Ana SayfaArşivSayı 22Barikat direnirken!

Barikat direnirken!

“Devrim yapmak, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemez; o kadar zarif, o kadar sakin ve yumuşak, o kadar ılımlı, uysal, kibar, ölçülü ve alicenap olamaz.”

Mao Zedung

 

Vedat Aytaç

Mesele esir düşmekte değil, Teslim olmamakta bütün mesele

Marksistler ve devrimciler için, mahpusluk tutsaklık ve direnmek politika. Nazım Hikmet, “mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta” demişti. Hapisteki devrimci, yirmi yıldır kendisini tutsak olarak adlandırıyor, teslim olmayarak politika yapıyor.

Fuçik, Nazi işgali altındaki Çekoslovakya hapishanelerindeki yaşamı, ikiye bölerek anlatır:

Hapishanede iki hayat vardır. Biri hücrelerin içinde kilitli, bütün dünyadan soyutlanmış -gene siyasi tutukluların durumunda olduğu gibi dünyaya çok sıkı bağlarla bağlı bir hayat. Öteki hayat, hücrelerin önündeki uzun koridorlardaki, cani üniformalıların insan olmayan insanların hayatı -bu hayat, hücrelerdekilerin hayatından daha da soyutlanmış, bütün insanlarına rağmen, bütün o küçük insanlara rağmen, dünyadan soyutlanmış bir hayat.[1]

Hapishanelerin politikleşmesi, bu alanı politik bir barikat haline getirir, getiriyor. Bir devrimcinin, ele geçmesi onu bir gayya kuyusuna değil, hapisteki barikata gönderiyor. Hapishanedeki barikat, dışarıda olmadığı biçimde hapisteki devrimci ile devleti çıplak biçimde yüzyüze getiriyor. Taraflar belirli bir tarihsel anda, ve dar bir alanda, karşı tarafın politik şiddet gerçekliğiyle, doğrudan karşılaşıyor. Bu yüzden cezaevleri politik şiddet alanları. Bu yüzden devrimcilerin hapishanedeki eyleyişi, dışarıdakinden bağımsız olarak da, politik etki sahibi olabiliyor.

Hapisteki devrimcinin karşı karşıya olduğu şiddet durumu ve onun politik pratiğini kendine tabi kılacak, dışarıda gerçekleşen politik güce dayalı bir politik pratiğin yokluğu, mahpusluk pratiğine politikada belirleyici bir nitelik yüklüyor.[2]

Başlangıcı 12 Eylül’e tarihlenebilecek olan ve arkasında sayısız açlık grevi, ölüm orucu, malta işgali, rehin alma, birçok direniş biçimleri ve komün, siyasal temsilcilik gibi kurumlar bırakan tarihsel bir dönem 19 Aralık’a dayanmıştır. Devlet, 1990’ların başında Terörle Mücadele Yasası ile politik hedefini belirlemişti. Bu yasanın 16. maddesi, tarif edilen suçların infazı için F tipine ilham veren ayrı bir tecrit rejimini öngörüyordu. Yine Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddelerine yapılan operasyon ve infaz yasası ile getirilen şartlı tahliyeler, “düşünce suçu” eleştirilerini karşılıyordu. Böylece 12 Eylül sonrası fiilen ortaya çıkmış olan “düşünce suçlusu” – “devrimci tutsak” ayrımı, hukuken de gerçekleşiyor, düşünce suçluluğu, Terörle Mücadele Yasasının 7 ve 8. maddelerine aykırı davranan birkaç yazar ve sendikacıya karşılık geliyordu.

“Kamuoyu”, artık hapishanelerle, düşünce suçluları bağlamında ilgileniyordu. Hapishanelerde, binlerce politik tutuklu ve hükümlü varken, bir yazarın, ya da Meclis gibi yerlerde yaptıkları eylem sonucu sembol olmuş devrimci gençlerin hapse girmesi, hassas kamu vicdanını daha fazla rahatsız ediyordu.

F tipine karşı direniş süreci yıl yıl gelişti. 1995 Buca, 1996 Ümraniye. 1996 Ölüm Oruçları. Eylül 1999’da Ulucanlar, 2000 yazında Burdur. Tepkisizlik. 20 Ekim’de devrimciler açlık grevine başladı. Kamuoyu Kasım sonlarında duydu. 12 Aralık. Meydanlar görece hareketlendi. Bakan, “F Tipi Cezaevlerinin açılmasının süresiz ertelendiğini” açıkladı. 18 Aralık 2000: Siyasi Partiler, “Bakanlık iyiniyetli, eyleme son verin!” çağrısı yaptı. 19 Aralık, geceyarısı büyük operasyon. 20 Aralık, devrimciler direniyor. 21 Aralık direniyorlar. 22 Aralık direniyorlar. 28 Ölüm. Operasyon sona erdi.

Bu yazı yazıldığı sırada, politik tutuklu ve hükümlüler ölüm oruçlarının 200’lü günlerine dayandılar. Ölüm orucunda 20’ye varan ölüm, onlarca ölüm orucu direnişçisinin korcshakof hastası olması, kamuoyunu hala harekete geçiremedi.

Gordion Düğümü

Rivayet odur ki, Gordion kentinin kurucusu Gordios, bir muamma hazırlar. Arabasının boyunduruğunu, ucu gözükmeyen bir düğümle arabanın okuna bağlar. Gordion düğümü denilen bu muammayı çözen kişi, Asya’nın fatihi olacaktır. Muamma, Makedonyalı Büyük İskender’e kadar çözülmeden kalır. İskender’in kılıcıyla keserek, ya da başka bir rivayete göre arabanın okunu yerinden çıkararak uçları bulmak suretiyle düğümü çözdüğü, anlatılır. İskender, güç ve şiddet’i temsil eden kılıcıyla, hem sorunsalı hem de sorunu çözmüştür.

Gordion düğümünün çözülmesinde sorun, İskender’in basit pratiğinde değil, İskender’e kadar herkesin düğümü bir muamma (sorunsal) olarak ele almasında, kimsenin muamma dışı bir pratikle düğüme kılıç çal(a)mayışındadır.

Politik sorunların çözümü, toplumsallaşmış politik bir güç (Makedonya ordusunu temsil eden kılıç), bu gücü temsil eden bir ‘politik özne’ (Büyük İskender) ve çözülmesi gereken bir politik sorunun (Gordion düğümü), bir politik momentte bir araya gelmesine bağlı.

Toplumsal alanın politik özneler etrafında neredeyse ikiye bölündüğü tarihsel momentlerde, şiddet durumu nesnellik kazanır. Şiddetin kabul veya reddi, başka bir deyişle şiddetin rasyonelliği üzerine bir tartışmanın, böyle durumlarda teorik bir anlamı yoktur. Bir momentte, öznelerin çatışmasının kaçınılmazlığı kendisini nesnel bir gerçeklik olarak kabul ettirir. Söz konusu olan, şiddet-karşı şiddet retoriği değildir.

Şiddet durumunun görece nesnelliğini yitirdiği, daha doğru bir deyişle ezenler lehine bir şiddet tekelinin ortaya çıktığı tarihsel momentlerde ise, ahlakileşmiş ya da hukukileşmiş olanlar dışındaki şiddet pratikleri yasaklanır. Şiddetin irrasyonelliğini ispatlamaya dönük, felsefi ve ideolojik ‘söylemler’ boy verir. Politikanın şiddetten arındırılması operasyonudur bu. Ezenler açısından, politikanın şiddetten arındırılması, egemenliğin (şiddet tekelinin) istikrarlı biçimde sürdürülebilmesinin de ön koşuludur. İstikrarlı bir egemenlik süreci, ezilenler için gerçek bir Gordion düğümüdür. Ezenler, ezilenlerin Gordion düğümünü çözecek kılıca sahip olmasını istemezler. Henüz İskender’in kılıcına sahip olmayan ezilenler adına, düğümün ipuçlarını aramak üzere akılyürütmeler önerilir.

Ezilenlerin tarihi sayısız başkaldırı, sayısız yenilgiyle doludur. Ama aynı zamanda ezilenlerin şiddet pratiğinin ortaya çıkmadığı (şiddet tekeline eylemli bir itirazın öne çıkmadığı) uzun tarihsel dönemler vardır. Ezilenlere karşı şiddet durumu (potansiyel olarak) süreklidir.

Paris: Haziran 1832 – Barikatta son gece

Burjuva Avrupa’nın şafağında, şiddet durumunun en açık biçimde yaşandığı hapishanelere (Bastil) yönelen şiddet pratikleri, 1848’de yenilgi ile sona eren ve işçi sınıfının politik özne olarak tarih sahnesine çıktığı devrimlerde, sokağı ele geçirmiştir.

Hugo, Sefiller‘de Avrupa’yı 1848 Devrimlerine hazırlayan, 1832 Haziranındaki Paris barikatlarını anlatıyor. 1789’la başlayıp, 1848 devrimlerinin yenilgisiyle sona eren devrimci bir süreç, barikat savaşlarının yenilgileri ile doludur. İşçi hareketi ve şekillenmeye başlayan tarihsel Marksizm, sözü edilen yenilgileri yaşamış, Paris Komünü’ne böyle gelinmiştir.

Devrimci durum, her zaman şiddet içeren politik pratikler, şiddet durumu yaratır. Şiddet içermeyen bir devrimci durumdan sözetmek imkansızdır. Bir adım ileri; devrimciliğin bir devrimci duruma tekabül etmeyen ya da devrimci sürecin sönümlenmeye başladığı konjonktürlerde yaşanan pratiği de, öncüler şahsında politikanın şiddet içeren biçimlerini ortaya çıkarıyor.

1832 Paris’inde yığınların alanlardan çekildiği, barikatlardaki devrimcinin yenilgi öncesindeki durumu, böyle bir durumdur. Yığınların şiddet pratiğinden hızla uzaklaşması, barikattakini tek başına bırakıyor.

Hugo’nun kitabının, barikatın son gününü anlatan üç bölümünden bir seçkiye çerçeve yazı olarak yer veriyoruz. Aralık direnişinin günlüğü henüz yazılmadı. Ancak, benzerliklerin bulunduğu söz götürmez.

Sefiller‘de bir edebiyat ürününün konuya dramatik yaklaşımı ön plana çıkıyor ve bundan politik ve teorik sonuçlar çıkarmak güç bir iş. Aktarılan bölüm, barikattakilerin yeni bir güne hazırlanışları; coşku, heyecan ve cesaret; Enjolras’ın politik liderliğini anlatıyor. Türkiye solu, benzer özelliklere sahip devrimcileri çıkarmıştır. Her şeye rağmen, beş aydır devam eden süreç, bunun kanıtıdır.

1832 Paris’inde kurulan sokak barikatıyla, 2000-2001’in hapishanelerinde ortaya çıkan siyasal mahpus barikatı arasında, çıplak gerçeklikle yüzyüze gelme, politik nitelik, hatta kahramanlık bakımından herhangi bir fark bulunmamaktadır.

Ölüm oruçları, F tipinin kapısında ontolojik gerçekliği neredeyse ikiye bölmüştür. Barikattaki devrimci çıplak gerçekliği ile yapayalnızdır. Artık dışarıdan, bu çıplak gerçeklikle yüzyüze gelişi paylaşacak hiçbir gücün bulunmadığı söylenebilir. Sonucu, yüksek duvarlarla çevrilmiş dar bir alanda, kendi çıplak gerçeklikleriyle yüzyüze gelmiş ve gelecek olan barikattakiler belirleyecektir.

Politik gerçeklik, devrimcinin gerçeği, Mao’nun dillendirdiği gibi, “ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemiyor; o kadar zarif, o kadar sakin ve yumuşak, o kadar ılımlı, uysal, kibar, ölçülü ve alicenap değil”.

Ölümle sesleniyor dışarıdakilere. Ölüm, dışarıdaki “ruh”lara, korkutucu soğukluğunu hissettiriyor, vicdan borcu yüklüyor. Dışarıdaki, barikatını “yaşam” fikri üzerine kurduğundan, içeridekinin, “ölüm” üzerinden kurduğu barikatı ve onun politikasını anlayamıyor. Barikattaki, dışarının “yaşam” fikri üzerine kurduğu barikatı anlıyor, çaresizliğini, yalnızlığını hissediyor. O nedenledir, başka bir barikat kurmaya çağırmaması dışarıyı.

İçeride barikat, sadece ölümü göze alarak kurulabilir, 19 Aralık bunun açıkça tescilidir. Dışarıdaki “barikat” ise, ölümü anlayamaz, çünkü yaşam fikri üzerine kuruludur. Temelinde, vicdan, yaşam ve ölüm üzerine “duyarlık” vardır. Yaşamın kutsallığı, tanınmış politikanın zarif, sakin, yumuşak, ılımlı, kibar, ölçülü ve alicenap biçimleri, içerdekini ve ölümü sürekli olumsuzlar. Ölümlerin belli bir optimal noktasında, iktidarların dize geleceğini, umar.

Barikat direniyor. Barikat, Türkiye Solu’nun hapishanelerde başlayan, hapishanelerde cisimleşen, şiddet pratikleri içinde yoğrulmuş bir tarihsel dönemini, devrimci konumunu devam ettirebilecek bir imkanı yakalamak üzere, direniyor. Bu direniş, asla bir elveda değil.


İnsan Uçurumun Kenarında Konuşmazsa Ne Yapar?

Ayaklanmanın gizli eğitiminde onaltı yılın önemi vardır. 1848 Haziranı 1832 Haziranından daha çok şey biliyordu, daha tecrübeliydi. Böylece, Chanvrerie Sokağı’ndaki barikat da, az önce anlattığımız iki dev barikatla ölçülürse, ancak bir taslak, bir denemeydi; ne var ki, zamanına göre korkunçtu.

İsyancılar, Enjolras’ın gözü altında -çünkü artık Marius hiçbir şeye bakmıyordu- geceden iyice yararlanmışlardı. barikat tamir edilmekle kalmamış, üstelik, güçlendirilmişti de. Yarım metre yükselmişlerdi. Taşların arasına saplanan demir çubuklar hazır bekleyen mızraklara benziyordu. Dört-bir yandan getirilen her türlü yıkıntı, moloz içerideki girinti-çıkıntıyı daha da karışık hale sokuyordu. Sığınak ustaca, içeriden duvarla, dışarıdan da çalıyla yeniden yapılmıştı. Tıpkı bir kale duvarına çıkar gibi yukarı çıkmaya yarayan taş merdiveni de onarmışlardı.

Barikatı bir düzene sokmuşlardı: Meyhanenin alt salonunu boşaltmışlar, mutfağı seyyar hastane haline getirmişlerdi; yaralıların pansumanını tamamlamışlar, yere, masaların üzerine dökülen barutu toplamışlar, kurşunları eritmişler, mermi yapmışlardı; sargı bezlerini ayırmışlar, düşen silahları dağıtmışlar, istihkamın içini temizlemişler, yıkıntıyı kaldırmışlar, ölüleri götürmüşlerdi. Ölüleri hala ellerinde bulunan Mondétour ara sokağına yığdılar. oradaki kaldırım taşları uzun zaman kıpkırmızıydı. Ölüler arasında dört tane de banliyöden gelen muhafız askeri vardı. Enjolras onların üniformalarını bir kenara kaldırttı.

Enjolras iki saat uyumalarını öğütlemişti. Yalnız, bundan ancak üç, dört kişi yararlandı. Feuilly bu iki saati meyhanenin karşısındaki duvara şu yazıyı kazmakla geçirmişti:

YAŞASIN HALK!

Sıva üzerine kazılan bu iki kelime 1848’de hala o duvarda okunuyordu.

Üç kadın bu gece dinlenmesinden yararlanarak büsbütün ortadan kayboldular; bu da isyancıların daha rahat soluk almalarını sağlamıştı. Kadınlar komşu evlerden birine sığınmak imkanını bulmuşlardı.

Yaralıların pek çoğu döğüşebilirdi, buna da can atıyordu. Seyyar hastane haline gelen mutfakta şiltelerle, samanlarla meydana getirilen bir sedyenin üzerine, iki muhafız askeri, beş ağır yaralı vardı. Hepsinden önce muhafız askerlerini tedavi ettiler.

Alt salonda, kara örtüsü altındaki Mabeuf’le direğe bağlı Javert’den başka kimse kalmamıştı.


Enjolras: “Burası ölüler salonu” dedi.

… Yolcu arabasının oku yaylım ateşiyle kırılmışsa da gene de oraya bir bayrak asacak kadar ayaktaydı. Enjolras dediğini daima yerine getiren, o başkanlık niteliğine sahip bir kimseydi; öldürülen ihtiyarın delik deşik kanlı ceketini göndere bağladı.

Artık hiçbir şey yemek imkanı yoktu. Ne ekmek vardı, ne de et. Orada bulundukları onaltı saat içinde barikattaki elli kişi meyhanenin yetersiz yiyeceklerini çabucak tüketivermişti. Saldırıya dayanan her barikat, belirli bir anda, kaçınılmaz bir şekilde “Meduse”salı haline gelir. Açlığa katlanmak gerekti. haziranın o Spartalılara layık 6. gününün ilk saatlerindeydiler, Saint-Merry barikatında isyancılar Jeanne’ın çevresini sarmışlar, ekmek istiyorlardı; Jeanne “Yiyecek!” diye bağıran bütün o savaşçılara: “Niçin?” diyordu. “Saat üç. Dörtte hepimiz ölmüş olacağız.”

Sabahın saat ikisine doğru birbirlerini saydılar. hala otuz kişiydiler. Yavaş yavaş tan yeri ağarmaya başlıyordu. Taştan kafesine yeniden yerleştirilmiş meşaleyi daha yeni söndürmüşlerdi. Barikatın içi, sokaktan alınan o avlu gibi yer, karanlıklara boğulmuştu, alacakaranlığın belli-belirsiz dehşeti içinde, kazaya uğramış bir geminin güvertesine benziyordu. Gidip gelen savaşçılar orada birer karaltı gibi kımıldıyorlardı. . Bu korkunç gölge yuvasının üzerinde sessiz evlerin katları mosmor beliriyordu; daha da yukarıda bacalar ağarıyordu. Gökyüzünde, belki beyaz, belki de mavi olan belirsiz bir sevimli renk vardı. Orada kuşlar mutlu çığlıklarla uçuşuyordu. Barikatın dip tarafını meydana getiren yüksek ev doğuya doğru dönük olduğundan damında pembe bir pırıltı vardı. Sabah rüzgarı üçüncü katın küçük penceresindeki ölü adamın kır saçlarını karıştırıyordu.

Courfeyrac, Feuilly’e: “Meşaleyi söndürdüklerine çok sevindim” diyordu. “Rüzgarda çırpınan o meşale canımı sıkıyordu. Korkarmış gibi bir hali vardı. meşalelerin ışığı korkakların zekasına benzer; titrediği için iyi aydınlatmaz.”

Gün doğuşu, kuşlar gibi zihinleri de uyandırdı; herkes konuşuyordu. Jolly, bir saçakta dolaşan kediyi görmüş, bunun felsefesini yapıyordu:

– “Kedi nedir?” diye bağırıyordu. “Bir düzelticidir. Tanrı fareyi yaratınca: “Bak hele, bir hata yaptım” dedi. Sonra da kediyi yarattı. Kedi farenin dizgi hatasını düzelten cetveldir. Fare artı kedi, yaratılışın gözden geçirilmiş şeklidir.”

Combeferre, çevresini kuşatan öğrencilere, işçilere ölülerden, Jean Prouvaire’den, Bahorel’den, abeuf’ten, hatta Le Cabuc’ten, Enjolras’ın ciddi kederinden söz ediyordu. Diyordu ki:

– “Harmodius’la Aristogiton, Brutus, Chereas, Stephanus, Cromwell, Charlotte Corday, Sand… hepsinin bıçağı sapladıktan sonra, ıstırap anları oldu. Kalbimiz öyle heyecanlıdır, insan hayatı öyle bir bilmecedir ki siyasi bir cinayette bile, kurtarıcı bir cinayette bile, -öyle bir cinayet varsa- bir insanı vurmuş olmanın vicdan azabı insanlığa hizmet etmenin sevincinden fazladır.”

Laf lafı açar ya, biraz sonra Jean Prouvaire’in mısralarından söz açılmış, oradan da Combeferre çevirilere geçmişti. “Georgia” çeviricilerini, Rause ile Cournard’ı, Cournard’la Delille’i birbiriyle karşılaştırıyor, Malfilatre’ın çevirdiği bazı parçaları, özellikle Caesar’ın ölümündeki mucizeleri anlatan parçayı belirtiyordu; Caesar denince de konuşma Brutus’a döndü.

Combeferre: “Cesar haklı olarak düştü” diyordu. “Ciceron ona karşı sert davrandı, haklıydı. Bu şiddet asla kınama, hiciv değildir. Zoilos Homeros’a hakaret ederken, Maevius Vergilius’a hakaret ederken, Visé Moliér’e hakaret ederken, Pope Shakespeare’e hakaret ederken, eski bir kıskançlık, kin yasası yerine gelmiş oluyordu. Dehalar hakareti çeker; büyük adamlar az ya da çok çekiştirilir, rahatsız edilir. Yalnız, Zoilos ile Çiçeron farklıdırlar. Ciceron, Brutus’un adaleti kılıçla yerine getirdiği yerde adaletin fikirle savunmasını yapar. Bana gelince, ben şu birinci adaletin aleyhindeyim, yani kılıcın; ama, Eskiçağ bunu kabul ediyordu. Caesar, Rubicon’a saldırmakla, halktan gelen rütbeleri sanki kendinden geliyormuş gibi dağıtmakla, senato içeri girerken ayağa kalkmamakla, Eutropius’un dediği gibi, kral gibi, hemen hemen bir müstebit gibi davranıyordu, “regia ac poene tyrannica”. Büyük adamdı; çok yazık; çok yazık… ya da ne iyi! İbret dersi daha yücedir. Onun yirmiüç yarası beni İsa’nın yüzüne tükürülmesinden daha az ilgilendirir. Caesar’ı senatörler bıçakladı; İsa’yı uşaklar tokatladı. hakaret arttıkça tanrı belirir.

Bossuet, bir taş yığınının üzerinden konuşanlara tepeden bakıyordu. Elinde karabinası, “Ey Cydathenaeum, ey Myrrhinus, ey Probalinthe, ey Aentiden’in güzelleri!” diye bağırdı. “Ah! Homeros’un mısralarını Lauriumlu, ya da Edapteon’lu bir Grek gibi okumak kudretini bana kim bahşedecek?”

Aydınlanma, Kararma

Enjolras bir keşfe gitmişti. Evler boyunca süzülerek Mondétour Sokağı’ndan çıkmıştı.

Şunu söyleyelim ki, isyancılar umut içindeydiler. Geceki saldırıyı püskürtmüş olmaları onlara adeta şafağın saldırısını küçümsetiyordu. Onu bekliyorlar, onunla eğleniyorlardı. Amaçlarından şüphe etmedikleri gibi başarılarından da emindiler. Zaten hiç şüphesiz yardımcı kuvvetler gelecekti. Ona güveniyorlardı. savaşı, Fransızın güçlerinden biri olan o, zafer müjdeleyen kehanet kolaylığıyla, başlamak üzere olan günü belirli üç bölüme ayırıyorlardı: Sabahın saat altısında, “işlenmiş olan” bir alay dönüp gelecekti; öğle üzeri bütün Paris ayaklanacaktı; güneş batarken de, devrim.

Saint-Merry’nin dünden beri bir dakika bile susmayan tehlike çanları gene duyuluyordu; öbür barikatın, büyüğün Jeanne’ınkinin hala dayandığına işaretti bu.

Bütün bu umutlar, bir toplulukla öbürü arasında, bir arı kovanının savaş vızıltısına benzeyen hem neşeli, hem korkunç bir fısıltıyla konuşuluyordu.

Enjolras yeniden göründü. Dış karanlıktaki tasalı kartal gezintisinden dönüyordu. Bir an bütün bu neşeyi, kollarını kavuşturup, bir eli dudaklarında, öylece dinledi. Sonra, sabahın artan aydınlığında taze, canlı bir halle şöyle dedi:

– “Bütün Paris ordusu savaşa katılıyor. Bu ordunun üçte biri sizin içinde bulunduğunuz barikata yükleniyor. Ayrıca da muhafız askerleri var. Beşinci taburun kasketleriyle altıncı alayın bayraklarını seçebildim. Bir saate kadar saldırıya uğrayacaksınız. Halka gelince, o dün kaynadı ama, bu sabah kımıldamıyor bile. Beklenecek, ya da umulacak hiçbir şey yok. Ortada bir alay olmadığı gibi bir mahalle de yok. Sizi yüzüstü bıraktılar.”

Bu sözler toplulukların uğultusu üzerine düştü, orada bir sağanağın ilk damlalşarının bir arı sürüsü üzerindeki etkisini yarattı. Hepsi sessizleştiler. Ölümün uçtuğu duyulabilecek, anlatılamaz bir sessizlik oldu.

Bu an çok kısa sürdü. Toplulukların en karanlık dibinden gelen bir ses Enjolras’a bağırdı:

– “Olsun! Barikatı altı metreye yükseltelim, hepimiz burada kalalım. Yurttaşlar, ölülerin sesini yükseltelim! Halk cumhuriyetçileri yüzüstü bıraktıysa, cumhuriyetçilerin halkı bırakmadığını gösterelim!”

Bu sözler hepsinin zihnini özel kaygıların üzücü bulutundan kurtardı. heyecanlı bir alkışla karşılandı.

Bu konuşmayı yapan adamın adı hiçbir zaman öğrenilemedi, herhangi bir işçi, bir yabancı, unutulmuş biri, kahraman bir yolcuydu; belirli bir anda yüce bir şekilde son sözü söyleyen, daima insanın bunalımlarına, toplumun doğuşlarına katılan, bir şimşek ışığında bir dakika için, halkı, Tanrı’yı temsil ettikten sonra karanlıklar içinde kaybolan o yüce adsız.

Bu sarsılmaz karar 6 Haziran 1832’nin havasını öylesine doldurmuştu ki, hemen hemen aynı saatte Saint-Merry barikatında, isyancılar tarihe geçen, mahkemede belirtilen şu çığlığı koparıyorlardı; “Bize yardıma ister gelsinler, ister gelmesinler, ne çıkar! Burada en sonuncuya kadar kendimizi ölüme atalım!”

Görüldüğü gibi her barikat, madde olarak birbirinden ayrıysa da, birbirine bağlıydı.

Beş eksik, bir fazla

Ölülerin sesini yükseltmeye karar veren o bilinmez adam konuşup da ruhların birleşme formülünü sunduktan sonra bütün ağızlardan garip şekilde memnun, korkunç, anlamı acıklı, sesi zafer dolu bir haykırış çıktı.

– “Yaşasın Ölüm! Hepimiz burada kalalım.”

Enjolras: Niçin Hepimiz?” diye sordu.

– “Hepimiz! Hepimiz!”

Enjolras: “Yer iyi, barikat sağlam” dedi. “Otuz kişi yeter. Niçin kırk kişiyi feda edelim?

Buna hepsi birden: “Çünkü hiç kimse buradan gitmek istemiyor!” diye karşılık verdi.

Enjolras: “Yurttaşlar!” diye bağırdı. Sesinde öfkeli bir titreme vardı. “Cumhuriyet insandan yana boş yere harcamalarda bulunacak kadar zengin değildir. Gururlanma bir israftır. bazıları için buradan gitmek bir ödevse, bu ödev de herhangi bir başka ödev gibi yerine getirilmelidir.”

Enjolras ilkelere bağlı bir adamdı; onun için, dindaşları üzerinde, mutlak bir egemenliği vardı. Yalnız, bu mutlak egemenlik ne derecede olursa olsun mırıldanmalar oldu. Enjolras saçlarının teline kadar da komutandı; mırıldanıldığını görünce ayak diredi. Azametli bir tavırla: “Otuz kişi kalmaktan korkanlar söylesinler!” dedi.

Mırıltılar arttı.

Bir topluluktan gelen bir ses: “Buradan gidin demek dile kolay” dedi. “Barikat kuşatılmış durumda.”

Enjolras: “Halles’den yana değil” dedi. “Mondétour Sokağı serbest; Précheurs Sokağı’ndan geçerek Innocents çarşısına ulaşılabilir.”

Topluluktan bir başka ses: “Orada da insan yakayı ele verir” diye söz karıştı. “Bir alayın, ya da bir ileri karakolunun kucağına düşeriz. Sırtında işçi ceketi, başında kasketle geçen bir adam görürler. “Sen nereden geliyorsun bakalım?” Sakın barikatlardan olmayasın?” Sonra da ellerinize bakarlar. “Barut kokuyorsun. Kurşuna dizilsin!”

Enjolras, Buna hiç karşılık vermeden Combeferre’in omuzuna dokundu, her ikisi de alt salona girdiler. Kısa bir süre sonra çıktılar. Enjolras ellerini ileri doğru uzatmış, daha önce bir kenara ayırttığı o dört üniformayı tutuyordu. Combeferre de, palaskalarla, kayışlarla tüylü asker kasketlerini taşıyarak, onun arkasından geliyordu.

Enjolras: “Bu üniformayla” dedi, “insan asker saflarına karışabilir, kolayca kaçar. İşte şimdilik dört tanesi burada.”

Taşları sökülmüş sokağa dört üniformayı attı.

(V. Hugo, Sefiller, Cilt 3, Çev.: Nesrin Altınova, Bateş Yay., 1998)

 

 
 


[1] J. Fuçik, Darağacından Notlar, Çev.: Şemsa İlkin, Yücel yay., İstanbul 1975, s. 99.

[2] Güç sahibi bir politik öznenin dışarıdaki politik pratiği, daha kitlesel tutsaklık yaşayan Kürt hareketinin hapishanedeki politik pratiğini kendine tabi kılmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar