştirilmesi bakımdan zengin çağrışımlar sunacaktır.
[78] J. Quartim, “Regis Debray ve Brezilya Devrimci Hareketi” (www.kurtuluscehpesi.com). Çayan’ın okuduğu ve etkilendiği söylenen bu yazı, ilk kez 1969’da Fransa’da, 1970’in başında da İngiltere’de yayınlanmıştır.
[79] Nitekim, Türkiye’de ‘Batı Marksizmi’nin yansımaları daha sonra esas olarak Çayan’ın politik mecrasıyla ilişkili olmuştur.
[80] Melik Kara’nın bunu, eski bir Devrimci Sol eleştirisinde, güçlü bir şekilde gösterdiği söylenebilir: “Devrimci Politikanın Teorik-Tarihsel Yolu ve Devrimci Sol”, Doğru Seçenek, Sayı: 12, Ocak 1993, ss. 5-132
[81] Teori ve Politika, Marksizmin bu yönünün öneminin bilincinde olduğu ve onu sakınmayla izlemeye için, ‘politik Marksist’, eşdeyişle ‘komünist devrimci’ olduğunu hiçbir zaman ileri sürmez.
[82] Aktaran: TİP Dosyası, Töre-Devlet Yay., Ankara 1973, s. 46
[83] İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığınca Hazırlanan Mahir Çayan ve arkadaşlarıyla ilgili iddianame ve kovuşturmaya yer olmadığı kararı’ndan (30 Temmuz 1971 tarihli) aktaran Turhan Feyizoğlu, İki Adalı: Hüseyin Cevahir – Ulaş Bardakçı, Ozan Yay., İstanbul 2006, s. 160) Savcılar, TİP yöneticilerinin bu görüşünü, Mihri Belli ve Mahirlerin görüşünün gerçek yüzü aktarıyor!
[84] Aktaran: TİP Dosyası, a.g.e., s. 53-54
[85] A.g.e., s. 85
[86] A.g.e., s. 96
[87] Çayan ve arkadaşlarının Haziran 1969’da gittikleri Ereğli izlenimleri 22 Temmuz 1969 tarihli Türk Solu’nda yayınlandı. (Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 22)
[88] Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, Gün Yay., İstanbul 1968, s. 17
[89] Uğur Mumcu, Behice Boran: Bir Uzun Yürüyüş, Tekin Yay., 9. basım, İstanbul 1994, s. 46
[90] Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, a.g.e., s. 212
[91] Boran, a.g.e., s. 227
[92] Boran, a.g.e., s. 227
[93] Boran, a.g.e., s.. 70
[94] Boran, a.g.e., s.. 73
[95] Boran, a.g.e., s.. 77
[96] TİP Dosyası, a.g.e., s. 47
[97] Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, s. 219
[98] Boran, a.g.e., s.. 222
[99] Ve ekliyor Boran: Ama “devrim diye değil, toplumun demokratikleşme sürecine önemli adım attıran, yani demokratik özgürlüklerin kapısını açan bir hareket olarak.” (Boran, a.g.e., s. 70)
[100] Bak. Boran, a.g.e., s. 224 vd.
[101] Aktaran: Kazanımları ve Hataları İle İbrahim Kaypakkaya: Genel Değerlendirme, Yeni Dünya İçin Çağrı Yay., İstanbul 1998, İkinci baskı, s. 56 (Bundan sonraki atıflarda Genel Değerlendirme şeklinde anılacak.)
[102] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 278
[103] Aktaran: Genel Değerlendirme, a.g.e., s. 62
[104] Aktaran: A.g.e., s. 62
[105] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 282-3
[106] Aktaran: Genel Değerlendirme, a.g.e., s. 64
[107] Aktaran: Genel Değerlendirme, a.g.e., s. 64 ve 68. (Kaypakkaya bu yazıyı sıkıyönetimden hemen önce Mart 1971’de yazdı.)
[108] Çayan, “Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine” (Haziran 1970), Bütün Yazılar, a.g.e., s. 160
[109] Yusuf Küpeli, “1965-1971: Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç”, (1971’in ilk ayları), THKP-C: Dava Dosyası, Yazılı Belgeler içinde, s. 338. (PDA’dan aktarmalar da Küpeli’ye ait.) Küpeli’nin, o sıralarda, Çayan’la birlikte, THKP’nin en önde gelen iki simasından biri olduğu hatırlatılmalıdır.
[110] Bu kapsamda saydığı gruplar şunlardır: “Mihrici Aydınlık” / Aydınlık Sosyalist Dergi, “Maocu kalpazanlar” / TİİKP / PDA, “TİP”, ve “Kıvılcımlı’cı Sosyalist Gazete”.) (Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 220)
[111] Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 220, dipnot 3
[112] Dönemin herhalde bütün devrimcilerinde PDA’cılara dönük psikolojik bir tepki görülüyor. Bunun ideo-politik nedenini Çayan ve Kaypakkaya’nın yazılarında görüyoruz. Ancak başka bir hususun ta o zamanlar Mihri Belli tarafından dile getirildiği söylenir. Belli’ye göre arada sınıfsal bir fark vardır. PDA’cılar öteki devrimcilere göre daha yüksek sınıf kökeninden gelmektedir. Bu sınıfsal denebilecek tepki, onların gerçek lafazanlıklarıyla birleşmekte ve bir nefrete dönüşmektedir. Bu arada, bir hususun vurgulanması zorunlu. Kaypakkaya, PDA’nın içinde onlara aykırı bir sınıfsal kökenden biri olarak nasıl barınmış, neler yaşamıştır? Bu ayrım, Kaypakkaya’nın yazılarında dile getirilir. Onların yaşam tarzına duyulan derin tepki yansıtılır.
[113] Aktaran: Turhan Feyizoğlu, İbo: İbrahim Kaypakkaya, Ozan Yay., İstanbul 2000, ss. 219-23
[114] Kaypakkaya’nın, bu tam-devrimcinin, daha hakkında dava bile açılmadan, kalem-kağıt alabildiği ilk andan başlayarak ilk işi –bir-iki politik ve kişisel mektup dışında– kapsamlı bir savunmanın taslağını hazırlamak olmuştur.
[115] Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Davası: Savunma, Aydınlık Yay., s. 147
[116] TİİKP Savunma, a.g.e., s. 161
[117] A.g.e., s. 162
[118] A.g.e., s. 166
[119] A.g.e., s.172
[120] A.g.e., s. 180
[121] A.g.e., s. 186
[122] A.g.e., s. 197
[123] A.g.e., s. 197
[124] A.g.e., s. 371-2
[125] A.g.e., s. 371
[126] Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 85 (Ocak 1970)
[127] Aktaran: Feyizoğlu, İki Adalı, a.g.e., s. 129
[128] Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 85, 112
[129] A.g.e., s. 108
[130] A.g.e., s. 120-21
[131] A.g.e., s. 323
[132] A.g.e., s. 325-6
[133] A.g.e., s. 325
[134] A.g.e., s. 327
[135] A.g.e., s.327
[136] A.g.e., s. 325
[137] A.g.e., s. 328
[138] A.g.e., s. 328
[139] A.g.e., s. 348
[140] A.g.e., s. 351
[141] A.g.e., s. 331
[142] A.g.e., s. 351. Çayan’ın “Kesintisizler” ile daha başka yazıları, örneğin “Durum Değerlendirmesi Taslağı” başlıklı 26 Nisan 1971’de sıkıyönetim ilanından sonra ve Mayıs’ın ortalarında Elrom’un kaçırılmasından önce kaleme aldığı yazı arasında bazı terimsel, yaklaşım tarzı farkları var. Ama farkların hiçbir önemli farkı yok.
[143] A.g.e., s. 331
[144] A.g.e.. s. 351-2
[145] A.g.e., “Kesintisiz Devrim II-III”
[146] A.g.e., s. 331-32
[147] A.g.e., 331-32
[148] THKO Davası, Akyüz Yay., İstanbul 1991 (Birinci basım: 1974), S. 567
[149] A.g.e., s. 569-70
[150] Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 326, dipnot 3
[151] A.g.e., s. 326, dipnot 3
[152] A.g.e., s. 347
[153] A.g.e., s. 85
[154] “Aybar-Aren, Küçükömer-Divitçioğlu oportünizmi”dir. (A.g.e., s. 85, dipnot 5)
[155] A.g.e., s. 85
[156] A.g.e., s. 85
[157] Bunun, günümüzün ayrımlarını ne kadar çağrıştırdığı açık. Hiç şaşırtıcı olmayan bu durum, aslında görüldüğü gibi o zaman da solundan eleştiriye uğrayabiliyordu.
[158] “Savunma”, THKO Davası, a.g.e., s. 569
[159] “Savunma”, THKO Davası, a.g.e., s. 574
[160] Aktaran: THKP-C: Doğuşu ve İlk Eylemleri, Kaynak Yay., İstanbul 1987, s. 68
[161] Aktaran: A.g.e., s. 71
[162] Aktaran: A.g.e., s. 71
[163] Aktaran: A.g.e., s. 73-74
[164] Aktaran: Feyizoğlu, İki Adalı, a.g.e., s. 393
[165] “Savunma”, THKO Davası, a.g.e., s. 575
[166] Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 332
[167] A.g.e., s. 333
[168] Hüseyin İnan, Türkiye Devriminin Yolu, Ulusal Kültür Yay., İstanbul 1991 (İlk basım: 1976), s. 25
[169] Ancak bilinir, bu şablon, bu kez, son dönemlerde, 28 Şubat ortamında bir kez daha bozulacak ve Türkiye’nin klasik şemaya uymadığı, ordunun da klasik şema çerçevesinde açıklanamayacağı görüşü bir kez daha keşfedilecek, ya da hatırlanacaktır.
[170] Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 332
[171] A.g.e., s. 332
[172] A.g.e., s. 333
[173] Kaypakkkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 187
[174] A.g.e., s. 169 ve s. 76-77
[175] A.g.e., s. 169
[176] “TİİKP Merkez Komitesinin katılmadığı toplantısına gönderdiği 29 Ağustos 1971 tarihli ve Haydar Fırat [H. Fırat’ın kulakları çınlasın!] imzalı mektup”tan aktaran: Kazanımları ve Hataları İle İbrahim Kaypakkaya: Genel Değerlendirme, a.g.e., s. 74
[177] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 155 ve s. 83
[178] İşte ona bir örnek: “Bugün dinci hareketlerin Kemalist devlete karşıtlığının nedeni dini kişisel inanç alanından çıkararak yeniden kamusal alana hakim kılmaya çalışmaktır. Bu karşıtlıkta (düşmanımın düşmanı dostumdur türünden bir ilkesiz fırsatçılık mantığıyla) desteklenmesi gereken bir ilericilik görmek ultra liberal bir şaşkınlıktan başka bir şey olamaz. Bugün mevcut devlete, onun sömürü ve baskı düzenine karşı mücadele ederken Cumhuriyet’le ilerici ve laik kazanımlarına sahip çıkılmadan ilericilik de solculuk da demokratlık da yapılamaz. Din temelindeki gerici siyasetler mevcut devletin özüne karşı çıkmak bir yana, her zaman mevcut düzenlerin korunmasına hizmet eder.” (Oğuzhan Müftüoğlu, “Kenar Çizgileri: Din, Kemalizm, Darbecilik ve Sol”, Birgün, 31 Aralık 2006)
[179] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 155-57
[180] A.g.e., s. 156
[181] A.g.e., s. 141
[182] A.g.e., s. 155 ve 157
[183] İdris Küçükömer, ‘Batılaşma’: Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yay., İstanbul 2006, s. 72
[184] Onun Küçükömer’in görüşlerini bildiğine ilişkin bir kayda rastlanmadı. Ancak, bulabildiği her şeyi zaman geçirmeden emerek okuduğu, ve yazan, çizen, eyleyen herkesi takip ettiği biliniyor.
[185] Gün Zileli, 12 Mart döneminde tutukluyken hazırladıkları bir savunma taslağında Kemalizme ilişkin Kaypakkaya’nınkine az-çok benzeyen bir görüş oluşturduklarını anlatır: “Hapishanede, M. K. Çamkıran, Hasan Yalçın ve benim tarafımdan hazırlanan ve Oral Çalışlar’ın gönülsüz de olsa rızası alınan ilk Dev-Genç savunması, Kemalizm konusunda aşağı yukarı İbrahim Kaypakkaya’nın yönelimindeydi. Ancak Doğu Perinçek hapishaneye geldikten sonra bu ideolojik ‘sapma’yı düzeltti! Oral hemen teslim oldu, Çamkıran ve ben birkaç tartışmadan sonra ‘ikna’ olduk. Hasan Yalçın biraz da ayrı koğuşta olmanın verdiği rahatlıkla epeyce direndi ama sonunda o da teslim oldu. Böylece PDA saflarındaki anti-Kemalist, anti-Devletçi eğilimin son kalıntıları da bastırılmış oldu.” (Gün Zileli, “İP’in Otuz Yıllık Serüveni: ‘Mao’cu Kemalizmden Nasyonal Sosyalizme”, Uzun Yürüyüş, Ocak / Şubat 2002, Sayı: 56, s. 68) Bu anlatımların geçmişin hikayesi anlamında önemi vardır. Ancak, benzer türden anlatıların tayin edici meselelerde çokça dolaştığı gözleniyor. Zileli’nin bu yazısında olmasa da, bu eğilim, politik alandaki görüşlerle kişisel alandaki görüşlerin ayrılmasının çok da önemli olmadığını, bütün bir kuşağın şu ya da bu şekilde birçok temel konuda neredeyse, “üç aşağı beş yukarı”, aynı görüş ve düşünceleri paylaştığını ima ederek, gerçekte, kategorilerin ve düzlemlerin izini sürmeyi gereksizleştirici bir işlev görüyor. Bir başka örnek, Küçükaydın’ın Deniz Gezmiş’in sehpadaki sözünün Kıvılcımlı’nın eseri olduğuna ilişkin hikayesidir. Küçükaydın böylece, Kıvılcımlı’nın tarihsel trajedisini istismar ediyor ve melodramatik hikaye denilebilecek “tür”e katkıda bulunuyor.
[186] Kaypakkaya’nın görüşleri de 1970’lerin son yıllarında artık eleştirel alandadır.
[187] “Savunma”, THKO Davası, a.g.e., s. 566
[188] A.g.e., s. 551-3
[189] Hüseyin İnan, Türkiye Devriminin Yolu, a.g.e., s. 28
[190] A.g.e., s. 29
[191] A.g.e., s. 28-9
[192] Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 205. Küpeli, “1965-1971: Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç”, a.g.e., s. 473, dipnot: 25
[193] Bunun dışında Çayan, bir yerde de, Kürt ve Türk halkının birbirine düşürülmesinden söz eder. (Bütün Yazılar, a.g.e., s. 342)
[194] Çayan, Bütün Yazılar, a.g.e., s. 205
[195] Küpeli, a.g.e., s. 302
[196] A.g.e., s. 317
[197] A.g.e., s. 317-8
[198] A.g.e., s. 318
[199] A.g.e., s. 353
[200] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 257
[201] A.g.e., s. 224. Vurgu Kaypakkaya’ya ait.
[202] Salt bugünün de yakıcı bir sorunu olduğu için değil, politik mücadelenin baş düşmanı saptamasının neden gerektiğine ve bu saptama bir kez yapılırsa olay ve olgulara nasıl yaklaşmak gerektiğine ilişkin bir ders niteliğindedir bu genç devrimcinin yazdıkları.
[203] Kaypakkaya, Seçme Yazılar, a.g.e., s. 227
[204] A.g.e., s. 229
[205] A.g.e., s. 230
[206] A.g.e., s. 262
[207] Zira, Kaypakkaya’nın ardıllarının bu konudaki tutumu esas alınacak olursa sorunun önemi daha da açığa çıkmaktadır. Ayrı örgütlenme pratiği karşısında çuvallama.
[208] A.g.e., s. 242
[209] A.g.e., s. 242-3
[210] A.g.e., s. 89
[211] A.g.e., s. 89
[212] A.g.e., s. 116
[213] A.g.e., s. 269
[214] A.g.e., s. 108-9
[215] 68’liler Birliği Genel Sekreteri Namık Kemal Boya, kendi gençliğinde, “Kemalist sembollere tepki”yi şöyle anlatıyor: “Bu ayrım TİKKO (TKP(ML)’nin askeri örgütü) ile başlamıştır. Kemalizme, subaylara ve MDD’nin Türkiye’de yanlış algılandığına ilişkin savlar çıkmıştır.” (Emrah Taştan’ın söyleşisi: “Ulusal Bilinci Olmayan Marksist Olamaz”, Aydınlık, 13 Ağustos 2006, Sayı: 995, s. 18)
[216] Buna iki örnek. Biri, şimdiki TKP’nin yayınlarının eski yazarlarından Cengiz Uygur’a ait ve bu grubun Siyaset adlı gazetesinde yayınlanan bir yazıdan: “Kurtuluş Savaşı’nın Türkiye Solu tarafından ciddi bir sorgulanışı için yaklaşık elli yıl geçmesi gerekmiştir. İbrahim Kaypakkaya, bu savaşın tam sömürgelikten yarı-sömürge olmaya yönelen emperyalizm ile danışıklı bir mücadele olduğunu öne sürer. Perinçek tarafından troçkistlikle suçlanan Kaypakkaya’nın kemalizme bakışındaki şüphesinde, Kürt olmasının da payı vardır.” (Cengiz Uygur, “Uluslar Sorunu ve Tarih Bilinci”, Siyaset, Sayı: 17, Kasım 1990, s. 20)
Öteki, “İBDA-C örgütüne paralel yayın yaptığı” bildirilen Tahkim adlı dergiden: “İbrahim’in (Kaypakkaya) Kemalizmi değerlendirişi, (sol için konuşuyorum) bugün ancak PKK önderliği içinde görebileceğimiz derecede tutarlıdır. İbrahim’in bu tutarlı değerlendirişindeki en büyük avantajı ise, onun Kemalistler tarafından katledilen Dersim Kürtlerine mensup olmasıdır.” (Aktaran: “MİT, Perinçek’e Saldırıyor”, Aydınlık Gazetesi, 9 Nisan 1994)
[217] “’Arkadaşlara anlatacaklarım var’ sözleriyle başlayan 28 Şubat 1973 tarihli mektup”, Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya: ‘Bilinmeyen’ Yazılar, Der.: Ethem Direhşan, Belge Yay., İstanbul 1997, ikinci baskı, içinde, s. 211
[218] Onun, işçileşme sürecindeki basit bir köylü ailesine mensup oluşu, teori geleneğinin Makedonyalılara ve hiç olmazsa ‘Batılılar’a ait olduğu fikrindekiler için çileden çıkarıcı bir unsurdu. Öte yandan, Kaypakkaya’nın kendisi de toplumsal kökeninin dezavantajını trajik biçimde devlet güçlerinin eline geçtiğinde ifade etmektedir: “İçinde bulunduğum aile ve çevre koşulları benim bir ölçüde fikren gelişmemi engelleyen etkenler olarak kendini ortaya koymuştur.” (“21 Nisan 1973 Cumartesi günü Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Savcılığı tarafından alınan ifadesi”nden aktaran: Turhan Feyizoğlu, İbo, a.g.e., s. 374)
[219] Bunda, kendi pratiğinin devrimci hareketin merkezinde değil kıyısında başlamasının ve ardıllarının başlangıç olumsuzluklarını aşma konusunda gösterdiği açık basiretsizliğin de tayin edici rolü vardır.
[220] Hatta, 1970’lerin ikinci yarısında aralarında Kaypakkaya’nın ardıllarının da bulunduğu üç örgüt, o zamanın Aydınlıkçıları etrafında toplanmaya başlamıştı. Bu, Kaypakkaya’nın geri çekilmesinden başka bir şeye hizmet edemezdi.
[221] Kopuş teriminin anlatımında Althusser ve Kuhn’un yaklaşımından yararlanıldı.
[222] Kategoriden kaçınan bu yaklaşımın son örneğini Devrimci Marksizm dergisinde gördük: “(TKP/ML), Kemalizme ve Kürt sorununa olan yaklaşımıyla diğer örgütlerin tümünden net biçimde ayrılarak bu dönemin belki de en anlamlı ayrılığını gerçekleştirdi.” (Burak Gürel, “1970’li Yıllarda Türkiye Solu”, Devrimci Marksizm 2, Kasım 2006, s. 22) “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının ayrı devlet kurma hakkına tekabül ettiğini ilk kez ne biçimde vurgulayan, Kemalist hareketin küçük burjuva radikalizmine değil hakim sınıfların politikasına denk düştüğünü vurgulayan ilk sosyalistlerden biri Kaypakkaya’dır. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’larda kaleme aldığı ‘Yol’ başlıklı çalışmaları Kemalizmin sınıf doğası ve Kürt meselesi hakkında oldukça gelişkin görüşler içerse de bu eserlerin ancak 1979’da yayımlanabilmiş olması etkilerin oldukça sınırlamıştır.” (s. 22, dipnot: 36) “Kemalizm ve CHP’ye yönelik tutum konusunda tek istisna Kaypakkaya’nın takipçileridir.” (s. 23, dipnot: 37) “Belki de en anlamlı” ve “ilk sosyalistlerden biri” ile “oldukça” ve “istisna” terimleri, kategoriden kaçışın kanıtlarıdır. Belki, yani kesin olmayabilir. En anlamlı; ayrımı vurgulamamayı bu kadar bilinçli bir şekilde yapmak nasıl yorumlanmalıdır. İlk sosyalistlerden biri; bu kadar önemli işi yapan herkes anılmalıdır. Biliyoruz; o dönemde Kemalizmin bu niteliğini ifade eden başka sosyalistler de vardı, Kıvılcımlı, Emek Grubu gibi. O halde onların adı neden anılmıyor; anılmıyorsa, Kaypakkaya’nın yaptığının önemi nedir? İşte kategoriye çağıran sorular. Kaypakkaya’nın takipçileri nasıl istisna olur? Onlar artık iki ayrı politik kanalı temsil ediyordu. Önemli bir politik kanalı istisna diye geçiştirmenin anlamı nedir?)
[223] Bunda elbette Kaypakkaya’nın eserinin niteliğinin kategorik olarak farkında olmayan, olsa da farkındalığın gerektirdiği basireti gösteremeyen ardıllarının tayin edici bir rolü vardı. Fakat “hırsızın da suçu olsa” gerekti. Kaypakkaya bugün devrimci Maocular dışında hiçbir kesim tarafından kategorik bir sahiplenmeye konu edilmiyor. Örneğin, Bedreddini Hareket Bildirgesinde (Devrimci Yenilenme Yolunda Bedreddini Hareket: Politik Bildirge, Yay. Haz.: Erdal Parlak, İstanbul 2005), “Türkiyeli devrimci öznelerin, 1980’lere ve özellikle de Kürt Hareketi’nin yükselişine kadar Kemalizmin örüntülerinden (Misak-ı Millicilik) ve dolayısıyla modernist-ilerlemeci ideolojisinden ayrışamaması”ndan söz edilirken, tipik olarak bir dipnot düşülüyor ve Kaypakkaya’ya ilgi dipnotta gösteriliyor: “Marksizm açısından İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm bağlamında ayrı bir yerde durduğu tartışmasız bir şekilde kabul edilmelidir.” (Bedreddini Hareket, s. 20) Kaypakkaya’nın Marksizm açısından öneminin dipnotta da olsa teslim edilmesini önemsemek mi gerekiyor, yoksa Marksizm açısından tartışmasız bir önemin ancak dipnotta anılmasının Marksizme verilen kıymeti gösterdiği için hayıflanmak mı? Yine aynı metnin ileriki sayfalarında Kaypakkaya’nın Kemalizmle net bir ideolojik ve politik ayrım tayin eden ilk devrimci önder olduğu anlatılırken bunun Marksizme ilişkin ne anlamı olduğunun ifadesinden ısrarla kaçınılıyor. (s. 78) Kaypakkaya’nın eserini “bütünlüklü bir Marksist teorik duruş inşa etmeye doğru geliştirememiş” olduğu söylenirken, bundan Kaypakkaya’da bütünlükten eksik ama yine de Marksist bir oluş görmek gerekip gerekmediği yine söylenmekten kaçınılıyor. (s. 78) Bedreddini Hareket’in bunda bir dahli yok. Arkadaşlar yapılagelenden kopmadan bir şeyler demeye çalışıyorlar. O kadar!
[224] A. İlhan’dan Gelenek Dergisi ve Y. Küçük’e kadar burjuva-devlet gelenekli bütün solcuların ve sosyalistlerin duyusu budur. Buna, klasik sol liberal denilebilecek kesimleri de katmak mümkündür.
[225] “Eser” sözcüğüyle, onun yazıları, pratiği, görüşleri; bir anlamda toplam varlığı kast ediliyor. Ali Taşyapan, arkadaşı İbrahim’in mantığının sistematikliğinden ve matematikselliğinden söz ediyor. (“Gelecek eleştirilerin korkusuna kapılmadan; ne düşünüyorsam, ne yaşadıysam yazdım”, Ali Taşyapan’la söyleşi, Ali Yılmaz, Mustafa Olgun, Uzun Yürüyüş, Sayı 27, Haziran 1998, s. 57) Buna karşılık Çayan’ın “teorik”, hedefi net, ama mantıksal örgüsü gevşek ve zayıf bir eser ortaya koyduğu söylenebilir.
[226] Bu konuda TKP(ML) davasından yargılanan yoldaşlarının genel resminin Kaypakkaya’dan çok, devrimci hareketin öteki mensupları arasında sayılacak bir pratikleri olmuştur. Kaypakkaya, Lenin’in bir yerde Liebnecht’i savunurken söylediği gibi, tek başına “komünist devrimciliği” temsil etmektedir bu sıralarda.
[227] THKO ve THKP-C önderlerinin mahkemelerdeki tutumu pratik ve politik açıdan son derece zayıftır. Denizler birbirlerinin devletluyu rahatsız edeceğini sandıkları görüşlerine katılmadıklarını mahkeme salonunda söz alarak dile getirirler. (THKO Davası, a.g.e., s. 334, 351) Bunu, onların genel bütünlüğünün örgüsünün zayıf olmasına bağlamak uygun görünüyor. Mahir Çayan, duruşmaların birinde Ulaş Bardakçı’ya bir not verir ve bu not yakalanır. Notta Çayan, Elrom’un öldürülmesi kararı ve uygulamasından ceza almamak ya da az ceza almak için Bardakçı’ya ifade talimatı vermektedir. (THKP-C: Doğuşu ve İlk Eylemleri, a.g.e., s. 67) (Pusulanın tam metni için bak. Feyizoğlu, Mahir: On’ların Öyküsü, Ozan Yay., İstanbul 2002, s. 384, dipnot: 277) Bir başka duruşmada sanıklar avukatlarına uyarak bu kez, mahkeme heyetini Milli Savunma Bakanlığına şikayet etmektedir. (THKP-C, a.g.e., s. 76) Yargıtay’ın Anayasanın MDD’yi tanıdığına ilişkin görüşlerinin avukatlarının telkiniyle yapıldığı söylenmektedir. Bu tür telkinlere açıklık da anlayışla bağlantılıdır.
[228] Turhan Feyizoğlu adlı yazarın devrimcileri konu eden kitaplarda sinsice veya bazen açıkça devrimciliği kötülemeye çalışması Mahir ve İbo adlı kitaplarda da görülüyor. Mahir kitabı, devrimciliğin saçmalığına ikna etmeyi gizli hedefi olarak koyuyor. İbo’da bu özellik daha az görülmekle birlikte, İbrahim’in ölümünün aslında intihar yoluyla olabileceği güya tarafsız bir tutumla ima ediliyor. Kaypakkaya’nın yaşamına kendi eliyle son vermesi ondan hiçbir şey eksiltmez. Gerçekten kaçınacağımız bir şey yok. Fakat, onun son günlerindeki yazıları, son günlerindeki hareketleri, ve kişisel anlatımlar ölümünün devlet güçlerince gerçekleştirildiğini açıkça gösteriyor.
[229] Temel Demirer, Uzun Yürüyüş dergisinde yer alan bir yazısında buna dikkat çeker.
[230] Sorgu metinlerine yer veren bazı kaynaklarda “komünist devrimci”, bazılarında sadece “devrimci” ibaresi geçiyor.
[231] Engels, Narodniklerin Rusya’da bir şeyler yapan tek topluluk olduğunu yazar bir mektubunda.
[232] 1974’te devrimci kesimlerde başlayan özeleştiri döneminde, dikkat çekici bir şekilde bu tarzın izlendiği görülüyor. 12 Eylül 1980’den sonra bu kez 71 devrimciliğine 1976-80 yıllarının devrimciliğini de katarak yöneltilen eleştiri, aynı zeminden, ama bu kez liberalizmle de bulaşık bir şekilde, beslendi. İşçicilik / sosyalizmcilik, devrimci hareketlere esas olarak bu yıllarda musallat oldu.
[233] Kaypakkaya bu yaklaşımı benimsemez, ama onun genel politik yaklaşımının bu bağlamdan sayılabileceği savunulacak.
[234] Güneydoğu Asya ülkeleri Nepal, Hindistan, Bangladeş, Filipinler’de önemli politik güçler durumunda olan Maoist devrimcilerin İslamcı hareketlere yaklaşımı bunun tipik örneğidir. Bu devrimci örgütlere göre İslamcı hareketler kendilerinin “pişirdiği aşa su katma” işlevi görmekte olan gerici ideolojilerle donanmış hareketlerdir.