Ana SayfaArşivSayı 24-25Muhasebeciler ve Muhasipler

Muhasebeciler ve Muhasipler

Selçuk Kozağaçlı

Genellikle; “dışa dönük şiddet üretmeyen” ve kendi üzerinde sarf edilen şiddete mukabele etmeyerek dozunu düşürmeye çalışan davranış biçimlerinin –şiddeti imkan olarak dışladığı pratik varsayımına ve şiddetin politika ile ilgisini reddeden felsefi-ideolojik bir arkaplana sahip olduğu teorik önermesine dayanılarak– “sivil itaatsizlik” üst başlığı altında toplanabileceği varsayılır.

Reformizm; sivil itaatsizlikten yahut üçüncü kuşak eylemlerden muhakkak çok daha köklü ve tarihsel bir siyasadır, ancak, şiddet “tasnifleri” arasındaki benzerlik, bu eğilimleri garip bir yönden daha benzeştirmiştir: Araç-amaç ilişkilerinin muhasebesi sorunu.

Ölüm Orucu bir pasif direnme (passive resistance) değildir; “sivil itaatsizlik” hiç değildir. Teknik anlamda bir tür hapishane “reformuna” karşı ve siyasi anlamda ise her tür “reformizme” rağmen yürümektedir. Esasen; bizzat özneleri tarafından tercih edilmediği sürece[1] herhangi bir siyasi davranışın, “çaresizlik içinde” takınılmış naive bir duruş yahut şiddet karşısında düşülmüş “saltık mağduriyet” olarak tarif edilmeye çalışılması gereksiz gayrettir. “Çaresizlik”, geniş anlamıyla, siyasi davranışın yapısal imkansızlığıdır. Ölüm Orucu’nun bir eylem biçimi olarak seçilmesi, başlaması, içeride veya dışarıda sürdürülmesi, tahliyeye bağlı olarak sona erdirilmesi veya erdirilmemesinde görülen zaman ve yaklaşım çeşitliliği, çaresizlik kavramıyla açıklanamaz.

Elbette; hapishanede -sınırlı siyasi imkana sahip olunan bir mekanda- seçeneklerin azlığından veya tüketilmişliğinden söz edilebilir ve haklı olarak edilmiştir. Ancak bu anlamıyla “çaresizlik”, siyasi davranışın meşruiyet zeminini oluşturan “imkanların azlığı” ile eş anlamlıdır.[2]

Pasif direnişin “biçareliği” ise hiçbir anlamıyla gerçek değildir. Bu tür “mağduriyetin dışavurumu” pozisyonlarına özgü bilanço stratejilerinin, reformizm aracılığı ile siyasi eylemlere uyarlanmaya çalışılması, söz konusu gayretin gereksiz olmakla kalmayıp tehlikeli olmaya başladığı yerdir ve aşağıda anlatacaklarım buna ilişkindir.

‘Niceliksel’ bilanço

Bu yazı kaleme alındığı sırada; F Tipi Hapishane sevkine razı olmadıkları için “Hayata Dönüş Operasyonu” sonucu 28, doğrudan Ölüm Orucu sonucu 43, Küçükarmutlu operasyonu sırasında 4 ve müdahaleleri protesto amacıyla hapishanede kendisini yakma eylemi sonucu 3 direnişçi yaşamını yitirmişti. Aynı süreçte, ölüm orucu direnişine müdahaleleri protesto amacıyla yapılmış iki bombalı eylemde eylemciler de ölmüş, yurt dışında bir kişi kendisini yakarak, diğer bir kişi ise direniş çadırına yapılan saldırıda bıçaklanarak yaşamını yitirmişti. Eylem koşulları içinde tedavisi yapılmadığı için kanser nedeniyle kaybedilen bir kişi ile birlikte bilanço 83[3] ölüm olarak çıkarılabilir.

Başka bir tür sayısal hesap; kesin rakam ancak yıllar içerisinde anlaşılacak olmakla birlikte, yaklaşık 275 kişi için -direnişle bağlantılı- bedensel ve/veya zihinsel kalıcı sakatlıktır.

