Ana SayfaArşivSayı 54Başörtüsü Sorunu Patronaja Hayır, Özgürlük Mücadelesine Evet!

Başörtüsü Sorunu Patronaja Hayır, Özgürlük Mücadelesine Evet!

Metin Kayaoğlu

1. Örtünme isteği, çok zayıf da olsa, devlete karşı bir mücadele konusu olarak alındığı sürece, ezilenlerin mücadelesi kapsamındadır.

2. Örtünme konusunu, Aydınlanmacı/ilerlemeci paradigmadan ele almak için, anlayışla ilgili hiçbir gerekçe olamaz. Mesele, “kamusal alan”, üniversiteler, reşit olma gibi sınırlamalardan bağımsız olarak ele alınmalıdır. Ezilenlerin bir mücadele konusu, sadece karşı-güce güç yetirememe anlamında sınırlama konusu olabilir. Mücadele eden ezilen, koparıp aldığı hakkını toplumsal yaşamın her yanına yayma hakkını gücüyle elde eder.

3. Ancak, mücadele etmeyenin, talebini devletliden dileyenin derdini de dertsinmeyiz

Bugün başörtüsü meselesi olanca ağırlığıyla bir patronaj konusu haline gelmektedir. Meşru bir dayanağı olmasına rağmen, etkileme olanağı bulunmayan ve hallini devletlide gören ve devletliyi geriletmede değil, inisiyatif almasında rol oynayan bir yönelimin yanında yöresinde hiçbir şekilde yer alınamaz.

Serbestliklerin genişlemesiyle kendi başına ilgili değiliz. Bu zaten kural olarak neredeyse hep –bize karşı değilse– bizim dışımızda cereyan eder. Patronaj serbestliğinin hiçbir zaman yanında olamayız. Fakat bundan yararlanmayı reddetmeyi de öneremeyiz. Biz, özgürlük meselesini ancak ezilenlerin kudret mücadelesinin kazanımları bakımından ele alırız.

Mücadele eden başörtülülerle birlikte olmamak devrimci için, ağır bir kusurdur. Mücadele etmeye uygun ya da hazır olanlara gitmeyen devrimci, tarihsel açıdan suçludur. Ama bu meseleyi çözmek için devletlinin kapısını aşındıranlar arasında kaybolmak da devrimci açıdan aynı ölçüde suçtur.

1. Güçlünün hakkı

Sorun, öznesi mücadele ettiği, politik alana taşıdığı sürece vardır. Örneğin, yüzden fazla işçinin öldüğü Tuzla tersanelerinde, “politik olarak” hiçbir işçi ölmemiştir!

Başı örtülü olduğu için okula alınmayıp evine kapanan kızın sorunu politik olarak “yok”tur. Ya da aynı anlama gelmek üzere, bu sorunu için devletliye arzuhal yazanın ve bunun devletli nezdinde sonucunu bekleyenin politik bir sorunu yoktur. Bu anlamda bir politik-olan ve -olmayan ayrımı vardır.

Burada bir düzen-içi-politikadan bahsedilebilir, fakat bu açıkça ezenlerin konumunu pekiştiren bir etki anlamındadır ve dolayısıyla ezilenler-için-politika anlamında bir –devrimci– politika yoktur ortada.

Bu sorun, politik bir mücadele konusu yapan hükümet nezdinde kalarak, politiktir, ama ezilenler politikası açısından bunun olsa olsa karşı-önemi bulunmaktadır. Ezilenler için negatif politika. Ezilenlerin bir sorunu daha ezenler tarafından istismar edilmektedir. Daha fazlası değil!

Güçlü, “hak”ka da karar verendir. Hak, soyut bir varlık değildir, güç marifetiyle varolur. Bu bir güçler ilişkisi sorunudur. Her özne mücadelesini kendi yordamıyla yapma hakkına da sahiptir. Her şey politiktir, ya da her şey politikanın konusu olabilir. Bunu, her politik öznenin, mücadelesini, uygun bulduğu her yoldan ve her aracı kullanarak yapması hakkı olarak da ifade edebiliriz. Dolayısıyla bir özneye soyut bir yol-yordam önerme hakkı da olamaz –yeter ki, politik mücadelenin bir gereği olmasın.

Bize ait olmayan devlete –genel hukuk ilkeleri bir yana, mevcut yasalar çerçevesinde bile olsa– görev ve yükümlülükler atfedemeyiz –yeter ki politik mücadelemizin gereği olmasın.

Gelişme ve iddia sahibi bir kollektif öznenin taşıyıcılarına simgeler yoluyla hakim olması ve hegemonyasını genişletmede bu aracı da kullanması tarihsel bir meşruiyete sahiptir. Her özne bu hakka sahiptir ve bu, dolaysızca güç marifetiyle bir hak olacaktır.

Toplumsal yaşamda her şeye olduğu gibi, giyim kuşama da karışmak, devletlerin hakkı olmaktan üste ve önce, yapageldiği ve “güç hakkı”nın verdiği bir yetki ve yaptırımdır. Devletin karışamayacağı safdilliği –eğer böylece bilinçli bir devlet sınırlaması politikası gütmüyorsak– bize özgü olamaz.

Devletin “bilim yuvası” üniversiteye karışamayacağı, bireyin “özgür seçim”ine, kılık kıyafetine karışamayacağı anlayışı da aynı şekilde bize özgü olamaz. –yeter ki politik olarak, devlet aygıtını karşısına aldığı için paylaşacağımız ve hatta ötekilerle birlikte dillendireceğimiz söylemler olmasın.

Devletler, varlıklarının kendilerince saptanan gerekleri için, gene kendilerince saptanan önlemleri bildikleri gibi alırlar. Buna karşı çıkmak da, devletler tarafından ezilenlerin işidir, yükümlülüğüdür. Bu anlamda, ne Türkiye’nin Kemalist devletinin bu konudaki düzenlemeleriyle kendi başına bir derdimiz olabilir, ne de İran İslam devletinin düzenlemeleriyle…

Kemalist iktidar, kıyafet inkılabını yaptığında bunun bir şeyi simgelediğinin farkındaydı. Bir zaferi, bir iktidar etmeyi simgeliyordu bu şekli işlem. Ama bu tür işlemler, iktidarların tasarrufundadır ve simge, bir gerçeğin pekiştirilmesi, dile getirilmesinde tayin edici işlevler görür. Kemalizmin bu işlemini basitçe idealist tarihselcilikle mahkum etmenin gereği bulunmuyor. Ama aynı şeyi, şimdi AKP iktidarının sürdürdüğü mücadele için de dile getirmeliyiz. AKP’ye de bu anlamda karşı çıkmanın gereği bulunmuyor. Bir iktidar, iktidar etme işlemini kendi gereğince kullanacaktır. Bunun doğruluk-eğrilikle ilgisi yoktur; ilgi güce ilişkindir. Bu anlayış bağlamında karşı bir özne de gücü marifetiyle, ötekini geriletmeye uğraşacaktır. Her iki tarafta da bir hak söz konusudur ve sorunu güç çözecektir. “Eşit haklar arasındaki çatışmada (ise), çözümü sağlayan güçtür.”

Bugün Türkiye’de egemen kesimler arasında süren bir mücadele var ve çoğu Müslüman kadının örtünme talebi de bu mücadelenin bir konusu olmuş durumda. Biz, ikisine de karşı olduğumuz tarafların herhangi birinin doğal veya önsel olarak “haklı” zeminde olduğu anlayışında değiliz. Dolayısıyla, güçlerin belli olduğu bu konjonktürde, baş örtme ya da açmayı, “doğal” bir hak olarak değerlendirmiyoruz. Ezilenlerden gelen bir mücadele girişimine ise önsel olarak tarafız –“doğal” ve “hak” olup olmadığına bakmaksızın…

Nasıl hiçbir devlet, yurttaşlık hakları adı altında hiçbir kesime “devrim hakkı” veremezse, hiçbir dinsel ya da başka nitelikli gruba da, kendine tehdit görüyorsa politik ve toplumsal örgütlenme izni veremez. Öte yandan, aynı cümleden olmak üzere, bu konularda kendini güvenceye aldığına inanan devlet, şu meşhur “kamusal alan”da örgütlenmeye de izin verebilir.

Böyle bir durumun tersi ancak, mücadelenin devlet aygıtını ve devletin hükümranlık alanını gerilettiği, ezilenlerin mücadeleyle kendilerine bir alan açtığı konjonktürlerde söz konusu olabilir.

2. Politik bir mesele olarak özgürlük

Özgürlükleri bir genel ideolojik anlayış olarak değil, politik bir mesele olarak değerlendiriyoruz. Buradaki temel çıkış noktası, ezilenlerin devrimci kurtuluşu sürecidir. Özgürlük anlayışını, hiçbir tarih-aşırı genel model üzerine kuramayız. Dolayısıyla, özgürlüğün alan ve sınırını da ezilenlerin somut mücadele gerekleri bakımından değerlendiririz. Buna bağlı olarak, her türlü genel özgürlükçülük yalan değilse koca bir yanılsamadır.

“İleri”ci özgürlük

Örtünmenin bir özgürlük olarak öne sürülmesini, bir “oksimoron” olarak anlıyor ve özgürlükten vazgeçme özgürlüğünün olamayacağını savunuyorlar. Böyle olunca, örtünme talebi, akıl-dışı, politika-öncesi, pre-modern, geri (bu faktörlerin tümü, bir bütünün birbirine bağlı parçalarıdır!) bir niteliğe bürünüyor gözlerinde. Burada, özgürlük ancak “ileri” tarafından tanımlanacak bir alt-unsur olmaktadır. Böyle bir yaklaşımın, ezilenlerin –“ileri” ya da “geri” olduğuna bakmaksızın– bir konjonktürdeki taleplerine, önsel kurallarını bir yana bırakarak duyarlı olması beklenemez. Bu yaklaşımın ölçütü ve önceliği, bir özgürlük talebi ya da mücadelesinin “tarihsel ilerleme” doğrultusunda olup olmadığıdır.

Buna göre, özgürlük, ilerlemeye bağlı olarak, gerideki dinden uzaklaşmak, ilerideki çağdaş toplumun rasyonel anlayışına yönelmektir. Tarih, aynı zamanda, az özgürlükten çok özgürlüğe doğru ilerlemektedir. Öncelik, tarihin ilerleme ipini bırakmamaktır.

***

Örtünme terimi üzerinden yürüyen tartışmada ayrımın, bir tür giysi ile başka bir tür giysi arasında seçim olarak alınması uygundur. Yani iki ayrı örtü tarzıdır söz konusu olan; aydınlık ile karanlık, hapsolma ile özgür olma karşıtlığını çağrıştıracak şekilde, kapanma ve açılma karşıtlığı üzerinden değil.

İslami terminolojide kullanılan örtünme (tesettür) ise, aynı şekilde, “belirli bir tarzda giyinme” olarak değerlendirilmelidir. Bu anlamda, “açık kadınlar” da “belirli bir şekilde giyinme”ktedir, erkek bireyler de…

Bedenin gizlenmesi olarak da ortada bir kategori farkı yoktur. Beden, “tesettür” olarak örtülüler kadar, “açık” örtülüler tarafından da belirli bir şekilde kapatılmaktadır. Örtünenler bedenin kapatılması gereken bölümlerini tanımlamaktadır, “açıklar”ın bedenin kapatılması gereken bölümlerinin varlığını tanımlaması gibi. Buradaki ampirik fark, niceliktir; örtünenler daha fazla vücut bölümünü gözlerden gizlemektedir. Bu niceliksel farkın bir ilerleme anlamına geldiği, ancak tarihsel ilerlemenin giysi konusunda daha da açık olmaya doğru olduğuna ilişkin bir anlayışla ileri sürülebilir.

Bir giyinme tarzının başka bir giyinme tarzına karşı soyut bir üstünlüğü ancak işlevselliği üzerinden yürütülebilir. Sıcak ya da soğuktan koruması, işin yapılmasına daha elverişli olması gibi… (Nitekim bazıları, örtünmenin sağlık bakımından sakıncaları üzerine akıl yürütebiliyor hâlâ. Namazın jimnastik olarak vücut sağlığı için yararlarının anlatılması gibi…)

“Çağdaş Batılı giyim”in “tesettür giyimi” ya da “geleneksel giyim” karşısında ileri ve üstün olduğu anlayışını paylaşmak için bir neden bulunmuyor. “Batı”nın, Müslüman toplumlarından ya da dünyanın geri kalanından daha gelişkin bir üretim düzeyinde olduğu, ve egemen ve daha güçlü olduğu bir gerçek, ve bu gerçek karşısında “Doğunun faziletleri” gibi bir masala başvurmaya ihtiyaç yok. Batılı kapitalist toplumların bazı alanlarda örnek alınacak ileri ve gelişkin uygulama ve kültürel yönelimleri olduğu –başka bazı alanlarda ise açık gerilikler barındırdığı– da hiçbir sakınıma girmeye gerek olmaksızın bir gerçek. “Batının yozluğu”na karşı uyanıklık, “Doğunun yobazlığı”na karşı körelme anlamına gelemez. Yani, “Doğunun harsı, Batının medeniyeti” arayışı da bazı pratik uygulama avantajlarına karşın, geçerli bir önerme olarak savunulamaz. Devrimciliğin ancak Batının uygarlık mirası üzerinden yükselebileceğini sanmak ve devrimciliğimizin gerek duyulan fikri ve eylemsel teçhizatını Batıdan devşireceğimiz de koca bir aldanıştan ibarettir.

Liberal özgürlükler

Genel liberal özgürlükler anlayışını benimsemek Marksist biri için söz konusu olamaz. Bu bakımdan, örtünme özgürlüğü meselesini genel liberal özgürlükler bağlamında değerlendirmek de kabul edilemez. Ezilenlerin mücadelesine somut yararı olan/umulan özgürlükler için aktif mücadele yürütülmesi gereği açıktır. Ancak, yükümlülüğü ezilenlere ait olmayan bir toplumsal-politik varlığın mevcut gerekleriyle genel düzlemde ilgilenmek söz konusu olmamalıdır. Buna, devletlinin ezilenleri güdücü manevraları da dahildir.

Başlıca niteliklerinden biri gerçeksizlik olan liberal özgürlük anlayışının kendisi gerçek bir sorunu çözmeye yetmez, ama çözdüklerini kabul edenler, kendilerini bu özgürlük anlayışı bağlamında ifade edebilir. Liberallerin özgürlük anlayışının herkese ayrımsız özgürlük olabileceğine ancak liberaller inanıyor. Öte yandan liberal özgürlükler bakımından, örtünme sorunu, kadınların giderek daha fazlasının “kamusal yaşama” katılma olanağı bulması bağlamında ele alınmayı hak edecek ölçektedir. Bu sürecin “modernleşme” bakımından ele alınması isabetli görünmektedir.

Ancak, sorun, daha önce evlerinde olan önemli oranda kadının artık “kamu yaşamı”nda olmasının kendi başına bir değer taşıyıp taşımayacağıdır. Bu kadınlar, Türkiye’de rejimi güçlendiren bir taze kan olabilir, rejimin çürümüş yönlerinin budanmasında işlevlenebilirler. Özellikle, mücadele eden bir devletli kanadın insan rezervini sağlamada tayin edici işlevler görebilir. Nitekim, başörtüsü sorununun patronaj çözümü veya şimdiki patronaj sürünceme halinde bile, önemli bir toplum kesiminin rejime aktif destek vererek taze kan işlevi görmesi ihtimali ağır basmaktadır.

Öte yandan, kısa vadede olmasa da, ekonomik, toplumsal ve kültürel olarak ezilen bir toplum kesiminin açığa çıkmasıyla, çelişkileri politik niteliğe bürünür tarzda yeni yaşayan ve taze bir başlangıç yapabilecek bir potansiyel de aranabilir burada. Bu ikilemin çözümünün ezilenlerin devrimci mücadelesine bağlı olduğunu söyleyebiliriz.

İnanç ve din özgürlüğü

Sorun, din ile din-dışının, özgürlükler konusunda kategorik farkına ilişkindir. “Laikçi” ve liberal kesimler gerçekte bu konuda farklı bir teorik yaklaşıma sahip değil. Aydınlanmanın, insanları dini alanın dışına çıkararak özgürleştirdiğini, “laikçi”ler de liberaller de aynı temelde savunur. Liberaller meseleyi sadece daha yumuşak bir uygulama konusu olarak görmektedir. Aynı şekilde, İslamcı ideologlar da, İslam-dışının özgürlükleri kısıtlayıcı niteliğini ifade eder.

Bu konuda kategorik ayrım görenlerin, özgürlüğü dinden ve dinselden uzaklaşmak / kurtulmak olarak değerlendirmesi gayet anlaşılır olacaktır. Özgürlüğün dinden, dinselden özgürleşme olarak görülmesi, laikliğin de temel düsturudur. Onlara göre, din, Tanrı inancı ve dinsel öğreti yoluyla bireyin kendi aklını kullanmasını engelliyor. Bu bir gerçek olarak kabul edildikten sonra, elbette dine ve dinsel taleplere karşı olunacaktır. Fakat, bu varsayımlar gerçek değilse ve din ile din-dışı arasında düşünüldüğü gibi bir ayrım yoksa doğal olarak bu argüman çökecektir.

Her türlü dini inancın ya da inançsızlığın serbestçe ifade edilebilmesini ve politik alana açılmamak kaydıyla, herkesin inancı doğrultusunda yaşamasını, devletin her türlü dinsel inanç ve din uygulamasından elini çekmesini ve bireyler arasında dinsel inançtan ya da dine inanmamaktan kaynaklanan ayrımcılığa ve baskıya son verilmesini mi savunmalıyız?

Bu yaklaşım, ideo-politik açıdan liberal olmak yanında gerçeksiz ve politik açıdan uygulanabilir de değildir. Çünkü, inanç başlığına sadece dinsel ya da mezhepsel inançlar ya da inanmama inancı girmemektedir. Her türlü ideolojik yönelim bu başlığın konusudur. Milliyetçilik gibi ideolojiler yanında, farklı sosyalizm anlayışları bulunmaktadır ve bizim iktidarımız için diğerleri yanında, özellikle bu rakip sosyalist ideolojilerin geriletilmesi –yani “kişisel alan”a itilmesi– elzem olabilir.

Öte yandan bu yaklaşımlar, tarihsel sürece ve tarihselliğe de kapalıdır. Buna göre, insan bireylerinin kendi akıllarını kullanmadığı, dolayısıyla tarihlerini yapmayı da başkasına (Tanrıya) bıraktığı tarih-öncesi bir dönemden çıkması ve ancak her şeye karşı özgür ve kendi aklıyla hareket edebileceği bir dönemin insanlık tarihi olarak adlandırılmayı hak edebileceği öngörülüyor.

Bu Aydınlanmacı varsayımlar, kendilerine karşı işlememektedir. Aydınlanma da din gibi sınırlayıcı bir rol oynuyorsa, bu durumda, yeni bağlantılar hasıl olacak ve özgürlük sorunu bir kez daha devreye girecektir. Bu kez, Aydınlanmanın öğretilerinden kurtulma olarak özgürlük şiarının öne sürülmesi “hak”kı doğacaktır.

Bireysel özgürlükler

Aydınlanmanın din ve din-dışı yaklaşımını reddettikten sonra sorunu bir bireysel tercih, gerçek bireysel özgürlük bakımından da ele alamayız. Çünkü ayrı ve soyut, tarihsel de olsa birey olmadığı gibi, bireysel özgürlük diye bir şey de yoktur. Toplumsal gerçeklikte “kişinin seçimi” gibi bir ölçüt liberal bireyci bir aldatmadan başka bir şey değildir. Her şey ve her konu, her “seçim” politik karşılığa sahiptir. Dolayısıyla sorun, birey-aşırı bir niteliğe sahiptir.

Birey ve onun bağımsız akıl ve iradesi yaklaşımını benimseyenlerin kendilerini Aydınlanmanın tarihsel şemasına bağlaması dışında bir sorun daha vardır. Bu şema, geniş zamanlı bir sorgulamaya gelememektedir. Zira, başını açmaya bir akıl ve özgür irade atfedilirken, başını örtmeye bu reva görülmemektedir. Örtünmek ne kadar toplumsal baskıyla/rızayla oluyorsa, “açılmak” da o kadar toplumsal baskıyla/rızayla olmuştur, olmaktadır. Bu konuda her ikisi arasında kategorik bir ayrım yoktur.

Örtülü kadının esareti kabul ettiği, açık kadının özgürlüğü tercih ettiği bir “normalite”, “doğallık alanı” bulunmamaktadır. Bir tarihsel durumda, örtü özgürlüğü, açıklık köleliği simgeleyebilir ve tersi de olabilir. Oysa, nasıl yaygın başaçıklığında başını örtmek bir “özel tutumu” ifade ediyorsa, aynı şekilde yaygın başı örtülülükte de başını açmak bir “özel tutumu” ifade edecektir.

Konjonktürdeki özgür özne

Bu tartışmada, Aydınlanmacı ve “laikçiler”in, örtünme talebini “dinsel”/”geri” olduğu için reddetmeleri ile, İslamcıların örtünme talebinin Aydınlanmanın ideolojik çeperine sığmayacağını söylemesi aynı kalkış noktasından hareket ediyor. Örtünme talebinin liberal Aydınlanma değerlerine pekala sığabileceğini tartışan liberaller de dahil olmak üzere, ideolojiden yola çıkıyorlar. Biri din olarak ideolojiden, ötekiler –farklı şekillerde anlasa da– Aydınlanma olarak ideolojiden… Bu yaklaşımlara göre, her şey ideolojide başlar ve ideolojide biter. Yapılar, ideolojinin hakimiyetinde, onun başlattığı, anlamlandırdığı ve bitirdiği süreçler olarak ele alınıyor. Bu durumda, ideolojinin bir yansıması olarak değerlendirdikleri her şeye karşı çıkmayı meşrulaştırmış oluyorlar. Artık geriye öğretisel ya da daha rafinesinden bir ideolojik-teorik tartışma kalmıştır.

Halbuki sorun gayet pratiktir. Bir taşıyıcı, –bu, dinsel ideolojinin taşıyıcısı olarak başını örtme mücadelesi verebilir, laik bir ideolojinin taşıyıcısı olarak başını açma mücadelesi verebilir– “özgürlük” arayışındadır ve sonuç fiziksel olarak da ölçülebilir düzeydedir. Yani, bir anlamda her şey, ideolojinin de bağıl bir unsuru olduğu yapıda başlar, olur ve biter.

Burada bizim ortaya koymaya çalıştığımız yaklaşıma göre, olaylar bir konjonktürün içinde anlamını bulur. Taşıyıcı özneleri tarafından anlamlandırmada genel bir yönelim olarak, ideoloji ve yapıya göndermede bulunulsa da, tayin edici değişkenler konjonktür içindedir. Bu bağlantılandırma işlemi de, bizatihi konjonktürün içindeki olayın öznesi tarafından tamamen konjonktür içinde olmak üzere yapılır.

Böylece, burada öne sürülen yaklaşım, hem öznesini “serbest” bırakmaktadır hem de öznesinin, –statik bir yaklaşımla– her bir konjonktürde farklı ve aykırı tutumlar almasını açıklayıcı olmaktadır. Olay, elbette öznesinin onu “yaşayış”ını da katarak, konjonktürün içinde, onun ilişkiler ortamında tek başına bir olay olarak alınır.

Yani bu tartışma bağlamında, örneğin “toplumun dinselleştirilmesi” ya da “dinden uzaklaştırılıp laik ve rasyonel temellerde kurulması” veya “din ile uzlaşılarak laik ve rasyonel temellerde kurulması” kendi başına karşı çıkılması ya da taraftar olunması gereken hususlar olmaktan çıkacaktır. “Dinselleştirme”, ya da “aklileştirme” bir konjonktürde olumlu, başkasında olumsuz olabilir.

***

Genel olarak özgürlükler ve eşitsizlikleri takip etmenin ve bunun mücadelesini vermenin, verili yapıyı devrimci tarzda değiştirmeyi öngörmeyen “liberal” bir anlayış olduğunu göstermek zorunlu. Ezilenlerin özgürlüğü dışında bir “özgürlük”le ilgilenmemiz için neden bulunmuyor.

İçinde bulunulan toplumsal yapıdaki her türlü ezme-ezilme ilişkisini devrimci bir kanala yöneltmekle yükümlüyüz. Yoksa, bu eşitsizliklerin azalması, yumuşaması, ezme-ezilme ilişkisinin daha katlanılır hale gelmesi bizi bizatihi ilgilendirmez. Bu hal tarzının, tarihsel olarak verili yapıyı güçlendirmeye yaradığını biliriz.

Devrimciler, yardım gönüllüleri, destek kıtaları, eksik gidericileri, düzenin tamircileri değildir. En küçük bir sorunu, en basit ve sıradan bir ezilme ve istismarı devrimci mücadeleyi güçlendirmek için değerlendirmekle yükümlüdür. Söz konusu ezilme ilişkisinin ve istismarın mevcut ilişkilerde bir tersyüz olma potansiyeli taşımadan “çözülmesi” ya da ezilenler için katlanılır hale getirilmesiyle kendi başına ilgilenmezler.

Devrimci bir yaklaşıma sahip olanlar için, tarihi ezilenlerin ezilmişlikleri içinde bir ilerleme, daha rahat koşullara sahip olma olarak anlamanın devrimci değil evrimci (reformcu) olduğu açıktır. (Bunun şematik örneği, serfin köleye, işçinin serfe göre iyi durumda olmasıdır.) Eşitsizliklerin adım adım giderilmesi, bu mücadelenin küçük kazanımlar üzerinden yürütülebileceği bir politik yoldur; ancak kesinlikle, devrimci bir yol öngörmeyi alameti farikası yaptığı anlamda, Marksist bir yol değildir. Asıl mesele, ezilme durumunun nesnesinin, bir durumun öznesi yani ezeni haline gelmesidir.

Bu elbette kolayca değerlendirilecek ve dolaysız görünümler sunan bir manzara olamaz. Uygulama formülleri çıkarılamaz bu tartışmalardan. Nitekim, sırf bu yüzden muhtemelen nice olanak tepilmiştir. Basit görülüp horlanan birçok meselenin nasıl toplumu temellerine kadar sarsıcı etkilere yol açabileceği örnekler söz konusudur. Ama aksi durumun çok daha zengin örneklerinin olduğuna kesin gözüyle bakabiliriz. Ezilme durumuna mücadelenin devrimci gereklerini gözetmeden müdahil olmaya çalışan devrimci girişimlerin düzeni güçlendiren malzemelere dönüşmesi üzerine ibret dolu örnekler vardır. Bunun pratik bir hal olarak garantili yolları yoktur. Devrimci bir yaklaşım karmaşık ilişkiler ortamında bu değerlendirmeyi yapmak zorundadır. Nasıl, işçinin “rubleye kopek ekleme” mücadelesini salt bu boyutta kalmak kaydıyla ilgisiz nazarlarla ele alırlarsa, başka herhangi bir ezilme pratiğini de, kendi başına bir iyileştirme amacıyla değil, ancak devrimci mücadeleye katkısını gözeterek değerlendirirler.

3. Özgürlüğün politik sınırları

Özgürlüklerin sınırlanmasına dönük yaklaşımlar, genel olarak –burjuva– hukuk ideolojisine dayandırılıyor. İki taraf, bir mücadele yürütüyor ve bu mücadelede kendince çeşitli manevra alanları yaratıyor / üretiyor. Biz de, mücadele ederken, egemen hukuk ideolojisinin sunduğu bazı avantajlardan yararlanmayı reddetmeyiz, ancak kendimizi hiçbir zaman onunla bağlı da hissetmeyiz. (Burjuva hukuk ideolojisi, sosyalizm deneyimlerinde de bir yana bırakılamadı.)

Özgürlük boyutunu din ile din-dışı ayrımının belirlediği tartışma, özgürlüğün sınırı boyutunu da din ile din-dışının nerede başlayıp nerede bittiği veya nerede başlaması ve nerede bitmesi gerektiği üzerinden kuracaktır. Biz, ne anlayışlardan herhangi birini, ne de buna bağlı olarak bir anlayışın uygulanma gereğini kabul ediyoruz.

Bu bakımdan, kendimizi, başörtüsü kullanımının sınırlanmasına ilişkin ortaya atılan kamu / özel, reşit / reşit olmama, kamu hizmeti verenler / alanlar gibi ayrımlarla bağlı addetmemiz için hiçbir neden bulunmuyor.

Her iki kanadın getirdiği bütün argümanlar bu anlamda gayet politiktir ve hiçbir zaman “doğal” ve “normal” bir duruma işaret etmemektedir. Sözü edilen ayrımlar yapılarak, ayrımların karşı tarafında kalan “ideolojiler”in politika yapması yasaklanarak politika yapılmaktadır. Ancak, bu işlemin, kurucu aşamada kaldığı için unutulduğu veya bir “durum” olduğu için normal kabul edilmesi gerektiği varsayılıyor. Böylece, verili durum, politika-dışı bir “doğallık” olarak ileri sürülebiliyor. (Karşı tarafın da, kendi önceliğini politika-dışı ama politikaya hakim olması gereken bir “kutsal dinsellik” olarak ileri sürmesi gibi.)

Ne kamusal alan, ne kamu hizmeti verenler, ne reşit olma ve olmama… Hiçbir argümanın konjonktür içindeyken politika dışı niteliği yoktur. Her şey tamamen bir egemen gücün egemenliğini veri kabul etmeyi, ya da bir başka gücün hakim olmasını öngören “silahlar”dır. Ayrım, kudret sahibi bir gücün kudretine ilişkin çizdiği bir sınırı göstermektedir. Buna da söz konusu terimler uygun görülmüştür.

Bu gerçek karşısında, ezilenlerin mücadelesiyle bağlantısı öngörülüyorsa, çocuklar dahil, politikanın ulaşamayacağı hiçbir konum, kesim ve yer yoktur. “Kemalist laik ideolojinin çocukları” zaten her an ve an “eylem durumu”nda: Eğitim-öğretim pratiğinin olabildiğince yaygın boyutu ve görünümüyle… Laikçi kanat, bu durumun normal olduğuna ve okula başörtüsüyle gelen çocukların “istismar” edildiğine inandırmak istiyor. Evvelinden ve ardından, her iki devletli kanat, bu kez, eyleme çıkan Kürt çocuklarının istismar edildiği argümanını bir savaş silahı olarak devreye sokuyor.

***

Türkiye’de “kıyafet inkılabı” yapılmıştı ve toplum, üzerinden geçen onyılların ardından artık bu konuyu gündeminden çıkarmış, “normal” kabul etmiş görünüyordu. Fakat, politik gelişmelerin modellere uymadığının bir kanıtı olarak, giyim-kuşam tekrar politikleşti.

Kamu yaşamında dinsel simgeler kullanılmıyordu ve egemenin vazettiği simgenin nötr olduğu varsayılıyordu. Bu, laikliği uygulayanın, uygulamayı yaparken inançtan münezzeh olduğu varsayımının geçerliğine bağlıdır. (Aynen, laboratuvara girerken Tanrı inancını dışarıda bırakabileceğini sanan bilimci gibi.) Eğer, dinlerle din-dışı ideolojilerin tümünün, ideolojik düzlemin farklı formları olduğu anlaşılırsa, mesele büyük oranda açıklanmış olur. Bir ideoloji başka bir ideolojiyi kontrol altına almaktadır.

Sorun, bir gücün başka bir gücü sınırlama işleminden ibarettir. Bu sırada kullanılan dil (gerici, kadınların köleliğinin simgesi, çağdışı…), gücü yettiği ölçüde, işin sonsal boyutundan ibarettir. Elbette her güç, dilini istediği gibi kullanacaktır.

Somut insan teklerinin yurttaş olarak “kimliksiz” görünebileceklerini varsaymaktadır bu anlayış. Egemenlik eylemli olarak sorgulanmıyorsa evet, ama bir kez sorgulanmaya başladı mı, artık model çökmüştür: Her şey gibi, yurttaşlar da “kimlik”leriyle görünür olur.

Başörtüsünün –dinsel bir simge olarak– kamu hizmeti verenler bakımından sınırlanmasını savunmak, öncelikle, “çağdaş” giysinin herhangi bir ideolojik –aynı anlama gelmek üzere, dinsel– simge olmadığı, “doğal” olduğu, inançlar karşısında nötr olduğu varsayımına dayanmaktadır.

Kamu hizmeti verenlerin ideolojik, politik ya da dinsel aidiyetlerinin kadın olanlarının başörtüsüyle belli olacağı, ya da daha “etraflı” yaklaşanlar bakımından, kamu hizmetinin dinsel inançlar karşısında nötr olması ve dinsel simge taşımamaları esprisinin altında yatan Aydınlanmacı rasyonalizmin naifliği görülmelidir.

Bunun bir sorun olarak algılanması, aslında laiklik konusunda da gündemde olan ve insanlar arasında ayrımcılığın dinlerde cereyan ettiği halbuki laik ideolojilerin bu meseleyi aştığı yolunda. Bunu bir hakikat olarak kabul edenlere ezilenlerin günlük deneyimlerinin tanıklığına ihtiyaç yok.

***

Peki, devrim sonrası için gerçek bir inanç özgürlüğü mü vaat edeceğiz? Buna hayır demek zorundayız. Eğer bir ideolojik-politik akım dinsel, sosyalist, milliyetçi, … ya da aynı anlama gelmek üzere, bize muhalefet ediyorsa, ve mücadelesini egemenliğimizi tehdit edecek boyuta taşıma eğilimindeyse, biz bu akıma neden özgürlük tanıyalım. Eğer, biz de devrim sonrası iktidarımızı, giyim-kuşamın politikleştiği ya da bundan politik yarar umduğumuz, kudretimizi “gösterme”ye ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde inşa etmişsek bundan uzaklaşmamız söz konusu olamaz.

Giyim-kuşamda, soyut anlayış bakımından, patolojik, kriminal ya da teknik olanlar dışında herhalde hiçbir sınır tanımayız. Sınırlarımızı tarihsel dönemin içinde politik ilişki ve konumumuz belirleyecektir. Batılı toplumları mı izleyeceğiz, geleneksel giysilere mi döneceğiz, İslami giysiler mi giyeceğiz; yoksa yeni bir giysi kültürü mü ortaya atacağız; buna “dönemin ruhu” karar verecektir.

4. Bütünsel ya da kısmi Marksizm

Giysi konusunda “ideolojik” (yani konjonktür ve politika-dışı, genel bir anlayış bakımından) sınırlama anlayışına sahip olanlar, aynı işlemle Marksizmi de sınırlıyorlar. Marksizm, toplumsal gerçek karşısında sınırlı bir varlık, sınırlı bir yetki ve sınırlı bir yükümlülük sahibi oluyor.

Bu tartışma özgülünde de görüldü; Marksizm ayırt edilebilir bir teorik-politik yapı olmaktan çıkıyor ve genel olarak kapitalizmin egemen teorik-politikasının bir eklentisi, uzantısı, evladı konumuna düşüyor.

Bu, politik olarak böyle oluyor: Zira, genel olarak sosyalist ve devrimci akımlar, egemen iki kesim dışında özgül bir tutum geliştiremiyorlar. Bu, teorik olarak böyle oluyor: Zira, genel olarak Marksizm alanında yer alanlar, kendilerini Aydınlanmanın iki kanadının birinin mirasçısı veya uzantısı olarak görüyor. Bu Marksizm, akademik disiplinlerin giriş kitaplarında, Marksizmi “ekonomiye veya sınıfa önem veren doktrinler” arasında sınıflandıranların “haklılığını” kanıtlıyor. Artık Marksizm, bütünsel bir teorik-politik yapı olmaktan hem politik olarak hem de teorik olarak çıkıyor ve bir “disiplin” haline geliyor. Çoklu-disiplinler içinde, olay ve olguları sınıfsal ve ekonomik açıdan ele alan, ve politikasını da olay ve olguların sınıfsal yanı ya da özünü açığa çıkarmak üzerine kuran çoğulculukta bir akım…

Devletliye göre bölünen sol hareket

Tartışma konusu unsurlar açısından sağlam ve bağımsız bir genel anlayış mirasına sahip olmayan Türkiye sol hareketi, meseleyi daha da karıştıran bir olguyla karşı karşıya kalmıştır. Tek bir devletli irade görmemektedir karşısında. Devlet aygıtı üzerinde ezenler ikiye bölünmüş ve ezilenler de bölünmeyi izleyerek, ezenlerinin peşine güçlü bir şekilde takılmış bulunuyor. Devletli kanatlar, sol hareketin ilgisiz kalamadığı teorik ve ideo-politik argümanların uçuştuğu kıyasıya bir kavgaya tutuşmuş bulunuyor.

Türkiye sol hareketi, başörtüsü ya da “türban” konusunda toplumun egemen kesimlerinden ayırt edilebilir bir kimlik ortaya koymadı ve devlet katındaki kaba ayrımı neredeyse aynen yansıttı. Tutumları, iki egemen gerici kesimin izdüşümleri olarak olarak belirleyebiliriz:

a) Baykal CHP’si yaklaşımı (sert laik / ‘laikçi’ / Fransız tipi); b) AKP yaklaşımı (seküler / Anglo-Sakson tipi); c) Kılıçdaroğlu CHP’si yaklaşımı (ılımlı laik).

Birinci ayrımı, laikçi, aynı anlama gelmek üzere Aydınlanmacı solcu kesimler oluşturuyor. Laikçiler, “türban”ın, kadınları köleleştirme de dahil, gerici bir simge olduğunu ve bundan dolayı, 18 yaş üstü, kamu hizmeti alanlar ve üniversite öğrenimi dahil yasak olması gerektiğini savunmaktadır. Bu başlıkta, sol hareketin ve kesimlerin öncülüğünü TKP’nin yaptığını kabul etmek gerek. Bu parti, bir tür solculuğun tipik bir temsilcisi olarak giderek daha da belirgin şekilde öne çıkmaktadır. Solun, bu konuda olumsuz tutum alan kesimlerinin tümünü TKP’nin tutumu az çok ifade etmektedir. “Türban” bu kesime göre, sınıfsal ayrımları, çağdaşlıkla çağdışılığın ayrımını, yoksulluğu, kadınların ezilmesini örtmektedir. Bu kesim, açıkça, Aydınlanmanın Jakoben liberalizminin mirasçısı ilan etmektedir kendini.

İkinci ayrımı, liberal sol kesimlerde görülen şekliyle, başörtüsünü genel bireysel özgürlükler başlığı altında ele alan ve AKP hükümetinin politika tarzını da izleyerek, “başörtüsüne özgürlük” tanınmasını savunanlar oluşturuyor. Bu ikinci kesim, Aydınlanmanın –Jakoben olmayan– liberal mirasçıları arasında yer alıyor. Bu tutum, solda epeyce zayıf örgütsel karşılıklar bulmakla birlikte, liberal nitelik arz etmektedir ve AKP’yi bir demokrasi öznesi gördüğü için, başörtüsünün serbestliği konusunda bu partinin tutumunu izlemektedir. Her şeye rağmen bu kesim, “kamusal alan” ayrımını terk edemiyor, ama olabildiğince esnek bir uygulamaya taraftarlık geliştirmeye çalışıyor.

Üçüncü ayrımı, anlayış olarak laikçi kesimde olmakla birlikte, politik olarak bu kesimden ayrı durmak gerektiğini sezinleyenler oluşturuyor. Devrimci akımların çoğunluğu üçüncü başlık altında toplanıyor. Birinciler kadar sert olmamayı, halkın dini inançlarına ve onları yaşama isteğine hoşgörülü yaklaşılmasını, ama asıl sorunun sınıfsallık ve yoksulluk olduğunun unutulmaması gerektiğini savunuyorlar. Bu kesimin anlayış olarak birinciyle aynı olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Ancak yine de bu kesimin “pragmatik” ve ölçülü yaklaşımı, meselenin kritik niteliğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Bütün ılımlı ve hoşgörülü yaklaşımına rağmen, bu kesim de, kamu hizmeti alanlar, üniversite öğrencileri ve 18 yaş üstü gibi sınırlamalardan vazgeçemiyor. Bu kesim, açıkça bir savunma pozisyonunda bulunuyor, ve olayla ilgili tereddütlü, şaşkın ve ürkek bir tavır sergiliyor.

İslami kesimlerde görülen genel devletli manzaranın bu kesimin tereddüdünü aşmasında en büyük dış engel olduğu görülüyor. Anlayışa ilişkin bütün sorunlarına rağmen, devrimciler başta olmak üzere, bir mücadele eğilimi görülse, uzak duramayacak kadar devrimci refleks sahibi bir kesimden söz ediyoruz.

Üçüncü yaklaşımın içinde yer alan bazıları, birinci yaklaşımda şampiyon konumda olan sosyalistlerin “bağımsızlık ve Aydınlanma mücadelesini” türban karşıtlığına indirgediğini, oysa asıl meselenin yoksullar ve emekçilerin eşitlik ve adalet mücadelesi olduğunu savunuyor. “Türban karın doyurmaz” diyorlar. Başka bazıları ise, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına taraftar, ama asıl meselenin yoksulluğa karşı mücadele olduğunun unutulmamasını savunuyor.

Özcü görünen kısmi Marksizm

“Asıl mesele”ye çağrı, Marksizmi sınırlı ve kısmi bir ideo-politik yapı olarak görmenin, onu işçi olmaklığa bağlı sorunların ifadecisi görmenin bir yoludur sadece.

Uğrunda mücadele edenler, veya etmeye hazır olanlar varsa, kendi konjonktüründe “asıl mesele” başörtüsüdür. Politik alanda varolmuş, devlet aygıtlarıyla karşı karşıya gelmiş hiçbir olay ve olguya ilişkin, konjonktür dışından öncelik/sonralık, asıl/görüntü giydirmesi yapılamaz. Konjonktür dışında her daim öncelikli olan bir öz ve bu özü konjonktürde gizleyen veya çarpıtan bir görüntünün katlanılması gereken varlığı anlayışı, doktrinerler yaratır, ama somut koşulların içinde mücadele edecek devrimciler yaratmaya uygun değildir.

Marksizm kendini toplumsal birimdeki bütün ezilme ilişkilerinden yükümlü görür. Politikasını da, sınıf ya da –tarihsel, bilimsel, ideolojik gibi– başka bir temel değil, ezme-ezilme ilişkisinin içinde bulunulan konjonktürde politikleşmesi / politikleştirilmesi (aynı anlamda devrimcileştirilmesi) üzerine kurar. Bu bakımdan, ne yoksulluğa karşı mücadele bizim uhdemizdedir, ne de sınıfsal mücadele… Ne de, dolayısıyla, öteki meseleler, öteki akımların uhdesindedir.

Belirleyici olan politikleşme, devlete karşı güç oluşturma uğraşıdır. Sınıfsallıktan türeyen politikleşmenin (sınıfa karşı sınıf) öncelik taşıdığı iddiası, yüzelli yıldır Marksizmin giderek belirgin vurgularla reddettiği ama hâlâ büyük ve direşken bir ısrarla gündeme getirilen bir husustur. Kültürel ile ekonomik olanın, sınıfsal ile ideolojik olanın, psikolojik ile hukuksal olanın, ulusal ile dinsel olanın hiçbir önceliği söz konusu olamaz bu momentte. “Asıl” devrimci politik meseleler, ya dolaysızca politik alanda var olan, ya da varolmaya aday olan ayrımsız bütün konuları oluşturur. Bu alanda olanlar, “var”dır ve asıldır; “öz”ü de kendisidir. Olmayanlar ise “yok”tur!

Hangi boyuttan gelirse gelsin, politikleşen öncelik kazanmıştır. Bu anlamda, politikleşen kültürel bir öğe, politikleşmeyen ekonomik/sınıfsal bir öğeler demetinden önemlidir. Politikleşme öncesinde de, sınıfsalın kültürele önsel önceliği söz konusu edilemez. Devrimci politiklik sağlandıktan sonra, eğer bu kültürel ise, sınıfsal olanın önündedir. Daha doğrusu, politikleşmeyen ekonomik/sınıfsal şey, “yok” iken; politikleşmiş kültürel, bir “var”oluştur. Sınıfsallığın kültürel ya da öteki öğeler tarafından politik alanda güya örtülmesi, bizim sınıfsallığı vurgulayarak çözebileceğimiz bir sorun değildir. Sınıfsallık bize devrimci mücadele için önsel bir avantaj noktası sağlamaz.

Burada, Marksizmin öteki ezilen akımları için kabul edilebilir yönünün ekonomik doktrini olduğu anlayışına gelmeliyiz. Bu anlaşılıyor. Her akımın kendi bütünlüğünü kurmaya hakkı vardır. Fakat, Marksizmin çeşitli akımlar arasında bütünlüğün ekonomik boyutunu vurgulayan bir akım olduğu anlayışına karşı çıkmak zorundayız. Karşı çıkılması gereken anlayış kendini, “Türban karın doyurmaz”, “Türbanlıya hoşgörülü olan işsiz türbanlıya niye duyarsız”, “Türbanın gerisinde yatan yoksulluk” gibi ifadelerde belli ediyor.

Meseleler varoluş düzlemine girdiklerinde sadece varoluş gücüyle bir öncelik-sonralık ilişkisine tâbi olur. Konjonktürün gerçeğinin aslı ve kopyası, ya da pratik kudreti dışında hiyerarşisi bulunamaz. Bu bakımdan, bir konjonktürde, başörtüsü sorunu bütün sınıfsal ya da ekonomik sorunların önüne geçebilir. Bu durumda, Marksist devrimcilere düşen, nafile bir çabayla, görüntüye aldanmamayı, asıl gerçeğe yönelmeyi telkin etmek değildir. Böyle bir öz-görünüş, asıl-kopya ikiliği mevcut olmadığı gibi, zaten bu sözlere de kimse kulak asmayacaktır. Politik olanak görülüyorsa, özgül sorunun üstlenilmesini bizatihi Marksist devrimciler yapmalıdır.

Oysa, bu türden sorunlar ortaya çıktığında ahir zaman Marksistleri, kendilerine düşenin, meselenin sınıfsal boyutunu vurgulamak olduğunu sanıyorlar. Bir anlamda, bir aldanış içindeyken, “aldanmışlar”ı aydınlatmayı umuyorlar. Marksizm dışındakilerin de Marksizme işbölümünde uygun gördükleri yer bu oluyor: Sınıf ve ekonomi! Belirli bir politik konjonktürde meseleyi dolaysızca sınıfsala bağlama ve yoksulluğu işaret etme işini üstlenme.

Böyle anlaşılmış bir Marksizm kendinin asli alanının sınıf meseleleri olduğunu ve her şeyi öyle göreceğini kabul ve ifade ederek, aslında öteki başlıkların kendi “temsilcilerince” yürütüleceğini de kabul etmiş oluyor. Bu çoğulcu muhalif ortamda, konunun öteki her bir boyutu, kendi ilgilisi tarafından üstlenilecektir! Kadın, ulus, etnisite, din, mezhep, demokrasi, dil, ırk…

Marksizm, bu güya “özcü”, lehimci mühendislik anlayışına karşı çıkarak belirmiştir ve bu konuda açıkça bütünseldir. Ancak bütünsellik, sınıfsal olanın diğer her şey üzerindeki önceliği anlamında değildir; konjonktürde, devrimci politik olanın diğer her şey üzerindeki önceliğidir. Bilimin politik uygulanması anlamında bir toplumsal mühendislik değildir söz konusu olan. Konuyu olabildiğince politikleştirerek mücadele konusu yapmak ve politik bütün konuları mücadele içinde ilişkilendirmek… Marksist devrimciler toplumun bütün ezilme ilişkilerinden devrimcilik çıkarmakla yükümlüdür, sadece dar anlamda anlaşılmış sınıfsal ezilme veya sömürülme ilişkilerinden değil…

Marksizm, her toplumsal unsurun sınıfsal olduğunu bilimsel düzlemde kabul eder. Buna göre, örneğin, Kürt ulusal mücadelesi bir sınıflar mücadelesidir. Bir özgül sınıf bileşimi (ulus), başka bir sınıf bileşimine (devlet olmuş ulus) karşı mücadele etmektedir. Ancak politik olarak Marksizmin öteki bazı akımlardan farkı her meselenin sınıfsal boyutu olduğunu göstermek ve bunun için mücadele etmek değildir. Tarihsel işbölümünde bize düşen görev ve yükümlülük, mücadele eden Kürtleri sınıflara bölmek, onlar arasında işçi sınıfı aramak ve politikamızı işçilere bağlamak olamaz. Bize düşen, mücadele etme yöneliminde bulunan Müslümanları, yaptıklarının özüne (sınıfsallığına) ilişkin uyarmak ve “bilinçlendirmek” değildir.

Ayrıca, sınıf ayrımında ısrar ve proletarya, yaygın olarak sanıldığının aksine, ezilenlerin bölük pörçük varlık ve mücadelesinin, varlığında birleştirileceği bir kategori de olamaz. Ezilenlerin çok derin ayrımlarla bölünmüş bir kategori olduğunu, sınıfsal ayrımın güçlü şekilde nesnel olduğunu ve “işçi sınıfının bu sorunları taşımadığını” ileri sürüyorlar. Oysa, tartışma tam da bizatihi işçilerin bu bölünmelere maruz kaldığıdır. Ayrımlara bölünmüş heterojen ezilen yığınların, bizatihi kendisi aynı ayrımlardan muzdarip işçi sınıfı tarafından birleştirileceğini sanmak, basit bir totoloji olmasının yanı sıra azımsanmayacak zenginlikte bir tarihi olan işçiciliğin birtakım sorunlar barındırdığı sezgisinin henüz ilk aşamasında bulunmaktır.

Kısmi Marksizm yaklaşımına, çoğunluk Marksist dışında, Marksizm dışında olan ama onunla bir sentez anlayışına sahip kimseler yanında, Marksizmin bağnaz eleştiricileri de sahip. Bir Kürt, ulusal kimlik ve hak sorunları dışında sorunların varlığından bahsediyorsa; bir Müslüman, çarşafın gizlediği altınlardan bahsediyorsa, kısmi Marksistler hemen kendi anlayışlarının kanıtlarını bulduklarını sanıyorlar. Oysa, bu, sadece, karşımızdakilerin, Marksistlerin yapması gerekeni bizzat Marksistlere yapması işlemidir.

5. Yaşam tarzı solculuğu

Başörtüsü tartışmasında solcu topluluklarda öne çıkan bir rahatsızlığın, bir durumu açıklayıcılık bakımından uygun görünen bir kavramlaştırma olan “endişeli modernler”le ortak olduğu, solcu topluluğun genel olarak, dinsel tarzda yaşayanların modern yaşam tarzlarına hoşgörüsüz olacağı kaygısı yaşadığı “endişeyle” izleniyor. Solcu topluluklar, politik yönelimlerini buna bağlı olarak belirliyor.

Türkiye’de, –önceki Kürt politik grupları değil özel olarak– Kürt Hareketi dışında solculaşma sürecinin sosyo-kültürel kökenlerine bakıldığında daha da açık hale gelen bu özelliğin yitiminin, ve öncelikler listesinden çıkarılmasının zorunluluğunun, devrimciliğin yeniden üretimi ve pratik bir devrimcilik güdecek insan rezervi arama bakımından belirleyici nitelikte olduğu görülecektir. Bu rahatsızlığın kendisi başlı başına devrimci bir ezilenler hareketinin öncelikle “kurtulması” gerekenler arasındadır. Sol hareketin, insan rezervini –devrimciliği geleneksel olanlarda bile belli ölçülerde öteki topluluklardan gelme örneklerine rağmen– “modernleşme süreci”ni ideo-kültürel olarak benimsemiş topluluklardan edindiği göz önüne alındığında ve modernleşmeci bir sosyalizm anlayışına sahip oluşu da eklendiğinde, sorunun derinliği anlaşılacaktır. Evet, “dinciler”in yaşam tarzına bir tehdit olduğu algısını sol hareketin çoğunluğu da “modernist toplum kesimleri”yle aynı şekilde paylaşıyor. Bunun “gerçek” bir endişe olduğu açık, fakat bu endişenin devrimci bakımdan bir kıymeti olmadığı da açık.

Dünya ölçüsünde bütün önemli devrimci hareketler, “açık toplum” yandaşları tarafından, bugün laikçilerin “toplumsal yaşamın dincileşmesi tehlikesi”ne karşı ileri sürdüğü argümanlarla eleştirilmiştir. Liberalizmin devrimci sosyalizm hareketlerini eleştirirken kullandığı belli başlı argümanlardan birinin, bu hareketlerin, “yaşam tarzı”yla önemli ölçüde örtüşen “kapalı toplum” özellikleri taşımaları olduğunu biliyoruz. Öteki önemli ayrım kavramını farklı “uygarlıklar” ve bunların çatışması oluşturmaktadır. Buna göre, sadece Batı uygarlığı “açık”tır ve liberal özgürlüklere –bu arada sosyalizme de– izin veren yapıdadır. Öteki uygarlıklar (İslam uygarlığı dahil) Batı uygarlığından, çatışmayı ve ezmeyi zorunlu kılacak şekilde, farklıdır.

Ezilenlerin “daha ileri” bir kültürel formasyona ve “liberal” yaşam tarzına sahip ezen ve ayrıcalıklı toplum kesimlerine kaba-saba gelmesinde anlaşılmayacak bir husus yok. Bunu, başarılı devrim anlatılarından biliyoruz. Ayrıca, işçi sınıfının, kabalık ve yabanıllığından korkulmaması gereken uygar ve kültürlü bir sınıf olduğu güvencesi peşindeki sosyalistlerin akıbetinin, tam da davranış ve anlayışlarında içkin olduğu üzere, Batı uygarlığının müştemilatı olmaklığını da gözden kaçırmıyoruz.

Sol hareketin örgüt olan özneleri dışında ve yanında, solcu toplulukta daha da belirgin ve yaygın görülen bu tepki algısının, “modernist konformizm”le önemli ölçüde birlikte gittiğini gözlemliyoruz. Bunun, dinsel yaşam tarzına yönelen toplum kesimlerinde devrimci bir dinamik olmamasının neredeyse geleneksel oluşunun da önemli bir dış faktör olduğu gözardı edilemez. Fakat bunun bir mazeret olması da kabul edilemez. Aksi halde, solculuk kendine “modernist” toplum kesimlerini doğal kitle kabul etmiş demektir. Kökenlerini Avrupa tarihinde bulan solculuk açısından bu bir sorun niteliği taşımıyor.

Din ve örtünme meselesine “yaşam tarzı” açısından yaklaşmak, bir solcunun kendini liberal Batı uygarlığının, yani kapitalizmin Batıdaki örneğinin bir militanı sayarak işe başlamasından başka bir şey değildir. Batılı yaşam tarzının liberal ve özgürlükçü, bireyin serbest seçim ve tercihlerine önem ve değer veren bir niteliği olduğunu savunan, kadınların konumunun ancak bu liberal aşamadan sonra sosyalistçe savunulabileceğine ilişkin anlayış, kendini açıkça Batı kapitalizminin eklentisi haline getirmiştir ve bu anlayıştan, özellikle bu saatten sonra, geçmiş kırk yıllık devimci mücadele deneyiminden sonra, devrim için bir şey çıkamaz.

Politik tutumun bu yaşam tarzının varolma koşuluna bağlanması, liberal Batı uygarlığının ileriliğinin, onun ancak kendi tezlerini uygulamakta gösterdiği eksiklik bakımından eleştirilebileceğinin bir itirafıdır; ve bu görüşten, Batılı kapitalizmi yıkmayı hedefleyen devrimci bir yaklaşım çıkmaz. Bu yaklaşım, eğer Batılı kapitalizmin, geçen yüzyılın özellikle ikinci yarısında gerçekleştiği üzere, ezilen sınıf ve kesimleri de bir “tüketici” olarak besleyen biçimiyle, ezilenlerin desteğini kazanmasında bir olumluluk görüyorsa, bu olumluluğun da bir ömrünün olduğunu ve barbar tepkilerin barış ve rızaya dayanan bu uygarlığın köküne kibrit suyu sıkacağı zamanların geleceğini bilecektir.

“Toplumsal yaşamın ve ilişkilerin dinsel öğretilere göre düzenlendiği bir toplum”da yaşamak istemeyen solcuların hangi tür öğretilere göre düzenlenen toplumda yaşamak istediği gayet açık. Bu solculuk, dinlerin öğretilerinin hakikaten toplumsal gerçekten bağımsız bir varlığı olduğunu ve topluma varlığını dayattığını Aydınlanmacılar gibi savunuyor –hem de materyalist olduğu savını geri çekmeyerek.

Gerek tarihte, gerekse bugün hiçbir toplum, ne soyut din ilkelerine göre düzenlenmiştir, ne de soyut laiklik ilkelerine göre. Öğretisel anlamda, ne Osmanlı bir din devletidir, ne de İran İslam Cumhuriyeti. Aynı şekilde, ne Türkiye Cumhuriyeti öğretisel anlamda laiktir, ne de devrim Fransası. Bütün ayrımlar, özgül bir tarihsellik üzerinden kurulur. Ama tarihsel özgüllük ve egemen ideolojilerin adı bakımından, İran bir İslam cumhuriyeti, Türkiye laik bir cumhuriyettir –öğretiye göre aşılamaz ve indirgenemez eksiklerine rağmen. Her iki ülkede de birer egemen ideoloji (İslam ve Kemalizm) ve onların kurumsal karşılığı vardır ve öteki ideolojiler bastırılmıştır –yani her iki ülke de bu anlamda laiktir.

***

Marksistler, devrimci olmayı ve ezilenlerin devrimci kurtuluşunu öngörüyorsa, “modern yaşam tarzı – açık toplum – Batı uygarlığı” üçlüsünün kesinlikle dışında yer almak zorundadır. Bunun almaşığı “Geleneksel yaşam tarzı – kapalı toplum – Doğu uygarlığı” üçlüsü değildir. Marksizmin devrimci anlayışı bakımından, hareketin ve varlığın bir yaşam tarzına bağlanması kabul edilemez –bu, kültürel olarak katlanılması zor bir yaşam tarzı da olsa… Yaşam tarzı önceliği, politik niteliğin bağlı olduğu birtakım öncelikleri ima etmektedir. Öncelik ve esas, yaşam tarzı solculuğu değil, hiçbir yaşam tarzını esas almayan ve eylemli varolmayı bir tarz haline getirmesi beklenen politik devrimciliktir: Eyleme bağlı bir yaşam tarzı. Oysa solcu topluluklarda, en iyi örneğiyle, devrimi yayan komünist devrimciler olmaktansa devrimi yaşayan komüncüler olma tercihi giderek öne çıkıyor.

Savaşçı bir temelde algılanması gereken ve uygarlık kuruculuğu değil yıkıcılığı öne alan, ezilenlerin barbar asabiyetini (toplu davranış enerjisini) yücelten, yerleşik bir yaşam tarzını değil “göçebe” savaşçılığını model alan, “yatağında ölme”yi değil, “mücadele alanında ölme”yi yücelten bir “karşı-toplumsal davranış” modeliyle karşı çıkmalıdır.

“Türban” neyin simgesi?

Eğer, bazı sosyalist çevrelerin savunduğu üzere, “Türban kadınlar üzerindeki baskı ve köleliğin simgesi”yse, bu görüş, açıkça, baş açıklığının özgürlükle özdeş olduğunu ve kesin bir ilerleme olduğunu içeriyor. Bu sosyalistler, başı açık kadınların başının üzerindeki eşitsizlik hâlesini görmüyor ve görünüşe aldanıyorlar!

“Türban”ı gericiliğin, dinselliğin, kadın köleliğinin simgesi kabul eden sosyalist görüş, Avrupa tarihinin devrimci bir tarih olduğunu, bütün bu başlıklar bakımından örnek bir tarih modeli çizdiğini kabul etmekle kalmıyor; özel olarak Türkiye’de de, Kemalist tarihin bütün belli başlı ilerlemeci argümanlarını kabul ediyor. Eğer, Cumhuriyet tarihi hakikaten kadının “türban esareti”nden kurtulması olarak okunabiliyorsa, Cumhuriyet tarihi gericiliğe karşı ilericiliğin muzaffer yürüyüşü ise, ve bu yürüyüş aynı hızla sosyalizme varmaya adaysa, yürüyüşte bir aksama sosyalizme ulaşmada da aksama anlamına gelecekse, “türban” gericiliğin, kadın köleliğinin simgesidir.

Genelgeçer bir önerme olarak, “türbanın kadınların köleliğinin simgesi” olduğunu söylemek, tarihsel özgüllüklere kapalı bir göz sahibinin tekerlemesidir. Tekil olay, tümele gönderilecek, oradaki kodlar çerçevesinde deşifre edilecek, çözümlenecek, ve sonra, o olaya ilişkin tutum belirlenecek. Bu yaklaşımda, aslında tek tek olgu ve olayların hiçbir önemi ve özgüllüğü bulunmamaktadır. Tümelden tekile tek yönlü bir ilişki ve tanımlayıcılık söz konusudur.

Tarihsel koşullar ve taşıyıcılarından azade, kendi başına gerici ya da ilerici ideoloji yoktur. Giysi de yoktur. Kadınların örtüsü, devletleşen İslam toplumlarında kadının köleliğini, Cezayir kurtuluş savaşında, Maraş’ta Sütçü İmam ve Antep’te Şehit Kamil olaylarında halkın işgalciye karşı mücadelesini simgeliyordu.

Sodom Gomore: “Türban (tartışması) neyi örtüyor?”

Bir resim sokuluyor gözümüze. Gerine gerine yürüyen tesettür şortlu İslamcı erkeğin arkasına takılı örtülü kadın. Nesne hali; cinselliksizlik…

Ama bir resim daha var: Aynı yürüyüşteki ve –moda öyle emrettiğinden– yaklaşık aynı kılıktaki modern erkeğin kolunda, şaşmaz bir kural olarak erkekten daha az giysili kadın. Nesne hali; cinsel nesne…

Hangisi hakikatin resmini vermektedir? Erkek-egemen toplumsal yapı hangi resimde kendini ele vermekte, hangisinde gizlemekte, manipüle etmektedir?

***

Laikçi-modernist kesimler içinde, topluluklarının tatil, içki, eğlenceyi bırakıp politik davranış göstermediği şikayeti çokça duyuluyor. Toplu politik davranışa yatkın olmayan, “bireycilik ideolojisi”nin güçlü olduğu topluluklar oluşturuyor laikçi-modernistler. Bu sorun, modernist sosyalist kesimleri de giderek daha güçlü bir şekilde etkiliyor.

Başörtüsü ya da “türban”ın kültürel ya da toplumsal bir mesele olduğunun ve bu çerçevede hoşgörülmesi veya sınırlanması gerektiğinin ileri sürüldüğü atmosferde, örtünme değil sözcüğün mot a mot karşılığıyla “açılma”nın tartışılması gerekiyor. Çözülen toplumları simgeleyen “Sodom ve Gomore” meseli üzerinden bir toplumsallık eleştirisi gündeme getirilmelidir.

Günümüz toplumlarında yaşam tarzı ya da kültürel bakımdan asıl tehlikeyi, giysinin bir teşhir aracı ve kadının özgürlük adı altında eşitsiz konumunu pekiştirici bir işlev görmesi oluşturmaktadır. Çağdaş toplumda kadın bedenine ilişkin artık “normalleşen” anlayış, erkeklerin gözünde cinsel bir nesne özelliği taşımasıdır. Ve tartışma neredeyse, bu durumun “doğallığı” üzerinden, kadının nesne olmaklığının mı, –nesne bile!– olmamaklığının mı ileri olduğu üzerinden yapılmaktadır.

Sorun kültürel boyutta ele alınırsa, başörtülü kadınların varlığı ve çoğalması değil, teşhir kültürüne kapılmış kadınların varlığı ve çoğalmasıdır asıl tehlikeyi oluşturan. Çünkü, bu kültüre kapılmış kadınların, kişisel yaşamda mahrumiyete, sıkıntıya, fedakarlığa dayanan bir kollektif eyleme yönelmelerini engelleyen faktörler, başörtülülerden çok daha güçlü bir şekilde göstermektedir kendini. Nitekim, bazı devrimci örgütler, çalışma yaptıkları alanlarda, “yozlaşma”yla mücadele yürütmeye gerek duyuyorlar.

Büyük yönelimler itibarıyla, ezilen toplumsal kesimlere mensup kadınların küçük kent ve kasabalarda ve metropol şehirlerin varoşlarında yaygın biçimde örtünmesi egemen bir davranış biçimi olarak düzene pasif biattır. Bu doğru. Fakat, ezilen toplumsal kesimlere mensup kadınlar arasında giderek artan teşhirci kültürel yönelim, militan bir biat anlamına gelmektedir toplumsal düzene…

Örtünen kadınların hiç de homojen bir bütün oluşturmadığını, öbür kesimde yer alan kadınlar kadar bölünmüş bir kütle oluşturduğunu gözden kaçırmadan, örtünme, hiç olmazsa bir yönüyle, toplumun söz konusu çözülme eğilimine girmesine karşı bir reaksiyon olarak değerlendirilebilir.

Başörtülü kadın/kızlar, bir büyük topluluğun içinde olma davranışı sergiliyor. Ancak bireycilik ideolojisinin beslediği bir sürüyü oluşturan teşhir kültürü mağdurlarının güya özgür bireyler olarak hiçbir topluluğun içinde erimek istemeyerek yok olan varlıklarıyla, hiçbir ideo-politik yönelime girmeyecek bir çözülüş kuşağı olduğu gözden kaçırılıyor. Metropollerde ve tatil kültürünün yaygın olduğu sahil bölgelerinde yuvalanan ve adım adım ezilen toplumsal kesimlere yayılan bu sürüler, verili egemenliğin sürmesinin güvencelerinden biri haline geliyor. Rejimle daha fazla tüketmek ve eğlenmek dışında bir sorunları olmayan sürülerin herhangi bir özgecilik vazeden her türlü yönelime düşmanca uzak olduğu besbellidir.

6. Patronaj çözümü

Okul kapısında ağlaşan, çekildiği mahrem köşede başörtüsü üstüne peruk takan kız öğrenci fotoğrafları, patronaja açık tipik bir davranışın yansımasıdır. Başörtüsü konusunu hatırlattığı için AKP liderinden azar işiten, ama geçenlerde başörtülü milletvekilliği gündeme geldiği için sevinç duyan başörtülü kadının davranışı, patronajın ta kendisidir.

AKP iktidarından önce, başörtüsü mücadelesi devletin hakim kanadıyla gayet kontrollü ama somut bir mücadele konusu oldu. Ancak, İslami çevrelerin devletle karşı karşıya gelme konusundaki sinizmi hiçbir zaman ortadan kalkmadı. AKP’nin sekiz yılı bulan iktidar etme döneminde ise sorun ezici ağırlığıyla devletliye havale edilmiş durumda. Bugün, bu, esas olarak bir patronaj konusuna dönüştürülmüştür. Başörtüsünü bir talep olarak taşıyanların ezici çoğunluğu, isteklerini kendilerinden gördükleri devletli kanada, AKP’ye, çözmek için canıgönülden emanet etmiş durumdalar. Devletin kollayıcılığında ve çizdiği sınırlar çerçevesinde başörtülerini “özgürce” takmanın hazzını yaşamayı, devletin gönüllü kapıkulları olmayı, onun karşısına çıkmaya tercih eder görünüyorlar. Bu durum, tipik bir patronaj ilişkisidir. Devlete eklemlenme, yanaşma, kapılanma, ve kendini ve taleplerini bu şekilde ifade etme ve hal yoluna koyma.

Bu sürece söylemli olarak karşı çıkanlar bulunuyor. Ancak gayet zayıf oldukları açık. Bedeli sinik bir bilinçle az tutulmuş, ve tam da karşısındakilerin istediği tarzda, politik alana, “kamusal alan”a taşmamış, aksine “evlere kapanmış” bir sorunun ilgilisi kalabalıkların, aynı bilincin verdiği sabırla devlete hakimiyeti ve devletlinin bahşetmesini bekleyen davranış tarzlarından bir ezilen devrimciliği damarı çıkacağı beklentisi fazla iyimser olurdu. Fakat, bu süreç bitmedi.

“Türbana özgürlük emekçiye dayak”

Mevcut rejimin güçlenmesiyle sonuçlanacak “iyileştirmeler” ve “reform” taleplerinden uzak durulmalıdır. Kural olarak, ezilenlerin bütün sorunlarını ya da paralel sorunlarını eşzamanlı çözmek mümkün olmadığından, eğer ezenlere karşı ezilenlerin kudretinde bir ilerleme anlamına gelecekse, kısmi gelişmelere karşı olumlu tutum almak gerekir. Ancak, başörtüsü sorununda tayin edici olan, sorunun açıkça iki egemen gücün çatışma konusu haline gelmesi ve örtünme özgürlüğü mücadelesinin bu patronajdan çıkma konusundaki çarpıcı zayıflığıdır. Gündemde olduğu süre boyunca, zaman zaman devlete karşı mücadele ekseninde ele alan girişimler olsa da, hakim eğilim itibarıyla, başörtüsü sorunu giderek daha belirgin bir şekilde devletlinin bir kesiminin güçlenme mücadelesinin malzemesi oluyor. Örtünme istemini devletliyle mücadele ekseninde yürütme eğilimi, bu sorunun öznelerinde gayet zayıftır. Başörtülülerin devletliye yedeklenme, yamanma, yardaklanma eğilimi, devletle mücadele etme “kültürü”yle yoğrulmuş herhangi bir devrimci için rahatsız edicidir.

Başörtüsü sorununun patronaj ile hallolacağı beklentisinin egemen olmasıyla, bunu ezilenlerin bir sorunu olarak görmek isteyen devrimci anlayışın sıkışık bir durumda olacağı açıktır. Bu sıkışmayı, karşı tarafta yer alan solcu ve sosyalistler nezdinde ifade eden sloganın, “Türbana özgürlük emekçiye dayak” olacağı görülebiliyor. Böyle bir sloganın, polis saldırısı sırasında atılmasının, solcu topluluğun özellikleri bağlamında gayet meşru olduğu da gözden kaçırılamaz. Laikçi kanada yaslanmış ya da ondan ayrışmayı öngörmeyen bir solculuk karşısında, ezici ağırlığıyla başka bir devletli kanada yaslanmışlar içinde bir dinamiği aramanın çetin zorluğu ortada. Ama bundan başka bir çare de yok.

***

Egemenlerin kavgasında ve bu kavganın unsurlarında yer almıyoruz. Ne başörtüsü haktır, ne de baş açıklığı…

Eğer başörtüsü yasağı üzerinden yürüyen didişme, başörtülüler başta olmak üzere ezilen milyonların bir devletli olarak AKP’ye bir kez daha bağlanmalarına vesile olacaksa, bize ne bu özgürlükten…

Eğer başörtüsü yasağı, kendini Aydınlanmacının ve (Aydınlanmacı) devletlinin kucağına atmak için bahane arayan, devletlinin bir kanadının yanında tazelenmiş bir şevkle yer almış toplum kesimlerinin içinde kaybolmaktan hoşnut sosyalistleri canlandıracaksa, bize ne başörtü serbestliğine karşı mücadeleden…

Biz, devletlinin bir kesimine sığınmış her şeyden olduğu gibi, başörtü konusundan da uzağız. Ama mücadele eden bir başörtülünün yanı başında olmamızı veya tarafımızdan edinilmesini engelleyen hiçbir ideolojik ya da kültürel önsel ilkemiz yok. Devlete karşı en küçük bir muhalefet gördüğümüz yer ve konuda olmak zorundayız. Başörtü meselesi, böyle bir iki-yönlülüğü belirgin olarak taşımaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar