Melik Kara
Amerika Birleşik Devletleri, küresel imparatorluğunu tesis etmeye çalışırken Avrupa Birliğinin direnişiyle karşılaşıyor. Bu mücadeleyi izlerken, sol liberal ahmaklık ile devrimci dar-görüşlülük arasında da yer yer mücadele, fakat bazı ilginç vakalarda örtüşme oluyor.
ABD dünyayı değiştirmek istiyor
ABD emperyalizmi imparatorluk mücadelesinde dünyayı değiştirmek istiyor; AB emperyalizmi mevcut dünya statükosunun korunmasından yana.
AB ile ABD arasında son yıllarda belirginliği giderek artan çekişme, elbette, ‘küresel’ ölçekte bir politik hegemonya mücadelesidir. Mücadele, tüm-dünyasal, kıtasal, bölgesel, ülkesel ve yerel düzlemlerde farklı şekiller alarak sürdüğü gibi, ekonomik, politik, hukuki ve kültürel boyutlar da taşıyor.
AB, ABD’nin dünya dengelerini açıkça kendi lehine değiştirme yolunda çoktan operasyonel nitelik kazanmış eğilimine karşı esas olarak savunma mevzilerinde olsa da, yer yer mevzilerini korumak ve tahkim etmek için çıkışlar gerçekleştiriyor. Dünya hegemonyası emellerinde ABD, karşısında, AB’den başka Rusya ve Çin’i de buluyor. Japonya, son yıllarda iddiasını yitirmiş halde.
ABD verili durumu kendi açısından yetersiz buluyor, küresel hegemonyasını daha da güçlendirmek istiyor. Ancak bu istek müdahale ettiği her yerde hemen ya da gelecekte bir direnç oluşturacaktır.
Bu çelişkiler ortamının, dünya ölçeğinde zayıf bir jeo-politik ağırlık teşkil edebilen verili devrimci güçler açısından ve geleceğin devrimci ihtimalleri açısından değerlendirilme imkanı var mı?
ABD hukuksal ve kurumsal statükoya karşı
AB ile ABD arasında son ayların en önde gelen sorunu Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) kurulmasında somutlanıyor. Ülke dışındaki -100 ülkede ABD askeri olduğundan söz ediliyor- askeri güçlerini hukuki de olsa herhangi bir uluslararası otoriteye tabi kılmak istemeyen ABD, bu konuda sert bir tutum alıyor. ABD’ye neredeyse aynı sertlikte karşılık veren AB ise, son yıllarda örneği görülmeyen çetin bir mücadeleyi, müzakere masalarında ya da politik manevra sahalarında kendi minderinde bir dövüş bulmanın heyecanı ve şevkiyle yürütüyor.
ABD, Guantanamo Üssündeki çıplak vahşet pratiğinin ve yakın gelecekte öngördüklerinin herhangi bir sınırlamaya maruz kalmasına şiddetle karşı. ABD, genellikle AB’ci bir görünüm sergileyen liberal ahmaklığın her türünü varlığıyla mahkum ediyor. ‘Ortak insanlık değerleri’ ve hatta ‘insan hakları’nın, ABD’nin üç kuruşluk manevrasına kurban edilecek kadar bir ağırlığı var ancak. Bu kavgada AB’ye eski statükoyu, yani ABD’nin görece sınırlandırıldığı durumu korumak düşüyor ve liberal ahmaklar bunu kendinden menkul bir gerçek kabul ediyor. Aynı liberal ahmaklar, ‘Susurluk günleri’nde ‘Susurluksuz bir devlet’in olabileceğine gerçekten kanaat getirmemişler miydi? Liberal aklın sınırı, Susurluk türü işlerin daha akıllıca yapılmasına kadardır; gerisi ahmaklığın harcıyla karılmıştır.
ABD, bugünkü haliyle geçen yüzyılın ikinci yarısında oluşturulan Birleşmiş Milletler gibi kurumların alanını kendi lehine daraltmak istiyor. Milletler Cemiyeti nasıl tarihin konusu olmuş ve yeni uluslararası güçler dengesine uygun olarak BM tesis edilmişse, ABD bugün de, ya BM’yi kendi konumuna uydurmak, ya da bu olmazsa, yeni bir organizasyon oluşturmak için hareket halinde.
ABD’nin imparatorluk operasyonunda AB’ye, hukuksal peçeyi korumak, aldatıcılığı sürdürmek isteyen bir masum rolü oynamak düştü. ABD, her türlü sahteliği ve geçici hal tarzını yırtıyor. Güçler ilişkisi, çıplak haliyle, o en güzel giysisiyle tarih karşısında arzı endam eylesin!
Dünyada devrimci güçler, soluklanma, zaman kazanma ihtiyaçları ölçüsünde statükonun korunmasını isteyen güçlerle yer yer yan yana olabilir. Devrimci taktik tutum da bazı özgüllüklerde statükoyu değiştirici güce karşı fiili bir duruş oluşturabilmek için ‘savunmacı’ argümanlarda vücut bulabilir. Çünkü asıl hedef, yükselen güçtür ve olacaktır; ve yükselen güçle etkin mücadele bazı durumlarda statükonun dilini kullanmayı gerektirebilir. Savaşlar öncesi konjonktürlerin çoğunlukla böyle olduğunu gözleyebiliriz. Ancak, gerçek devrimci güçlerin, ‘barış’ ve ‘hukuk’ gibi argümanları yarınki savaşa hazırlık için güç biriktirmek, zaman kazanmak üzere devrede tuttuğunu biliriz.
Sol harekete; UCM konusunda, Türkiye’de AB’ye uyum sürecinde, Irak’a ve bütün Batı Asya’ya müdahale konusunda ve diğer birçok konuda AB’yle birlikte statükoyu, mevcut devlet sınırlarını ve hukuku savunmak mı düşmektedir?
Dünyanın ‘daha iyi’ye, ‘daha güzel’e doğru evrilmesi atına oynayan sol için, ABD ve AB emperyalist olabilir, ama onların hukuki ya da başka yollardan sınırlandırılması dünya görüşü mertebesindedir. Böyle bir sol, ‘dünyanın değiştirilmesi’ işinden zaten affını istemiştir. Dünyanın düzeltilmesi işini de, AB’ye bırakmıştır.
Zayıf omuzlarının üzerinde, dünyanın değiştirilmesi işini taşımakta ısrarlı ve direşken olan devrimci sol, ABD’nin dilini anlıyor.
UCM dışında, örneğin Türkiye’nin AB’ye girmesi ve ‘AB uyum yasaları’yla ilgili çekişme sırasında, Türkiye’de güya liberal AB’cilerle güya ulusalcı ABD’ciler arasında süren çekişmede, statükocu güçlerin ikinciler olduğu açıktı ve Türkiye solu, hiçbir zaman sürecin aktif bir bileşeni olma konumuna yaklaşmamasına rağmen, esas ağırlığı ile statükocular yanında yer tuttu. Türkiye’yi AB’ye, rejiminde ve Kıbrıs dahil askeri konumunda en az değişiklikle sokmak için itekleyen ABD’den başkası değildir. Türkiye’de iktidarın egemen kliği, Cumhuriyet doktrininden taviz vermenin, dereyi geçerken at değiştirmek anlamına geleceğini iddia ediyor. Onlar hep dere geçiyor! AB konusunda iktidarın başat kliği ile iktidar mevkisinde daha fazla yer talep eden AB’ci klik arasında görmezden gelinemez bir çatışma yaşandı. Bu, rejimin istikrarı açısından şimdiki başat kliğin hiç istemediği bir durumdu. Halbuki, günümüz konjonktüründe dünyada ve Türkiye’de ‘establishment’a zarar veren ve onu sarsan her belli başlı olay ve olgu, hayırlıdır. Bu örnekte, ABD’ninkine kıyasla çok mütevazı kalan minik ‘devrimci’ rolü AB’cilerin kapması, dünyasal ölçekteki değerlendirmeye halel getirmeyen ama gerçek bir husus olarak kaydedilmeliydi. Konjonktür gerçekliği hiçbir zaman Doğu Perinçek’in kafasındaki gibi tek boyutlu bir şablon değildir. Konjonktür gerçekliği, elbette öznesine bağlı olarak, çeşitli katlarda oluşturulacak şablonların her an değişebilecek, ve bazen çelişkiler barındıran dinamiğine tahammül edebilmeyi zorunlu kılar öznesine…
ABD jeo-politik statükoya karşı
ABD’nin Irak’a düzenleyeceği askeri operasyon, AB’nin ve Rusya ile Çin’in tepkisini çekiyor. Bu operasyonu, bilindiği gibi, Türkiye de istemiyor. Fakat, bölgede bir Kürt devleti kurulması hususunun özellikle İsrail tarafından istendiği Türkiye’de bazı çevrelerce ısrarla vurgulanıyor. Türkiye, bu konuda, stratejik müttefikleri ABD ve İsrail ile ‘taktik’ anlaşmazlığa düşmüş durumda. Türkiye sol hareketi de bölgeye yönelik bir ABD işgal harekatına şiddetle karşı. Fakat Kürt yurtsever hareketi, önleyici özneleri arasında yer almasının olanaksız olduğunu gördüğü bu mukadderata boyun eğmiştir, ve ‘külli irade’nin sunduğu imkanlar çerçevesinde ‘cüzi irade’sini devreye sokma hesapları içindedir.
ABD operasyonunun, Ortadoğu olarak adlandırılan Batı Asya’da politik sınırları berhava edeceği öngörülerden biri ve bu, devrimci ihtimaller açısından en kayda değer olanı. Türkiye, İran, Irak, Suriye, Ürdün, Filistin-İsrail ve hatta Suudi Arabistan’da meydana gelebilecek gelişmeleri tetikleyici bir objektif işlev görebilecek ve “tarihin bilinçsiz aleti” olabilecek bir ABD, devrimci potansiyellere de meydan verebilecek bir gelişme sürecinin başlatıcısı olabilir.
Bu gelişmeler, bütün bölgeye yayılabilecek bir devrimci dalgalanmanın çember haline gelmesine bile yol açma ihtimalini barındırıyor. Zincirleme reaksiyonlarla Kafkasya, Hazar’ın doğusu ve Pakistan, Afganistan, Nepal, batıda Mısır’a kadar uzanabilecek bir istikrarsızlık ortamı, ABD’nin şekillendirmek istediği yeni dünyanın ön koşuludur. Bir istikrardan başka bir istikrara istikrarla geçilemez. İstikrarsız bir geçiş dönemi zorunludur. ABD ve hegemonya peşinde koşan her güç, istikrarsızlığı değil istikrarı ister, fakat kendi lehine bir istikrarı. Dünyanın içinde bulunduğumuz konjonktüründe istikrarsızlık, ve bunun devrimci güçleri de mücadele meydanına aktif bir bileşen olarak davet etmesi ihtimali hiç fena olmamalıdır. Devrimci güçlerin istikrarı isteme ya da halihazırdaki istikrarın sürmesini isteme lüksleri yoktur.
Verili istikrar ve statüko koşullarında, yakın ve orta vadede devrimci gelişme ihtimalinin ihmal edilecek düzeyde olacağı şeklinde bir öngörünün gayet güçlü olduğu şu yıllarda, ABD operasyonu devrimci güçler açısından –nesnel olarak– hayırlıdır.
Peki sloganımızı değiştirecek miyiz? Kesinlikle hayır: Emperyalist ABD, Ortadoğu’dan defol!
Dünya solu savunmada. Her türlü oyalamaya ihtiyacı var. Nefeslenmesi lazım. Dünya ezilenleri, ABD’nin değiştirme operasyonundan çok acı çekecek, ama bu operasyon bir kez başlamaya görsün, zembereğinden boşalmış dinamiklerin ortaya çıkması muhtemeldir.
Devrim ihtimali gözükmeyen bir barış mı, devrim imkanı olan bir savaş mı?
Devrimci güçlerin soluklanma ihtiyacı duyduğu tarihsel konjonktürler vardır. Kötü bir barışa razıdırlar -ama kendilerine kalsa!
Günümüz dünyasında devrimcilerin taraflardan biri olma konumundan epeyce uzak oluşu, onların herhangi bir hal tarzından bir şeyler kaybetmeleri ihtimalini de dramatik şekilde azaltıyor. Devrimcilerin yenilmiş ve geriye itilmiş olmaktan başka kaybedecekleri yok.
Günümüz dünyası, yavaş hazırlıkların geleceği adım adım öreceği bir dünya olduğu konusunda hiç de ikna edici değil. Eğer tarihin devrimci tarzda ‘ilerlediği’ önermemiz eski çağda kalmadıysa, statükonun bozulması ABD kadar devrimci güçlerin de yararınadır.
Rosa Luxemburg’un Engels’ten devraldığı, “Ya sosyalizm, ya barbarlık” şiarı sol çevrelerde giderek yaygınlaşıyor. Bu şiarda sosyalizm ile barbarlık arasında bir dışsallık varsayılıyor: Eğer sosyalizmi tercih etmezsek bizi barbarlık bekliyor. Barbarlık, sonu kestirilemez bir şiddet ve vahşet dönemi olarak kurgulanıyor olsa gerek. Sosyalizm ise barış ve uyumun dünyası…
Barış ve uyumun dünyasına şimdiki ‘kötü barış’ döneminden geçmek mümkün mü? Bu soruya olumlu yanıt veren birinin aklında herhalde 19. yüzyılın sonlarının Alman partisi vardır. Yüzbinlerce işçinin 1 Mayıslarda en güzel elbiselerini giyerek ve burjuvaları birer vahşi olduklarına ilişkin önyargıları konusunda utandırarak çoluk-çocuk pikniğe gidişlerini düşünün.
Akdeniz havzasında barış sağlayan Roma İmparatorluğu, barbarların bitimsiz akınları sonucu yıkıldı. Bu barış o kadar da kötü bir şey değildi; sıradan insan rahat dursa yarınına güvenle bakar, ertesi gün cebine kaç para gireceğini bilerek yatağına uzanırdı.
Sosyalizme bir barbarlık döneminden geçilecek gibi görünüyor; yani, bir anlamda, ‘Sosyalizm için barbarlık!’
Barbarlar olmayı göze almamız gerek; zaten tarihimizin, ehil kalemlerin sansürünün uğramadığı kuytuluklarında bu konuda istemediğimiz kadar deneyim var.
Lenin, paylaşım savaşının tüm hızı ve şiddetiyle sürdüğü günlerde, Çin’den, Hint’ten, Afrika’dan getirilip savaşa sokulan milyonların silah kullanmayı öğrendiğini, ‘tarihe dahil olduğunu’, savaşın burjuvazi egemenliğindeki istikrarı bozucu bir rol oynadığını söylüyor ve ekliyordu: Savaş hayırlı oldu. Mao Zedung, yıllar önce, “Ya devrimler savaşı önleyecek, ya da savaşlar devrime yol açacak” demişti. Bugün birinci seçenekten söz edilemez, ikincisi yabana atılır bir ihtimal değildir.