Ana SayfaArşivSayı 24-25Marksizmin Krizi ve Çağrısı

Marksizmin Krizi ve Çağrısı

Marksizmin Krizi ve Çağrısı*

 

Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra

Krizin anlamı

 

“Marksizm, tam da, cansız bir dogma olmadığı, tamamlanmış, hazır, değişmez bir öğreti olmadığı, eylemin canlı bir kılavuzu olduğu içindir ki, toplumsal yaşam koşullarındaki şaşılacak kadar beklenmedik değişmeleri yansıtmak zorundaydı. Bu değişme, derin parçalanmalar ve dağılmalarda, yalpalamanın her biçiminde, kısaca, Marksizmin çok ciddi bir iç bunalımında yansıyordu.” (Lenin-1910)

 

Marksizmin krizde olduğu önermesi, Marksizmin nesnel durumunu isabetle saptaması yanında, aslında Marksistlere dünya-tarihsel yükümlülüklerini hatırlatma, onları muazzam görevlerine çağırma işlevine sahiptir. Zira uzun bir zaman boyunca Marksistler, Marksizmin kendilerine biçtiği ağır yükümlülükten “yakayı sıyırmışlardı” ve dünya üzerinde misyonlarına yakışır Marksistlere rastlanmaz olmuştu.

 

Bu bakımdan, Marksizmin krizde olduğu saptamasından önce, böyle bir saptamanın ne anlama geldiğini belirlemek gerekiyor. Kriz, süregelen ve alışılmış Marksizm kavrayışı, Marksizm anlayışı ve Marksizm pratiğinin, eski tarzda yaşayamaz hale gelmesi, değişen koşullara uyum sağlayamaması ve değişiklikler, dönüşümler geçirmek zorunda olması, yani koşullara uygunluk oluşturma zorunluluğunun ortaya çıkması durumudur. Kriz kavramının zamansal karşılığı olarak “fetret devri” deyimini kullanıyoruz. Biz, Marksizmde kriz olmadığı ve olmayacağı iddiasında olan huzurlu Marksistler arasında değil, krizden söz eden ve rahatı kaçmış Marksistler arasında konumlanmanın politik açıdan uygun tutum olduğunu görüyoruz.

“Marksizmde kriz var” diyerek liberal ya da post-Marksist olanlarla, “Marksizmde kriz yoktur (kriz Marksist olmayanların krizi!)” diyenler aynı teorik bakış açısından hareket ediyorlar: Marksizm bir dogmadır; onu geliştirmeye, değiştirmeye çalıştığınız anda onun dışına çıkmış, onu reddetmiş olursunuz!

Zaten var olan krizi, bilincimize yansıtmak, onun üstesinden gelmenin tek doğru yoludur. Marksizmde kriz vardır, demenin ve bunu çözmenin Marksist kalmakta ısrar etmekte yattığını ileri sürmenin çok riskli ve tehlikeli bir kulvarda olmak anlamına geldiği oldukça açık. Marksistlerin çoğunun aksini iddiada ısrar etmelerinin nedeni de bu…!

“Obscurum per obscurius ignotum per ignotius” (Karanlığı daha karanlıkla, bilinmeyeni daha bilinmeyenle aramak). Bugün, bundan başka çare yoktur. Sorunları çözmenin önkoşulu, onların varlığını görmektir. Sorunların ayyuka çıktığı bir dönemde, zaferin arşa yükseldiği dönemin tavrını sürdürmek cinayettir. Sorunları görmek için de onları görmeyi öğrenmek gerekir.

Krize yaklaşımlar

Okullu Marksistler, Marksizmin krizine bellibaşlı iki tür tepki geliştiriyorlar:

Birincisi, “benim Marksizmim iyidir” şeklinde ifadelendirilebilecek olan tepkidir. Ortada bir kriz olduğu kabul ediliyor, ama kriz kendisi açısından yokumsanıyor ve görmezden gelinemeyen sorunların sorumluluk ve suçu başkalarına yükleniyor. Yani krizden, yansıtma mekanizmasıyla sözümona korunuluyor. Bu yaklaşıma göre, klasiklerin Marksizmi, sadece kendi okuluna “yar olabilir” ve diğer okul ve eğilimleri sadece yeniden ve yeniden çürütür. Marksizmin ve Marksist hareketin krizde olması sözkonusu bile edilemez! Krizde olan ve aynı anlama gelmek üzere çöken, -okuluna göre- revizyonizm, Stalinizm, Troçkizm, Maoizm, Enver Hocacılık, popülizm ve bilumum anti-Marksist ideolojilerdir.

Bu, Marksizmin Hegelci kavranışıdır. Her yeni olgu ve yeni gelişme, Marksizmin (ve kendi okulunun) tezlerinin bir kez daha doğruluğunu kanıtladığı örneklerdir. Her yeni örnek, Marksizmin (doğru) özünün kendini bir kez daha dışavuruşu, dilegetirişi şeklinde anlaşılmalıdır. Burada, ne tarih(sel süreç) vardır, ne de Marksizmin tarihsel bir yapı olarak değişmesi ve gelişmesi… Marksizm, olmuş/olacak bütün değişimleri yapısında içerir. O, bir kez olmuş-bitmiştir. Yeni gelişmeleri birer görüntü olarak farketmek yeterlidir.

Marksizmin krizine ikinci tepki, “bereketi harekette aramak” şeklinde dile getirilebilir. Bu tepki biçiminde, (açıkça olmasa da) birtakım ciddi sorunlar yaşandığı teslim ediliyor gibidir. Hatta bazı yönelimler sessizce terkedilir ve diğer bazılarında da anlamlı bir suskunluk gözlenir. Sorunların varlığının teslim ediliyor (gibi) oluşu, sorunlar karşısında teslim olmak anlamına gelmez ve günlük pratikte bir direniş hattı tutturulmaya çalışılır. Bu yaklaşıma göre, “bir eylemsel başarı, bin krizsel ayıbı örter”. İşçi sınıfı ve ezilen kitlelerin hareketi ile onlara dönük ajitasyona gömülünür, bu çalışmada yoğunlaşılır. Sorunlar, günlük yoğun pratik içinde unutulur. Zaten, güçlenirseniz sorunları da çözersiniz! “İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir” dememiş miydi Marx? Biz, Lenin’in yanıtını yineliyoruz: “Teorik kargaşalık döneminde bu sözcükleri yinelemek tıpkı bir cenazede yaslılara ‘gözünüz aydın!’ demeye benzer.”  Marksizmin krizine dikkat çeken bir Marksistin dediği gibi, işçi hareketinin ve politik ajitasyonun önemi inkar edilemez, fakat bunlar uygun bir açıklamanın, bakışın ve düşünsel boyutun yerini tutamaz. Marksizmin krizine karşı geliştirilen iki tepki, çoğu zaman iç içe bir şekilde aynı akımda görülebiliyor.

Lenin, siyasal yaşamı boyunca birkaç kez, Marksizmin ve Marksist hareketin geçirdiği dünyasal ya da ülkesel krizden söz etmiş ve her zaman, onu görmezden gelmenin ve “laf boğuntusuna getirip baştan savma girişimlerinin ne kadar tehlikeli ve ilkesiz olduğunu” vurgulamıştır.

Kriz karşısında Marksizm

 

“Marksist teorinin bir yerlerde saf haliyle varolduğu, doğrudan doğruya bir ‘eylem kılavuzu’ sayıldığı tarihsel mücadelelerin ve bunların sonuçlarının zorlu sınavına katılmadığı ve uzlaşmalara girmediği yolundaki bir düşünceyle yetinemeyiz. Marksizmi, kendi adına yapılan tarihten sorumlu tutmak çok idealistçe olurdu(…) Ama Marksist teorinin, Marksizmden esinlenen, ya da kendilerine Marksist diyen örgütlerin eylemlerinin önemli ya da belirleyici bir rol oynadığı bir tarihte içerilmediğini ve zorlanmadığını söylemek de aynı ölçüde idealistçe olurdu. Bir Marksist, ancak, pratiğin teoriye önceliği görüşünü ciddiye alır ve Marksist teorinin esin verdiği ya da kendisini kılavuz alan bir siyasi pratikte, bunun araç ve amaçlarında içerildiğini kavrar.” (Althusser)

 

Marksizmin krizde olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Krizde olan, Marksist hareket (yani sadece “politik kriz”!) vs. değil, Marksizmdir.

Yaşanan krizin boyutu, Marksizmi sektörlerine ayırarak ele almayı ve böylece Marksizmi sözümona kurtarmayı imkan dışına itiyor. Öte yandan, Marksizm, bugünün Marksizmiyle vardır ve onu da bugünün Marksistlerinden ayırmak bütünsel bir yaklaşımla mümkün değildir. Epistemolojik açıdan Marksizmi bir teori olarak değerlendirmeye tabi tutabiliriz. Ve eğer sadece burada kalırsak Marksizmin krizini reddederiz; çünkü burada krizden bahsetmek, çürütülmüş olmaya, geçersiz olmaya tekabül eder.

Marksizmi, somut pratikle diyalektik ilişkileri içinde ve onun bir unsuru olarak, yani toplum/tarihsel “gerçek gerçek”le organik ilişki içinde olan bir bütün, bu anlamda (toplumsal tarihe) açık uçlu bir bütün olarak kabul ediyoruz. Marksizmi, tarihsel niteliğinden sıyırıp, bir dogma olarak, olmuş-bitmiş ve kitaplarda saklı ve sabit bir doktrin olarak ele alan inananlar açısından Marksizmin krizinden söz etmek tabii ki, küfürle eşdeğerdir.

Marksizm, Marx’ın bellibaşlı ilk yazılarından başlayıp, bugün yayımlanan Marksist dergi ve gazetelere ve hatta bir ajitasyon bildirisine kadar; Marksizm, Karl Marx adlı Almanya Yahudisinden bugün sağda-solda koşuşturan komünist militana kadar uzanan bir teorik-pratik bütünsel yapıdır. Marksizm, kendisini, tek tek ya da tüm olarak Marksistlerin düşünce ve davranışlarında ifade eder.

Marksizm teorik olarak, bilim-felsefe-politika üçlemli bir bütünsel yapıdır. Bütündeki (pratiğe) açık ucu, politika teşkil eder. Marksizm, tarihsel olarak, Marksistlerin teorik-pratik eseridir. O, sadece bir teori değildir ve hareketten kopuk, safiyetini koruyan bir Marksist teoriden söz edilemez. Marksizm’den Marksist teori’yi anlamak, onun bütünsel niteliğine aykırıdır. Marksizm, tanımsal kavranışı gereği, yaşanan, yaşanması gereken bir yapıdır. Bu yüzden Marksizm, sürekli gelişmeye açık ve geliştirilmesi gereken, hiçbir zaman “kemâle ermeyecek” bir oluşumdur. Ona, “işte bu!” demek, onun öleceğini ilan etmektir. Marksizmi, büyümesi hiç durmayan bir canlıya benzetebiliriz; kim, artık büyümeyen 10 yaşındaki çocuğun ciddi bir bünyesel sorun yaşamadığını iddia edebilir?

Marksizm “tanımı”nı, her defasında güncel tarihsel olgularla organik ilişki içine sokabilmek gerekir. Bu anlamda Marksizm, sürekli “gerçekleşmek” zorundadır. O, “hiç bitmeyecek bir kongre gibidir”. Her şeyden önce Marksizm, arınık değil çelişkili bir bütündür. Yani krizsel öğeleri sürekli olarak bünyesinde taşır ve üretir. Ancak bazı tarihsel dönemlerde, Marksizmin çelişkili niteliği, “çatışkılı” bir tarihsel kimliğe bürünebilmektedir. Bu, tek tek unsurların içinde ve unsurların birbirlerine karşı “çelişkili” bir diyalektik tamamlama değil, birbirlerini mekanik olarak itme ilişkisi yaşadıkları anlamındadır. Artık bir parçalanma, teorik, politik, örgütsel merkezsizleşme, bir karışıklık dönemine, fetret devrine girilmiştir.

Diğer yandan Marksizmin bir sektöründeki kriz, belirli bir dönem içinde çözülmezse, “pratiğin ölçütü” kendini gösterir ve diğer sektörler de krizin sonuçlarını doğrudan duyarlar. Daha önce vurguladığımız gibi, yarım yüzyılı aşkın bir süre, “pratiğin ölçütü”nün hükümranlığını ilan etmesi için yeterlidir.

İçinde yaşadığımız yıllar ve henüz başlarında bulunduğumuz dönem, aslında, 1920’lerin sonundan beri yaşanan bir fetret devrinin, artık patlayan ve kendine son verecek maddi koşulları ortaya çıkaran son aşamasıdır. Marksizm, çözüm imkanlarının ortaya çıkamadığı (çıkmamıştır da ondan!) onlarca yıllık bir parçalanmanın son döneminin olumlu potansiyeliyle yüklüdür.

Krizin, şu ya da bu nedenle patlamasıyla, eleştiri, artık, acil bir teorik-politik gerek olmuştur. Marksizm alanında yer alan bütün okul ve eğilimlerin kendilerini bir diğeri ya da diğerlerine göre tanımladığı zemin kaymıştır. “Yorgan gitmiştir”, artık bağımsız eleştirel bir etkileşim sürecinin önü açılmıştır.

Stalin’le teorik ya da tarihsel bağı olan okul ya da okulların, kriz öğeleriyle savaşa tutuşmasından söz edilmemiştir/edilemezdi. Buna karşılık diğer okullar da içine yuvarlandıkları, bütünlük ve uyum kapasitelerini geniş ölçüde kullanılmaz kılan süreğen savunma psikozundan dolayı, basit sadakat yarışını hiçbir zaman bırakamadılar ve krizle bağımsız ve ucu açık bir savaşa girişemediler.

Artık, Stalin’le başlayan geleneklerden çıkan dinamikler, genel olarak konumlandıkları politik alandan kalkarak önce teorik ve sonra politik krize hükmetme; Troçki ile başlayan geleneklerden çıkan dinamikler ise, genel olarak teoriden kalkarak önce politik ve sonra teorik krize hükmetme; bütünsel anlamda sorunsallarını ortaklaştırma ve özgül varlıklarına son verme aşamasına gelmiş bulunuyorlar.

Onyıllar sonra patlayan krizden yapısal olarak etkilenmeyen hiçbir okul yok. Hala aksini iddia edenlere, “ahmak ıslatan yağmuru” deyişini hatırlatırız. İlkede, teoride tertemiz olduğunu iddia edenler, ya da gerçekten öyle olanların varlığı her zaman kaydedilecektir. Ama “Feuerbach Üzerine Tezler”den beri biliyoruz ki, çözüm pratiğe ilişkindir ve “belirli bir dönem”den sonra teorik çözüm, teoride de çözüm olmaktan çıkma noktasına gelir.

Kriz öğeleri üzerine

Marksizmin bilim, felsefe ve politikasında; teorisi, politikası ve pratiğinde onyılların katmerleyerek biriktirdiği ve içinde bulunduğumuz dönemin yeniliğinden kaynaklanan ve bugün artık birçok örnekte süreğenleşme eğilimi gösteren, karar aşamasında olan çok ciddi sorunlar yaşanıyor. Marksizmin, dünyayı açıklama-anlama-dönüştürme şeklindeki bağlantılı dinamiğine işlerlik kazandırmak zorunludur.

Bir bilim olarak tarihsel materyalizm, son 60 yılda, toplumsal yapılarının değişim, gelişim ve dönüşümünü, tarihsel olay ve olguların dinamiğini izleme, nedenselliklerini ortaya koyma konusunda yeterli ürünler verememiş, burjuvazinin ideolojik ve bilimsel cephesini yeterince karşılayamamıştır.

Batının ileri kapitalist ülkelerinde yaşanan sosyo-ekonomik farklılaşmaların kendisi ve burjuva dünyasının getirdiği açıklamalar tarihsel materyalist bir analiz dizinine konu edilmemiştir. Burjuva dünyanın ideologlarının ve akademisyenlerinin tezleri karşı-yankısını bulamıyor. Post-endüstriyel toplum, yüksek teknoloji çağı, otomasyon, emperyalizmin yokoluşu, kafa ve kol emeği ayrımının birinci lehine ortadan kalkıyor oluşu, işçi sınıfının yok oluşu ya da kimlik ve bileşiminin önemli oranda değişmiş olduğu gibi ve daha bir dizi kavram ve olgusal teze karşı Marksizm cephesinden doyurucu karşı-tezler ve açıklamalar getirilmedi.

Kapitalizmdeki gelişmeleri ve sonuçlarını analiz etmenin zorunluluğunun üstü, aslında, “sosyalizm deneyleri” ifadesine karşılık gelmek üzere kabul ettiğimiz ülkelerdeki rejimlerin çöküşünün etkisiyle örtüldü. Marksizmin, kapitalizmin gelişmesini izleme ve olası yeni biçimlerini ve dinamiklerini belirleme gibi bir yükümlülüğü var. Bu, kuşkusuz, akademik bir yükümlülük değil.

Dünya çapında, çeşitli okullara mensup Marksistler bu konularda genel olarak ortak bir tavır geliştiriyorlar ve bilimin olması gereken yere politikayı yerleştiriyorlar. Böylece, rakip okullara karşı burjuvazi ile kesinlikle uzlaşmaz, en devrimci tutumu almış olduklarını göstermiş oluyorlar. Marksistler genel olarak, kriz öğelerine karşı, Marksizmi savunma adına refleksif bir tepki gösteriyorlar. Çağın temel niteliği değişmemiştir, diye politik bir tavır almak ile, değişip-değişmediğini ya da neyin değişmiş olduğunu incelemek birbirinin yerine konulamayacak ve farklı düzeylere ait konulardır. Marksitler, yaygın olarak, toplumsal yapıların çeşitli boyutlarıyla, en son Lenin’in tahlillerine uyarak donacağını, donmuş olduğunu sanıyorlar.

Lenin’in teorik-pratik eseri, Marx-Engels’ten sonra dünyanın, bir yandan, ne ölçüde değişmiş olduğunun, diğer yandan “aynı dünya” üzerine görüş ve yaklaşımların sınırsız geliştirilme ve dönüştürülme imkanının bizatihi tanıtıdır. Dünyanın, Lenin’den bu yana, Marx-Engels’in dünyasını da kapsayarak değişmemiş, önemli değişimler geçirmemiş olduğunu, bu anlamda Marksizme yeni katkılar yapmayı zorunlu kılan değişmelerin olmadığını (aslında; olamayacağını!) iddia etmek ciddiye alınması mümkün olmayan bir sav olur. Değişmenin olmadığını (ki, değişmeyen temel ve tali öğeler vardır ve olacaktır) iddia etmek için bile, bilimsel analizler yapmak gerekiyor; bu, yapılmamıştır.

Burjuva bilim adamları çeşitli teoriler ortaya atıyorlar. Bu teorilerin bilimsel olup-olmadığını anlamak, bilimsel yanları varsa onları ideolojik öğelerden arındırmak için esaslı çalışmalar yapmak, onları kendi alanlarında karşılamak gerekiyor. Bu, yapılmamıştır.

Marksizm, dünyayı tanımadan ve açıklamadan politika yapamaz. Politik tavrın yetmediği momentler vardır ve analiz, olmazsa olmaz bir gerek durumundadır.

Politik tavır, acil olarak bugünden, siperlerini, Marksizmin endüstri toplumlarına özgü bir ideoloji olduğu, post-endüstriyel toplumlara geçilen günümüzde Marksizmin geçerliğinin kalmadığı; emperyalizm ve savaşların çağının kapandığı, devrimlere gerek kalmadığı, işçi sınıfının sınıf olarak ortadan kalktığı şeklindeki bir dizi teze karşı inşa etmelidir. Ama bilimsel analiz, bu tezlerin hangi gerçeklere işaret ettiğini, hangilerini gizlediğini ortaya çıkarmazsa, politik siperler tahkim edilmez, politik savaşçı düşmanını zayıf-güçlü yanlarıyla tanımazsa, siperlerin çökmesi kaçınılmaz olacaktır ve olmuştur…

Mutlaka ortaya çıkmış/çıkacak olan “yeni ve canlı gerçeğin orijinalitesini incelemek yerine ezberlenmiş bir formülü ahmakça tekrarlamak” (Lenin) tavrı radikal bir şekilde bir yana bırakılmalıdır. Yeni nesnel gelişmeler, Marksizmin temel tezlerini yeniden ele almayı ve yorumlamayı gerektiren, ikincil tezlerinin eskiyenlerini iptal edip yenilerini geliştirmeyi gerektiren nesnel değişmeler mutlaka olmuştur. Ancak biz, neyin değiştiğini ve ne olduğunu yeterince bilmiyoruz. Bu anlamda, ısrarla koruyacağınız yaklaşımlarımızın hangileri olduğunu anlamak dahi bilimsel çalışmayı zorunlu kılıyor. Marx, yıllarını vakfedip Kapital’i yazdı; çünkü politika, her şeye kendi başına yetmiyor.

Burada, krizi, mekanik diziler şeklinde seyreden olayları karşılayamamak olarak değerlendirmiyoruz. Kriz, yapılmayanların ard arda gelerek ortaya çıkardığı “eşitsiz ve bileşik” birikimsel tabloya ilişkindir. Yoksa, tarihsel materyalizm de, başka bir bilimsel yapı da, tarih-toplumsal gelişmeleri bire bir olarak izlemeyi hiçbir zaman başaramayacaktır.

Bugün, dünya çapında yeni bir devrimci çağrı için, ileri kapitalist ülkelerin toplumsal yapısının ve ondan nasıl bir devrimci yönelim çıkabileceğinin belirlenmesi faaliyeti tayin edici önemdedir. Gramsci’den sonra, hiçbir Marksist, bu konu üzerinde anlamlı sonuçlar verecek bir yoğunlaşma göstermemiştir. Gramsci’nin çatışkılı vargıları dahi, üzerinden geçen yarım yüzyıla rağmen devrimci bir teste tabi tutulamamıştır. (Ve “çatışkı”dan başkaları yararlanmıştır.)

Tarihsel materyalizm şahsında Marksizm, Ekim devrimiyle başlayan ve dünya nüfusunun önemli bir çoğunluğunu doğrudan ilgilendiren, şimdilik “sosyalizm deneyleri” deyimiyle ifadelendirdiğimiz, 1989-90’da önemli ölçüde bitmiş olsa da halen bazı ülkeler nezdinde varlığını koruyan dünya-tarihsel sürecin etraflı bir açıklamasını yapamamıştır.

“Sosyalizm deneyleri”ne ilişkin olarak, dünya çapındaki çeşitli okullarda yer alan ya da onların çevresinde duran Marksistler, “üretici güçler teorisi”nden (öznelciliğin en uç görünümleri olan ve ideolojide süper solcu, politikada radikalizm adına çekilmeci kesimlerin yöneldiği) ideolojistik tarih anlayışına uzanan iki kutup arasında salınıp duruyorlar. “Sosyalizm deneyleri”ne ilişkin tarihsel materyalist bir uğraşın, Marksizmin bazı temel temalarına dek uzanan etkiler doğuracağını düşünüyoruz. Okullar, “sosyalizm deneyleri”ne ilişkin yaklaşımlarında ve kapitalizmle mücadelede “politik tutum”u nerede ise yegane ayıraç faktörü haline getirdiler. İlgili “deneyler”in ve kapitalizmin devrimci politik sonuçlara ulaştıracak çözümlemeleri yerine, stratejiler, “siyasal örneklere” ya da şiarlara dayandırıldı.

Örneğin, geleneğimizin “geriye dönüş ve sosyal emperyalizm teorisi”, üzerinden otuz yıl geçtikten sonra hala, tarihsel materyalist bir çözümleme ile test edilmeyi bekliyor.

Marksizm, teorik, felsefi ve ideolojik olarak büyük bir güçle girdiği ve gücünü, içinde bir zaman boyunca sürdürdüğü yüzyılın sonunda performansından önemli kayıplar vermiş bir görünüm arzediyor. İnsanlık düşüncesinin ve dünya bilgisinin ulaştığı en ileri aşamayı kendine zemin yaparak ve en yetenekli düşünürlerin çabasında kurulan ve yükselen Marksizmin, günümüzde bu özel niteliğini koruduğunu söylemek epeyce zor. Marksizm günümüzde, hem “avami” özellikleri ağır basan bir dünya görüşü gibi konumlanıyor, hem de (böyleyken) bir dünyasal ya da bölgesel güç olmaktan oldukça uzak. Marksizmin, burjuva ideologlarca “aydınların afyonu” olarak nitelendiği  dönemlerde yaşamadığımız yeterince açık.

Ama Marksizmin felsefe ve genel olarak teori alanında, yapısal nitelikler gösteren birtakım sorunların yaşandığı yolunda bir bakış açısı, dünya Marksistlerinin gündemine, “Batı Marksizmi”nin teorik çabasından beri girmiş bulunuyor. “Batı Marksizmi”nin felsefeye yönelmesinde sosyo-politik nedenler kadar, felsefe ve genel olarak teori alanında uygun bir boşluk bulmalarının da rol oynadığı kanısındayız. Marksizm alanında yer alan okulların ortak özelliklerinden biri de, Marksist felsefeye mesafeli durmaları ve onunla ancak pratik-politikacılar olarak ilgilenmeleriydi.

Başlıca olarak Althusser tarafından ortaya konulan ve Marksizmin felsefesinin sadece uygulanmış olduğu, ama kurulmasının önümüzde bekleyen bir uğraş olduğu şeklindeki anlayış, tarihsel politik okulların genel olarak teori ve felsefeyle aralarına çektikleri duvar nedeniyle özellikle vurguya ihtiyaç gösteriyor. Zira kriz dönemlerinde felsefe yardıma çağrılır, özel bir role sahiptir; ama Marksist filozofların söylediklerinden çıkarıyoruz ki, yardıma çağrılan felsefe de sorunludur.

Bilim, felsefe ve politikanın Marksizmde yerinin ne olduğu ve bugüne kadar nasıl anlaşıldığı ve uygulandığı üzerinde durulmalıdır. Bu konuda Marksist okulların yaklaşımları arasındaki farkın teorik olmak yanında politik sonuçları nedir? Şimdiye kadar yapılmayan nedir? Krizin, bu üç sektörün birbirinden koparılmasından, aralarındaki diyalektik bağlantının uygun bir biçimde kurulamamasından kaynaklandığı, bir başka bağlamda ifade edilebilir.

Marksist teori ve politik hareketle işçi ve kitle hareketinin geçen yüzyılın sonlarından itibaren kurulmuş ve uzun bir dönem korunmuş olan birliği, bugün önemli ölçüde erimiştir. Marksizmin bu niteliğiyle, insanlık tarihi açısından, ancak büyük dünya dinleri arasında bir kıyaslama yapılabileceği isabetli bir yaklaşımdır. Marksizm, fikri anlamda, maddi güce dönüşmeye ilişkin muazzam kapasitesine yeniden kavuşturulmalıdır.

Bu durum, Marksizmin politik ve pratik düzleminde, dünyayı dönüştürme faaliyetinde görülen ağır bir kriz olarak yaşanıyor. Kriz en açık anlatımını burada bulduğundan, dünya yüzünde, neredeyse bütün akımlar politik krizin varlığını teslim ediyorlar.

Şu ya da bu şekilde iktidarda olunan ya da iktidara gelinen ülkeler de dahil olmak üzere, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra tarih, politik akımlar ve partiler bakımından yenilgi ve başarısızlıklarla, dağılma ve tasfiyelerle, politik saf değiştirmelerle dolu bir tarih oldu. Başarı politikanın gıdasıdır. Ama bu dönem boyunca başarı ve başarının yolunun nasıl bulunacağını gösteren politik duyu adeta unutuldu. Politik örgütler, küçük insan topluluklarının kendilerini duvarları ardında korumaya aldıkları küçük kaleler haline geldi.

İdeolojik ve politik olarak Marksizm, hegemonik niteliğini büyük ölçüde yitirdi. Marksist akım ve örgütlenmelerin hükmü, ancak kendi cüce örgütsel yapıları üzerinde kurulabildi. Tek tek politik örgütler, Marksist-olmayan muhalif politik akımlar üzerinde hegemonya kurmak bir yana, Marksizm alanında yer alan diğer akım ve örgütleri bile etkileme kudretinden yoksun, kapalı devre dünyalarının otokratı odaklar olabildiler ancak. Politik, ideolojik, teorik güç dağılması ortamında her yeni politik örgüt, nesnel olarak, Marksizm alanında yeni bir bölünme anlamına geldi; bugün bu özellik ayyuka çıkmış durumda.

Marksist politik hareketten ayrı düşmesi yanında, işçi hareketinin kendiliğinden düzeyinin doyurucu olduğunu söylemek mümkün değil. İşçi sınıfının mücadeleciliği, ileri-kapitalist ülkeler başta olmak üzere, politika mantığını işçi sınıfının sınırlarına hapsedenleri derin bir huzursuzluk girdabına sürükleyecek ölçülerde düşük seyir izliyor. İşçi hareketi bu düzeyiyle bile, komünistlerin içinde kaybolacakları bir niceliğe sahip. Klasik işçi hareketi dışında yer alan eski (ulusal vb.) veya yeni toplumsal hareketler gündemi her geçen gün daha güçlü bir şekilde dolduruyorlar. İşçi sınıfı hareketi, bugün, genel demokratik hareket dahil, çeşitli sosyal ve siyasal hareketleri yörüngesine sokacak bir çekim merkezi olma konumundan uzak. Dünya çapındaki ulusal hareketlerin, proleter devrim hareketinin bir parçası sayılabileceği dönem epeyce gerilerde kalmış bulunuyor.

 

* * *

Kriz zamanı ve teorinin öncelliği

Kriz ve politik geçiş dönemlerinde yapılacak olanlara nereden başlamak gerektiğine ilişkin temel başvuru kaynaklarımızdan biri Lenin’dir. Lenin, politik yaşamı boyunca birçok kez şu ya da bu boyutlarda kriz ya da geçiş (durgunluk) dönemi saptaması yapmış ve Marksistlerin yükümlülüklerine işaret etmişti: “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz” (1902); “Sosyalizmin buhranı, ciddi sosyalistlerin en azından, teoriye bir kat daha fazla önem vermelerini (…) zorunlu kılmaktadır” (1902); “(Marksizmin bunalım döneminde), temel sorunların yeni bir incelenmesi, teoriye, politikanın bellibaşlı sorunlarına ve ABC’sine karşı yeni bir ilginin doğması doğal ve kaçınılmazdı”; mücadeleciler, “yeni bir eğitim görmeden, eylemlerini sürdüremezlerdi” (1910); “meydan savaşlarından ve savaştan uzak geçirdiğimiz her özgürlük anından öğrenmek ve başından başlayarak öğrenmek için yararlanmalıyız” (1922).

Ajitasyon ve eylem çağrıları yapmak, taktik ve sloganlar belirlemek, bir bütünsel sürecin başı değil, sonudur. Bu, Marx’ın, “soyuttan somuta yükselme” şeklinde ifade ettiği ve vulgar Marksizmin (aslında zihinsel süreci, bir, ama sadece bir yanıyla anlatan) “somuttan soyuta yükselme” anlayışıyla taban tabana zıt olan bir sürecin kendisidir. Vulgarize edilmiş Marksizme göre, “devrimci teori devrimci pratik için” olmaktan başka bir şey değildir ve bu, ya teorinin olumsal (olsa da olmasa da olur) anlaşılmasına ya da teorinin pratiğin onaycısı ve gölgesi olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Oysa, burada, teorinin etkin konumu yeterince açıktır ve bu açıklığı anlamayanlar için, devrimci hareketin devrimci teori teşkil edilmeden mümkün olamayacağı vurgulanmıştır.

Esas olarak teorik olan bu süreci yaşamadan, yani burnunun ucundan ilerisini görme yetisi kazanmadan kitleleri anlı-şanlı eylemlere çağıran sloganlar dile getirmeye, kendine “öncü” misyonu yakıştırmış hiçbir odağın hakkı olamaz. Ama bu olmayan hak, dün ve bugün “tepe tepe” kullanılmıştır ve kullanılıyor. Bereket kitleler, engin sağduyularıyla, çağrılara kulak asmamışlardır.

Kriz zamanlarında her zaman teori yardıma çağrılır. Krizin patlamasıyla, eleştiri, acil bir teorik-politik gerek konumuna yükselir. Fetret devri ve kriz ortamında, ufkunu verili siyasal ve örgütsel mekanizmaya kilitleyen, yapılagelen politik ve örgütsel faaliyete daha sıkı sarılmakla, her sorunun üstesinden gelineceği şeklindeki yaygın zihniyet, hareketi yeni trajik sonuçlara götürmeye mahkûmdur. “Hareket” her şey değildir ve dar-politik ve örgütsel çemberin dışında, ama onları kapsayan bir alanda uğraş vermek gerekmektedir.

Alışılagelmiş hareket tarzıyla; sadece politik tutum alarak, örgütlenme ve ajitasyon çalışmalarıyla kriz ortamında varlığını koruma ve sürdürme sağlanabilir, ama krizin bu şekilde alt edilemeyeceği, onu aşma yoluna girilemeyeceği kesindir. Krizin üstesinden gelmenin önkoşulu, teorik kuruluş, edinim ve gelişim mücadelesi vermektir.

Aksi halde, Şeyh Sadi’nin bir sözünden gidersek, Marksizmin gereklerine göre hareket etmeyen Marksist, “elinde meşale tutan bir köre benzer, başkasının yolunu aydınlatır ama kendi yolunu göremez”. Buradan, “teorinin öncelliği” kavramına ulaşıyoruz.

Teorinin öncelliği, Marksizmde geçerliliğini her zaman koruyan bir önermedir. Pratik önce’dir, ama teori öncel… Teori, Marksizmde, “geleceği önceleme”yi (Yılmaz Öner) sağlar ve teorinin bu pratik işlevi, geleneğimizce hiçbir zaman kavranılamamıştır. Nesnel ve öznel yanlarıyla bütünsel varlığı görmeyi sağlayacak yegâne unsur teoridir ve zaten “bütünlük, bir düşünceler bütünlüğüdür”. (Marx)

Kriz dönemlerinde teori, özel bir önem kazanır. Burada, niceliksel bir ifade olarak “daha çok önem” değil, kategorik bir “önem”den söz etmek gerekiyor.

İçinden geçmekte olduğumuz kriz döneminde, (Marksist) teori, bugünün yaşayan Marksizminde öncelliğini yitirmekle karşı karşıyadır. Yaşayan Marksizmin alt-unsurlarından biri olan örgütsel yapılar, bugün, kısırlıklarında boğulmamak için, taktik uygulamalara gitmek zorundalar. Ama devrimci teorinin özgül kuruluşu gerçekleşmeden (belirli bir dönem sonunda), devrimci taktikler izlemeye kalkmak, nesnelliğe teslim olmanın bir biçimiyle, pragmatizmle sonuçlanmak durumundadır. Devrimci taktik için, devrimci teori, acil bir politik gerek haline gelmiştir.

Teorik kuruluş derken, salt-felsefi ve salt-bilimsel faaliyetten söz etmiyoruz. Marksizm bugün, genel olarak teorik (felsefi, bilimsel ve teorik-politik) tutamak noktalarını yitirmekle karşı karşıyadır. Bilimde ve felsefede tutamak noktaları oluşturmak için ne kadar gerekiyorsa o kadar bilim, o kadar felsefe…. Buna cesaret edeceğiz, etmek zorundayız!

Bu sabit noktalar teşkil edilmeden, eyleme rehber olmak üzere politik önermeler oluşturulamaz.

Önerdiğimiz şey, bir bakıma Leninist “taktik” kavramının teoriye de sokulmasıdır. Teorinin taktiksel bir dille ifadelendirilmesi, teorinin donmuş bir yapı olmadığının, canlı bir dinamizm taşıdığının tanıtı olacaktır. Lenin, “somut şartların somut tahlili”nin Marksizmin yaşayan ruhu olduğunu söylüyordu. Bu önermeyi teorik düzeye ilişkin olarak da anlamak ve uygulamak gerekiyor. (Teorik) somut şartların (teorik) somut tahlili! Belirli bir tarihsel momentte, toplumsal bütünün çeşitli kertelerine ve teori düzeyinin bölmelerine ilişkin olarak, teorik-toplumsal belirli bir şartın, teorik-politik belirli bir somut tahliline ulaşabilmek asıldır.

Teori (teorik bütün) bir kez kurulduktan ya da belirlendikten sonra, geriye onu belirli somut tarihsel durum, dönem ya da konjonktürlere uygulamanın kaldığı şeklindeki anlayış; teoriyi, canlı, dinamik, eksikli ve açık uçlu bir yapı olarak algılamaktan (yani teorik çalışmanın sürekliliğinin zorunluluğu) kategorik olarak uzaktır: Teori, doktrin olarak bir kez vazedilmiştir, yeni kuruluş ve dönüştürme çalışmalarına gerek yoktur. Ve strateji bir kez ilân edilmiştir, geriye, ona uyan taktikler üretmek kalmaktadır!

Stratejide yoğunlaşmak programatizmle sonuçlanıyor ve teorik-taktik yaratımları iğdiş ediyor. Her türlü dış değişmeye sadece taktiğimizi uydurmakla kalmamalı, teorimizi de yeniden ayarlayabilmeliyiz. Bu, içinde bir unsur olarak yer aldığımız hayatın bütünü ile, çok yönlü bir kesintisiz ilişki içinde olmayı ve her olaya ilişkin tutum geliştirmeye çalışmanın (sadece bildiri dağıtmak için değil) teorinin özgül yaratımı için de ne kadar vazgeçilmez olduğunu anlamayı gerektiriyor.

 



* Bu yazı, Teori ve Politika’ya öngelen ve kısaca ‘Taslak’ olarak adlandırılan Nisan 1993 tarihli Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı‘nın (Ankara 1995) “Marksizmin Dünya Durumu” başlığını taşıyan İkinci Bölümünün B Kısmı (ss. 63-72) ile “Hareket Tarzı/Nereden Başlamalı?” başlıklı Üçüncü Bölümünün “Kriz zamanı ve teorinin öncelliği” başlıklı alt-kısmından (ss. 85-7) oluşuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar