Ana SayfaArşivSayı 47-48‘Post-Devrimcilik Dönemi’ Yazısına Notlar

‘Post-Devrimcilik Dönemi’ Yazısına Notlar

“Post-Devrimcilik Dönemi”
Yazısına Notlar

Mehmet Güneş

Aralarındaki şiddetli rekabete rağmen Türkiye devrimci hareketinin (TDH) özneleri birçok bakımdan birbirlerine çok benziyor. Elbette temel ayrımlar da söz konusu. Program, sınıflar mevzilenmesi, stratejiler, devrime gidiş yol ve yöntemleri konusunda öbekler arasında köklü ideolojik ayrımların olduğu bir gerçek. Bu temel farklılıklarla birlikte, politika yapış tarzında, günlük davranışlarda, politik reflekslerde vb. çok fazla birbirinden etkileniyor ve birbirine benziyorlar. Belirli öbekler söz konusu edildiğinde temel yönelimlerde de nüanslar dışında benzerlikler daha da artıyor. Hemen her konuda aynı şeyleri söyleyip ayrı duranların çok özendikleri Bolşevik Partisi çok daha derin ayrılıklara rağmen birliğini uzun süre sürdürebilmiştir. Bizde ise birbirine yakın olanlar arasında daha şiddetli rekabet sürüyor. Aynı şey devrimci hareketin bütün kolları ve tüm devrimci ortam için geçerli.

Teori ve Politika farklı bir yerde duruyor. (Durduğu yere ilişkin eleştiriler saklı kalmak kaydıyla) Kendisini yerleştirdiği konumun avantajlarıyla TDH içindeki kör grupçu rekabetin dışında kalabiliyor. Bu avantajla TDH’nin sorunlarına içerden, devrimci duyarlılıkla objektif yaklaşabiliyor. TDH’nin ideolojik ve politik yönelimleri ile ilgili yetkin ve devrimci değerlendirmeler yapıyor.

Teori ve Politika’nın sürekli yazarı Melik Kara son sayıdaki (46. sayı) yazısıyla, TDH’nin durumu üzerine, tartışmayı ve üzerinde değerlendirmeler yapmayı kışkırtan bir çalışmaya imza attı: “Post-Devrimcilik Dönemi.” Entelektüalizm kokan başlığını geçersek, yazı, TDH’nin mevcut gerçekliğinin somut durumunu olduğu gibi resmediyor, verilen emeğin karşılığı olarak başarılı bir tablo sunuyor. Yazar, duygularının farklı olduğu anlaşılsa da, ‘soğuk iktisatçı verileri’yle konuşuyor. Yazının özel bir iddiası da yok. Fazla yorum yapmaktan kaçınıyor, olgu ve olayları sıralıyor. Aynı yerde durur ve bakarsak Melik Kara ile aynı sonuçlara varmamız kaçınılmaz. Ne eksik ne fazla; neyse o!

Yazı, Türkiye’de 1960’lı yıllarda başlayan (Başlangıç olarak 1971 alınıyor) ve doğrusu ikinci doğuşunu yaşayan TDH’nin bittiğini öne sürüyor. Rakamsal verilerle somut olay ve olguları kıyaslayarak tezini sağlam bir mantığın üzerine oturtuyor. Yazı, tezini Türkiye ile sınırlamıyor. “Devrimci olmayan dönemde devrimcilik” olarak tanımladığı dönemin dünyanın büyük bölümünde de bittiğini söylüyor. Bu günkü koşullarda, başka türden siyasal oluşumları devrimci olarak görmüyor. Dünyada sınırlı ülkeler için geçerli olan bu devrimcilik artık Türkiye’de de bitiyor; yazının endişesi bu. Ancak endişe, yazarın temsil ettiği kollektifin duygularından ibaret; yazı, mantığı ve ortaya koyduğu sağlam verilerle, kısaca, “Bitti” diyor.

Ne var ki, hızlı bir ilk okumada, somut verilerle sağlam bir mantığa oturduğu düşünülse de, daha irdeleyici bir okumayla, yazının kendi içinde örtük çelişkiler taşıdığı anlaşılıyor. Bu çelişkilerin, yine de, yazarın seslendirdiği kollektif kadar, TDH’nin içinde kıvrandığı ağır sorunlar ve sancıların bir yansıması olduğunu kabul etmeliyiz. Yazı, birkaç sayfa tutan bir “gerekçe ve sunuş”la, neredeyse, ileriki sayfalardaki rahatsız edici olağını düşündüğü tespitlerinden dolayı peşin bir özürle başlıyor. Yazı, söylemek zorunda olduklarından dolayı muhataplarından özür diliyor. Hiç de gerekli olmayan bu özür faslı ve somut verilerle “bitiş” dışında, yazının pek fazla bir sözü de yok. Bu, yazıda bir görüş olmadığı anlamına gelmez; bazı konularda veya soruna farklı bir yerden yaklaştığı bölümlerde, ve iz bırakan dönem ve olayları değerlendirirken doğru ve devrimci saptamalar yapıyor. Ama bunlar yazının temel teziyle çelişkiye düşmekten kurtulamıyor. Bir yandan bakarsanız eleştiriyor gibi, başka yerden bakarsanız toz kondurmuyor, savunuyor veya en azından ağır sorunları mazur göstermeye çabalıyor gibi.

Melik Kara temel tezini ispatlamak için, somut verilerin dışına çıktığında ele aldığı olay ve olgularla birlikte tarihsel süreçleri de zorluyor. Birçok yeni kavram oluşturmaya çalışıyor. (Post-devrimcilik dönemi, Devrimci olmayan dönemde devrimcilik, Devrimcilik süreci, vb.) Bu kavramlarla TDH’nin geçmişine veya Türkiye’de geçmiş sürece ilişkin değerlendirmelerinde olayları ve süreçleri, kendi tezini ve durduğu yeri doğrulayacak şekilde zorluyor. Genel süreçler üzerine çok önemli ve iddialı değerlendirmeler yapıyor. Ama bunları iddia olarak ortaya atmakla yetiniyor.

M. Kara yazıya Türkiye devrim sürecine ilişkin toptan değerlendirmelerle başlıyor. Toplumsal olarak iz bırakan ve mücadelenin zirveleri olarak yerleşmiş 15-16 Haziran, İzmir Tariş direnişi, “Bahar eylemleri”, Zonguldak madenci eylemi, Gazi direnişi gibi solun belleğine yerleşmiş olayları değerlendiriyor. 15-16 Hazirana kısmen eksik, Gazi Direnişine kısmen abartarak yaklaşması dışında, ikon haline getirilen bu tarihleri yerli yerine oturtuyor.

Genel tespitler olarak ise şunları yazıyor. “Türkiye’de cumhuriyet dönemi boyunca, Kürdistan dışında, “devrimci durum” hiç yaşanmadı. Bir dönem hariç, aynı bölge dışında, “devrimci yükseliş” de olmadı. Buna karşılık, 1971’den beri bir ‘devrimcilik süreci’ ya da ‘tarihsel devrim süreci’ içindedir Türkiye.” “Devrimci durum yaşanmadı”ğı tespiti kabul edilebilir. Zaten M. Kara’nın devrimcilik anlayışı bakımından bunun fazla bir önemi de yok. Kendisi yazıyor: “Devrimci duruma bağlı bir devrimcilik anlayışı, Leninizmin ve ardından gelen Marksist devrimci yolun varlığıyla reddedilmiştir. Biz de bu tarafta yer alıyoruz. Devrimci duruma bağlı olmayan devrimcilik anlayışı, 1971’den bu yana süren hareket tarafından da eylemli olarak reddedilmiştir.”

Asıl aynı kesinlikte iddia ettiği ikinci tespit önemli: “Bir dönem hariç, ‘devrimci yükseliş’ de olmadı.” Ama “Türkiye 1971’den beri bir ‘devrimcilik süreci’ veya ‘tarihsel devrim süreci’ içindedir.” Değerlendirmeden, devrimci yükselişin olduğu bir dönemin, 12 Eylül 1980’den önceki birkaç yıl olduğu anlaşılıyor. Türkiye’de 1968’den ve 1974’den başlamak üzere, darbelerle sonlandırılan dönemlerin “devrimci yükseliş” dönemleri olduğu kesin ve nettir. Bunun yerine kullanılan “Devrimcilik süreci” ve “Devrimci olmayan dönemde devrimcilik” zorlama kavramlardır. Bu tespitler ve sonrasında söyledikleri birlikte düşünüldüğünde Yukarda değindiğim “örtülü çelişkiler”, “daralma”, “teoriyi zorlama” dediğim sonuçlar ortaya çıkıyor.

Burada yeni kavramlarla teori zorlanırken niyetin devrimci sonuçlara varmak olduğu kesin. Ancak ciddi bir daralmaya düşüldüğü de kesin. Devrimci mücadeleyi şiddet kullanan bir pratik olarak anlamak ikircimsiz doğrudur. Bundan dolayı “Devrimci olmayan dönemde devrimcilik” tespiti de yapılabilir. Ama bunların yalnızca iradeye bağlı konulması yanlıştır. Devrimci mücadelenin başarısı veya geleceği devlet tedbirlerine karşı yapılacaklara bağlı anlaşılırsa, yanlıştan öteye kötürümleştirici bir darlığa düşmek kaçınılmaz olur. Siyasal iktidar mücadelesi yalnızca bu temellerde ele alınamaz. Bütünsel mücadele böylesi kalıpların içine sığmaz. Sınıflar mücadelesinin eşitsiz gelişmesi ve düz bir çizgi izlemeyeceği gerçeği gözden kaçırılır. Mücadelenin çok yönlü görevleri ve toplumsal boyutu unutulur, devrimci iktidar mücadelesi devlet ile devrimciler arasında bir kapışma olarak anlaşılır.

Mücadele buraya daraldığında gelecek ufku kaybolur. Her şey devlet karşısında bir iradenin niyet ve teşebbüslerine bağlanır. İdeoloji, politika ve teori, özellikle Teori ve Politika’nın kendisine misyon seçtiği teori güme gider, “olsa da olur, olmasa da olur” düzeyine düşer. Daha önemlisi, mücadelenin toplumsal boyutu kaybolur. Nitekim Türkiye’de devrimci sürecin değerlendirildiği bölümlerde bu durum açığa çıkıyor. M. Kara genel mücadele sürecinin birikimlerine bu mantıkla yaklaşıyor. “Devrimci durum” bir yana “Devrimci yükseliş” konusunda gösterilen eli sıkılık, bu mantığın sonucudur. Bu, geleceğe ilişkin öngörülerde karamsarlıktan öteye, “mücadele bitti” anlamında kötümserliğe varıyor. Bu daralmayla baktığı için biten bir dönemle birlikte devrimciliğin de biteceği sonucuna varıyor. Bu ağır bir handikaptır. Biten biter, kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Örgütler, partiler kurulur, az-çok misyonlarını yerine getirir veya getiremez, mücadele belirli eşik veya düzeyleri aşmak zorunluluğuyla karşı karşıya gelir, dönemler değişir uyum sorunlarını aşamaz, çöküş kaçınılmaz olur. Ezen-ezilen çelişkisi ve çatışması örgütlerle mukim değildir. Mücadeleyi örgütlerle hatta genel hareketle sınırlı görmek sakattır. Türkiye ve Kürdistan’da mücadelenin sert ve birleşik karakteri düşünüldüğünde, “Post-devrincilik dönemi”, yani “devrimciliğin bitişi”, genel hareket ne tür handikaplar içinde olursa olsun, kolaylıkla öne sürülmemeli.

Adına Marksizm-Leninizm, “Marksist devrimcilik”, ne denirse densin, devrim için iktidar mücadelesi toplumsal bir hareket olarak anlaşılmak zorundadır. Bu mücadele hiçbir koşulda devletle devrimcilerin kapışmasına daraltılamaz. Devrimci örgütün “profesyonel devrimciler” topluluğu olması, devlet örgütünün imha saldırılarına karşı ustalaşmak vb. ekleyeceğimiz tüm vazgeçilmez özellikler ve kırda veya şehirde silahlı öncü savaş olarak başlayıp zafere ulaşan başarılı örnekler bilinerek de, mücadele, devletle devrimcilerin kapışması olarak anlaşılamaz. Devletlerle devrimcilerin kapışmasının toplumsal boyut kazanamadığı tüm durumlarda kazanan devlet iktidarları, kaybeden isyan edenler olmuştur. Bunun istisnası darbeler dışında yoktur.

Devrimci öznenin önemi ve mücadeleyi hangi temellerde sürdüreceği hayati derecede önemlidir. M. Kara’nın devrimciliği, kendi terminolojisiyle, pratik-politik devrimciliği şiddet kullanma olarak anlaması doğrudur. Bu devrimcilik anlayışına Marx, Lenin, Mao’yu şahit göstererek karşı çıkışların hiçbir önemi yok. Marksizmde bu yönde bulunabilecek meazların bolluğuna rağmen, devrimci mücadelenin tarihi şimdiye kadar başka bir olanak veya yol göstermedi. Bu yol, dünyanın bundan sonrası için öncesinden daha fazla zorunludur. Buna rağmen iktidar mücadelesi toplumdan soyut devlet ve devrimcilerin kapışmasına indirgenemez. Mücadele zaman zaman böyle sıkışmalar yaşayabilir, böyle başlayabilir, bir dönem buna mecbur kalabilir, ama hiçbir koşulda böyle anlaşılamaz. Mutlaka bir dönemde veya eşikte toplumsal düzeye sıçramak zorunludur. Eşikler aşılarak toplumsal düzeye sıçrayamayan örgüt ve hareketlerin büyük bölümünü tarih vaka olarak bile kaydetmiyor.

M. Kara yazının boşluklarını görüyor ve girişte buna karşı gardını alıyor. “Burada dikkate alınan yegane nesnellik, devrimci hareketin verili nesnel varlığıdır… Biz nesnenin nesnelliğini değil, özne olarak devrimci örgütlerin nesnel durumunu esas alıyoruz burada. Vurguluyoruz; devrimci örgütlerin nesnel durumunun iyiliği, örneğin sınıfsal hareketin iyiliğine, egemen sınıfların yaşadığı krize, ekonominin kötü gidişine dolaysızca bağlı değildir” diyor ve “Görüşlerin ortaya konuluşunda özellikle olgusal bir sunuş[un] tercih edildi”ğini belirtiyor. Bu tercihe bağlı kalarak sorunu somut olaylar olarak, devletin hamleleri ve devrimci hareketin, kendince belirlediği dönemlerindeki durumu olarak sergiliyor. Bu sergilemede toplum yok. Kürt mücadelesini ayrı tuttuğunu belirterek sorunu devlet ve devrimcilerin hamleleri olarak irdeliyor. Ama daha sonra yazının gelişiminde bu gerekçesini kendisi unutmak zorunda kalıyor. Farkında olmadan mücadelenin toplumsal boyutuna girmek zorunda kalıyor. Kürt devrimi ve Bolşeviklerle TDH’yi kıyaslarken, mücadelenin toplumsal boyut kazanmasının olmazsa olmaz olduğunu söylüyor. Kürt hareketi için 20 bin gerilla ve 30 bin ölüyü “dramatik olarak” az buluyor. Hiçbir öncü toplumsal etkiler yaratmadan yukardaki sayılara ulaşamaz. Şiddet ve silah kullanmadan yürünemez, ama silah ve şiddetin ustalıkla kullanılması tek başına hiçbir zaman bu sonuçları doğuramaz. M. Kara yazısı boyunca 40 yıllık TDH üzerinden bu kuralı doğruluyor. Oysa, 40 yıllık tarihte eksik olanın şiddet ve silah kullanmak olmadığını herkes biliyor.

M. Kara’nın bütün bu 40 yılık tarihe ilişkin tek bir temel eleştirisi var. Eleştiri konusunu “İkame stratejisi” olarak adlandırıyor. Yazının bütünü değerlendirildiğinde, başka eleştiriler yapmadığı için, bunu önemli gördüğü, hatta tespit ettiği “bitiş”in buradan kaynaklandığının ileri sürüldüğünü düşünmeli miyiz? Bu anlamsız bir iddia olur. Yazarın da sorunu böyle anladığını düşünmüyorum. Ama bu koşulda bazı sorularla birlikte yazının niçin yazıldığı sorulmak zorundadır. Öyle ya; Türkiye’de devrimciler “devrimci olmayan dönemde” 40 yıldır devrimcilik yaptılar, bugün yapamaz durumdalar, ve daha önemlisi, bundan sonra yapılacağı da şüpheli! İki tespit. Bir; 40 yıldır devrimciler silah ve şiddet kullanarak devrimcilik yaptılar. Bugün yapamaz durumdalar. Niçin? Güçsüzlüğü “ikame stratejisiyle” kapatma hatası dışında ileri sürülen bir görüş yok. O zaman bu yazı niçin yazıldı? TDH’nin örgütlerine zayıf düştükleri anlatılmak istenmişse, bunun boşluğa düştüğü açık. Çünkü, hem yazının içine serpiştirilen, hem de “Ne diyorlar?” başlığıyla yapılan derlemedeki ifadelerden anlıyoruz ki artık hemen herkes durumun farkında. İki; bundan sonra devrimcilik yapılamaz! Okkalı bir iddia. Niçin? “Post-dönem” başladı. Başkaca hiçbir açıklama yok.

Sonuç olarak şerh koyularak da sorun bu biçimde ele alınamaz. Yazı yalnızca olguların sergilenmesi ve devrimci hareketin nesnel durumunu ele almakla kalsaydı, metot olarak çok önemli olmayan bir yanlışın içinde olurdu. Tezin ikinci ayağı, dünyanın birçok yerinde bitmiş olan “Marksist devrimciliğin” Türkiye’de de bittiğine, artık “yapılamayacağına” dair şüphe dahi belirtmek, ciddi yanlışlara kapı açar. Yazı, bittiğini ilan ediyor.

***

Yazının temel handikapı Teori ve Politika’nın durduğu yerden kaynaklanıyor. Yukarıda, birkaç sayfalık giriş bölümü için söylediğim “özür dileme” esprisi, bu derginin zayıf ve çelişkili yanını oluşturuyor. Teori ve Politika, kendine, devrimci mücadelenin sol hatalarının eleştirisini yasaklamıştır. Gerçi, haksızlık etmeyelim, zaman zaman bu yönde anlamlı ve dişe dokunur değerlendirmeler yapıyor. Ama Teori ve Politika’nın yazarları, bu tür değerlendirmelere sürekli, “Dövüşenler kendileri en iyisini bilir”, “Dövüşenlere eleştirinin hükmü geçmez” türünden özürlerle başlıyorlar. Ya böylesi ‘takoslardan’ vazgeçmeli, söyleyeceğini tok sesle söylemeli, ya da tamamen susarak eleştiriden vazgeçmeli. Orta yol iyi bir yol değil.

Sol yanlışlar devrim mücadelemizde içseldir. Hiç kimse, böylesi hatalara düşmekten hiçbir zaman azade değildir. Hatalarımız da bize aittir. Bundan dolayı, sol sapıtmaların eleştirisi olmadan devrimcilik olamaz. M. Kara haklı olarak yazıyor. “Tarih ‘akılsız’ devrimcilere ‘makul’ eleştiriler çöplüğüdür.” TDH’nin tarihi de aynı zamanda silah, şiddet, savaş naralarının boşluğa düştüğü bir “çöplüktür”. Bizim taraftaki çöplüğü görmemek bir yana, bir de önünde secdeye durmak, sakat bir durumdur. Kendi çöplüğümüzü kurutmadan diğerine etki dahi yapamayız. Bu taraftaki çöplüğün büyüklüğünü görmek için fazla çabaya gerek yok. Taranan yayınlardaki savaş naraları, savaş sloganları alt alta yazılıp karşı kefeye pratik konulursa, keskin bir lafazanlığın tüm devrimci ortamı boğduğu açıkça görülecektir. Bu, savaşla ve silahla oynamaktır. Bugünkü sorunlarda hangi çöplüğün payının fazla olduğu tartışılır. Keskinlik ve sol lafazanlık öldürücü hastalıklardır. Bunlarla mücadele başkalarının değil devrim iddiasında kararlı olanların görevidir.

***

 

Yukardaki eleştirilere rağmen yazının bütününe ve temel tezine genel anlamda katıldığımı belirtiyorum. Yazıya eleştirilerim, söylediklerinden çok, bunları dile getirdikten sonra söylemedikleri üzerinedir. Yazıda söylenenler, düşündürdükleriyle birlikte değerlendirildiğinde yukarıdaki eleştiriler zorunlu oldu. Bunun için yazının çelişkili dediğim yanlarını “örtülü çelişkiler” olarak belirtmek durumunda kaldım. Yazı “örtülü” olarak geleceğe ilişkin kötümser bir damar taşıyor. Ancak bundan önce devrimci bir çıkış ve arayış çabası içinde. Ajitasyon yapmıyor, pembe tablolar çizmiyor, devrimci hareketin ağır sorunlarını sorumlu ve ciddi olarak analiz ediyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar