Ana SayfaKürsüKadın Sorununda Yanlış Yönelimler

Kadın Sorununda Yanlış Yönelimler

14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının -bizce küçük bir yön dışında- temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü  değerlendirdiğimiz yazılarına Kürsü köşemizde yer veriyoruz. 

[Garbis Altınoğlu’nun, 1992’de, örgütü içinde bir eleştiri olarak kaleme aldığı bu yazısının, katı ve sağlam bir Marksistin kadın meselesine bakışının temsil edici bir örneği olduğunu sanıyoruz. Yaşamı ve eseriyle bir dava insanı olduğunu kanıtlamış olan Altınoğlu’nun bu yazıdaki konumunun, kuşkusuz, bir erkeğin kendiliğinden ataerkil düşüncesi olmaya indirgenemeyeceğini; sağlam ve zayıf, engin ve sekter yönleriyle bir argümana ve teorik/ideolojik bir yaklaşıma dayandığını; bu metin ile yine “teori” içinden, onun tezlerini tartışan bir tarzda diyaloğa girilmesinin en uygun yol olduğu görüşündeyiz.] 

Teori ve Politika 

Kadın Sorununda Yanlış Yönelimler
(parça)
 

Garbis Altınoğlu

Temmuz 1992

Kadın sorununa ilişkin olarak saflarımızda oportünist yaklaşımlar ve kafa karışıklığı ileri boyutlardadır. Bu konudaki görüşlerimiz; feminist, sosyalist-feminist, demokratik ve Marksist-Leninist görüşlerin bir karışımı görünümdedirler. Bu eklektik çabanın bileşiminde bazan Marksist-Leninist yanın daha ağır basıyor olması ya da daha doğrusu öyle gözükmesi, bazan da bunun tersinin olması, değişik zamanlarda çıkan yazılarda vurgu farklılıklarının gözlemlenmesi vb., kadın sorununda tutarlı Marksist-Leninist bir konumda olmadığımızı, oportünizmden ve feminizmden derinden etkilendiğimizi göstermektedir. Bunun temel nedenleri; Marksist-Leninist hareketimizin işçi sınıfı hareketiyle (ve dolayısıyla proleter kadın yığınıyla) bağlarının zayıflığı, genelde kadrolarımızın büyük çoğunluğu itibariyle küçük-burjuva kökenli olmaları, 12 Eylül darbesinden sonra tasfiyecilik batağına sürüklenmiş olmamızın da kanıtladığı gibi, bizi burjuva ideolojisinin ve revizyonizmin etkilerine fazlasıyla açık kılan ideolojik uzlaşma geleneğimiz ve proletaryanın demokratik görevleriyle onun sosyalist görevleri ve demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki ilişkiyi hâlâ yeterince doğru bir biçimde koyamayışımızdır.

Kadın sorununa ilişkin oportünist yaklaşımımızı, XB’nin 22. sayısıyla birlikte yayımlanmış olan Kadın Özel Eki içindeki yazıları, XB’nin 28. ve 30. sayılarında yayımlanmış olan “Neden Özel Kadın Çalışması, Neden Özel Kadın Örgütlenmesi?” adlı yazıyı, X. Kadın sayısı 1’de yer alan yazıları temel alarak eleştirmeye ve bu arada Marksist-Leninist bakış açısını ana çizgileriyle sunmaya çalışacağım. Bir perspektif çarpılmasına yol açılmaması için, bu alanda ideolojik bombardımanımızın esas olarak proleter (ve sömürülen emekçi) kadınların devrimci potansiyelinin küçümsenmesi, onların devrimci enerjisini harekete geçirme konusunda son derece az şey yapılmakta olması ve Marksist-Leninist hareketin saflarında yer alan bayan kadro ve sempatizanların gelişmelerinin frenlenmesi sonucunu doğuran tutucu ve ataerkil tavırlar üzerinde yoğunlaştırılması gerektiğini belirtmek isterim. Belli bir yöndeki oportünist eğilimlerin, tersi yöndeki oportünist eğilimleri beslemesi ve güçlendirmesini sağlayan yasa, bu alanda da işlemekte ve burjuva ideolojisinden, revizyonizmden ve feminizmden etkilenmenin yanısıra, tutucu ve ataerkil tavırlara karşı tepkinin de sonucu olarak kadın sorununda anti-Marksist bir konuma sürüklenilmektedir. Şimdi konumuza geçelim.

Bence, kadın sorunu üzerinde düşünce oluşturan ve yazı yazan yoldaşlarımızın içine düştüğü temel hata, kadın sorununun konuluşundan başlıyor. Genel olarak sınıflı toplumlarda ve özel olarak da kapitalist toplumda kadının aile içinde ve toplumsal yaşamın tüm diğer alanlarında erkeğe bağımlı ve ona göre ikincil bir konumda oluşundan, kadın ile erkek arasında -sömürücü sınıflarla onların ezdiği, sömürdüğü emekçi sınıflar arasında olduğu gibi- uzlaşmaz bir çelişme olduğu örtük sonucuna ulaşıldığını görüyoruz burada. (Örtük diyorum; çünkü, sözkonusu yazılarda savunulan görüşlerin mantıksal sonucu bu olmasına rağmen, yazar yoldaşlar bu vargılarını açık bir biçimde dile getirme tutarlılığını ve cesaretini gösterememişlerdir. Onlar, bu feminist-oportünist görüşlerini “kadınların kurtuluşu sosyalizmle olur” gibisinden genel anlatımlar kullanarak ve en kaba biçimiyle ortaya çıkan feminist görüşleri eleştirerek sözümona dengelemeye çalışmışlarsa da, bu anlatım ve eleştiriler onların sistemleriyle bağdaşmamakta ve objektif olarak okuyucuyu yanıltan bir sis perdesi işlevi görmektedir.) Burada, tarihsel materyalizmden ve proleter sınıfsal bakış açısından, yani yazılı tarihin sınıf savaşımları tarihi olduğu aksiyomundan bir uzaklaşma, hattâ kopma ve feminizmin kadın sorununu kadın-erkek çelişmesi ve savaşımı ekseninde ele alan hatalı tutumuna yakınlaşma, hattâ bu bakış açısını benimseme söz konusudur. Bu feminist-oportünist yaklaşımın köklerinin ne denli derinde olduğunun kavranması için yukarda sözü edilen yazılardan çokça alıntı sunulacak. Birinci Kadın Kurultayı sırasında (Mayıs 1989) yayımlanan “Kadının Özgürleşmesi İçin Perspektifler” adlı yazıdan başlayalım. Bu yazının bir yerinde şöyle deniyordu:

“6- Ülkemizde de kadınlar ikili baskı ve sömürü altında; ekonomik-toplumsal ve siyasal alanlarda ikincil ve bağımlı konumdadırlar.” Ekim 1989’da yayımlanan ve aynı düşüncenin yinelendiği “Çalışan Kadınların Sorunları” adlı yazıda ise;

“Emeğinin karşılığı hiçbir şekilde ödenmeyen ev kadınlığı, kadının üzerindeki en yoğun sömürü odağıdır” [1] deniyordu. XB’nin 22. sayısıyla birlikte yayımlanan Kadın Özel Eki’nde kadın sorununa ilişkin bir dizi yazı yer alıyordu. Bunların bir tanesinde şöyle yazılmıştı:

“Yani ekonomik altyapıda egemen erkek cinsi, mülkiyetin sâhibi erkek siyasal arenayı daha yoğun elde tutar. Yönetme ve yönlendirme erkini de elinde tutar.” (abç) Aynı yazıda şu satırlar da yer alıyordu:

“Ailede erkek ve çocuklar, kadının karşılığı ödenmeyen emeği üzerinde üretim ve yeniden üretimlerini, yaşamlarının sürmesini sağlar.” (abç)

“Toplumda Kadına Yönelik Şiddet-Dayak ve Cinsel Tâciz” adlı yazıda ise şu görüşlere yer veriliyordu:   

“Kadını bir dizi alanda kendi çıkarları doğrultusunda sömüren ve onun üzerinde egemenlik hakkı olan erkeğin kadına yönelik saldırganlığı ile; ezen ve sömüren bir sınıf olan burjuvazinin, örgütlü gücü devlet aracılığıyla emekçi sınıflara yönelik baskı ve işkencesi aynı noktada çakışır. Sömürünün üzeri baskı mekanizmalarıyla örtülmeye çalışılır. İktidarı elde tutmanın bir aracı olan baskı, bilinçlenmeyi ve dolayısıyla sömürülenin kendi çıkarları doğrultusunda ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel gelişimini engeller.” [2]

Örnekler çoğaltılabilir. Ancak bu kadarının yeterli olduğunu sanıyorum. Şunu hemen belirtmek gerekir. Üretim araçlarına ve siyasal iktidara sâhip olduğu ileri sürülen erkek cinsinin, bunlardan yoksun olduğu ileri sürülen kadın cinsini sömürdüğü ve siyasal boyunduruk altında tuttuğu, kadının kurtuluşunun önündeki asıl engelin erkeklerin egemenliği olduğu yolundaki tez, katışıksız feminist bir tezdir. Ve bu tezin Marksizmle hiçbir ortak yanı yoktur. Bu hatalı ve oportünist anlayışlar, Marks, Engels ve diğer öndegelen Marksistlerin allegorik olarak kullandıkları bazı terimlerin ve anlatımların (kadının evin proleteri, erkeğin evin burjuvası olduğu gibi) sözcük anlamları temelinde algılanmasına ve sokaktaki adamın yapabileceği tarzda yorumlanmasına dayanmaktadır. Bu yoldaşlar proleter (ve sömürülen emekçi) erkeğin kendi sınıfdaşı olan proleter (ve sömürülen emekçi) eşini sömürdüğünü, hattâ proleter (ve sömürülen emekçi) ailesinin çocuklarının da aynı şeyi yaptıklarını ileri sürdüklerinde hiç de inandırıcı olmadıklarını, hattâ kendilerini gülünç duruma düşürdüklerini göremiyorlar mı? Hattâ, gerçek bir olgu olan erkek baskısının, egemen sınıfların, kendi devletleri aracılığıyla sömürülen sınıflara uyguladıkları siyasal zorla aynı nitelikte olduğunu ileri sürerken, gene aynı duruma düşmüyorlar mı?

Yoldaşların tezlerinin böyle açık bir biçimde ortaya konması ve onların siyasal sonuçlarının en genel çizgileriyle tartışılması bile, ne denli anlamsız ve hattâ saçma düşüncelerin etkisi altına girmiş olduklarını ve bu düşüncelerin kaçınılmaz olarak devrimci olmayan sonuçlara yol açacaklarını göstermeye yeter. Eğer yukardaki alıntılarda ileri sürüldüğü gibi proleter (ve diğer sömürülen emekçi) kadınlar kendi eşlerince sömürülüyor ve siyasal boyunduruk altında tutuluyorlarsa, proletaryanın (ve diğer sömürülen emekçilerin) saflarında cinsel ayrım temelinde yükselen bir uzlaşmaz çelişmeyle karşı karşıyayız demektir. Böylesi bir analiz yapanların, niyetleri ne olursa olsun, proleter (ve sömürülen emekçi) kadınları, kendilerini “ezen ve sömüren” eşlerine (ve hattâ çocuklarına) karşı bir savaşıma çağırmaları gerekir. Bu tezin diğer bir sonucu ise, burjuvazinin erkekleriyle kadınları arasında da benzer bir ilişki ve dolayısıyla uzlaşmaz bir çelişme bulunduğu saçma düşüncesi olacaktır.    

Kadın sorunu üzerine yazılar yazan yoldaşlarımızın sıkça başvurdukları, ama komünist bakış açısını aynı ölçüde kavramaktan uzak oldukları Klara Zetkin, egemen sınıfların kadınları için şunları söylüyordu:

“Aralarında iş güç sâhibi olan az sayıda kadın bir yana bırakılırsa, burjuvazinin kadınları üretime katılmazlar; kocalarının proletaryadan arttırdıkları artık-değerin yalnızca tüketiminden pay alırlar; halkın gövdesine yapışmış asalakların asalaklarıdırlar. Tüketimden pay alanlar ise, asalaklık ‘hak’kının savunulmasında sınıf egemenliğinin ve sömürünün dolaysız taşıyıcılarından daha kudurgan ve acımasız olurlar. Bütün büyük devrim mücadelelerinin tarihi bunu doğrulayan korkunç örneklerle doludur.” [3]

Yoldaşlarımızın, sınıfsal ölçütlerin yerine cinsel ölçütleri geçiren bu yaklaşımının doğal ve mantıksal sonucu feminizmdir. Yani, farklı ve hattâ düşman sınıflardan kadınların, “ortak düşman” olan ve yoldaşlarımızın anlatımıyla “ekonomik altyapıda egemen” olan “erkek cinsine” karşı ortak savaşımı!    

Bu temel hatanın diğer yüzü, kadın sorununu -her ne kadar söylem düzeyinde zaman zaman tersi savunulsa da- işçi sorunundan ayrı ve bağımsız bir sorun olarak ele alma oportünist eğilimidir. Bu yoldaşlar, kapitalist toplum koşullarında kadın sorununu, işçi sorununun -kuşkusuz kendi özgül niteliklerine sâhip- bir parçası, bir bileşeni olarak algılamamakta, tersine, bir işçi sorunu, bir de ondan bağımsız bir kadın sorunu olduğunu düşünmektedirler. Örneğin, Şubat 1990 tarihli Özel Kadın Eki’nde yer alan bir yazıda şöyle deniyordu:   

“Kadının en fazla ezilip sömürüldüğü, horlandığı ve köleliği her gün her saat yaşadığı yer ise burjuva ve feodal aile kurumudur.”

Öte yandan, “Neden Özel Kadın Çalışması, Neden Özel Kadın Örgütlenmesi?” adlı yazının ikinci bölümünde bu konuda şunlar söyleniyordu:   

“Kadının köleliğinin en acılı yaşandığı yer aile kurumu, aynı zamanda bu özelliği ile kadının kendi kurtuluşu için kavgasının da en büyük engelini oluşturur.” [4] Bu yaklaşımdan çıkan sonuç ya da çözüm önerisi, kadınların kurtuluş savaşımının, aşağı yukarı birbirine eşit önem ve değer taşıyan iki ayrı düzlemde yürütülmesidir. Yoldaşlara göre, proleter ve emekçi kadınlar biri kapitalizme, diğeri erkek egemenliğine karşı olmak üzere iki ayrı cephede savaşım vermelidirler. Bu bağlamda, “Kadın Hareketinin Temel Programı ve Örgütlenme İlkeleri” adlı yazıda şunlar belirtiliyordu:   

“4- Kadının kurtuluş kavgası, yalnızca özel mülkiyet dünyasının yıkılması uğruna yürütülen bir kavga olamaz; kadını evin tek ‘patronu’ olan erkeğin, çocuk bakımının kölesi kılan özel mülkiyet dünyasının bu özel yanına; kadının köleliğini kutsayan burjuva feodal aile kurumu ve dine, bütün köleleştirici burjuva feodal toplumsal yargılara, yazılı-yazısız tüm kurallarına, yasalarına karşı savaşım sorunudur…

“Komünist partisi, kadının kurtuluş kavgasının bu iki yönünü bir arada ele alıp programatik ve örgütsel düzeyde önünü aydınlatmalı; her iki yönüyle kadın hareketini örgütleyip geliştirmelidir.” (abç)

Soruna böyle yaklaşan bu yoldaşlar, proleter (ve emekçi) kadın hareketinin özgül istemlerini, bu kadın yığını içinde yürütülecek savaşımın özgül yanlarını ve proleter (ve emekçi) kadınlar için kurulmasını gerekli gördükleri özel örgütlerin önemini vb. alabildiğine abartmaktadırlar. Demek ki, bağımsız kadın örgütlenmesi düşüncesinin uzun bir süre savunulmuş olması hiç de rastlantısal bir olay olmayıp, kadın sorununun işçi sorunundan ayrı ve bağımsız bir sorun olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. “Bağımsız kadın örgütlenmesi” düşüncesi daha sonra yanlış görülerek reddedilmiştir. Ancak, doğru yönde atılmış olan bu adım, sorunun daha devrimci bir tarzda kavranmasından kaynaklanmamış, yalnızca Marksist otoritelerin bağımsız kadın örgütlenmesini açık bir dille reddeden anlayışlarıyla biçimsel bir uyum sağlama kaygısının ürünü olmuştur. Çürütmeye çalıştığım bu hatalı yaklaşımlardan da anlaşılabileceği gibi, bağımsız kadın örgütlenmesinin savunusuna zemin oluşturan görüşler aynen korunmakta ve dolayısıyla da örtük bir biçimde destek bulmaya devam etmektedir. Örneğin, “Neden Özel Kadın Çalışması, Neden Özel Kadın Örgütlenmesi?” adlı yazının ikinci bölümünde demokratik kadın derneklerinin komünist partisini “yığınlara bağlayan volan kayışlarından” olduğu söylenirken, aynı paragrafta, evet aynı paragrafta bu derneklerin herhangi bir “örgüt ya da partinin sempatizan örgütü gibi çalışama”yacakları ve “örgütsel bağımsızlıklarını koruya”cakları belirtilmektedir.

Burada “volan kayışı” kavramının ve komünist partisi ile ona bağlı olması gereken kitle örgütleri arasındaki ilişkinin çarpıtılması ya da yanlış bir yorumuyla karşı karşıya bulunduğumuz açıktır. Marksist-Leninistler, komünist partisiyle kitle örgütleri arasında en sıkı ilişkilerin kurulmasından ve bu örgütlerin proletaryanın ideolojik ve siyasal yolgöstericiliğini ve önderliğini kabul etmesinden yanadırlar ve bunun gerçekleşmesi için savaşım verirler. Böyle bir durumda burjuvazi ve revizyonizm bizleri, kitle örgütlerini “partinin sempatizan örgütü gibi” çalıştırmakla suçlayacaklardır. Tabiî kadınların ancak “kadınlık durum”larını kavramaları temelinde, kendi özgül sorunlarından hareketle ve özel kadın örgütleri aracılığıyla örgütlenmeleri gerektiğini savunanlar da. Varsın öyle yapsınlar! Biz bildiğimiz gibi davranacağız.

“Devrimci Hareket ve Kadın Örgütlenmesi Üzerine” adlı yazıda aynı konuda şöyle deniyordu:

“Bunun (geniş işçi ve emekçi kadın kitlelerini proletaryanın savaşımına sokmak- G. A.) için birtakım özel organlar, örgütlenmeler oluşturmaları gerekiyor. Bu özel örgütler, kadın kitlelerini eski durumundan çıkarıp, yeni kadın (aktif, kendine güvenen, kişilik sâhibi, özgür…) hâline getirecek biricik örgütler olacaktır.” [5] İşçi ve emekçi kitlelerini “aktif, kendine güvenen, kişilik sâhibi, özgür” hâle getirecek özel örgütler! Onlar olmadan işçi ve emekçi kadınların proletaryanın kurtuluş savaşımına katılamayacağı çok özel örgütler! İşçi ve emekçi kadınların devrim ve sosyalizm kavgasına çekilebilmesinin yollarına ilişkin bu oportünist-feminist görüşler, “Neden Özel Kadın Çalışması, Neden Özel Kadın Örgütlenmesi?” adlı yazının birinci bölümünde şöyle dile getiriliyordu:   

“Kadına kendi özel durumunu kavratmadan, erkek cinsiyle eşitsizlik uçurumunu somut görüngüleriyle sergileyip, bu duruma karşı, bu durumu aşmasını sağlayacak özel yöntemler uygulamadan kadınların devrim için kitlesel seferberliği sağlanamaz.” [6]

Marksist-Leninistler tüm toplumsal sorunlara proletaryanın dünya görüşünü esas alarak bakmak ve bu sorunları proletaryanın devrim ve komünizm uğruna savaşımının çıkarlarına uygun olarak çözmeye çalışmakla yükümlüdürler. Ama bu, bazılarının sandığı ve sanabileceği gibi onları dar bir “sınıfsallığa”, proleter olmayan sömürülen emekçilerin ve diğer ezilenlerin çıkarlarını gözardı etmeye mahkûm etmez. Kapitalist toplum içindeki objektif konumu nedeniyle, ancak üretim araçlarının her türlü özel mülkiyetini ve sınıf egemenliğinin bütün biçimlerini ortadan kaldırarak özgürleşebilecek olan proletarya, kendisiyle birlikte diğer emekçileri ve diğer ezilen sınıf ve katmanları da kurtarma yeteneğine sâhiptir; ya da isterseniz, buna yazgılıdır. Bu sınıfın siyasal öncüsü olan komünist partisi, kadın sorununu ele alırken bu nesnelliği gözönüne almak ve genel kitle çalışmasının odağına proletaryayı oturttuğu gibi, kadın kitle çalışmasının odağına da proleter (ve yarı-proleter) kadınları oturtmakla yükümlüdür. Onun yaklaşımı, “kadın olarak değil, proleterler olarak, emekçi kocalarımızın dişi rakipleri olarak değil, mücadele yoldaşları olarak örgütlenmektir” diyen Eleanor Aveling’in belirttiği gibi, kadın ve erkek proleterler başta gelmek üzere, tüm kadın ve erkek işçi ve sömürülen emekçilerin burjuvaziye, gericiliğe ve emperyalizme karşı bölünmez bir güç olarak birleşmelerini ve birlikte karşı durmalarını gerektirir. Bu yüzden, kadın ile erkek arasındaki çelişmeyi, hem bu çelişmeyi alabildiğine abartarak, sınıfsal ölçütleri bir yana atarak öne çıkaran, hem de proleter (ve emekçi) kadınlar arasındaki çalışma ve örgütlenmenin “özel” ve “özgül” yanlarını ölçüsüz bir biçimde vurgulayan yaklaşımlar feminizme ve dolayısıyla burjuvaziye verilmiş ödünler olmakta, hattâ giderek onların konumlarına girmekten başka bir anlama gelmezler. Aleksandra Kollantay’ın dediği gibi,

Proletarya birliktir. Cinsiyetler arasında savaşa yer vermeyen, uzun dönemli hedefleri arasında kadının kurtuluşu da bulunan bir sınıftır o.” [7]

Aynı nedenlerden ötürü proleter (ve emekçi) kadınların kurtuluş savaşımı birbirinden ayrı ve aşağı yukarı eşit değer ve önem taşıyan iki ayrı düzlemde yürütülecek savaşımların bir bileşimi olarak ele alınamaz. Marksist-Leninist hareket, proleter ve sömürülen emekçi kadınları -güncel ve demokratik istemler ve kadının ikincil konumundan kurtarılması uğruna yürütülen savaşımı hiçbir biçimde küçümsemeden ya da atlamadan- kapitalizmin bir proleter devrimiyle yıkılması, proleter diktatörlüğünün kurulması ve sosyalizmin inşası savaşımına çekmek için çalışır. Zaten kadın işçi ve emekçilerin kendi sınıflarından erkeklere bağımlılığını ve kadınlara özgü köle psikolojisini kırmanın ve yok etmenin yolu da buradan geçer. Proleter (ve sömürülen emekçi) kadınlar burjuvaziye, gericiliğe ve emperyalizme karşı demokrasi ve sosyalizm uğruna verilen devrimci sınıf savaşımı içinde, ancak ve ancak bu yolla devrimcileşebilir ve ancak bu yolla erkek sınıf kardeşleriyle eşit bir statü edinme doğrultusunda büyük ve güçlü adımlar atabilirler. Çeşitli ülkelerin demokratik ve sosyalist devrim deneyimlerinin yanısıra ülkemizde Paşabahçe cam, Zonguldak kömür, İzmir Belediye vb. işçi direnişlerinin ve Kürdistan’daki gerilla savaşının vb. dersleri, bu basit ve herkesçe anlaşılabilir gerçeği binlerce kez kanıtlamış ve kanıtlamakta değil midir? Kadınlara kendi özel durumlarını kavratmadan, onlara bir çeşit kadınlık bilinci vermeden, proleter (ve emekçi) kadınların devrimci sınıf savaşımına katılamayacakları görüşü, arabayı atın önüne koşmak anlamına gelen bir safsatadan başka bir şey değildir.    

Yoldaşlarımızın kadın sorununun çözümüne ve kadınların kurtuluşuna ilişkin bu hatalı yaklaşımları doğrudan ve kaçınılmaz bir biçimde onların örgütsel plân ve şemalarına da yansımaktadır. Onlar, “Devrimci Hareket ve Kadın Örgütlenmesi Üzerine” adlı yazıda kadınların örgütlenmesini iki düzlemde ele alıyor ve şöyle diyorlardı:   

“Birincisi; demokratik kadın hareketi ve partisiz geniş işçi ve emekçi kadın kitlelerini bağrında toplayan, örgütsel bakımdan partiden bağımsız demokratik kadın örgütlenmesidir… Bu örgütlenme biçimi de, gerek örgüt yapısı ve ilkesi yönünden ve gerekse programatik olarak demokratik olmak zorundadır. Komünist kadınların görevi ise, bir yandan bu yapılanmalar içinde çalışarak birtakım demokratik kazanımlar, reformlar için mücadele etmek ve geniş kadın yığınlarının bu mücadeleye katılımını sağlamak, diğer yandan aynı zamanda da partinin politikalarının propaganda ve ajitasyonunu yaparak bu hareketi etkilemeye çalışmak, harekete komünist düşüncelerin taşıyıcısı olmaktır.   

“İkincisi ise, komünist kadın hareketi ve komünist partisi bu doğrultuda geliştireceği özel örgütlerdir. Bu özel örgütlerin ana ilkesi, ideolojik ve örgütsel olarak partiye bağlı bulunmasıdır… Komisyon ya da seksiyonların görevleri; emekçi kadın kitlelerini ezilen ve sömürülenlerin kapitalizme karşı ve komünizm uğruna verdikleri devrimci sınıf mücadelesine çekmek; proleter devriminin zaferinden sonra kadın kitlesini komünizmin inşasına seferber etmek için mücadele vermektir.” [8]

Komünist kadın hareketini, komünist partisinin kitlesel karakter taşımayan dar yan örgütleri biçiminde kavrarken, kadın yığınlarının, hem de büyük çoğunluğunu işçi ve emekçi kadınların oluşturacağını ileri sürdüğü demokratik kadın örgütlenmesi içinde yer alması gerektiğini söyleyen “Neden Özel Kadın Çalışması, Neden Özel Kadın Örgütlenmesi?” adlı yazının ikinci bölümünde,

“Demokratik kadın örgütlenmesi, gücünü işçi ve emekçi milyonlarca kadından almalıdır” [9] deniyordu. Ardından ise demokratik kadın derneklerinin kitlesel tabanının “işçi, emekçi, kent ve köy kadını” olması gerektiği söyleniyordu. İşçi ve emekçi kadın yığınlarının demokratik kadın hareketi içinde sosyalist DEĞİL, demokratik bir program çerçevesinde örgütlenmesini savunmak, demokratizmin ve oportünizmin batağına batmaktan, hem geniş işçi ve emekçi kadın yığınları ve hem de demokratik kadın hareketi üzerinde kendi proleter hegemonyasını kurma görevini reddetmekten başka bir anlama gelmez. Bu kitleyi daha geri konumlara çekmek ve burjuvazinin yedek gücü durumuna getirmek demek olan bu yaklaşımla, onu proleter devrim ordusunun yarısı kılmak olanaksızdır. Yoldaşlar, “birden fazla sınıfın çok değişik siyasal eğilimlerden kadınların toplandığı ve toplanması gereken” [10] ve sosyalist değil, demokratik bir programa sâhip olan demokratik kadın derneklerinin nasıl olup da işçi ve emekçi kadın yığınlarını, onların gerçek kurtuluşunun yolunu açacak olan proleter devrimine hazırlayabileceklerini ve bu derneklerin nasıl olup da “partiyi yığınlara bağlayan volan kayışları” işlevini görebileceklerini de açıklamamışlardır ve açıklayamazlar da.   

“Kadın Hareketinin Temel Programı ve Örgütlenme İlkeleri” adlı yazıda şöyle deniyordu:   

“İşçi ve emekçi kadınların demokratik hareketi, anti-faşist, anti-emperyalist ve anti-şovenist siyasal bir platforma sâhiptir. Kadın durumunun tüm görüngülerine, kadını köleliğe mahkûm eden aile, toplum yargılarına karşı, kapitalizme, devlete, yasalara karşı mücadele, kadın hareketinin asgari talepleri ve bu uğurda reformlar için mücadele, hepsi birden demokratik kadın hareketinin kapsamındadır.” [11] Aynı konuda bir başka yazıda şunlar söyleniyordu:   

“Demokratik kadın hareketinin örgütlenme merkezlerinden dernekleri genel devrim ve sosyalizm kavgasının birer kitlesel dayanağı, volan kayışları yapma perspektifiyle çalışmalıdırlar. Demokratik Kadın Dernekleri, bütün ezilenlerle birlikte, kadınların da köklü kurtuluş yolu olarak devrim ve sosyalizm kavgasının yandaşı olmalı, olduğunu açıklamalı.” [12]

Görülebileceği gibi yoldaşlar, kadın sorunu bağlamında demokratik görevlerle sosyalist görevleri birbirine karıştırmakta ve asıl önemlisi demokratik kadın hareketinin “kadınların köklü kurtuluşundan, sosyalizmden yana olabileceğini” savunarak anti-Marksist bir konuma düşmektedirler. Demokratik görevlerle sosyalist görevlerin -Türkiye’de olduğu ve olacağı gibi- pratikte büyük ölçüde içiçe geçmesi, bu iki kategori arasındaki nitelik farkının bulandırılmasını hiçbir şekilde haklı kılmaz. Zaten, proletaryanın hegemonyası altında olmayan ve salt demokratik bir karakter taşıyan bir kadın hareketinin sosyalist görevler üstlenmesi de düşünülemez. Dahası bu yoldaşlar bir başka yerde de demokratik kadın hareketinin “gerek örgüt yapısı ve ilkesi yönünden ve gerekse programatik olarak demokratik olmak zorunda” [13] olduğunu belirterek kendi oportünist söylemlerini gene kendileri çürütmektedirler.    

Öte yandan, onların savunduğunun tersine komünist kadın hareketi hiç de salt partiye bağlı organlardan, özel örgütlerden, komisyonlardan, kurullardan ve buralarda toplanmış olan kadın komünistlerden oluşan dar bir hareket değildir. Klara Zetkin’in kendisiyle kadın sorunu üzerine yaptığı söyleşide Lenin şöyle diyordu:   

“Kılavuz ilkeler, gerçek kadın özgürleşmesinin ancak komünizm ile olabileceğini kesinlikle dile getirmelidir. Kadının toplumsal ve insanî konumu ile üretim araçlarında özel mülkiyet arasındaki çözülmez bağlılık kuvvetle belirtilmelidir. Bununla, kadın-hakçılığı oyununa karşı kalın, silinmez ayrım çizgisi çekilir. Ama bununla kadın sorununu toplumsal sorunun, işçi sorununun parçası olarak kavramak için ve bu niteliğiyle proleter sınıf savaşımına ve devrime bağlamak için temel de belirlenmiştir. Komünist kadın hareketinin kendisi, yığın hareketi, yalnız proleterlerin değil, tersine her türlü sömürülenlerin ve ezilenlerin, kapitalizmin ya da bir egemenlik ilişkisinin bütün kurbanlarının genel yığın hareketinin bir parçası olmalıdır. Onun, proletaryanın sınıf savaşımları için ve proletaryanın tarihsel yaratısı için, komünist toplum için anlamı burdadır…

“… Komünist kadınların ayrı (özel) hiçbir birliği yoktur. Komünist kadın, partide, erkek gibi üyedir. Eşit ödevlerle ve haklarla. Bu konuda hiçbir görüş ayrılığı olamaz.” [14]

Asıl önemli ve belirleyici olan bizim, ilkesel olarak demokratik (yani son çözümlemede burjuva) bir kadın hareketinden değil, komünist kadın hareketinden yana oluşumuzdur. Neden? Çünkü kadın sorunu, kapitalizmin sınırları içinde kalan reformlarla ve dönüşümlerle, bunlar ne kadar radikal olurlarsa olsunlar, çözülemez. Kadın sorununun çözümü, ev ekonomisinin kollektivizasyonunu sağlayacak sosyalist inşadan ve dolayısıyla proleter devriminden ve kapitalizmden komünizme geçiş sürecinden ayrı olarak düşünülemez ve ele alınamaz. Bu nedenledir ki Lenin, “Büyük Bir Başlangıç” adlı yazısında Ekim devriminden sonra kadınların kurtuluşu için yaptıklarını anlatırken, Sovyet iktidarının yaptığı tüm yasal düzenlemelere rağmen kadının ev kölesi olarak kalmaktan kurtulamadığını söylüyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Kadın, kendisini özgürleştiren tüm yasalara rağmen bir ev kölesi olarak kalmayı sürdürüyor; çünkü, önemsiz ev işleri onu eziyor, boğuyor, aptallaştırıyor ve alçaltıyor ve onu mutfağa ve çocuk odasına zincirliyor ve emeğini barbarca verimsiz, önemsiz, aptallaştırıcı ve sinir bozucu angaryaya harcamaya mahkûm ediyor. Kadının gerçek kurtuluşu, gerçek komünizm ancak bu önemsiz ev işlerine karşı (devlet iktidarını elinde tutan proletaryanın önderliğinde) topyekûn bir savaşım başladığında, daha doğrusu bu ev işinin büyük-ölçekli sosyalist ekonomiye toptan dönüşümü başladığında başlamış olacaktır.” [15]

Bizim komünist kadın hareketinden yana olmamız, böyle bir hareketin oluşturulması için çaba harcamamız ve proleter (ve emekçi) kadın yığınları içindeki çalışmamızı komünist bir ruh ve anlayışla yürütmemiz, ne emekçi kadın yığınlarının demokratik özlemlerine ve güncel ve ivedi istemlerine sırt çevirmemiz anlamına gelir, ne de dışımızda oluşabilecek demokratik kadın hareketiyle ilkeli eylem birliği ve birleşik cephe çalışması yürütmemizle çelişir. Komünist kadın hareketinin, ilerici ve demokratik kadın hareketi karşısındaki tavrına yol gösteren ilkeler, komünist partisinin genel devrimci-demokratik ve reformist-demokratik hareket karşısındaki tavrına yol gösteren ilkelerden farklı değildir. Yani o, emperyalizme, gericiliğe ve burjuvaziye karşı savaşım yürüttükleri ölçüde ilerici ve demokrat kadınlarla ve onların örgütleriyle birlikte hareket eder ve onlarla uzlaştıkları ya da daha kötüsü onlarla bağlaştıkları ölçüde bu güçlere karşı savaşım verir.     

Öte yandan, komünist kadın hareketi, feminizme, sosyalist feminizme ve burjuva/ küçük-burjuva kadın kurtuluş hareketine karşı Marksist-Leninist konumlardan hareketle ideolojik bir savaşım vermekle yükümlüdür. Komünist partisi ve komünist kadın hareketi kendi ideolojik tavırlarını sulandırmak ve “Öyleyse demokratik kadın hareketinin temel programı proletaryanın devrim programıyla çakışmalıdır” [16] türünden açıklamalar yapmak suretiyle geniş işçi ve sömürülen emekçi kadın yığınlarını demokratik yanılgılara sürüklemek yolunu tutarsa bu görevi yerine getiremez. Türkiye gibi kapitalizmin görece gelişmiş ve burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişmenin -toplumsal pratiğin de göstermekte olduğu gibi- çoktandır temel çelişme durumuna gelmiş ve ülkenin siyasal yaşamına damgasını vurmuş olduğu bir ülkede, böylesi bir yaklaşımın daha da yanlış olacağı ve daha da gerici sonuçlar vereceği açıktır.    

Bu arada, ülkemizde önümüzdeki adımın anti-emperyalist demokratik devrim olmasının bizim, demokratik değil, komünist bir kadın hareketi oluşturmakla yükümlü olduğumuz gerçeğini zerrece değiştirmediği gerçeğini de altını çizmek gerekir. Bırakalım 1990’ların Türkiyesi gibi kapitalizme özgü sınıfların önemli ölçüde gelişmiş ve sınıf çelişmelerinin keskinleşmiş olduğu ülkeleri, Komünist Kadın Enternasyonalinin kurulduğu yıllarda (yani 1920’lerde) uluslararası komünist hareket kapitalizmin çok daha az gelişmiş ve proletaryanın çok daha küçük olduğu geri ülkeler de içinde olmak üzere bütün ülkelerde komünist kadın hareketinin örgütlenmesini savunuyordu. Klara Zetkin, 1921’de Moskova’da toplanan İkinci Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı’nın yönergelerinin içeriğini açıklarken şöyle diyordu:

“Uluslararası Komünist Kadın Hareketi’nin özü, her ülkenin komünist partisinin, işçi ve sömürülen emekçi kadınlar arasında, onları kapitalizme, burjuva düzenine karşı kitleler hâlinde harekete geçirmek için plânlı, örgütlü, enerjik faaliyet göstermektir.” O hâlde yoldaşlar, bir komünist kadın hareketi oluşturmak için İLERİ!

 



[1] XB, Sayı: 18.

[2] XB, Sayı: 41.

[3] Marksizm ve Feminizm”, Onbirinci Tez Dizisi, Sayı: 9, s. 128.

[4] XB, Sayı: 30, abç.

[5] X. Kadın, Sayı: 1, s. 9.

[6] XB, Sayı: 28, abç.

[7] Marksizm ve Feminizm”, Onbirinci Tez Dizisi, Sayı: 9, s. 134.

[8] X. Kadın, Sayı: 1, s. 9-10.

[9] XB, Sayı: 30, s. 13.

[10] aynı yerde, s. 13.

[11] Kadın Özel Eki, XB, Sayı: 22, s. 2.

[12] “Neden Özel Kadın Çalışması, Neden Özel Kadın Örgütlenmesi? II”, XB, Sayı: 30, s. 12.

[13] X. Kadın, Sayı: 1, s. 10, abç.

[14] “Lenin’den Anılar”, Marks, Engels, Lenin, Kadın ve Aile, s. 260-61. 

[15] Lenin, On Culture and Cultural Revolution, s. 112-13.

[16] XB, Sayı: 30, s. 12.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar