Kamuran Kızlak’la Söyleşi
*
BirGün gazetesi yazarı Kamuran Kızlak, 2002 yılından beri Hong Kong’da ve Shenzen, Guangzhou, Wuhan gibi Çin’in diğer şehirlerinde yaşadı. Çin’de tarih doktorası çalışmasını sürdürmektedir.
*
Jülide Yazıcı
TvP: Çin’de sağlık, eğitim, barınma gibi hususların devlet tarafından parasız karşılanması uygulanması “reformlar” dönemiyle nasıl bir değişim yaşadı. 1980-90 yıllarının vahşi kapitalistleşmesi, köylerinden koparılan on milyonlarca işçi bakımından ne gibi bir insani sorun yaşattı. Bugün durum nedir? Sağlık, eğitim ve barınmayı devlet karşılıyor mu, yoksa toplum bugün bu gereksinimlerini kendi başına çözdü mü? O dönemde yaşananların Germinal romanındaki gibi olmadığını söylüyorsunuz ama muhtemelen Batının etkisinde kaldığını söyleyeceğiniz sol yazında çok yaygın olarak böyle olduğu kanısı ya da yargısı hâkim. Öğrendiğiniz ve duyduğunuz kadarıyla, ilk iki on yılda Çin’de kapitalizmin vahşeti ve köylüleri neredeyse çalışma kamplarına tıkması öyküsünün gerçeği nedir.
Kızlak: 1980’lerin başlarında başlayıp ‘90’ların sonlarına kadar devam eden 15-20 yıllık zaman diliminde köylerden kentlere yoğun bir işgücü akını yaşandı. Sayıları hızla artan fabrikaların ihtiyaç duyduğu işgücünü kentlerden karşılamanın imkânı yoktu. O günlerdeki kentli işgücü ancak kentlerde kurulu kamu işletmelerinin ihtiyacını karşılamaya yetiyordu. 80’lerin başında Çin nüfusunun yüzde 70’inden fazlası köylüydü. Hem komünlerin varlığı hem de kente göçün izne tabi olması nedeniyle bu nüfus köy ve kasabalarda korunuyordu. (Çin’de iç göç halen izne tabidir. Göç edebilirsiniz ama geldiğiniz kentte kendi eyaletinizde/kentinizde yararlandığınız hizmetlerden yararlanamazsınız. Ancak ücret ödeyerek yararlanabilirsiniz.) Bu yoksul köylüler hızla büyüyen sanayinin işgücü ihtiyacını karşılamak için kentlere aktı. Buna rağmen, Zola’nın Germinal romanında geçen o vahşi kapitalizm (sermaye birikimi) dönemine benzer koşullar Çin’de yaşanmadı. Fabrikalar 5 yıllık sözleşme yaparak köylerden getirdikleri işgücüne aylık ortalama 100 dolar maaş ödemek, yatacak yer ve üç öğün yemek sağlamak zorundaydılar. O 100 dolar civarındaki maaş (alım gücü açısından) o günlerde köylüler için büyük bir gelir sayılırdı. Yani iddia edildiği gibi bir sefalet veya kölelik ücreti değildi.
Tabii ki koşulların mükemmel olduğunu söylemiyorum. Fakat durum Batı basınının dünyaya yaydığı o çalışma kampı veya kölelik koşulları gibi hiç değildi. Yine de, işçileri kötü koşullarda çalışmak ve barınmak zorunda bırakan işletmeler olduğunu biliyoruz. Bunlar örgütsüz işgücüydü. Kamu işletmelerinde / kurumlarında çalışan kentli proletarya arasında örgütlü olan ÇKP güdümündeki sendikaların el uzatmadığı kimsesiz işçilerdi. Bu kimsesizlikleri yüzünden istismar edilen, zarar gören insanlar oldu. Bu nedenledir ki, ÇKP güdümündeki sendikaların bu “yeni kentli proletarya” gözünde güvenilirliği yok. Bu sendikalara üye olmak yerine kendi bağımsız sendikalarını kurma mücadelesini sürdürüyorlar. Bu göçmen işgücü nüfusunun çoğunluğu artık yerleşik kentli proletaryaya dönüştü. Üçte biri kadarının ise köylerine döndüğü ve kentte biriktirdikleri para ile köylerinde yeni yaşam kurdukları söyleniyor. ÇKP’nin yedi-sekiz yıl önce başlattığı “köylülüğün canlandırılması / kalkındırılması” projesinin ve “yoksullukla mücadele” programının da bu konuda etkili olduğunu söylemeliyim.
Göçmen işçilik dönemi olarak adlandırabileceğimiz bu köyden kente işgücü akını süreci ÇKP ile halk (özellikle köylüler ve göçmen işçiler) arasında kopuşun yaşandığı dönemdir. Buna ek olarak, bir de komünler feshedilip kapatılınca ÇKP’nin halkla olan bağı neredeyse tamamıyla kopmuş oldu. Buradaki bazı “yeni solcu” yazarlar, “Bu süreçte halkın ÇKP tarafından terk edildiklerini, yalnız ve kimsesiz bırakıldıklarını düşünmeye başladıklarını” yazıyorlar.
Bu yoğun işgücü akışına rağmen Çin’de gecekondulaşma olmadı. Bunun için başlıca iki etmen sayılabilir: (1) İç göçün izne tabi olması ve (2) fabrikaların çalıştırdıkları göçmen işçiler için barınacak yer sağlamak zorunda olmaları.
Bugünkü Çin’de eğitim ve sağlık hizmetleri hariç her şey paralıdır. Sosyal güvenlik (yani vergi) kaydı olmayan birinin sağlık hizmeti alması için yerleşim birimindeki otoritelerin onayı gerekir.
ÇKP’nin “Çin’e özgü sosyalizm” diye tanımladığı sistem hakkında bir özet tanım yapmam gerekirse, “bazı sosyalist uygulamalar da içeren bir neo-liberal devlet kapitalizmi ya da ona benzer bir şey” diyebilirim. Bir Kanadalı akademisyen arkadaş ise bu sistemi “kuyruğunu komünistlerin tuttuğu kapitalizm” diye tanımlıyor.
TvP: ÇKP’yi esas alırsak “kahramanınız”ın Hu Yaobang olduğunu söylüyorsunuz. “Reform süreci”nde hiç hoşlanmadığınız Deng’le birlikte olduğu halde Hu’yu nasıl böyle değerlendiriyorsunuz?
Kızlak: Hu Yaobang, Deng Xiaoping’in (Dıng Şiyavping) “Dörtlü Çete”yi tasfiyesi sürecinde yanında yer aldığı için güvenini kazanmıştı; fakat hafife aldığı biriydi. Oturduğu koltuğu (ÇKP Genel Başkanlığı) doldurmaya ağırlığının yetmeyeceğini düşünüyordu. Deng, Hu’yu kontrol edebileceğine inanıyordu ve böylece (Hu üzerinden) Parti üstündeki güç ve nüfuzunu sürdürmeyi planlıyordu. Hu, Parti seçkinleri tarafından da küçümsenen biriydi. Çatal-bıçak kullanmayı bile bilmeyen bir kaba saba köylü olarak görülüyordu. Formel eğitim alamamıştı, bir yoksul köylü çocuğuydu. Bütün eğitimini bir general olarak orduda ve ÇKP örgütlerinde almıştı. İronik bir dille anlatacak olursak, burjuva liberalizmine özenecek veya küçük burjuva eğilimlere sahip olabilecek kültürel donanımdan yoksun biriydi. Bu yüzden, Mao’nun gözüne hiç batmamış ve o türden “zararlı eğilimlerden” arınması için bütün görevlerinden alınıp bir fabrikaya veya tarım alanına “yeniden eğitim”e gönderilmemişti.
Hu, Partideki yozlaşmaya tepki duyuyordu ve yaşanan tüm sorunların kaynağı olarak görüyordu. Bir türlü artmayan (özellikle tarımsal) üretim ve beklenen atılımı gerçekleştiremeyen sanayinin durumundan Partideki yozlaşmayı ve liyakatsiz bürokrasiyi sorumlu tutuyordu. Yozlaşmanın nereden kaynaklandığına ve Partiye nasıl yayıldığına dair düşüncelerini dile getiriyordu. Hatta o kadar ileri gitti ki, Parti ileri gelenlerinin çocukları hakkında yolsuzluk soruşturması yapılmasının önünü açtı. Parti seçkinlerinin edindiği bu dokunulmazlığın Partiyi getirdiği durumu “Veliaht Prens Partisi” olarak andı.
Gördüğü kötü gidişi durdurmak için bugün de yürürlükte olan çok önemli iki düzenleme yapılmasını sağladı: (1) ÇKP Genel Başkanlığı, yetkileri kısıtlanarak Genel Sekreterliğe dönüştürüldü. Zira Mao’nun sınırı nerede bittiği belli olmayan yetkilerle yaptığı müdahalelerin Partiyi (haliyle devleti de) paralize ettiğini düşünüyordu. (2) Genel sekreteri denetleyecek (hatta görevden alınmasını sağlayabilecek) yedi kişilik başkanlık komitesi kuruldu. Çok önemsediği şu dört hedefini ise (Deng tarafından istifaya zorlandığı için – 1987) gerçekleştiremedi: (1) Parti ile devletin ayrılması, (2) genel sekreterlik, merkez komite ve diğer organlardaki seçimlerin çok (en az iki) aday arasından açık oylamayla yapılması, (3) hükümet politikaları belirlenirken halkın görüş ve onayına başvurulması ve (4) kamudaki yöneticilerin (memurların) verdikleri kararlardan sorumlu tutulmaları.
İlla Mao ile bir benzerlik kurmak gerekirse, Hu, Deng ve çevresinde yer alan ÇKP kadrolarına göre çok daha Maocuydu denebilir. Zira Mao, iktidarı halkla paylaşmak (komünlerde alınacak kararlarda herkes söz sahibiydi ve kararlar ortaklaşa alınırdı), önemli karar alması gerektiğinde halka gitmek ve onların desteğini almak gibi bir ilkeye sahipti. Hu, Partinin tekelindeki iktidarı halkla paylaşmak gerektiğine inanıyordu. Bu noktada Deng ile iki ayrı uçta yer aldılar. Deng tarafından istifaya zorlandı ve 1987’de istifa etti. İstifaya rağmen, merkez komitedeki görevini ölümüne kadar (1989) korudu.
Hu’dan söz ederken Zhao Ziyang’ı anmamak olmaz. Hu, ÇKP Genel Sekreteriyken Zhao Başbakandı. Hu, istifa edince ÇKP Genel Sekreterliğine Zhao seçildi. Yozlaşmanın önüne geçilmesi ve Partinin iktidar tekelinin / gücünün halkla paylaşılması gerektiği konusunda Hu ve Zhao benzer görüşlere sahiptiler. Fakat bu görevi çok kısa sürdü (2 yıl) ve Tiananmen meydanındaki göstericilerin taleplerini haklı bulduğu ve onlarla görüştüğü için azledildi ve ölümüne kadar (2005) ev hapsinde tutuldu.
Çin’in bugün uyguladığı ekonomik sistemin ilk nüvelerini oluşturan kişi Zhao’dur. Başbakan Zhou En-lai’ın (Co Enlay) onayı ve desteğiyle köylülerle yapılan sözleşmeli tarım uygulaması Zhao’nun eseridir. O dönemde Deng’e bağlı olarak çalıştığı için bu fikir ve uygulamanın başarısı da Deng’in hanesine yazılmıştır. Üretimin büyük ölçüde arttığı, köylülerin refah düzeyinin yükseldiği ve ciddi bir motivasyon sağladığı görülünce uygulama adım adım genişletilerek 1980’lerin başından itibaren bugün bildiğimiz “reform ve açılım politikaları” olarak bütün Çin’de uygulama konuldu.
Hu’nun da Zhao’nun da tam (hatta bugünkü ölçüde bile) bir kapitalist dönüşümü hedeflediklerini düşünmüyorum. Kapitalist / karşı devrimci olduklarını, sosyalist devrimi kapitalizme sattıklarını söylemek bu insanlara haksızlık etmek olur. Onlar ne yaptıklarını çok iyi bilmeden, daha çok el yordamıyla ülkeyi yoksulluk girdabından çıkarmaya, yozlaşmaya çözüm bulmaya ve devrimi kurtarmaya çalışıyorlardı. Yani kafaları biraz karışıktı ‒özellikle Partinin iktidar tekelinin, gücünün nasıl paylaşılacağı konusunda.
Sanırım içlerinde düşünceleri en net olan Deng idi. Partinin iktidar tekelini ve gücünü paylaşmayı asla düşünmediği gibi, gücü daha merkezileştirmek ve böylece daha etkin kullanmak istiyordu. Planladığı “reform ve açılım politikalarının” ÇKP’nin güçlü önderliği ve yönlendiriciliğinde yürütülmesi gerektiğini, bunun zorunluluk olduğunu düşünüyordu. Bu konuyu kapatırken Deng’in başına “sosyalist” ibaresi takarak sık sık vurguladığı “piyasa ekonomisi” kavramının o yıllarda dünyayı kasıp kavuran neo-liberalizmin icadı olduğunu ve bunun Deng’i ne kadar etkilediğini gözden kaçırmamamız gerektiğini not etmeliyim.
“Kapitalizme özgü bazı yöntemleri de kullanarak üretici güçleri geliştirmek, bunu bir ‘sosyalist piyasa ekonomisi’ temelinde gerçekleştirmek” diye özetlediği reform programını Sovyet Rusya’da (1922-28 arasında) uygulanan NEP’e (Yeni Ekonomi Politikası) benzetenlerin sayısı az değil. Deng, ÇKP içindeki “Sovyet kalkınma modeli” yanlılarından biriydi. Bu nedenle Mao ile sık sık ters düştüler. Dolayısıyla, NEP’ten etkilenmiş olması mümkündür ve kurulan bu benzerlik bir ölçüde anlaşılabilir. İki program arasındaki en önemli iki farklılık (diğer farklılıklar bir yana), (1) Deng’in “reform ve açılım politikasının” komünist partisi eliyle devasa bir kapitalist sınıf yaratması ve (2) birçok kamu işletmesinin özelleştirilmesidir.
Lenin, NEP programının kapitalizm olduğunu biliyordu. Ancak bunun farklı bir kapitalizm türü, “devlet kapitalizmi”, kapitalizmin sosyalizme geçişten önceki son aşaması olduğunu düşünüyordu. Deng ise kendi programının (reform politikasını) kapitalizme özgü bazı yöntemleri de kullanarak üretici güçleri geliştirmeyi amaçladığını iddia etti ve “Çin’e özgü sosyalizm” olarak adlandırdı. Bu programın bir “kapitalist yoldan kalkınma” programı olduğunu tabii ki biliyordu. Fakat tam bir ÇKP pragmatizmiyle, sürece değil sonuçlarına bakıyordu. Sonuçların Çin lehine olduğundan ve olacağından emindi. Kendisine ait olan “Kedinin siyah veya beyaz olması önemli değil, fare tutsun yeter” özdeyişi tam bu pragmatizmi yansıyor. Gelişen ve ortaya çıkan kapitalizmi ve kapitalist sınıfı ÇKP’nin iktidar gücü ve tekeliyle kontrol edebileceklerine ve yönlendirebileceklerine inanıyordu.
Lenin, sosyalizme ulaşmak için Sovyet Rusya’da modernleşme ve endüstriyel gelişmenin “o günkü Rusya’da eksik olan maddi önkoşullarını” yaratması gerektiğini düşünüyordu. Merkezi olarak denetlenen bir devlet kapitalizmi programına dönüşü bir zorunluluk olarak görüyordu. Dolayısıyla, Lenin’in NEP’ten bu beklentilerini şimdi Çin için umanlar yani uygulanan politikaların Çin’i kapitalizmin sosyalizme geçişten önceki son aşamasına taşıyacağını düşünenler olduğunu biliyoruz. Öyle olmasını dileyelim… Ama kapitalist sisteme bu kadar eklemlenmiş bir sistemde / ülkede bunun mümkün olup olmadığına dair kuşkuyu da elden bırakmadan.
ÇKP entelijansiyası sadece kendilerinin anlayabileceği, geçerli kabul edebileceği; başkalarının ise bulanık ve anlaşılması zor bulabileceği teoriler üretmekte çok mahirdir. Bunların en bilineni, herkesin bildiği, “Çin’e özgü sosyalizm” teorisidir. Bu konuda Çin’de devasa bir külliyat oluşmuş durumda. Fakat hangisini okursanız okuyun, hep aynı şeylerin tekrarını okuyormuş gibi hissedersiniz. Bütün yazılanlar “Çin’e özgü sosyalizm”in nasıl bir şey olduğu ve uygulamadaki karşılığından bahseder. Fakat bunun ne olduğundan bahseden bir kaynak görmedim (“yeni solcu” diye anılan sol muhaliflerin yazdıkları dışında). Bazen bu modelin “ne olduğu”nu sorgulayıp “kapitalist yoldan bir kalkınma modeli” olduğunu ileri sürdüğümde aldığım cevap, “Evet, kapitalizme özgü bazı yöntemleri de kullanıyoruz” oluyor.
Bu konuda ÇKP’nin milliyetçi damarı da hesaba katılmadan söylenecek her söz eksik olacaktır. (ÇKP’nin enternasyonalist damarının en baştan beri zayıf olduğunu not etmeliyim.) ÇKP, Çin tarihine büyük saygı duyar ve özenle, titizlikle sahip çıkar. İki bin yıl boyunca dünyanın en gelişmiş ve insanlığa birçok yenilikle buluş armağan etmiş bir kadim uygarlığın son iki-üç yüzyıl içindeki gerilemesi büyük bir rahatsızlık kaynağıdır. O kadim uygarlığı tekrar ayağa kaldırmak ve dünyada hak ettiği saygınlığa kavuşturmak sadece ÇKP’nin değil bütün Çin’in ortak arzusudur. Son 40 yılda Çin’in aldığı yol (endüstriyel kalkınma ve bilimsel-teknolojik gelişme) Çin halkında bu rüyanın gerçekleşmekte olduğuna dair güçlü bir umut yarattı. ÇKP’nin son 5-10 yıl içinde halk arasında tekrar popüler olmasının en başlıca nedenlerinden biri de budur. (Diğer başlıca neden, Şi Cinping’in Partideki ağır yozlaşmaya attığı ciddi neşterdir.)
Prof. Kishore Mahbubani bu konuda benim de büyük ölçüde paylaştığım şu görüşleri dile getiriyor: “ÇKP, gerçekte Çin Komünist Partisi anlamına değil ‘Çin Uygarlık Partisi’ anlamına geliyor. Amaç, dünyanın en eski ve zamana en dayanıklı uygarlığını tekrar canlandırmak ve onu dünyanın en saygın ve başarılı uygarlıklarından biri yapmaktır. Bu hedef Çin halkını enerjik kılmakta ve Çin toplumuna alışılmadık bir heyecan ve canlılık katmaktadır. (…) ÇKP hakkında az bilinen bir gerçek, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan (1949) bu yana en güçlü zamanını yaşadığıdır. Her yıl 20 milyondan fazla Çinli, ÇKP’ye üye olmak için başvuruyor.”
TvP: Bir yazınızda adını vermeden Bo Şilay’ın ABD ve İngiltere tarafından hazırlandığını ya da bu ülkelerin ona yatırım yaptığını belirtiyorsunuz. Başka birtakım, belki sizin için sığ olan kaynaklarda, bu kişinin gerçek bir komünist olduğuna, Mao’ya çok sempati beslediğine ilişkin yorumlar var. Hatta bir kaynağa göre Çin’in o zamanki başbakanı Wen Jiabao, Bo’nun politikasının Kültür Devrimini çağrıştırdığını söylemiş. Sizin değerlendirmeniz ne?
Kızlak: Bo Şilay, Chongqing özerk vilayetini mafyadan kurtaran yönetici (vali) olarak bilinir. Bu vilayet devletin bütün kurum ve yöneticileriyle mafyalaştığı, mafyanın yönettiği bir yer olarak biliniyordu. Bo, yetenekleri nedeniyle bu bölgeyi temizlemesi için seçilip gönderilmişti. Yaptığı temizliği “devleti tutuklayarak” başardığını söyleyenler de var; ki haksız değiller. Bu başarısı Bo’nun halk arasında çok popüler olmasını sağladı. Bölgenin ekonomik olarak kalkınması, yoksullar için konutlar inşa edilmesi gibi başka faktörler de yıldızını iyice parlattı. Bo, Chongqing’in kahramanıydı, halk tarafından çok seviliyordu. Bu popülaritesini kullanarak yaklaşan ÇKP Genel Sekreterliği seçimlerinde eşitler arasında birinci olmaya oynuyordu. Eşitlerden birinin şimdiki devlet başkanı Şi Cinping, diğerinin ise artık hayatta olmayan ve onlara göre daha yaşlı olan bir aday olduğu söyleniyordu.
Seçim yaklaşırken Bo, Chongqing’de adeta bir pop yıldızının konserini andıran coşkulu mitingler yapmaya başladı. Mitinglere katılanların taşıdığı pankartlarda Mao’nun “Kırmızı Kitap”ından alınmış sloganlar yazılıydı. O günlerin marşları eşliğinde yapılan mitingler adeta “kızıl muhafızlar”ın gösterilerini ve “Kültür Devrimi” atmosferini çağrıştırıyordu. Oysa Çin’de, “Kültür Devrimi” Mao’nun en büyük hatası olarak görülür. ÇKP çevrelerinin bu konudaki bulanık açıklamaları dikkatle okunduğunda bir reddi miras yapıldığı görülmektedir. Bu kadar ölçüsüz ve keskin Maoculuk şovu Bo’nun ilk hesapsız adımı oldu. Bu kadar Maoculuk (şovu) ÇKP için fazlaydı.
“Çin halkına bir kurtarıcı pazarlanıyor” havası veren bu gösterişli mitingler ÇKP tarafından “Merkez Komitesi içinde alınan kararları dışarıdan etkilemeye kalkışma girişimi” olarak değerlendirildi. Merkez Komitesini baskı altına alarak Partinin kararlarını Parti organları dışındaki güçlerin belirlemesi için yol açma girişimi olarak görüldü. O hesapsız adımın ortaya çıkardığı sonuç bu oldu.
Bo’nun ikinci hesapsız adımı, Hong Kong doğumlu bir İngiliz iş insanıyla kurduğu ilişki oldu. Her ne kadar bir iş insanı gibi görünse de, bu kişinin ABD / İngiliz istihbaratı için çalışan biri olduğunu artık bilmeyen yok. Bo’nun onunla irtibat kurduğunu ve kendisini “Batı için uygun aday olarak sunup destek istediğini” iddia etmek Bo’ya haksızlık etmek olur. Bu ilişkiyi kurup başlatanın o “iş insanı” olduğunu (çengel attığını) ve ilişkinin Bo’yu zorda bırakabilecek bazı “özel ayrıntılar” içerdiğini düşünmek daha doğru olur. Bu “özel ayrıntılar” seçilmesi durumunda muhtemelen Bo’ya karşı şantaj malzemesi olarak kullanılacaktı.
Bu İngiliz uyruklu kişi seçimden birkaç ay önce Çin’de bir otel odasında ölü bulundu. (Cinayetten kimin sorumlu olduğuna dair rivayetler bu söyleşinin kapsamı dışında.) Bo, bu kişinin öldürülmesinden sorumlu tutuldu, yolsuzluk yapmakla suçlandı ve suçlu bulundu. Yolsuzluk suçlaması işin baharatı sayılabilir; yani ciddiye alınabilir bir tarafı yok. Burada bir nedenle yargı önüne çıkan her ÇKP yöneticisi mutlaka yolsuzlukla da suçlanır. Bu suçlama birini itibarsızlaştırmanın ve mahkûmiyeti garantiye almanın en etkili aracıdır. Kişisel kanaatim Bo’nun tasfiye edildiği yönünde. Bu tasfiyede iki faktörün rol oynadığını düşünüyorum: (1) Hesapsızlığı, ataklığı ve otoriteyle sorun yaşama eğilimi nedeniyle seçim sonrasında Partide sorun çıkarabilecek biri olarak görülmesi ve (2) öldürülen İngiliz ile olan ilişkisini bilen (belki de yönlendiren) arka plandaki birilerinin Bo’yu (siyasi) rehin alması olasılığı.
Bo Şilay, kişilik özellikleri açısından Şi Cinping’in adeta antitezi gibiydi. Şi ne kadar sade ve bilge karakterde biriyse, Bo o kadar kibirli ve gösterişe meraklı biriydi. Şi ne kadar sakin ve özenli biriyse, Bo o kadar heyecanlı, ateşli ve atak biriydi. Bir pop yıldızı gibi popüler olmayı seviyordu. Başına buyruk ve otoriteyle sorun yaşayan biri izlenimi veriyordu. Eşitler arasında birinciliği kaybetmesinin asıl nedeni bence bu özellikleri. Bo hakkındaki kişisel kanaatim dürüst biri olduğu ve bugünkü ÇKP ne kadar komünist ise Bo’nun da o kadar komünist olduğudur. Parti politikalarıyla bir uyuşmazlığının, muhalefetinin olduğuna dair elimizde hiçbir veri yok.
TvP: Çokça tartışılan, 2002’den beri sermaye sahiplerinin yoğun biçimde Partiye akın etmesi olgusu var. ÇKP ekonomik ve politik rejimin karakterini “piyasa sosyalizmi” formülü ile açıklıyor ve bu rejimin kapitalizmden farklı olarak teker teker sermaye sahiplerini Partinin politik iradesine tabi kıldığını, böylelikle onları, burjuvazi denen sınıfı meydana getirecek biçimde kendi politik örgütlenmelerini kurmaktan mahrum bıraktığını ileri sürüyor. Sizce, söylenildiği gibi, Partinin politik ve ideolojik çerçevesi, içine giren sermayedarların hareket alanlarını belirleyecek ve kendine tabi kılacak kadar iyi tahkim edilmiş mi?
Kızlak: 2000’lerin başlarında, ÇKP, Çinli kapitalistlerin de Partiye üye olabilmelerinin önünü açtı. O günlerde ve daha sonrasında da çok sayıda kapitalistin Partiye üye olduğunu biliyoruz. “İşçi sınıfının partisi” olması gereken (ve halen komünist olduğunu iddia eden) bir partinin neden böyle bir karar aldığı o gün bugündür Çin ve ÇKP hakkında ilk akla gelen sorulardan birisi. Bu konuda ÇKP’nin artık komünistlik iddiasını terk ettiğinden başlayarak yönetimi kapitalistlerle paylaşmaya hazırlandığına (buna mecbur kaldığına) kadar uzanan birçok şey yazıldı, söylendi.
Oysa ortada Batı kapitalizmi basın-yayınının bu (art niyetli) niyet okumalarını haklı çıkaracak bir şey yok. 2000’li yılların başı ABD ile Çin’in açıktan karşı karşıya gelmeye başladığı günler oldu. Daha doğrusu, Obama yönetiminin Çin’i ABD için en büyük tehdit olarak görüp Çin’e karşı saldırganlaştığı ve “Çin’i kuşatma projesini” başlattığı dönemdir. Yani Çin’i kuşatma projesi Demokrat Obama’nın eseridir, faşist Trump’ın değil.
Amerikan kuruluşlarının palazlanan bu kapitalist sınıfla (bazılarıyla) “Çin’de demokrasi çabalarını ve demokratları desteklemek” adına kurdukları ilişkiler ve “yönetimde temsil edilmeleri, bağımsız temsilci kurumlarını oluşturmaları” gibi kışkırtmalar bu sınıfı Çin yönetimi için yumuşak karın haline getiriyordu. ABD’nin amacı kapitalist sınıfı ÇKP’ye açıktan muhalefet etmeye ve Partiye ağırlıklarını koymaya (becerebilirlerse Partiyi ele geçirmeye) teşvik etmekti. ÇKP’nin, kapitalistlerin Partiye üye olmalarının önünü açması ve üye olmaya davet etmesi bu sınıfa verilen “Temsil edileceğiniz, çıkarlarınızı koruyabileceğiniz tek örgüt ÇKP’dir. Başka bir örgüt ya da yapı aramayın, arayış içinde olmayın” mesajıdır.
Kapitalistlerin Parti üyeliği basit bir üyelikten fazla bir anlam taşımıyor. Karar alma mekanizmalarında yer almıyorlar. Yani Partinin kapıları kapitalistlere sonuna kadar açık değil. Partinin bunu engelleyen kendi iç işleyişi ve mekanizmaları var. Zaten böyle bir şeyi kapitalistlerin kendilerinin isteyeceğini de sanmıyorum.
ÇKP’nin kapitalizmi / kapitalistleri denetim altına alma / denetim altında tutma stratejisi için kullandığı bir diğer yöntem tekelleşmeye imkân vermemek, tekelleşmeyi engellemek. Bu yöntem Şi Cinping’in “ortak refah” ilkesinin bir gereği olarak sunuluyor. Bu politika “işletmelerin büyümesine evet; ama tekelleşmeye hayır” diye özetlenebilir. Daha açık bir ifadeyle, “her sektörde rekabet halinde olan irili ufaklı çok sayıda işletmenin faaliyet göstermesi, tekelleşme girişimlerinin (bazen çok ağır cezalarla) engellenmesi, istikbal vaat eden küçük şirketlerin kamu kuruluşlarından ortak bulunarak gelişme ve büyümeyi sürdürmelerinin sağlanması” şeklinde tanımlamak mümkün.
Kapitalizmi / kapitalistleri kontrol etmek için kullanılan bir diğer yöntem, kamu ile ortaklık kurmaya teşvik etmekti. Fakat artık ortada bir teşvik değil zorunluluk var. İki yıl kadar önce çıkan bir yasayla özel sektörün kamu ile ortaklık kurması zorunlu hale getirildi. Şimdi bu ortaklıkların oluşturduğu temsilci kurumlar var –tabii ki ÇKP yörüngesinde. Bu kurumlarda yer almanın kapitalistler için krediye kolay ve elverişli koşullarda erişmek, özellikle yurtdışı pazarlara açılma konusunda destek görmek, olası sorunların kolay çözümü gibi birçok avantajı var.
Yine de, Çinli kapitalistlerin en büyüklerinden bazılarının (Alibaba grubu gibi) ülke yönetiminde söz sahibi olma veya yönetici kesim olma gibi hayalleri yakın zamana kadar vardı. Birkaç yıl önce, kuruluş amacını “Çin’i gelecek yüzyılda yönetecek kuşakları yetiştirmek” diye açıkladıkları bir üniversite kurdular. Geçen yılın başları gibi, Alibaba grubunun geçirdiği “ağır soruşturma” ve “borsa manipülasyonu ve küçük firmaları kendi bünyesine katılmaya zorlayarak tekelleşme girişimi” nedeniyle aldığı büyük para cezasının yanı sıra bu üniversite de kapatıldı. Bu soruşturma ve sonuçları, Çinli kapitalistlere, özellikle teknoloji ve bilişimle bağlantılı sektörlerde faaliyet gösterenlere, verilen çok ciddi bir gözdağıydı. Hizaya çekildikleri söylenebilir.
TvP: Batı yayınlarında ÇKP’nin birçok önde geleni yanında Şi’nin ya da yakınlarının da dolar milyoneri olduğuna ilişkin anlatımlar var. Şi’nin sade ve halka yakın biri olduğunu yazıyorsunuz. İzlenim ve bilgilerinize göre, ÇKP önderliği bir zenginler kulübü mü?
Kızlak: Batı yayınlarının tamamı değilse bile tamamına yakını Çin ve ÇKP hakkında bilgi vermeyi değil dezenformasyon yaymayı öncelikli amaç sayıyor. Şi, kendisi dolar milyoneri olmadığı gibi ailesinde, yakın çevresinde ve Parti üst yönetiminde de böyle milyonerler yok. Çin’de Parti kadrolarının (özellikle üst düzey yöneticilerin) zengin, dolar milyoneri olmalarının yolu nüfuz ticaretiyle yolsuzluğa bulaşmaktan geçiyordu. 1980’lerden başlayarak 30 yıl boyunca bu çark böyle işledi. Bu dönemdeki yöneticiler arasında dolar milyoneri bakanlar veya bakanken milyoner olanlar vardı.
Özellikle 2000’li yıllar ÇKP’nin halk nezdindeki saygınlık ve güveninin hızla aşındığı bir dönem oldu. Şi’nin ilk icraatı Partideki yozlaşmaya ve çürümeye hızla bir neşter atmak oldu. Çok sayıda Parti üst-orta düzey yöneticisi görevden alındı, bazıları tutuklandı ve mülklerine el konuldu. Üstelik bunların çoğu başarısız / beceriksiz yöneticiler de değildiler. Aksine, görev yaptıkları bölgelerin kalkınmasında başarı göstermiş kişilerdi.
Bu 30 yıl aslında ‘Deng’in (sona eren) otuz yılıdır’. Bu sürede tamamıyla ekonomik / endüstriyel kalkınmaya odaklanıldı ve Parti kadrolarının bulaştıkları yolsuzluklar (ayyuka çıkmadığı sürece) görmezden gelindi. Bulaştıkları yolsuzluklar değil belirlenen kalkınma hedeflerini ne kadar başardıkları göz önünde bulunduruldu. Önemli olan belirlenen hedefleri başarmaları hatta ötesine geçebilmeleriydi. Bunu yaparlarken yolsuzluk soruşturmasına uğramak gibi motivasyon düşürücü bir korkuyla karşılaşmamaları istendi.
Ekonomik hedeflere kilitlenip ideolojik-kültürel alanı (Batı kapitalizmiyle karşı karşıya gelmemek adına) silikleştirmenin başlıca iki sonucu oldu: (1) Yukarıda bahsettiğim yolsuzluklar ve tabii ki yozlaşma ve (2) üniversiteler başta olmak üzere, Parti içinde bile, “Batı liberalizmi” yanlılarının güçlenme eğilimi göstermesi ve üst perdeden konuşmaya, eleştiriler yöneltmeye başlamaları. İkinci gruptakiler Batılı çeşitli sivil toplum, düşünce kuruluşlarının (yani Batı kapitalizmi uzantılarının) “Çin’de demokrasi çabalarını ve demokratları destelemek” gibi gerekçelerle ilişkide oldukları insanlardı (içlerinde Deng’in oğlu da var). Özellikle ikinci gruptakilerin, Batı kapitalizminin hempalarının, Partiden veya diğer görevlerden tasfiye edilmesi Batı’da “Şi Cinping rakiplerini tasfiye ediyor” gürültüsünün kopmasına yol açtı.
TvP: Mao, Deng ve sonunda şimdi de Şi. Bir salınım olduğunu kabul ediyorsunuz anladığımız kadarıyla. Sizce ÇKP’deki bu salınımın nedeni ve politik açıklaması nedir? Deng’in başlattığı dönem ile Şi dönemi arasında bir süreklilik mi süreksizlik mi var? Şi’nin iktidarı, herkesin kabul edeceği biçimde, daha parlak bir dönem başlattı. Sizce bu, Şi’nin ideolojik ve politik yöneliminin farklı olmasıyla mı, yoksa Deng döneminde başlatılan kalkınma projesinin belirli bir ekonomik ve sosyal refahı sağlayabilecek düzeye ulaşmasıyla mı ilgili?
Kızlak: Devrimden 1970’lerin sonu ila ‘80’lerin başına (Deng Partide yönetimi ele geçirene) kadar olan dönemi ‘Mao’nun otuz yılı’, Şi seçilene kadar geçen sonraki yaklaşık 30 yılı ‘Deng’in otuz yılı’ olarak değerlendiriyorum. Şi ile birlikte Deng döneminin kapandığını ve Şi’nin döneminin başladığını düşünüyorum. Mao ile Deng dönemi arasında bir salınım değil kırılma var. Deng ile Şi dönemi arasında zigzaglı bir süreklilik olduğu söylenebilir.
Mao ile Deng dönemi arasında bir kırılma olduğunu düşünmemin nedenleri üzerinde yukarıdaki sözlerimle etraflıca durduğumu düşünüyorum. Özetle, Deng ile birlikte Mao’nun “her komünal bölgenin kendine yeterli ekonomiye, sanayiye sahip olması”na dayalı kalkınma modeli terk edildi (komünler feshedildi, kapatıldı) ve “kapitalist yoldan kalkınma” modeline geçildi. Bu 30 yıl devasa ve azgın bir kapitalizm ve arsız bir kapitalist sınıf türetti. Çin’in ekonomik kalkınması adına önü kesilmek istenmeyen bu kapitalizm büyük bir gelir dağılımı eşitsizliği, yolsuzluk, çalışanlar için kötü ve ağır çalışma koşulları yarattı. Şi’nin ilk döneminin iki-üç yılı ve ondan önceki beş-altı yıl Çin’de en fazla işçi direnişi ve grevin yaşandığı dönemdir.
Şi dönemi bu azgın ve arsız kapitalizmin hizaya çekildiği, yolsuzluk ağının (kapitalistlere de bedel ödeterek) tasfiye edildiği, kötü ve ağır çalışma koşullarının büyük ölçüde düzeltildiği bir dönem oldu. Ayrıca Partinin ideolojik-kültürel formasyonunun yeniden canlandırıldığı, 30 yıllık başıboşluk nedeniyle epeyce gevşemiş (ve keyfileşmiş) disiplininin yeniden sağlandığı ve gücün daha merkezileştiği ve etkin hale geldiği, halkla neredeyse kopmuş ilişkilerin onarılmaya çalışıldığı bir dönem oldu.
Şi, ideolojik yönelim olarak kendinden öncekilerden farklı. Bugüne kadar Partinin gördüğü en solcu genel sekreter (Mao, tabii ki hariç) olduğunu düşünüyorum. Uygulamaya koyduğu programlar, belirlediği ilkeler ve uyguladığı politikalarla kendinden önceki 30 yıl içinde epeyce savrulmuş olan Partiyi halihazırdaki fazlasıyla gelişmiş “Çin’e özgü sosyalist” sistem (bana göre ise, daha önce andığım gibi, bir tür devlet kapitalizmi) içinde olabildiğince halkçı bir çizgiye çekmeye çalışıyor. “Ortak refah” Şi’nin en önemli ilkelerinden biri. Son 8-10 yılda işçi gelirlerinin iki-üç kat artması, gelire göre vergilendirme sistemi, sosyal yardımların artırılması, “yoksullukla mücadele” ve “köylülüğün kalkındırılması” programları, sınıfsal eşitsizliği artırdığı düşünülen girişimlere izin verilmemesi (örn. özel dershanelerin kapatılması) gibi uygulamalar “ortak refah” ilkesinin sonuçları olarak görülmelidir.
ÇKP’nin başlıca iki hastalıklı özelliğe sahip olduğunu düşünüyorum (diğer hastalıkları bir tarafa): Pragmatizm ve milliyetçilik. ÇKP, günümüzün en milliyetçi partilerinden biridir. Pragmatizmi ise az-buz değil mide bulandırıcı ölçüde. Bu iki özellik ta en baştan beri var olan bir içsel-yapısal sorun, Deng ile veya ondan sonra ortaya çıkan bir sorun değil. Bu iki özelliğin birleşmesi Partinin kolayca yalpalamasına, savrulmasına, sapmasına yol açıyor. Benim gibilerin yalpalama, sapma olarak gördüğü karar ve uygulamaları Marksizm içinde veya Marksizm’e katkı olarak sunmak için pseudo veya ‒daha zarif bir tanımlamayla‒ apriori teoriler üretmekte üstlerine yok.
TvP: ÇKP içinde ya da dışında kendini Marksist ya da Maoist gören belirgin akımlar, örgütlenmeler var mı bugün? ÇKP’yi komünistlerin hâkim olabileceği bir parti olarak gören, böyle bir ihtimalin artık kalmadığını ve başka bir örgütlenmeye yönelmek gerektiği görüşünde olan… Bunlar salt akademik birtakım çevrelerde mi varlık gösteriyor?
Kızlak: Sol muhalif çevrelerin çıkardığı “Duşhu” (okuma-edebiyat) adlı bir dergi uzun yıllardır yayını sürdürüyor. Ağırlıkla akademik ve entelektüel çevrelerden oluşan bu muhalifler “yeni solcular” olarak anılıyor. (Önde gelen bazı isimler: Ming Li, Wang Shaoguang, Cui Zhiyuan, Wang Hui, Gan Yang, Wen Tiejun, Fusheng Xie.) Sol muhalif çevreler hâlihazırdaki Çin’i devlet destekli “ahbap çavuş / eş-dost kapitalizmi” olarak tanımlıyorlar. Batı kapitalizmine göre daha ucuza üretim yapmak zorunda olan Çin’in Batı tarafından emek (Batı’ya göre çok ucuz emek) ve değer (kârın anlamlı bir bölümünün Batı kapitalizmine aktarılması) sömürüsüne uğradığını, Batı tarafından sömürüldüğünü ileri sürüyorlar. Bu çevreler kendilerini Maocu olarak tanımlıyorlar. İçinde bir komünist damarın olduğunu kabul etseler bile, ÇKP’yi eş-dost kapitalizminin mimarı ve hamisi olarak görüyorlar. Yine de, Şi Cinping’e karşı eleştirilerinde oldukça tutumlular (öncekilerden ayrı tutuyorlar) ve yoksullukla mücadele programı ve köylülüğün kalkındırılması gibi projelerini ‒ehven-i şer olarak görseler de– destekliyorlar.
“Yeni solculuk” yakıştırmasıyla anılan sol muhalefetin Maoculuk iddiası günümüzün sanayileşmiş Çin’i göz önüne alındığında retorikten (veya ustaya saygıdan) öte geçebilir mi, emin değilim. Zira Çin devrimi bir köylü devrimiydi ve bu açıdan bakıldığından Maoculuk bir köylü / köylülük hareketiydi. Mao hayatta olduğu sürece de bu karakterini korudu. Oysa bugün köylülüğü büyük ölçüde tasfiye etmiş, kentleşmiş ve büyük bir kentli proletarya nüfusunun ortaya çıktığı bambaşka bir Çin var.
ÇKP’ye karşı bir manifesto yayınlayıp açıktan tavır alan ve bir sol muhalif örgütlenmeye yönelen bir kesim veya grup henüz yok. Ayrıca, ÇKP böyle bir örgütlenmeye tahammül eder mi, emin değilim. Geçen 40 yılda Çin’de ciddi bir kentli proletarya oluştu. Şimdilik kıpırdanma belirtileri gösteren sınıf mücadelesini, diğer sol muhalif çevrelerin de katılımıyla, bu kesimin keskinleştireceğini düşünüyorum. Bunun, Şi Cinping ile birlikte adındaki komünist ifadesini az da olsa hatırlayan ÇKP içinde yankı bulması da yabana atılmaması gereken bir olasılık.