Çin Kapitalizme mi Döndü?

International Critical Thought, Cilt 7, Mart 2017

Çin Kapitalizme mi Döndü?
Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Üzerine
Düşünceler
Domenico Losurdo
Çeviri: Elif Nur Aybaş

1) Sovyet Rusya ve Muhtelif Post-Kapitalizm Denemeleri

Bugünlerde Xiaoping reformlarının bir sonucu olarak Çin’de kapitalizmin restorasyonundan bahsetmek yaygındır. Ama bu yargının temeli nedir? Bugün Çin’deki mevcut sosyo-ekonomik ilişkilerin gerçekliğiyle karşılaştırılabilecek az çok tutarlı bir sosyalizm vizyonu var mı? Post-kapitalist bir toplum inşa etme girişimlerinin tarihine hızlıca bir göz atalım. Sovyet Rusya’nın ilk 15 yılını analiz edersek, savaş komünizmini, ardından Yeni Ekonomi Politikası’nı (NEP) ve son olarak da ekonominin (tarım dâhil) hızla ve tamamen kolektifleştirildiğini görürüz. Bunlar tamamen farklı üç denemeydi, ancak hepsi de post-kapitalist bir toplum inşa etme girişimiydi. Bu denemeleri takip eden 80 yılı aşkın bir süre içinde piyasa sosyalizmi ve Çin sosyalizmi gibi diğer varyasyonların ortaya çıkmasına neden şaşırıyoruz?

Şimdilik Sovyet Rusya’ya odaklanalım: Bahsedilen üç denemeden hangisi Marx ve Engels’in sosyalizmine en yakın olanıdır?

Savaş Komünizmi, dindar bir Fransız Katolik olan Pierre Pascal tarafından “benzersiz ve sarhoş edici bir gösteri” olarak selamlandı. [(…) Zenginler gitti: sadece yoksullar ve daha yoksullar. (…) Yüksek ve düşük maaşlar birbirine yaklaşıyor. Mülkiyet hakkı kişisel etkilere indirgeniyor.” (bkz. Losurdo 2013, 185). Yazar, yaygın yoksulluk ve yoksunluğu, savaşın yol açtığı, bir an önce üstesinden gelinmesi gereken bir sefalet olarak değil, eşit dağıldığı müddetçe saflığın ve ahlaki mükemmelliğin bir koşulu olarak görüyordu; aksine, bolluk ve zenginlik günahtı. Bu, popülist diyebileceğimiz, Komünist Manifesto tarafından kesin bir kararlılıkla eleştirilen bir bakış açısıdır: “Hıristiyan çileciliğinin Sosyalist bir görünüme büründürülmesinden daha kolay bir şey yoktur”; “proletaryanın ilk hareketleri” genellikle “evrensel çilecilik ve kaba bir eşitlikçilik” iddialarına yer verir (Marx ve Engels 1955-89, Cilt 4, 484-489). Lenin’in yönelimi Pascal’ınkinin tam tersiydi; Lenin, sosyalizmin yoksulluğun kolektifleştirilmesi, yokluğun o ya da bu biçimdeki eşitlikçi bir dağılımı olduğu görüşünden uzaktı. Ekim 1920’de (“Gençlik Derneklerinin Görevleri” başlıklı konuşmasında) Lenin, Rusya’yı yoksul ve muhtaç bir ülkeden zengin bir ülkeye dönüştürme dileğini ifade ediyordu (Lenin 1955–70, Cilt 31, 283–84). İlk olarak, ülkenin modernleşmesi ve elektrikle donatılması gerekiyordu; bu nedenle, işyerinde anarşinin üstesinden gelmeye, “organize”, “bilinçli ve disiplinli” çalışmaya ihtiyaç vardı. Eğer gerekliyse bunlar en gelişmiş kapitalist ülkelerden ithal edilmeliydi. (Lenin, 1955–70, Cilt 31, 283–84).

Birkaç yıl sonra NEP, savaş komünizminin yerini aldı. Birinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu yıkım, iç savaşı takip eden dehşetli kitlesel yoksulluk ve açlıkla başa çıkmak, ekonomiyi yeniden başlatmak ve üretici güçleri geliştirmek esastı. Bu, yalnızca halkın yaşam koşullarını iyileştirmek ve devrimci iktidarın toplumsal temelini genişletmek için değil; aynı zamanda, kapitalist güçler tarafından çevrelenmiş ve kuşatılmış Rusya’yı bu güçler karşısında geriye düşürebilecek ve ulusal bir tehdide yol açabilecek ekonomik geriliğe engel olmak için gerekliydi. Bu amaçlarla Sovyet hükümeti özel girişimleri, kapitalist ekonominin (sınırlı) bir bölümünü ve cömertçe ödüllendirilen “burjuva” uzmanları kullandı. Cazip getirileri garanti görülen ileri teknoloji ve sermayeyi Batıdan edinmeye çalıştı. NEP’in olumlu sonuçları oldu: üretim yeniden başladı ve üretici güçler belirli bir gelişme gösterdi. Sovyet Rusya’daki durum genel olarak gözle görülür şekilde iyileşti: uluslararası düzeyde de, benzer şekilde, Rusya’nın gelişmiş kapitalist güçler karşısındaki gecikmişliği telafi ediliyordu. İçeride kitlelerin yaşam koşulları önemli ölçüde iyileşti. Toplumsal zenginlik arttığı için, tam da Pierre Pascal’ın kutladığı savaş komünizminde olduğu gibi, yalnızca “yoksullar ve çok yoksullar”ın ötesine geçildi; dehşetli açlık ve kıtlık ortadan kalktı ama toplumsal eşitsizlikler arttı.

Sovyet Rusya’daki bu eşitsizlikler, başlangıçtaki ideallerin yaygın ve yoğun bir ihanete uğradığı duygusunu uyandırdı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni terk etmek isteyen tek kişi Pierre Pascal değildi; “Proletaryanın Yeni Gaspı” adını verdikleri NEP’ten duydukları tiksintiyle parti kartlarını yırtan kelimenin tam anlamıyla on binlerce Bolşevik işçi vardı. 1940’larda sıradan bir militan, Ekim Devrimi’nin hemen ardından hüküm süren, pazarları fethetmek ve hammadde elde etmek için sömürgeleri yağmalayan emperyalistlerin yanı sıra kâr ve daha fazla kâr arayan kapitalistlerin neden olduğu savaşın dehşetinden doğan manevi atmosferi çok etkili bir şekilde tanımladı:

“Biz genç komünistler, paranın sonsuza kadar ortadan kaldırılacağı inancıyla büyümüştük. (…) Para yeniden ortaya çıksaydı, zenginler de yeniden ortaya çıkmaz mıydı? Kapitalizme geri götüren kaygan yokuşta değil miydik?”(Figes 1996, 771)

Bu nedenle, NEP’in başlangıcında piyasaya ve meta ekonomisine yönelik karalama ve ısrarlı tiksinti anlaşılabilir. NEP’in terk edilmesi ve özel ekonominin tüm izlerinin silinmesinin nedeni her şeyden önce artan savaş tehlikesiydi. Tarımın toptan kolektifleştirilmesi, her iki taraf için de acımasız bir iç savaşı kışkırttı. Yine de, bu korkunç trajediden sonra, Sovyet ekonomisi harika bir şekilde ilerliyor gibiydi: Modern sanayinin hızlı gelişimi, vatandaşların ekonomik ve sosyal haklarını eşi görülmemiş bir şekilde güvenceleyen bir refah devletinin inşasıyla iç içe geçmişti. Ancak bu, birkaç on yıl sonra krize girecek bir modeldi. Büyük bir tarihi krizden daha “normal” bir döneme, (“barış içinde bir arada yaşama”) geçişle birlikte, kitlelerin üretime ve çalışmaya olan coşkulu bağlılığı zayıfladı ve ardından ortadan kayboldu. Varlığının son yıllarında, Sovyetler Birliği, işyerlerinde kitlesel devamsızlıklar ve iş hayatından kopuşlara sahne oldu: sadece üretimin gelişmesi duraklamakla kalmadı, aynı zamanda Marx’ın sosyalizmin temeli olarak gördüğü, işin niceliğine ve niteliğine göre ücret ilkesine dair hiçbir uygulamadan söz etmek mümkün değildi. Sovyet toplumunun son aşamasında, Marx’ın Felsefenin Sefaleti‘nde tanımladığı kapitalist toplum diyalektiğinin altüst olduğunu söyleyebiliriz:

“Modern fabrika içinde iş bölümü girişimcinin otoritesi tarafından titizlikle düzenlenirken, modern toplumda işin dağıtımı için serbest rekabet dışında hiçbir iktidar yahut otorite yoktur. (…) Genel bir ilke olarak, toplumda iş bölümüne dönük müdahale ne denli azsa, fabrika içinde iş bölümünün o kadar fazla olduğunu ve bir kişinin yetkisinde olduğunu belirleyebiliriz. Böylece fabrika ve toplum düzeyindeki otoriteler, iş bölümüne ilişkin olarak birbirleriyle ters orantılıdır”(Marx ve Engels 1955–89, Cilt 4, 151; İtalyancadan çevrilmiştir).

Sovyetler Birliği’nin son yıllarında, siyasi iktidarın sivil toplum üzerindeki sıkı denetimi, işyerlerindeki önemli düzeydeki anarşi ile çakıştı. Bu, kapitalist toplumun diyalektiğinin tersine çevrilmesiydi; ancak sosyalizm kapitalist toplumun diyalektiğinin yıkılması değildi ve bu nedenle kapitalist-emperyalist dünyanın ideolojik ve politik saldırılarına direnemeyen zayıf bir ekonomik düzen üretti.

2. Çin Deneyiminin Biricikliği

Çin’in tarihi farklıdır. Çin Komünist Partisi, 1949’da ulusal düzeyde iktidarı ele geçirdiyse de, 20 yıl öncesinde büyüklüğü ve nüfusu küçük veya orta ölçekli bir Avrupa ülkesininkiyle karşılaştırılabilecek kimi bölgelerde yönetimi ele almıştı. 85 yılın büyük bölümünde, kısmen veya tümüyle komünistler tarafından yönetilen Çin’de, farklı ekonomi ve mülkiyet biçimleri bir arada varlığını sürdürüyordu. Edgar Snow, 1930’ların sonlarında “kurtarılmış” bölgelerdeki durumu şöyle tanımlıyordu:

“Bu görevlerde başarıyı güvence altına almak için Kızıllar’ın ilk günlerden itibaren ekonomik inşanın bir türüne başlamaları gerekiyordu. (…) Kuzeybatıdaki Sovyet ekonomisi, özel kapitalizm, devlet kapitalizmi ve ilkel sosyalizmin tuhaf bir bileşimiydi. Özel girişime ve sanayiye izin verildi ve bunlar teşvik edildi; toprak ve toprak mahsulleriyle ilgili özel işlemlere çeşitli sınırlandırmalarla müsaade edildi. Aynı zamanda devlet petrol kuyuları, tuz kuyuları ve kömür madenleri gibi işletmeleri kamulaştırdı ve bunlardan istifade etti; sığır, deri, tuz, yün, pamuk, kağıt ve diğer hammaddelerin ticaretini yaptı. Ancak bu maddelerde tekel kurmadı; hepsinde özel teşebbüsler rekabet edebilirlerdi, bir dereceye kadar ettiler de. Hükümetin ve kitlelerin ortaklığına dayanan, sadece özel kapitalizmle değil, aynı zamanda devlet kapitalizmiyle de rekabet eden kooperatiflerin kurulmasıyla üçüncü tür bir ekonomi yaratıldı!” (Snow [1937] 1972, 262)

Bu tablo modern bir tarihçi tarafından da doğrulanmaktadır: Mao Zedong’un Japon emperyalizmine karşı mücadeleyi yönettiği ve yeni bir Çin’in inşasını desteklediği Yenan’da, Çin Komünist Partisi üs bölgesini ekonomik olarak tümden kontrol etmek üzere hareket etmedi. Daha ziyade, “geniş toprak mülklerini” de içeren “önemli bir özel ekonomiyi” denetledi (Mitter 2014, 192).

Ocak 1940’ta (“Yeni Demokrasi Üzerine”) bir makalesinde Mao Zedong, o sırada gerçekleşmekte olan devrimin anlamını açıklığa kavuşturdu:

“Sömürge ve yarı-sömürge bir ülkede bu türden bir devrim, ilk aşamada toplumsal karakteri bakımından hâlâ temelde burjuva-demokratik olsa ve nesnel görevi kapitalizmin gelişiminin yolunu açmaksa da, artık kapitalist bir toplum ve burjuva diktatörlüğü altında bir devlet kurmak amacıyla burjuvazinin önderlik ettiği eski tip bir devrim değildir. Bu, ilk aşamada, demokratik bir toplum ve tüm devrimci sınıfların ortak diktatörlüğü altında bir devlet kurmak amacıyla proletaryanın önderlik ettiği yeni bir devrim tarzıdır. Dolayısıyla bu devrim aslında sosyalizmin gelişimi için daha geniş bir yolu açma amacına hizmet etmektedir” (Mao 1965–77, Cilt 2, 344).

Bu, ekonomik düzeyde, farklı mülkiyet biçimlerinin bir arada bulunmasıyla; siyasi düzeyde, devrimci sınıfların diktatörlüğü ve Çin Komünist Partisi’nin liderliğiyle nitelenen bir modeldi. Bu, söz konusu süre zarfında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğu 17 yılın sonunda, 18 Ocak 1957’de (İl, Belediye ve Özerk Bölgeler Parti Komiteleri Sekreterleri Konferansı’nda) yapılan bir konuşmada teyit edilmiş bir modeldir:

“Kent politikamızın Sağa saptığı suçlamasına gelince, kapitalistlere yedi yıllık bir süre için sabit faiz sağlamayı ve ödemeyi taahhüt ettiğimiz için durum böyle görünüyor. Yedi yıl sonra ne yapılmalı? Bu, o zaman hüküm süren koşullara göre kararlaştırılmalıdır. Konuyu açık bırakmak, yani onlara sabit faizle belirli bir miktarı vermeye devam etmek daha iyidir. Bu küçük maliyetle bu sınıfı satın alıyoruz. (…) Bu sınıfı satın alarak onları siyasi sermayelerinden mahrum ettik ve ağızlarını kapalı tuttuk. (…) Böylece siyasi sermaye onların değil, bizim elimizde olacak. Onları siyasi sermayelerinin her zerresinden mahrum bırakmalı ve onlara tek bir zerre kalmayana dek buna devam etmeliyiz. Bu nedenle, kentsel politikamızın da Sağa saptığı söylenemez” (Mao 1965–77, Cilt 5, 357).

Bu nedenle mesele, burjuvazinin ekonomik mülksüzleştirilmesi ile siyasi mülksüzleştirilmesi arasında bir ayrım yapma meselesidir. Yalnızca ikincisi sonuna kadar gerçekleştirilmelidir; birincisi, sınırları açıklıkla belirlenmezse, üretici güçlerin gelişimini baltalama riskini taşır. “Siyasi sermaye”den farklı olarak, burjuvazinin ekonomik sermayesi, en azından ulusal ekonominin gelişmesine ve dolayısıyla dolaylı olarak sosyalizme hizmet ettiği sürece, topyekûn mülksüzleştirmeye tabi olmamalıdır.

1920’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan bu model, kayda değer bir süreklilik ortaya koydu ve 1949’dan önce komünistlerin yönettiği “kurtarılmış” bölgelere ve ardından Çin Halk Cumhuriyeti’nin tamamına büyük bir ekonomik canlılık getirdi. Dramatik dönüm noktası, 1958-59’daki Büyük Atılım ve 1966’da ortaya çıkan Kültür Devrimi’ydi. Farklı mülkiyet biçimlerinin bir arada var olması ve maddi teşviklerin kullanımı radikal bir şekilde masaya yatırıldı. Kitle seferberliği çağrılarıyla ekonomik kalkınmanın hızlandırılacağı umuluyordu; ancak bu yaklaşım ve bu yöndeki girişimler dramatik bir şekilde başarısız oldu. Üstelik herkesin herkesle giriştiği mücadele, fabrikalarda ve üretim yerlerinde anarşiyi tırmandırdı.

Anarşi yaygın ve köklüydü, Deng Xiaoping’in getirdiği reformlarla hemen ortadan kalkması mümkün olmadı. Batılı bir bilgin ve tanık tarafından tarif edildiği gibi, bir süre için kamu sektöründe gelenekler devam etti: “Hatta son görevli (…), isterse hiçbir şey yapmamaya karar verebilir, bir iki yıl evde kalabilir ve yine de ay sonunda maaşını alabilir.” “Tembellik kültürü” ekonominin genişleyen özel sektörüne de bulaştı. “Devletin eski çalışanları (…) geç geliyorlar, sonra gazete okuyorlar, kantine yarım saat erken gidiyorlar, ofisten bir saat erken çıkıyorlar” ve genellikle ailevi nedenlerle, örneğin “karısı hasta olduğu için” gelmiyorlardı. İşyerine disiplin ve verimlilik getirmeye çalışan yöneticiler ve teknisyenler, yalnızca (karısına bakan bir işçiye para cezası vermeyi rezillik olarak gören) çalışanların direnişiyle ve ahlaki öfkesiyle değil, aşağıdan gelen tehdit ve şiddetle yüzleşmek zorunda kaldılar. (Sisci 1994, 86, 89, 102).

Böylece bir paradoks oluştu. Kendine özgü tarihi, yalnızca bireysel düzeyde değil aynı zamanda farklı mülkiyet biçimleri arasındaki rekabet yoluyla üretimi teşvik etmeye olan bağlılığı nedeniyle onlarca yıldır kendisini farklılaştırmasına rağmen, Kültür Devrimi’nden sonra Çin, Sovyetler Birliği’nin son yıllarına olağanüstü derecede benziyordu. Sosyalizmin, işin niceliğine ve niteliğine göre ücret ilkesi büyük ölçüde tasfiye edildi; işyerlerinde hoşnutsuzluk, ayrılma, devamsızlık ve anarşi hüküm sürüyordu. İktidar bıraktırılmadan önce “Dörtlü Çete”, yoksul ama güzel bir sosyalizme dönük popülist aklı, Sovyet Rusya’nın ilk yıllarında hüküm süren, ateşli Katolik Pierre Pascal’ın çok sevdiği popülist sosyalizmi tartışmaya açarak ekonomik durgunluğu haklı çıkarmaya çalıştı.

Ve popülizm, Deng Xiaoping’in eleştirisinin hedefi oldu. Marksistleri “yoksulluğun sosyalizm olmadığını, sosyalizmin yoksulluğun ortadan kaldırılması anlamına geldiğini” anlamaya çağırdı. Bir şeyin kesinlikle açık olmasını istedi: “Üretici güçleri geliştirmedikçe ve insanların yaşam standartlarını yükseltmedikçe sosyalizmi inşa ettiğinizi söyleyemezsiniz.” Hayır, “yoksullukla komünizm, yoksullukla sosyalizm olamaz. Dolayısıyla zengin olmak günah değildir” (Deng 1992–95, Cilt 3, 122, 174). Deng Xiaoping sosyalizmin yoksulluk ve yoksunluğun eşitlikçi dağılımıyla hiçbir ilgisi olmadığını anlamış ve bu açıdan tarihi bir istihkak göstermişti. Marx ve Engels’in gözünde sosyalizm, yalnızca kaynakların daha adil dağılımını sağladığı için değil, aynı zamanda ve özellikle toplumsal zenginliğin hızlı ve eşit gelişimini mümkün kıldığı için sosyalizmdi. Bu amaca ulaşmak için sosyalizm, işin niceliğine ve niteliğine göre ücret ilkesini onaylayarak ve uygulamaya koyarak rekabeti teşvik etti.

Deng Xiaoping reformları, ona yeni bir radikalizm ve bağdaşım verse de, Çin’de zaten bilinen bir modeli yeniden tanıttı. Gerçek şu ki, farklı mülkiyet biçimlerinin bir arada sürdürdükleri varlıkları, Çin Komünist Partisi tarafından yönetilen katı devlet denetimiyle dengelendi. Çin tarihini, Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren değil, komünistler tarafından yönetilen ilk bölgelerin kurtuluşu ve kuruluşu kadar erken bir tarihten itibaren analiz edersek, Xiaoping reformlarının değil, Büyük Atılım ve Kültür Devrimi yıllarının anomali olduğunu görürüz.

3. Marksizm ve Popülizm

Rusya ve Çin sınırlarının çok ötesinde, yirminci yüzyılda ve hatta bugün dahi, popülizm dünyanın çehresini kökten değiştiren büyük devrimlerin okunmasını olumsuz yönde etkiledi ve hâlâ da etkiliyor. Bu anlamda, yirminci yüzyılın temel bir özelliğini belirleyen popülizm ile Marksizm arasındaki çatışmanın henüz bitmediğini söyleyebiliriz.

Pascal, savaş komünizminin terk edilmesini, “yoksul ve daha yoksullar”dan ibaret ve tam da bu yüzden eşitsizlik ve toplumsal kutuplaşmanın neden olduğu gerilim ve çatlaklardan kurtuluş vaat eden toplumu mahkûm ediyordu. Moskova’da o dönemde ateşli Hıristiyanların tavrı Sovyet Rusya ile sınırlı değildi. Genç Ernst Bloch’ta da popülizmin izleri hissedilir. 1918’de Spirit of Utopia’nın (Ütopyanın Tini) ilk baskısını yayınladığı zaman, Sovyetleri “iktidarın aşka dönüştürülmesini” gerçekleştirmeye ve sadece “her özel ekonomiye” değil, aynı zamanda herhangi bir “para ekonomisine” ve onunla birlikte “insandaki en kötü ne varsa onu kutsayan ticari değerler”e de son vermeye çağırdı.” (Bloch [1918] 1971, 298). Burada popülist eğilim, Mesihçilik ile iç içe geçmişti: Savaşın tarumar ettiği, tarihi tekrarlayan ve yıkıcı kıtlıklarla dolu bir ülkede ekonomiyi yeniden inşa etme ve üretici güçleri geliştirme görevine hiç değinilmiyordu. Birinci Dünya Savaşı kıyımının dehşeti, mevcut sınırlı maddi kaynaklarla yetinen ve böylece zenginlik ve güç endişesinden kurtulmuş, insanların “para ekonomisinden” korunarak bunun yerine aşk içinde yaşayabilecekleri bir topluluk hayalini canlandırdı.

Bloch, 1923’te Spirit of Utopia’nın ikinci baskısını yayınladığı zaman, daha önce sözü edilen popülist ve Mesihçi pasajları silmenin uygun olduğuna inanıyordu. Ancak, onlara ilham veren ruh hali ve vizyon, Sovyetler Birliği’nin içinde de dışında da kaybolmadı. NEP’e geçişle ilgili en ateşli ve hissi eleştiriler, Batılı komünist liderlerin yanı sıra militanlardan geldi. Bu kişilerle ilgili olarak, Lenin, 27 Mart 1922’de düzenlenen Komünist Partisi XI. Kongresi’ne sunduğu “Siyasi Rapor”da alaycı bir şekilde şunları yazıyordu:

“Bizim geri çekildiğimizi gören bazıları, Komünist Enternasyonal’in Yürütme Komitesi’nin son büyük toplantısında olduğu gibi, çocukça ve utançla, hatta gözyaşlarıyla dağıldılar. En temiz komünist duygular ve en ateşli komünist özlemlerle motive olan bazı arkadaşlar gözyaşlarına boğuldu” (Lenin 1955–70, Cilt 33, 254–55).

Antonio Gramsci, Ekim Devrimi kadar erken bir tarihte çok farklı bir tavır takınıyor ve bunu şu şekilde ifade ediyordu:

“Yoksulluk ve ızdırabın kolektivizmi ilke olacaktır. Ama yoksulluk ve ızdırabın koşulları burjuva rejiminin mirasıdır. Kapitalizm, Rusya’da birdenbire kolektivizmin yaptığından daha fazlasını yapamazdı. Bugün, daha da azını yapacaktır, çünkü ekonomik zorluğun getireceği acı ve ızdıraba direnmeye çalışan birilerinin varlığına artık dayanamayan, mutsuz, çılgına dönmüş bir proletarya ile ilk anda ters düşecektir. (…) İşçiler, barıştan sonra gelecek ızdıraba, yalnızca bunu mümkün olduğunca çabuk bastıracak çalışma iradeleri ve kararlılıkları olduğunu hissettikleri için dayanacaktır” (Gramsci 1982, 516).

Bu bağlamda Sovyet Rusya’ya hükmetmek üzere olan savaş komünizmi, taktiksel ve dönemsel olarak meşrulaştırılırken, aynı anda stratejik olarak ve uzun vadede gayrimeşrulaştırılıyordu. O sırada Rusya’da hüküm süren özel koşullar “yoksulluğun ve ızdırabın kolektivizmi”ni haklı çıkarıyor: Kapitalizm daha iyisini yapamazdı. Ancak, yoksunluğun bir an önce aşılması gerektiği anlaşılıyordu.

Tam da bu nedenle, Ekim 1926’daki tutumuyla kendini net bir şekilde açıklayan Gramsci, NEP’I kabullenmekte hiç zorluk çekmedi: Sovyetler Birliği gerçeği, bizi “tarihte daha önce hiç görülmemiş bir fenomen” ile karşı karşıya getirdi. Politik olarak “egemen” sınıf, “bir bütün olarak”, [politik olarak] tahakküm altındaki bağımlı sınıfın belirli unsur ve tabakalarından daha kötü yaşam standartlarına sahipti.” (Gramsci [1926] 1971, 129-30). Dünyanın tüm nimetlerini emri altına alan, kürkler içindeki NEPman’ın [1] gösterisi karşısında zorluklarla dolu bir yaşam sürmeye devam eden insan kitlelerinin kafası karışmıştı (129-30). Yine de bu, bir karalama ya da tiksinme için zemin oluşturmamalıdır, çünkü proletarya, bireysel ve dolaysız çıkarlarını “toplumun genel ve sürekli çıkarlarına feda etmeye muktedir değilse, iktidarı elde edemeyeceği gibi sürdüremez de”(129–30). NEP’i kapitalizme dönüşle eş anlamlı olarak okuyanlar iki ciddi hata yapıyorlardı: kitlesel yoksulluğa karşı mücadeleyi ve dolayısıyla üretici güçlerin geliştirilmesi gerekliliğini görmezden gelmek ve ekonomik olarak ayrıcalıklı ve politik olarak egemen sınıfları yanlış şekilde tanımlamak.

NEP’in Gramsci’ninkine benzer bir okuması, yirminci yüzyılın başka bir büyük entelektüelinden geldi. 1927’de Moskova’ya yaptığı geziden döndükten sonra Walter Benjamin izlenimlerini özetliyordu:

Kapitalist bir toplumda iktidar ve para aynı yönlüdür. Belli bir miktar para, iktidarın sınırları belirlenmiş bir bölümüne dönüştürülebilir ve tüm iktidarın değişim değeri hesaplanabilir bir varlıktır. [. . .] Sovyet devleti para ve iktidar arasındaki bu geçişkenliği kesintiye uğrattı. Parti, doğal olarak gücü kendisine saklı tutar; ancak parayı NEPman’a bırakır (Losurdo 2013, 227-28).

Ancak ikincisi, “korkunç bir sosyal izolasyon” yaşadı. Benjamin’e göre de ekonomik zenginlik ile siyasi güç arasında bir karşılıklılık yoktu. NEP herhangi bir şekilde burjuva ve kapitalist iktidarın restorasyonu ile ilgili değildi. Sovyet Rusya, ekonominin yeniden inşasına ve üretici güçlerin gelişmesine angaje olma gerekliliğinden kendini kurtaramadı. Modern bir sanayi toplumuna uygun olmayan geleneklerin devam etmesi işleri daha da zorlaştırdı. Benjamin, Moskova’da çok öğretici bir gösteriye doğrudan tanıklık ediyordu:

Rus başkentinde bile, tüm “rasyonalizasyona”, zamanın değeriyle ilgili duyuya rağmen (…) “Trud”, Sendika Çalışma Enstitüsü, duvar afişleri aracılığıyla (…) dakiklik için bir kampanya (…) “vakit nakittir”; böyle tuhaf bir toplanma çığlığına inandırmak için posterlerdeki Lenin’in otoritesinden yararlanmak zorunda kaldılar. Söylemek gerekir ki bu zihniyet Ruslara yabancıdır. Onların oyuncu içgüdüleri her şeye üstün gelir. (…) Örneğin, sokakta bir film sahnesi çekiliyorsa, nereye ve neden gittiklerini unuturlar, saatlerce ekibin arkasında sıraya girerler ve şaşkın bir şekilde işe ulaşırlar” (Losurdo 2013, 184).

Pascal da Sovyet Rusya’daki gelişmelere tanık oldu ve olup biteni şiddetle mahkûm etti: şimdi Moskova’da ve ülkenin geri kalanında, her şey “sanayileşmenin daha hızlı mı yoksa yavaş mı olması gerektiği” sorusuyla “gerekli paranın nasıl elde edileceği problemi” etrafında dönüyordu. “Her devrimci amacı” bir kenara koyan bu yeni yaklaşımın sonuçları yıkıcıydı: evet, “maddi olarak Amerika’ya yaklaşıyor, ulusal zenginlik açısından büyük bir gelişim kaydediyorduk” ama bunun bedeli neydi? “Uysal kitle onun, işleyişinin, sömürüsünün kölesi oldu. Üretim ve ekonomik bir toparlanma var ama devrim derinlere gömüldü” (Pascal 1982, 33-34).

Komünist hareketin parçası olmayan büyük Avusturyalı yazar Joseph Roth da aynı sonuçlara varıyordu. Eylül 1926 ile Ocak 1927 arasında Sovyetler’i ziyaret ettiğinde, “Amerikanlaşma”dan duyduğu hayal kırıklığını dile getiriyordu. “Altının tanrı olduğu, büyük ruhsuz kapitalist Amerika’yı küçümsüyorlar. Ama ilerleme, elektrikli ütü, hijyen ve su tesisatı anlamına gelen Amerika’ya hayranlar” (Losurdo 2013, 192). Sonuç olarak, “Bu, Amerika’ya öykünen, teknik olarak gelişmiş modern bir Rusya. Burası artık Rusya değil” (Losurdo 2013, 192). Başlangıçta umudun kaynağı olan bir ülkede “ruhsal boşluk” açılmıştı. Bu tutumların kaynağı olan yaygın neden açıktı: başlangıçtaki devrimci ilhama ihanetin, dar kafalı ve vulgar bir dünya görüşüne doğru bir sürüklenmenin ifadeleri olarak gördükleri yaşam koşullarını iyileştirme arzusunu hedef alıyor ve minimum düzeydeki konforu öğütlüyorlardı.

Pascal’ın yaptığı gibi, Roth da sürmekte olan “Amerikanlaşma”dan hoşlanmadığını dile getirdi. Bu yıllar, Bolşeviklerin, en ileri kapitalist ülkelerden, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nden bir şeyler öğrenmeye uğraştıkları, ekonominin yeniden inşası ve geliştirilmesiyle meşgul oldukları yıllardı. Mart ve Nisan 1918’de (Sovyet İktidarının Acil Görevleri’nde) Lenin, “en gelişmiş ülkelerdeki işçilerle karşılaştırıldığında, Rus kötü bir işçidir”; bu nedenle, Kuzey Amerika Cumhuriyeti’nde geliştirilen ve uygulanan “Taylor sistemi”nin “zengin bilimsel başarılarını” eleştirel bir şekilde özümseyerek “çalışmayı öğrenmelidir” diye yazıyordu.(Lenin 1955–70, Cilt 45, 27, 231). Aynı doğrultuda düşünülebilecek Buharin 1923’te “Marksizme Amerikancılığı eklememiz gerekiyor” diye ilan ediyordu (Losurdo 2007, Bölüm III, § 2). Ertesi yıl, Stalin Bolşevik kadrolara önemli bir çağrıda bulundu: Leninist ilkelere gerçek sadakat, “Rus devrimci duygularıyla” “pratik Amerikan yaklaşımı”nı örmeyi gerektiriyordu. (Losurdo 2007, bölüm III, § 2). “Amerikancılık” ve “Amerikan pragmatizmi” burada üretici güçlerin gelişimi, yoksulluk veya kıtlıktan kaçış ile eş anlamlıydı: sosyalizm, yoksulluğun veya yoksunluğun eşit paylaşımı değil, kesin olarak bu şartların üstesinden gelinmesidir.

Rusya dışında, Gramsci, popülizme özel bir kesinlikle ve kararlılıkla karşı çıktı. Yukarıda da ifade edildiği gibi, başından beri ızdırap ve acı kolektivizmini reddediyordu. Bu, geniş bir teorik altyapısı olan politik bir tutumdu. Rusya’daki Ekim Devrimi’nin ardından kurduğu haftalık dergi L’Ordine Nuovo (Yeni Düzen), İtalya’da fabrika işgali hareketleriyle birlikte, devrimci işçileri eşit ücret, toplumsal emeğin daha adil bir dağılımı, aynı zamanda ve hepsinden önemlisi, “üretimin kontrolünü” ve “çalışma planlamalarını” ele almak için mücadele etmeye çağırıyordu. Bunu yaparken, üretici güçlerin gelişmesini de teşvik etmek için devrimci işçiler, sosyalizm veya kapitalizm karşısında özerk, yani “(bir anlamda) el koyma süreçlerinden bağımsız olan” “en ileri endüstriyel teknoloji”den nasıl yararlanacaklarını bilmeliydi (Gramsci 1987, 622, 607-8, 624). L’Ordine Nuovo’nun, Ekim ve Kasım 1919 arasında, Taylorizme ilişkin Lenin’in sözünü ettiği “zengin bilimsel başarılar” ile bunların kapitalist kullanımları arasındaki ayrımı da ortaya koymaya çalışan birkaç makale yayınlaması tesadüf değildir. Bu anlamda, daha sonra, Hapishane Defterleri, L’Ordine Nuovo’nun kendi “Amerikancılığını” iddia ettiğini tespit etti (Gramsci 1975, 72). Bu Lenin, Buharin ve Stalin’in doğrudan veya dolaylı olarak atıfta bulundukları Amerikancılıktı.

Ve bunun, ABD kapitalizmi ve emperyalizminin yargılanmasını ve açıkça kınanmasını hiçbir şekilde dışlamayan bir Amerikancılık olduğu açık olmalıdır. Gramsci’nin gözünde burası, demokratik inanç beyanlarına rağmen, siyahların uzun bir süre köleleştirildiği, İç Savaş’tan sonra bile insan etinden yoksun gaddar tüccarlar tarafından kışkırtılan kalabalıklar tarafından linç edildiği, terörist bir beyaz üstünlüğü rejimi olarak nitelenebilecek bir ülkeydi (Losurdo 1997, Bölüm II, 11–12). Bu terörizm, dış politikada da kendini gösteriyordu: Kuzey Amerika Cumhuriyeti, Rusları hayatta kalmaları için gerekli olan tahıldan mahrum etmekle, Ekim Devrimi’ni örnek alan halkları da açlığa bağlı ölümlerle tehdit ediyordu.

Üretici güçlerin gelişimine gösterilen ehemmiyet olarak anlaşılan “Amerikancılık”ın etkisiyle Gramsci, 1930’ların başlarında ilk beş yıllık planı coşkuyla karşıladı: Ekim Devrimi, “kadercilik ve edilgenlik” propagandasından çok uzaktır, aslında “tarihsel materyalizm kavramı [. . .] birçok gözlemciyi hayrete düşüren bir dizi girişimin önünü açar” (Gramsci 1975, 893, 2763-64). Materyalizm ve Marksizm, yalnızca Rusya’da olduğu gibi devrimlere ilham vererek değil aynı zamanda sosyal zenginliğin büyümesini teşvik ederek ve kitleleri yüzyıllar süren yoksulluk ve yoksunluktan kurtararak gerçekliği somut olarak etkileme yeteneğini gösterdi. Hayal kırıklığına uğrayan, hatta Sovyet Rusya’daki gelişmeler karşısında öfkelenen Simone Weil, 1932’de, başlangıçta sempati ve umutla baktığı ülke ile son bir hesaplaşmaya girişti: Amerika’yı, Amerikan verimliliğini, üretkenliğini ve “Taylorizm”i model alan Sovyet Rusya sona ermişti. Artık herhangi bir şüphe olamazdı.

Sermaye ile emek arasındaki çatışmanın özünü oluşturan bu konuda Stalin’in Marx’ın görüşlerini terk etmesi ve kapitalizmin en mükemmel formunun baştan çıkarıcılığına teslim olması, SSCB’nin işçi sınıfı kültüründen hâlâ oldukça uzak olduğunu göstermektedir (Weil 1989–91, 106–7).

Aslında, burada alınan konumun Marx ve Engels ile hiçbir ilgisi yoktu: Komünist Manifesto‘ya göre kapitalizm alt edilmeye yazgılıdır çünkü üretici güçleri eşi görülmemiş bir kapsam ve hızla geliştirdikten sonra, tekrarlayan aşırı üretim krizlerinin de doğruladığı gibi, onların daha da gelişmesinin önünde bir engel haline gelecektir. Aynı zamanda popülizme meyilli olan bu inançlı Hıristiyan Fransız filozofu, Ekim Devrimi’yle kurulan ülkeyi ancak yoksulluk veya yoksunluğun eşit dağıldığı dönemde tanıdı; daha sonra, Sovyet Rusya’ya ek olarak Weil, Marx ve Engels’ten de koptu.

4. Çin’de ve Küresel Düzeyde Eşitsizlik

Popülizm, varlığını, Batı solunun çağdaş Çin’e karşı takındığı küçümseyici tavırda her zamankinden daha fazla hissettiriyor. Deng Xiaoping reformlarının tarihte eşi görülmemiş bir ekonomik patlamayı mümkün kıldığı ve milyonlarca insanı yoksulluktan kurtardığı doğrudur, ancak bu, popülistler için önemsizdir.

Dehşetli ve kitlesel yoksulluğun ortadan kaldırılması, artan eşitsizlikle aynı zamanda mı gerçekleşti? Bu sorunun cevabı, ilk bakışta göründüğü kadar açık değildir. Tarih boyunca komünist partiler, yalnızca ekonomik ve teknolojik olarak geri kalmış ülkelerde iktidara geldiler; bu nedenle iki ayrı eşitsizliğe karşı mücadele etmek zorunda kaldılar: 1) küresel ölçekte gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında var olan eşitsizlik; 2) her bir ülkede var olan eşitsizlik. Yalnızca mücadelenin her iki tarafını da hesaba katarsak, politika reformunun mahiyetini hakkıyla değerlendirebiliriz. Birinci tür eşitsizlikle ilgili olarak, uluslararası düzeyde küresel eşitsizliğin kesin bir şekilde azaldığını söyleyebiliriz. Evet, Çin yavaş yavaş gelişmiş Batılı kapitalist ülkeleri yakalıyor. Bu bir dönüm noktası!

Yirminci yüzyılın son yıllarında önde gelen bir Amerikalı siyaset bilimci, Deng Xiaoping ile başlayan sanayileşme ve modernleşme sürecinin başarılı olması durumunda “Çin’in büyük bir güç olarak ortaya çıkışının ikinci milenyumun şahit olduğu benzer tüm fenomenleri gölgede bırakacağını” yazmaktadır (Huntington 1996, 231). Yaklaşık 15 yıl sonra, aynı ölçüde ünlü bir İngiliz tarihçi, yine bu büyük Asya ülkesinin olağanüstü gelişimine atıfla, yaşanmakta olanın 500 yıllık Batı egemenliğinin sonu olduğunu ifade ediyordu (Ferguson 2011, 322). Burada adı geçen iki yazar, zamanlama konusunda aynı kararlı görüşü paylaşmaktadır. Amerika’nın keşfi/fethi yaklaşık beş yüzyıl önce gerçekleşti. Başka bir deyişle, Çin’in olağanüstü hızlı yükselişi, uluslararası düzeydeki yüksek eşitsizlikle karakterini kazanan “Kolomb dönemi”ni sona erdirmeyi vaat ediyor: Batı’nın ekonomik, teknolojik ve askeri üstünlüğü, onun dünyanın geri kalanına yüzyıllarca boyun eğdirmesini ve yağmalamasını mümkün kıldı.

Küresel eşitsizliğe karşı mücadele, sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı mücadelenin bir parçasıdır. Mao bunu çok iyi kavramıştı ve 16 Eylül 1949’da yaptığı (“İdealist Tarih Anlayışının İflası” başlıklı) konuşmada, Washington’un Çin’in “ABD’ye bel bağlamasını, bir bakıma onun kolonisi olmasını” istediği uyarısını yaptı (Mao 1965–77, Cilt 4, 453). Yeni ilan edilen Çin Halk Cumhuriyeti, ABD’nin dayattığı ölümcül bir ambargonun hedefi haline geldi. Amaçları Truman yönetimi tarafından yapılan çalışmalarda, liderlerin itiraflarında ve açıklamalarında açıkça görülür. Komünist hükümeti mağlup edebilecek ve devirebilecek önlem “askeri veya siyasi değil ekonomik”tir. Bu yüzden Çin’in genel yaşam standartları açısından yoksulluk seviyesi düzeyinde veya altında kalmasının garantilenmesi gerekiyordu; Washington, kendini “ekonomik geriliğe” ve “kültürel gecikmeye” neden olmaya ve “büyük ihtiyaçları” altında ezilen bir ülkeyi “felakete sürüklemeye” öncülük etmeye adama ihtiyacını hissetti (Zhang 2002, 20-22, 25, 27 ). Beyaz Saray’da bir başkan diğerinin yerine geçer ancak ambargo devam eder ve bu ambargo ilaç, traktör ve gübreleri kapsayacak kadar acımasızdır (Zhang 2002, 83, 179, 198). Özetle, 1960’ların başında Kennedy yönetiminin işbirlikçisi Walt W. Rostow, bu politika nedeniyle Çin’in ekonomik kalkınmasının en az “onlarca yıl” ertelendiğine dikkat çekti (Zhang 2002, 250).

Hiç şüphe yok ki Deng Xiaoping’in reformları küresel eşitsizliğe karşı mücadeleyi büyük ölçüde güçlendirdi ve böylece Çin’in ekonomik (ve siyasi) bağımsızlığını sağlam bir temele oturttu. Yüksek teknoloji de artık Batının tekelinde değil. Şimdi, yüzyıllardır Batı dışındaki halkları köle ya da yarı köle haline getiren ya da onları emek piyasasının en altlarına iten uluslararası iş bölümünün üstesinden gelinebileceğine dair bir umut görüyoruz. Böylece Batı solunun fark etmediği dünya çapında bir devrimin ana hatları çiziliyor. Rasyonel bir biçimde, daha iyi ücretler ve daha iyi çalışma koşulları sunan bir grev özgürleşme sürecinin ayrılmaz bir parçası olarak görülüyor veya bu ataerkil iş bölümü bağlamında tartışılıyor. Durum buysa, “Kolomb çağı” sırasında silahlı kuvvet yoluyla kurulan baskıcı uluslararası iş bölümünü sona erdirme mücadelesinin kurtuluş sürecine yabancı bir şey olarak görülmesi çok garip.

Bugün Çin’i eşitsizlikler nedeniyle tümden mahkûm edenler, Deng Xiaoping’in reform politikalarını küresel eşitsizliğe karşı mücadelenin bir parçası olarak da önerdiğini göz önünde bulundurmalılar. 10 Ekim 1978’de yaptığı bir konuşmada Deng, gelişmiş ülkelerle Çin arasındaki teknolojik eşitsizliğin büyüdüğünü, bu ülkelerin Çin’in hiçbir şekilde takip edemediği “muazzam bir hızla” ilerlediğini, dahası on yıl sonra bu eşitsizliğin daha da artma riski olduğunu belirtiyordu (Deng 1992–95, Cilt 2, 143; Cilt 3, 273).

5. Nicel ve Nitel Eşitsizlik

Küresel eşitsizliğin önemine dikkat çekmek, ikinci tür eşitsizliği göz ardı etmek anlamına gelmez. Peki, Çin’de süregiden eşitsizliğe ne oluyor? Deng Xiaoping reformları bunu geri döndürülemez bir noktaya mı getirdi?

Bu soruları yanıtlamadan önce temel bir gözlemi belirlemeliyiz: hem NEP hem Çin’deki reformlar ciddi boyutta açlıklara yol açabilecek kıtlıklar ve yoksullukların ardından geldi, bunlar acil olarak bitirilmeli ve tekrarlanması engellenmeliydi ve bu hem Çin’de hem Rusya’da bir dönüm noktasıydı. Fakat böyle dehşet verici bir ekonomik durumda eşitsizlikle nasıl mücadele edilebilir?

Nicel bakımdan, sınırlı kaynakların dağılımı eşitlikçilik vurgusuyla yapılabilir; böylece bireyler, aileleri ve köyler benzer biçimde beslenmeye çalışılabilir. Bununla birlikte, mevcut kaynakların genel yetersizliği ve farklı ihtiyaç düzeyleri değişmez (en zayıf bireyler diğerlerinden daha kolay yenik düşecektir). Bu gibi durumlarda açlık kontrol altına alınabilir ancak ortadan kaldırılamaz. Ancak en şanslıların hayatta kalmasına izin veren, niceliksel bakımdan mütevazı ekmek parçaları, yine de nitelik açısından mutlak bir eşitsizliği, yaşam ile ölüm arasında var olan mutlak eşitsizliği sürdürür. Diğer bir deyişle, kıtlık had safhaya ulaştığında, eşitsizliğe karşı mücadele ancak üretici güçlerin gelişimine odaklanılarak etkin bir şekilde yürütülebilir. Yani, ikinci türden, tek bir ülkedeki eşitsizlik bağlamında düşünüldüğünde, Deng Xiaoping’in reformları, açlığın ve açlık riskinin doğasında var olan mutlak niteliksel eşitsizliği bir kez ve tamamen ortadan kaldırdı.

Tabii ki, bu bela bir kez ve herkes için sona erdirildikten sonra, niceliksel eşitsizliğe karşı mücadeleyle birlikte Deng Xiaoping’in “ortak refah” dediği şeyin zamanı gelecektir (Deng 1992-95, Cilt 3, 174). Hiç şüphe yok ki bu hedef hala çok uzak. Bir ülkedeki gelir dağılımını ölçen Gini katsayısına [2] göre, Çin’de toplumsal kutuplaşma endişe verici boyutlara ulaştı. Elbette Gini katsayısına çok dikkat etmeliyiz, ancak gereğinden fazla bir önem atfetmeden. Yararlarına rağmen, bunun kesin kısıtları vardır: yalnızca iki eşitsizlik türü (küresel ve yerel) arasındaki ayrımı ihmal etmekle kalmaz, aynı zamanda bize belirli bir ülkedeki yerel eşitsizliğin sebepleri hakkında hiçbir şey söylemez.

Çin deneyimi bir metaforla açıklanabilir. “Az gelişmişlik” adı verilen bir istasyondan hareket eden ve “gelişmişlik” adı verilen bir istasyona doğru giden iki tren var. İki trenden biri çok hızlı, diğeri ise daha yavaş: sonuç olarak, ikisi arasındaki mesafe kademeli olarak artacaktır. Kıta Çin’inin büyüklüğü ve eziyetli tarihi göz önünde bulundurulursa, bu çelişki kolayca açıklanabilir: (çok gelişmemiş olsa da) halihazırda altyapısı bulunan, kolay erişime ve gelişmiş bölgelerle ticaret imkanlarına sahip kıyı bölgeleri, ekonomik olarak durgun komşularla çevrili, geleneksel olarak gelişmemiş karasal bölgelere kıyasla daha iyi durumdadır. Farklı hızlarda hareket eden iki tren arasındaki mesafenin arttığı açıktır, ancak üç temel nokta gözden kaçırılmamalıdır: ilk olarak yön (gelişme) aynıdır; ikincisi, bugün bazı iç bölge gelirlerinin kıyı bölgelerinkinden daha hızlı arttığı görülebilir; üçüncüsü, (nüfusun en gelişmiş bölgelere doğru hareketlenmesine yol açan) etkileyici kentleşme süreci nedeniyle, daha hızlı tren daha fazla yolcu taşıma eğilimindedir. Çin’i bir bütün olarak ele alırsak, orta sınıf açısından istikrarlı ve kayda değer bir büyüme ve sosyal koruma ile refah devletinin kimi özelliklerinin daha geniş kitlelere doğru yayılışını görürüz.

Bununla birlikte, Gini katsayısının işaret ettiği üstü kapalı uyarı hâlâ geçerlidir: uygun ve zamanında kontrol altına alınmazsa, niceliksel eşitsizlik de sosyal ve politik istikrarsızlığa neden olabilir.

6. Zenginlik ve Siyasi Güç: Bir Düşmanlık İlişkisi

Sosyal ve politik istikrarsızlık başka bir cepheden de gelebilir. Yeni zenginler, (meşru bir şekilde elde ettikleri) sessizce keyfini çıkarabilecekleri ekonomik güçlerinin siyasi güce dönüştürülememesi halini daha ne kadar kabul edebilir?

Mao bu sorunun farkındaydı. 1958’de Sovyetler Birliği’nden gelen, kimi kapitalistlerin Çin ekonomisinde varlıklarını sürdürdüğü şeklindeki eleştirilere, “Çin’de hâlâ kapitalistler var ama devlet Komünist Parti’nin önderliğinde” diyerek yanıt verdi (Mao 1998, 251). Yaklaşık 30 yıl sonra, tam olarak söylemek gerekirse, Ağustos 1985’te Deng Xiaoping üzerinde özenle düşünülmesi gereken bir açıklama yaptı: “Belki de Lenin Yeni Ekonomi Politikası’nı benimserken iyi bir fikri vardı.” (1992–95, Cilt 3, 143). İşte Sovyet NEP’i ile Çin’de Deng Xiaoping tarafından benimsenen reform politikaları arasında dolaylı bir karşılaştırma. İkisinin ortak noktası açıktır: Burjuvazinin siyaseten mülksüzleştirilmesi, ekonomik mülksüzleştirmeye eşit değildir. Elbette farklılıklar da var. NEP, özel ekonomiye çok küçük bir ölçüde izin veriyordu; taktiksel ve geçici bir “geri çekilme” olarak tasarlanmıştı. Başka bir deyişle, Sovyet NEP’ini meydana getiren şey, ekonomik açıdan umutsuz bir durumdan kurtulma ihtiyacıydı. Hangi ekonomik modelin izleneceğine dair kapsamlı bir düşünüş yoktu: Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Benjamin’in daha önce de andığımız ifadesindeki gibi, üretici güçlerin gelişmesine de katkıda bulunması beklenen zengin NEPman “korkunç bir sosyal izolasyonla karşı karşıyaydı”. Öte yandan Deng Xiaoping’in politikasının ardında açık bir tarihi bedel var: Deneyimler, tümüyle kolektivist bir ekonominin rekabet için tüm maddi teşvikleri ve güdüleri ortadan kaldırarak (daha önce görüldüğü gibi) kitlesel hoşnutsuzluk ve devamsızlıklara yol açtığını; dahası, zenginliği ve kazancı günah olarak gören popülizmin girişimciliği ve teknolojik gelişimi engellediğini gösterdi.

Deng, reform ve açılım politikalarının doğasında bulunan risklerin farkındaydı. Ekim 1978’de, “Yeni bir burjuvazinin şekillenmesine izin vermeyeceğiz” uyarısında bulundu. Bu hedef, bireysel kapitalistlere tanınan hoşgörü ile çelişmez. Elbette bunlara çok dikkat edilmelidir. Bununla birlikte, bir nokta kesindir: “Bu bireylere karşı mücadele, bir sınıfın diğerine karşı mücadelesinden farklıdır (bu bireyler birleşik ve açık bir sınıf oluşturamazlar” (Deng 1992–95, Cilt 2, 144, 178). Sınıf mücadelesinin kalıntıları mevcutsa da devrimin güçlenmesi ve Komünist Parti’nin iktidarı ile yeni bir durum inşa edildi. “Yeni bir burjuvazinin ortaya çıkması mümkün mü? Bir avuç burjuva unsur varlığını sürdürebilir, özellikle de “güçlü” ve onları kontrol edebilen bir “devlet aygıtı” olduğu müddetçe bir sınıf oluşturamayacaklardır.”(Deng 1992–95, Cilt 3, 142–43). Devletin gücünün yanı sıra ideolojinin de önemli bir rolü vardır: komünist olmasalar da yeni zenginlerin çoğu, Afyon Savaşları ile başlayan ve Cumhuriyet’in zaferiyle sona eren “aşağılama yüzyılı”nın dehşetini paylaşıyorlar ve kendilerini yurtsever kabul ediyorlar; bu yüzden bu yeni zenginler de devrimin “Çin ulusunun gençleşmesi” rüyasını paylaşıyorlar.

Yine de politika reformlarının başarısının ve Çin’in olağanüstü ekonomik büyümesinin bir sonucu olarak milyonerlerin ve milyarderlerin sayısı çarpıcı biçimde artıyor. Yeni kapitalistlerin biriktirdiği servetin siyaset üzerinde bir etkisi olacak mı? Yolsuzluğa karşı devam eden kampanyayı tam olarak bu endişenin ışığında anlayabiliriz. Bu süreç yalnızca Komünist Parti ve hükümet çevresindeki toplumsal uzlaşıyı pekiştirmeyi değil; Deng Xiaoping’in tavsiyesini uygulamayı ve böylece “burjuva unsurların” iktidarı almaya hazır bir sınıf oluşturmasını engellemeyi amaçlıyor.

7. Batılı Görüşler: Çin “Demokratikleşiyor” mu yoksa “Plütokratlaşıyor” mu?

Halihazırda köklenmiş ve köklenmekte olan kapitalistler, ancak Çin’de bir “renkli devrim” gerçekleştirmeye kararlı emperyalistlerle ittifak kurarlarsa gerçek bir tehlike oluşturabilir. Yoğun bir medya desteğiyle güçlenen ABD, Çin’e, Washington’un dikte ettiği an ve tarzda bir “demokrasi” empoze etmek için çok uzun bir süredir dünya hegemonyasını sağlamlaştırmaya çalışıyor.

Bu tavırla ABD, kendi ulusal tarihinin ve liberalizmin, yani temsil ettiğini iddia ettiği düşünce ekolünün öğrettiği derslerden habersiz olduğunu göstermektedir. 1787’de, Federal Anayasa’nın uygulanmasından hemen önce, Alexander Hamilton, iktidarın sınırlandırılmasının ve hukukun üstünlüğünün, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, okyanus ve jeopolitik konumlarının bu ülkeleri rakiplerinin tehditlerine karşı koruması sayesinde başarılı olduğunu öne sürüyordu. Federal birlik planları başarısız olsaydı ve yıkıntıları üzerinde Avrupa’dakine benzer bir devletler sistemi oluşsaydı, Amerika çok geçmeden sürekli bir ordu, güçlü bir merkezi sistem ve kesin bir mutlakiyetçiliğe tanık olacaktı. “Böylece, eski dünyanın belası olan despotizmin itici güçlerinin aynılarının bu ülkenin her yerinde inşa olacağını görmeliyiz” (Hamilton 2001, 192). Hamilton, İngiltere’nin denizle çevrili ve korunan bir ada olmayıp kıtada yer alsaydı, o günün mutlakiyetçi rejimlerinin kurbanı olan diğer kıta devletlerine benzeyeceğini yazıyor; hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistem yaratmada jeopolitik güvenliğe olduğundan fazla bir önem atfediyordu (194).

Öte yandan Hamilton’a göre, ne zaman “dış saldırılar” ya da “iç sarsıntılar” kamu barışını tehdit etse, ABD gibi son derece şanslı bir jeopolitik konuma sahip bir ülke bile “sınırsız”, “anayasal prangalar”dan azade bir güce başvuracaktır (253).

Aslında, Atlantik ve Pasifik tarafından korunan Kuzey Amerika Cumhuriyeti, doğru ya da yanlış, ne zaman tehlikede olduğunu hissetse, yürütme gücünü büyük ölçüde güçlendirdi; örgütlenme ve ifade özgürlüğünü o ya da bu düzeyde kısıtladı. Fransız Devrimi’ni takip eden yıllarda “Yabancılara Uygulanacak ve İsyana Teşvik Ceza Yasaları’nın [3] sıkı önlemlerinin devrimciler üzerindeki etkisi örneğinde, İç Savaş, Birinci Dünya Savaşı, Büyük Buhran, İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş sırasında; İkiz Kuleler’e yapılan saldırılar sonrasında durum böyleydi. Bir örnek vermek gerekirse: 16 Mayıs 1918’de Casusluk Yasası’nın çıkarılmasından sonra geleneksel liberal özgürlüklere ne oldu? Bir kişi aşağıdakileri ifade ettiği için bu kanuna dayanılarak 20 yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilirdi:

Amerika Birleşik Devletleri hükümet biçimi veya Amerika Birleşik Devletleri Anayasası veya Amerika Birleşik Devletleri askeri veya deniz kuvvetleri veya bayrağı (…) veya Birleşik Devletler Ordusu veya Donanmasının üniforması hakkında sadakatsiz, saygısız, küfürlü dil (Commager 1963, Cilt 2, 146).

Washington’daki liderler, dillerinden düşürmedikleri demokrasi konusunda ciddi olsalardı, demokratikleştirmeyi iddia ettikleri ülkelerde jeopolitik barışı ve güvenlik duygusunu bir şekilde güçlendirmeye çalışırlardı. Soğuk Savaş’ın sonunda (Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in danışmanı olan bir bilim insanının sakince kabul ettiği gibi), dönemin tek süper gücü, deniz ve hava kuvvetlerini, Çin’in hava sahasını ve karasularını ihlal etmek için kullandı. Büyük Asya ülkesi o zaman güçsüzdü. Bugün, durum önemli ölçüde değişti. Bununla birlikte, Birleşik Devletler hâlâ deniz haberleşme kanallarını kontrol ediyor. Bu nedenle, “Çin şu durumda bir deniz ablukasının etkilerine karşı savunmasız ve bu, ekonomisi büyüdükçe daha da artacaktır”; aslında, “kaderi Amerikan hoşgörüsüne bağlı olabilir” (Friedberg 2011, 217, 228, 231). Ve ABD bunu sürdürmeye çalışmaktadır. Bütün bu sebeplerle, şartlar hukukun üstünlüğünün gelişmesi için elverişli değildir.

Batı’nın Çin’in “demokratikleşmesi” için yürüttüğü kampanya, tıpkı birçok siyasi analistin Batı’da demokrasinin düştüğünü görmeye zorlanışına benzer şekilde gerçekleşiyor.

Ekonomik krizden birkaç yıl önce, International Herald Tribune’de ABD’nin bir “plütokrasi” haline geldiği, özel ve kurumsal sermaye güçlerinin siyasi kurumları ele geçirirken nüfusun geri kalanının bundan mahrum kaldığı okunabilirdi (Pfaff 2000). Bugünlerde, Marksist geleneğe tamamen karşı olanlar arasında olduğu kadar solda da, Batı’da ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, plütokrasinin demokrasinin yerini aldığını öne sürmek yaygındır. Çin’in “demokratikleşmesi” için sürmekte olan kampanya, aslında, büyük Asya’da 1949’dan beri cereyan eden burjuvazinin “siyasi mülksüzleştirilişi”ni ters yöne çevirmek, onu plütokratlaştırmak için yürütülmektedir.

Tahmin edilebileceği gibi, Washington ve Brüksel tarafından yürütülen ikinci kampanya, iki büyük eşitsizliğe karşı mücadelede çok önemli bir rol oynayan devlet sektörünün ve kamu ekonomisinin önemli ölçüde tasfiyesini gerektiriyor. Batı’nın başlattığı bu ikinci kampanya başarılı olsaydı, burjuvazinin halihazırda kısıtlı düzeydeki “ekonomik” mülksüzleştirilmesi tamamen iptal edilecekti, böylece burjuvazi toplumdaki etkisini muazzam ölçüde artırabilecek ve siyasi gücü yeniden ele geçirebilecekti.

Tarihin en büyük sömürge karşıtı devriminden çıkmış, uzun vadeli bir post-kapitalist ve sosyalist toplum inşa etme sürecine girmiş bir ülkede hangi silahların savaşmak için kullanılacağı çok açık. Batı solu hangi tarafta yer alacak?

Kaynakça

Bloch, E. (1918) 1971. Geist der Utopie [Spirit of Utopia]. Frankfurt am Main: Suhrkamp.

Commager, H. S., ed. 1963. Documents of American History. 7th ed. New York: Appleton-Century-Crofts.

Deng, X. 1992–95. Selected Works. Beijing: Foreign Languages Press.

Ferguson, N. 2011. Civilization: The West and the Rest. London: Penguin Books.

Figes, O. 1996. A People’s Tragedy: The Russian Revolution 1891–1924. London: Pimlico Random House.

Friedberg, A. L. 2011. A Contest for Supremacy: China, America, and the Struggle for Mastery in Asia. New York, NY: Norton.

Gramsci, A. (1926) 1971. “Lettera dell’Ufficio Politico del PCI al Comitato Centrale del Partito Comunista Sovietico” [Letter of the Politburo of the Italian Communist Party to the Central Committee of the Soviet Communist Party]. In La Costruzione del Partito Comunista [Building the Communist Party], 124–31. Turin: Einaudi.

Gramsci, A. 1975. Quaderni del Carcere [Prison Notebooks]. Edited by V. Gerratana, critical edi-tion. Turin: Einaudi.

Gramsci, A. 1982. La Città Futura 1917–1918 [The Future Society 1917–1918]. Edited by S. Caprioglio. Turin: Einaudi.

Gramsci, A. 1987. L’Ordine Nuovo 1919–1920 [The New Order 1919–1920]. Edited by V. Gerratana and A. Santucci. Turin: Einaudi.

Hamilton, A. 2001. Writings. Edited by J. B. Freeman. New York: The Library of America.

Huntington, S. 1996. The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. New York: Simon & Schuster.

Lenin, V. I. 1955–70. Opere Complete [Collected Works]. Rome: Editori Riuniti.

Losurdo, D. 1997. Antonio Gramsci dal Liberalismo al “Comunismo Critico” [Antonio Gramsci from Liberalism to “Critical Communism”]. Rome: Gamberetti.

Losurdo, D. 2007. Il Linguaggio dell’Impero. Lessico dell’Ideologia Americana [The Language of the Empire: Lexicon of the American Ideology]. Rome: Laterza.

Losurdo, D. 2013. La Lotta di Classe. Una Storia Politica e Filosofica [Class Struggle: A Political and Philosophical History]. Rome: Laterza.

Mao, Z. 1965–77. Selected Works of Mao Tse-Tung. Beijing: Foreign Languages Press.

Mao, Z. 1998. On Diplomacy. Beijing: Foreign Languages Press.

Marx, K., and F. Engels. 1955–89. Werke [Works]. Berlin: Dietz.

Mitter, R. 2014. China’s War with Japan, 1937–1945: The Struggle for Survival. London: Penguin Books.

Pascal, P. 1982. Russie 1927 [Russia 1927]. Vol. 4 of Mon Journal de Russie [My Diary in Russia]. Lausanne-Paris: L’Age d’Homme.

Pfaff, W. 2000. “Money Politics Is Winning the American Election.” International Herald Tribune March 11–12.

Sisci, F. 1994. La Differenza tra la Cina e il Mondo: La Rivoluzione Degli Anni Ottanta [The Difference between China and the World: The Revolution in the Eighties]. Milan: Feltrinelli.

Snow, E. (1937) 1972. Red Star over China. London: Penguin Books.

Weil, S. 1989–91. Écrits historiques et politiques [Historical and Political Writings]. Vol. II of Oeuvres Complètes [Collected Works], edited by A. A. Devaux and F. de Lussy. Paris: Gallimard.

Zhang, S. 2002. Economic Cold War: America’s Embargo against China and the Sino-Soviet Alliance, 1949–1963. Redwood City: Stanford University Press.

 



[1] NEPman, erken Sovyetler Birliği’nde NEP kapsamında sağlanan özel ticaret ve küçük ölçekli imalat fırsatlarından yararlanan iş insanlarını tanımlamak için kullanılan bir kavramdır [Ç.N.].

[2] Asıl olarak bir ülkedeki gelir eşitsizliğini göstermek için kullanılan, bununla birlikte dağılımdaki eşitsizliği de ifade edebilen ölçü [Ç.N.].

[3] Federalist Parti tarafından kontrol edilen 5. Kıta Kongresi’nden geçirilen yasalar 1798’de John Adams tarafından uygulamaya kondu. Yasalar, tehlikeli görülen göçmenlerin hapse atılmasını yahut ülkeden sürülmesini, Federal Hükümet’e dönük eleştiri sahiplerinin mahkeme karşısına çıkarılmasını öneriyordu [Ç.N.].

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar

Çin 2013

Kültür Devrimi Üzerine