Daha da başka bir tür bilanço; “F Tipi protesto eylemleri ve basın açıklamaları nedeniyle” hala yargılanan veya kovuşturma geçirmiş, gözaltında tutulmuş, memuriyetten açığa alınmış, okulu ile ilişkisi kesilmiş, 12 Aralık 2000’de Kızılay’da linç edilmeye çalışılmış ve en azından 19 Aralık 2000-1 Mayıs 2001 arasında bolca meydan dayağı yemiş yaklaşık 5 bin kişiyi kapsar. TSİP Genel Başkanı ile bir yöneticisi ve bir üyesi[4] hakkında kesinleşmiş “yardım ve yataklık” cezaları verilmesi ile partinin kapatılması için hazırlanmış fezleke, ÖDP içerisindeki platform gerginliklerinin tasfiyeye doğru nitelik değiştirmesi ve partinin çözülmesi, TümYargı-Sen davası kararı, kapatılma istemli İHD Ankara Şubesi davası ve benzerleri de bilançonun bu sayfasındadır.

Böyle bir döküm ne işe yarayacaktır? Yaygın düşünceyle, 19 Aralık 2001 itibarıyla 395 günü geride bırakılmış da bulunsa, henüz bitmemiş bir “mali yılın” “çift sütunlu muhasebe defteri” için gider hanesidir bu. Elbette herkes, ülke tarihinde alışılmamış bir biçimde[5] yıldönümünü görmüş bu eylemin muhasebesini yapmak hak ve görevi ile ilgilidir. Ancak bu iş yapılırken, muhasebeci ile muhasip arasında ortaya çıkan fark, anlatmaya çalışacağım üzere, teknik değildir.

Politik bilanço

Üçüncü Kuşak eylemlerin tek ayırt edici tarafı şiddete yaklaşımları değildir. Araç ve amaç arasında kurulmuş bu gayrisiyasi ilişkinin muhasebesi, “katlanılabilir fedakarlık” ilkesine göre işler. Reformizmin “hukukileştirilmiş siyasi davranış” kalıbının bir gömlek zorlanmasından ibarettir bu, ya da önce böyle bir ayrım olduğunu varsayarak; “yasa” karşısında “hukuka” oynamaktır. Tuz tekelini kırmak için tuzsuz yemek, tekstilde zorunlu ithalat sömürüsünü protesto için yün eğirmek, sömürge vergisini kaldırtmak için -kısa süreli hapis cezasını göze alarak- kitlesel vergi ödememek, nükleer atık yüklü tren durdurmak için “trafiği aksatma” cezasına veya “idari para yaptırımına” razı olmak gibi sayısız örnekle çoğaltılabileceği üzere, bu iş “elde edilmesi umulan fayda için katlanılabilecek fedakarlıkların” -en azından- kabul edilebilir ölçülülüğüne dayanır. Aynı ölçülülüğün yarattığı rasyonalite duygusu, bu bilanço tekniğinin siyasi eylemin değerlendirilmesinde de “her zaman” kullanılabileceği zannını yaratır. Katlanılabilir fedakarlığın “Feda“ya, ölçülü karşılığın “Bedel“e, yahut sürecin -sonucu yerine- kendisinin “Zafer“e evrildiği “irrasyonalite” bu hesaba yabancıdır.

Sıkça iddia edildiğinin aksine; pasif direniş de bir yönüyle şiddet tarafından şekillendirilir. Burada özne, karşısındaki şiddet tekelinin kitlesel gözaltı, yargılama, düşük yoğunluklu ve belli süreli hapis, işten çıkarma, belli bir kamu hizmetinden yararlandırmama, para cezası hatta kolluk dayağı türünden fonksiyonlarının “pasif” muhatabıdır. En basit formunda dahi sivil itaatsizlik şu çok önemli öngörüye dayanır: “Şiddet tekelini hissedebiliyorum ve onun beni yok etmesini imkansız hale getirecek şekilde davranmak niyetindeyim.” Bu öngörünün pratik sağlaması “mislî mütekabiliyet” deneyiminden yapılır. Daha bilinen haliyle; “Silahının olmadığını bilirlerse sana ateş etmezler”.

“Şiddetin sistematik olarak reddi, şiddet tekelini zayıflatır” şeklinde de tarif edilebilecek bu iddianın teorik bir kıymeti bulunmasa da önemli siyasi açılımları mevcuttur ve F Tipi Hapishane sürecini yakından ilgilendiren birkaç sonucu dikkat çekicidir.[6]

Ulucanlar Katliamı’nı önceleyen süreç ile 19 Aralık Katliamını önceleyen süreç karşılaştırıldığında hemen ayırt edilebilecek olan, birincinin sonuçlarının, ikincide her iki tarafı da öngörülebilir davranış biçimlerine yöneltmesidir. Ulucanlar’da uzun süredir ve keyfi olarak çözümsüzlüğe itilmiş yatak sorunu, 2 Eylül 1999 tarihinde 4. ve 5. Koğuşlarda kalmakta bulunan siyasi tutuklu ve hükümlülerin 7. Koğuşu fiilen kullanmaya başlamalarıyla gerginleşmişti. Geçen 25 gün boyunca, tutuklu ve hükümlüler büyük sıkıntıya yol açan yatak sorunu çözülmeden fiili durumu sona erdirmeyeceklerini bildirmişlerdi. Devletin; bu fiili irade beyanına cevabı kanlı olmuştur. 29 Eylül 1999’da cezaevine girilmiş ve toplam 100 kişinin yaşamalanı üzerinde 10[7] kişi işkence ile öldürülmüş, onlarcası gerçekten şans eseri ölmeyerek ağır yaralanmıştır. Fiziksel direniş iradesinin doğrudan beyan edildiği bir durum için tasarlanan saldırıda ölüm oranı ortadadır: %10.

F Tipi Hapishanelere fiilen sevk öncesi 20 Ekim-Kasım 2000 deklarasyonu ile Ölüm Orucuna başlanması, buna paralel olarak dışarıda protesto eylemlerinin ve medya ilgisinin yükselmesi “fiziksel direniş iradesi beyanından” çok daha önemli bir rol oynayarak devletin “müdahale ile gözden çıkarılabilir direnişçi” sayısını yeniden değerlendirmesine yol açmıştır. 16 Aralık’ta ölüm orucunun sürdüğü tüm hapishanelerde dilekçe olarak hapishane idarelerine verilen “Müdahale halinde ölüm orucu direnişçilerinin kendilerini ateşe verecekleri” yönündeki ültimatom, daha da baskın biçimde aynı mahiyettedir[8]. 19 Aralık’ta ülke genelinde yirmi cezaevine girildi, yaklaşık 3 bin kişinin yaşamalanı üzerinde 28 ölüm. Oran: % 1.

Çoğumuz, 17 Aralık’ta sadece -herhalde endişe ve eleştiri tonuyla- şöyle söyleyebilmiştik: “Siyasi kültürümüzde olmayan bir eylem biçimi değil mi bu?” Kiminin daha “aktif” bir eylem türünü kiminin ise tam tersini kastederek yaptığı bu değerlendirmeye karşı zaman gösterdi ki, siyasi kültür birleşik kavramının “siyasetten” değil “kültürden” beslendiğini zannetmek gibi önemli bir hata içerisindeymişiz. Siyasi tutumun; coğrafya, yakın tarih, büyük anlatılar, teorik birikim, kitlesel yineleme gibi kültürel makro-etkilerin değil, mekan-imkan ve an gibi siyasi mikro-etkilerin hesaplandığı bir uğraş olduğunu görmüş olduk.

F Tipi Hapishanelerle mücadele programı, ölüm orucu eyleminin tabiatı gereği öne çıktığı bir dizi direniş ile doğrudan ilgilidir. Sevke ve hemen sonrasında makat-avurt aranmasına, çırılçıplak soyularak üst aranmasına ve haberleşme yasağına direnmek, irade dışında çıkılacak “tretmana tabi ortak mekan” dayatmasını kabul etmemek, hazırolda sayım vermemek, hapishane temsilciliği talebinde ısrar, televizyon ve su ısıtıcısı almamak, tacize dönük ayakkabı aramasına direnerek mahkemelere ayakkabısız çıkmak, açık görüşe çıkmamak, infaz yargıçlığı vb. reformlar ile hukuki ilişkiyi reddetmek gibi, yeni “infaz rejiminin” bir bütün olarak reddine işaret eden sistematik eylemler ilk günden bu yana değişen nitelik ve oranda sürmektedir.

İstekleri dışında ve büyük bir öngörü ve cesaretle ortaya koydukları iradeye rağmen F Tipi Hapishanelere doldurulmuş olanların, “tretmana” direnmesi normaldir ve bu iş herhalde süre ile bağlı değildir. Hapishaneler açısından artık aylar veya günlerle değil fakat, yıllarla ölçülecek bir direnişin başlamış -veya zaten hiç bitmemiş- olduğunu görmek özel bir öngörüşlülük gerektirmez.

Ancak bu zamansal genişlemenin dikkate sunduğu esaslı sorun; tek bir karar sürecinde, birden fazla konjonktürü aynı eylem tipi ile geçirme ihtimalinin -belki gerçeğinin- varlığıdır. Daha yaygın bir inanışa göre ise sorun bilançodadır. “Gider” kalemlerini ne kadar içeriden veya dışarıdan, ne kadar büyük bir acıyla veya soğukkanlılıkla sıraladığımızdan bağımsız olarak gözlerin “gelir” hanesine kaymasını engellemek mümkün değildir. İşte tuttukları defterin aynı zamanda sahipleri olan muhasiplerin, meslek gereği başkasının defterini tutan muhasebecilerden ayrılması gereken yer burasıdır. Bir grup “meslek erbabının”, durmuş bir saat kesinliği ve ısrarıyla bu konuda söylenebilecek sözü zaten söylediklerine duydukları inanç kırılmak zorundadır. Bu sözler tanıdıktır:

20 Eylül-Kasım 2000: “Bir eylem biçimi olarak ölüm orucunun tercih edilmemesi gerektiği“,

9 Aralık: “Bakan(lar)ın iyiniyetli olduğu ve her ne kadar başlanmışsa da burada bırakılması gerektiği“,

12 Aralık: “Provokasyon başladığından artık sokağa çıkılmasının kesinlikle mümkün olmadığı“,

17 Aralık: “Bu tür eylemlerin siyasi kültürümüzde bulunmadığı“,

19 Aralık: “Ödenen bedele değmediği“,

24 Aralık: “Bir tür solun nihayet tarihe gömüldüğü“,

15 Ocak 2001: “Avrupa standartlarının değerlendirilmesi gerektiği” ve Şubat: “Bırakılması gerektiği“, Mart: “Bırakılması gerektiği“, Nisan: “Bırakılması gerektiği”, …

Tekrar Aralık: “Artık, muhakkak bırakılması gerektiği.

Şüphesiz bunların hemen yanında, hangi aşamada olursa olsun; “Söylediğim zaman bıraksalardı daha kârlı çıkacaklardı!..” edepsizliği.

Nihayet bu ideolojik zafiyetin, soldan “siyasi ileri görüşlülük” olarak pazarlanması F Tipi Hapishaneye karşı mücadeleye yeteri kadar zarar vermiştir. Ancak daha da önemli bir başka zarar kapıdadır. Bu zarar; Muhasebeciler tarafından kof ve siyaset dışı bir kesintisizlikle “zaten sürekli söylenmiş olduğu” iddia edilen şeyin, bir gün Muhasipler tarafından “gerçekten söylenebileceği An’a” koyduğu ambargodur.

1998 yılı sonlarında yürütülen “Devlet Güvenlik Mahkemelerini boykot” eylemi sırasında bir benzerine tanık olduğumuz bu tehlike, o zaman, bir kısım avukat tarafından şu şekilde kotarılmıştı: Önce sadece “tutuklular başladığı için” boykota başlanamayacağı iddiasıyla eylemden uzak durulması gerektiği ve meselenin “mesleki”, “deontolojik”, “ahlaki” yönleri nedeniyle “ulusalüstü hukuka dayanma” zorunluluğunun öne sürülmesi. Sonra ise; yine sadece “tutuklular bıraktığı için” boykotun bırakılamayacağı iddiasıyla, meselenin mutlak bir mesleki ve “siyasi” erdem kılıfına büründürülmesi.

Ahlaki, mesleki veya felsefi olarak mutlaklaştırılmış herhangi bir davranışın “siyasi” olmaktan çıktığı sonucu, DGM boykotu örneğinde yeterince sırıtmıştır.[9]

Hesap paylaşılmalıdır

Ölüm Orucu gibi -doğrudan ve neredeyse tek başına insan unsuruna yüklenmiş- zorlu bir eylemin, F Tipi Hapishanelere karşı mücadelenin “motor gücü” olmayı ne kadar daha yerine getirebileceği sorusu erken değildir. Şüphesiz cevabı meselenin öznelerinde olmakla birlikte, bu sorunun, ülke yakın tarihinin en önemli direnişlerinden biri önünde haddini muhafaza ederek sorulabileceğine inanalım. Bir eylemin başlaması ve bitmesi konusundaki siyasal kararların dayandığı “konjonktür analizinin” paylaşılabilir olmasına, eylem sahiplerince değer verilmelidir. 20 Ekim – 20 Kasım – 19 Aralık konjonktürünün analizini paylaşmış olmak kadar, eylemin “sona erdirilebileceği” konjonktürün ne olduğu tespitinin de paylaşılabilir olması önemsiz bulunmamalıdır.[10]

Siyaset dışı bir süreklilik ile aynı şeyi söyleyen reformizmin böyle bir paylaşımı zorlaştırıcı yahut neredeyse gereksiz hale getirici “medyatik” etkisi maalesef ortadadır. Ancak nasıl zaman; muhasebecilerin durmuş saatlerinin tozlu kadranlarında takılıp kalmış yelkovan ve akreplerin üzerinden “gerçek vakit” olarak geçerken en küçük bir tereddüt bile göstermiyorsa, Ölüm Orucu direnişinin siyasi özneleri de vakit geldiğinde “saati yüksek sesle söylemekte” aynı açıklıkta ve kesinlikte davranmak zorundadır. Bilançonun “Gelir” hanesine, gerçekleşmiş olan ve gelecekte gerçekleşecek olması umulan faydalar bir yana, sadece tecrite ve siyasi “soykırıma” karşı bu 395 günlük kökten direnişin varlığı dahi yazıldığında; sona erme halinde ortaya çıkabilecek lafzî benzerlik, çalışan bir saatle durmuş bir saat arasındakinden fazla olmayacaktır.

Şüphesiz her konjonktür analizi, siyasi gücün, pozisyonun, önceliklerin ve ihtiyaçların üzerinde şekillenmektedir. Eğer “mutlak olan” ile “siyasi olan” arasında bir fark varsa bu paylaşım bir ihtiyaçtır.

Aralık ayı sonunda F Tipi Hapishanelerde -ilk- bayram ve yılbaşı açık görüşünün kısmen de olsa yapılmış olması; “açık görüşe çıkmama” direnişinin hala nefes alıp verdiğinin, bağlamı dışında mutlaklaştırılmamış olmakla da hala siyasi olduğunun göstergesidir. Yahut, eylem boyunca istikrarlı biçimde sergilenmiş “grup çıkarma periyodunun” Ekim, Kasım ve Aralık ayları esas alındığında genişlediği gözlemi doğruysa ve bu irade dışavurumları yeni bir durum değerlendirmesine işaret ediyorsa, “analiz paylaşma talebinin” nesnel koşullarının da bulunduğu düşünülebilir.

Dışarıdan birtakım maddi sonuçlara kitlenip, bunların elde edilip edilmediğini tartarak; kendilerine ait olmayan bir fedakarlığın “katlanılabilir olup olmadığını”, arkasında durmadıkları bir barikatın “sağlam olup olmadığını” ölçenler, vardıkları sonuç ne olursa olsun, bu kapsamlı direnişin bizzat kendisini görememekle malûldür. Topyekün tecrite, yok edilmeye, siyasi kimlik ve kişilikten soyundurulmaya yönelik “F Tipi Hapishane” saldırısının birinci büyük dalgası, direnenlerin göğüslerine çarparak kırılmıştır. Hapishaneler özelinde bu; bilindiği kadarıyla ne ilk, göründüğü kadarıyla ne de sondur.

Hapishanenin, yani bu ülkenin şiddet tekeline en uzun sınırı olan kıyısının dalgakıranları üzerinde oturanlar, ayakları hiç ıslanmamış muhasebecilerden farklı olarak, daha sayısız dalganın geleceğinin, şüphesiz, farkında ve hesabındadır. Eğer öyle ise bu hesap paylaşılmalıdır.

Bu paylaşımın motivasyonu, hapishane direnişinde bildikleri türden bir siyaseti bulamayanların hayalkırıklığı, sola ömür biçenlerin lafazanlığı, yenilenlerin, yorulanların, sıkılanların, başka gündemlere ihtiyaç duyanların gayretkeşliği değildir. Aklımızı onların bulanık ve derin sularına kapattık. Kulağımız ve kalbimiz kıyıdan gelecek sestedir.

 

Ek:

Direniş boyunca yaşamını yitirenler

19-22 Aralık 2000 Bayrampaşa Yazgülü Güder Öztürk, Nilüfer Alcan, Mustafa Yılmaz, Şefinur Tezgel, Aşur Korkmaz, Seyhan Doğan, Fırat Tavuk, Gülser Tuzcu, Cengiz Çalıkoparan, Ali Ateş, Murat Ördekçi, Özlem Ercan, Ümraniye Ahmet İbili, Alp Ata Akçayöz, Umut Gedik, Ercan Polat, Rıza Poyraz, Çanakkale Fidan Kalşen, İlker Babacan, Fahri Sarı, Sultan Sarı, Bursa Ali İhsan Özkan, Murat Özdemir, Çankırı İrfan Ortakçı, Hasan Güngörmez, Uşak Berrin Bıçkılar, Yasemin Cancı, Ceyhan Halil Önder, 21 Mart-19 Kasım 2001 Cengiz Soydaş (Sincan), Adil Kaplan (Edirne), Bülent Çoban (Kandıra), Gülsüman Ada Dönmez (Küçükarmutlu), Tuncay Günel (Edirne), Nergiz Gülmez (Kartal), Fatma Ersoy (Kütahya), Celal Alpay ( Buca), Abdullah Bozdağ (Buca), Erol Evcil (Sincan), Murat Çoban (Sincan), Canan Kulaksız (Küçükarmutlu), Sedat Gürsel Akmaz (Buca), Ender Can Yıldız (Sincan), Sibel Sürücü (Kartal), Hatice Yürekli (Ulucanlar), Şenay Hanoğlu (Küçükarmutlu), Sedat Karakurt (Edirne), Erdoğan Güler (İzmir Kahramanlar), Fatma Hülya Tumgan (Ulucanlar), Hüseyin Kayacı (Buca), Cafer Tayyar Bektaş (Ulucanlar), Uğur Türkmen (Sincan-Mersin Tarsus), Veli Güneş (Kandıra), Aysun Bozdoğan (Kartal), Zehra Kulaksız (Küçükarmutlu), Mahmut Gökhan Özocak (İzmir Yamanlar), Ali Koç (Sincan), Sevgi Erdoğan (Uşak-Küçükarmutlu), Muharrem Horoz (Kandıra), Osman Osmanağaoğlu (Kandıra-Küçükarmutlu), Hülya Şimşek (Küçükarmutlu), Gülay Kavak (Ümraniye-Küçükarmutlu), Ümüş Şahingöz (Ümraniye-Küçükarmutlu), İbrahim Erler (Edirne), Abdulbari Yusufoğlu (Küçükarmutlu), Zeynep Arıkan (Ümraniye-Küçükarmutlu), Ali Rıza Demir (Kandıra-Küçükarmutlu), Ayşe Baştimur (Çanakkale-Ankara Tuzluçayır) Özlem Durakcan (Ankara Tuzluçayır), Ali Ekber Barış (Kandıra), Tülay Korkmaz (Kartal), Ali Çamyar (İzmir-2. 1. 2002), son olarak Barış Kaş (Küçükarmutlu), Sultan Yıldız (Küçükarmutlu), Bülent Durgaç (Küçükarmutlu), Arzu Güler (Küçükarmutlu), Gültekin Koç (Şişli), Uğur Bülbül (Taksim), Nail Çavuş (Tekirdağ), Muharrem Çetinkaya (Sincan), Eyüp Samur (Kandıra), Kazım Gülbağ (Almanya), Cafer Dereli (Hollanda)

 
 


[1] “Manisalı Çocuklar Davası” bu minval üzeredir. Gördükleri işkence nedeniyle tüm ülke tarafından tanınan bu gençlerin hangi “siyasi davadan” yargılanıyor oldukları -tercihen- herhangi tür bir bilmenin konusu yapılmamıştır. Bu nedenle öznesine “işkence mağduru çocuklar” kimliği kifayet etmiştir.

[2] Diğer anlamıyla “çaresizlik karşısında takınılan tutum” ise, siyasal değil ideolojiktir. Örneğin bu halde bir “erdem”den söz edilebilir ve ahlak felsefesinin vazettiği bu ideolojik tutum, davranış biçimini mutlaklaştırır. Herhangi bir halde değiştirilmesini ahlaki olarak imkansızlaştırır veya vazgeçildiği takdirde niteliğini pejoratif değerlendirmelerin konusu yapar. Erdem’in hiçbir tür sonuçla ilgilenmemesi vazolunduğundan, ona sıkça rastlanılamayacağından şikayet olunur: “Quis enim virtutem ampectitur ipsam, praeimea si tollas ?” (Kim izlermiş erdemi, armağan olmayınca?) Son ve farklı olarak, çaresizliklerin gerçek olduğu anlar ise; zaten izahtan varestedir ve yaşandıkları kısa “an”da paylaşılmaya da ihtiyaç duymazlar; çünkü söylendiği gibi, “İnsan tek başınayken de şereflice ölmeyi başarabilir…”

[3] Dr. Ata Soyer’in sağduyulu uyarısını hatırlayarak bir özen borcunu, onlardan –yer ve zaman yokluğu bahane edilmeksizin- sayılarla değil isimleriyle söz etmek borcunu “Ek yazı”da yerine getiriyoruz.

[4] Genel Başkan Turgut Koçak, Necmi Özyurda ve Hasan Yavaş.

[5] Tek tip kıyafete karşı direniş, 1981-84 cezaevi direnişleri farklı değerlendirmelere konu edilebilir…

[6] 20 Ekim-Kasım kararları (Açlık grevinin başlaması ve ölüm orucuna dönüştürülmesi), sadece “erken-geç” tartışmalarını bitirmekle kalmamış, 19 Aralık operasyonunun niteliğinde ve meselenin dışarıdan kavranmasındaki “pasif direniş” vurgusunun şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu her iki anlamıyla da siyasi bir açılımdır.

[7] İsmet Kavaklıoğlu, Önder Gençaslan, Ümit Altıntaş, Halil Türker, Ahmet Savran, Habip Gül, Abuzer Çat, Mahir Emsalsiz, Zafer Kırbıyık, Aziz Dönmez.

[8] Operasyon anında; -Bayrampaşa örneğinde görüldüğü gibi- doğrudan direnişçiler üzerinde “lav silahları” kullanılmasının ve yakılarak katletme sonucunun dezenformasyon yapılarak “16 Aralık ültimatomu” ile ilişkilendirilmeye çalışılmasının, hatta henüz 17 Aralık günü birçok kişinin “Bu beyanı kullanarak operasyon sırasında insanları yakmazlar mı?” diye düşünmüş olmasının, bu siyasi tutumun önemini azaltmadığı açıktır.

[9] Bu örnek iki ilginç sonuç doğurmuştu: İlki, bu avukatların “işin deontolojik kavranışı” kılıfı altında DGM boykotuna omuz vermeyerek -süreç boyunca- ellerini taşın altından çekmesidir. İkincisi ise, eylem sona erdirildikten sonra, siyasi bir tutumu “etik” mesele haline getirerek DGM’lerde duruşmaya girmenin -artık- “erdemsizlik” sayılacağını iddia edenlerin; 2001 yılında “alây-ı valâ ile” DGM duruşmalarına dönüşüdür. Yani ilkinde trajik, ikincisinde ise traji-komik olmak dışında, mücadele açısından toplamda “sıfır fayda”.

[10] İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya Baro Başkanları tarafından yapılmış olan “Üç kapı-üç kilit” önerisi şüphesiz böyle bir bağlamdır. Ancak, bakanlığın “olumlu veya olumsuz” yaklaşımının eylemin sonlandırılması veya sürdürülmesi için tek başına ölçü olamayacağı da ortadadır. Bakanlığın bu öneriye sıcak bakması halinde nasıl eylemciler öneri sahipleri tarafından “yazılı olmayan” bir hukuka riayet iddiasıyla eyleme son vermeye zorlanamazlarsa, bakanlığın bu öneriyle hiç ilgilenmemesi hali de eylemin sona erdirilebilmesinin önünde bir engel değildir. Henüz 9 Aralık 2000’de, Bakan’ın “süresiz erteleme” vaadi karşısında, eylemcilerde terreddüte bile yol açmayan bu gibi gereksiz ikilemlerin, eylemin çok daha olgun göründüğü bu aşamada el-kol bağlamayacağı açıktır.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar