Teoride Doğrultu Eleştirisi
Memurların Sınıfsal Konumuna Politik Müdahale
Musa Sala
Teoride Doğrultu’nun Mayıs/Haziran 2002 tarihli 7. sayısında “Memurların Sınıfsal Konumu ve Emekçi Memur Gerçeği” başlıklı bir yazı yayınlandı. Sayının sunuş yazısında söz konusu şöyle değerlendiriliyor:
“‘Memurların Sınıfsal Konumu ve Emekçi Memur Gerçeği’ yazısıyla birlikte uzunca bir süredir beklenen teorik ihtiyacı karşılamış oluyoruz. Oldukça derin sayılabilecek kafa karışıklıklarının söz konusu olduğu bu konu, işçi ve memurlar arasında yürütülen devrimci politik çalışmada ciddi yön kaymalarına neden oluyordu. Bu, hem ideolojik, hem siyasal, hem de örgütsel bakımdan yaşanıyor ve sınıf hareketine müdahalemizin iç dinamizmini zayıflatıyordu. Geliştirilen teorik perspektif ve ulaşılan sonuçların, proletaryanın devrimci hareketini yaratma ve geliştirme mücadelesinde muhataplarına katkı sağlayacağını umuyoruz.”
Teoride Doğrultu, sorunlar yaşanmasına neden olan bu duruma teorik alandan müdahale ederek, militanlara “ideolojik, politik ve örgütsel” çalışmalarında perspektif belirlemiş oluyor. Bu nedenle, sözü edilen yazıya, sunuşta ifade edilen sonuçları itibarıyla bile olsa kıymet vermek, yazıyı önemsemek ve ileri sürülenleri tartışmaya açmak gerekir.
Önerme 1:
‘İşçi artı-değer üreten ücretli emek-gücüdür’
“İşçi, artı-değer üreten; kapitalist, işgücü sömürüsü yoluyla artı-değere el koyandır. Bu artı-değerin doğrudan sanayi üretimi yoluyla mı elde edildiği, tüccar ve banka sermayesinde olduğu gibi başka bir kapitalistin artı-değerinden indirim yoluyla mı elde edildiği her iki tarafı da ilgilendirmez. Kapitalist, sermaye yatırımı yapar ve sermaye birikimi elde eder. İşçi işgücünü satar ve ücret alır. Önemli olan bu her ikisinin aynı anda gerçekleşmiş olmasıdır. İşin kendisi bu gerçekliği zerrece etkilemez.”[1]
Yazar, hiç ayrım yapmadan işçi sınıfının en geniş tanımını verir burada: emek-gücünü ücret karşılığı kapitaliste kiralayan, satan herkes işçi sınıfı kapsamı içine girmektedir, işin kendisi bu gerçekliği zerrece etkilemiyor. Yani üretim süreci sonunda elde edilen metanın elle tutulur gözle görülür olması gerekmiyor. Ancak, yazar, ilerleyen sayfalarda ayrımlara gider ve her ücretlinin işçi sınıfı içinde olmadığını dile getirir. Yazıda, kendi emek-gücünü, üretim sürecinin üst ve orta düzey denetim ve yönetim işleri içinde yer alarak sermayeye satanların sınıfsal konumu, alt düzeylerden ve işçi sınıfından ayrılmaya çalışılır. Ortaya konulan ayrım şöyledir: “Onlar, burjuvazi adına kar oluşumunu denetler ve karın bir bölümünü burjuvazi ile paylaşırlar.” (s. 35)
Yazara göre, üst-orta düzey yöneticiler ücretlerini, ya da daha uygun bir ifadeyle gelirlerini (çünkü, emek-güçlerinin karşılığı kardan bir pay ile ödenmekte ve ücret formu ortadan kalkmaktadır. Bu nedenle onların üretim süreçlerinden kazandıkları, gelirlerini oluşturmaktadır) sermayenin kar oranının bir kısmıyla sağlamaktadırlar, ama diğer taraftan da, üretim araçlarına sahip olmadıkları için kapitalist değillerdir. Bununla beraber, emek-gücü karşılıklarını, sermayenin emek-gücüne ayırdığı fondan, yani değişen sermayeden almadıkları için de işçi olmadıkları sonucuna varılmaktadır. Yazara göre, bu türden emek-gücü, kapitaliste gidecek olan artı-değerin -ya da başka bir deyişle karın- belli bir oranı karşılığında üretim sürecindeki yönetim ve denetim mekanizmalarını, sermaye adına üstlenmiştir.
Yazar, yönetim ve denetim mekanizmasının üst tabakasında yer alanları işçi sınıfından ayırmaya çalışırken ‘yüksek ücret’i bir kriter olarak değerlendirir ve ifadelerini Marx’tan yapılan bir alıntı ile güçlendirir: “Onların en üst tabakasında yer alanlar, doğrudan aracılık ettikleri sınıfın mensupları sayılırlar. ‘Denetim ve yönetim işi, sermaye ile emek arasındaki zıtlıktan, sermayenin emek üzerindeki egemenliğinden doğar.’” (s. 35-6) Devamında Marx, üretimin gelişmesiyle birlikte yönetime ödenen ücretin, kardan ayrıldığını belirtir: “Feodal Fransa’daki adıyla bir epitropos ya da regiseeur’ün [Yönetici yardımcısı] ücreti, yapılan iş, böyle bir ücret ödemeye elveren boyutlara ulaştığı zaman, kardan tamamen ayrılır ve vasıflı emek için ödenen ücret biçimine girer.”[2] Marx, yönetim ve denetim ücretlerinin, sermaye ortaklarını ‘soymanın’ bir bahanesi olarak yüksek düzeylere çıkarıldığını belirtir.[3] Yani, sermaye ortaklarının bir kısmı, üretimde gerçekleştirdiği yönetim ve denetim işlevleri karşılığında almış olduğu yüksek ücretle, diğer ortakların karını tırtıklar. Sorun hiç sermaye sahibi olmayıp, yönetim ve denetim mekanizmasının üst-düzeyinde yer alanların gelirlerinin nereden kaynaklanıyor olmasındadır. Marx’a göre, kapitalist üretim sürecinin gelişmesiyle birlikte, yönetim ve denetimde kullanılan emek-gücünün ücretleri, vasıflı emek-gücünün üretim giderlerini azaltan eğitimin yaygınlaşması ile birlikte belirli bir piyasa fiyatına ulaşıyor ve ücretler sermayenin karından tamamen ayrılıyor. Bu durumda çok sayıda yönetici ve denetmenin ücretleri, değişmeyen sermaye fonundan karşılanmış oluyor.
“Alt tabakalara inildikçe hem denetleme ve yönetimin bir parçası olan hem de vasıflı iş gören kesimler oluşur. Bunlar ikili bir nitelik taşırlar. Bir yanıyla burjuvazinin aracısıdır. Diğer yanıyla çıkarları işçi sınıfı ile çakışmaktadır.” (s. 35) Yazar, vasıflı emek-gücü haline gelen yönetim ve denetim mekanizmasında yer alan, başka bir deyişle daha düşük ücret alan çok sayıda emek-gücü için çelişkili bir sınıf konumu belirliyor. Onlar ne burjuva sınıfındandır ne de işçi sınıfından. Burjuvazinin aracısı konumundadırlar, çünkü üretimin gelişmesiyle birlikte, burjuvazinin kimi işlevlerini yerine getirmektedirler; çıkarları işçi sınıfı ile çakışmaktadır, çünkü ücretli emek-gücüdürler.
İkincisini, ücret düzeylerinin işçi sınıfına yaklaşması anlamında, bir yere kadar kabul etmek mümkündür. Ama ilkinin uygun bir önerme olduğu oldukça tartışmalıdır. Çünkü, üretim sürecinin gelişmesi ve işbölümün artmasıyla birlikte, üretim ve yeniden-üretim sürecinde burjuvazinin artı-değer sömürüsünü gerçekleştirmek için, bir anlamıyla burjuvaziye aracılık etmek için emek-gücünün çok fazla çeşitlendiği ortadadır. Örneğin, yöneticileri ve denetmenleri eğiten emek-gücü burjuvaziye aracılık etmiyor mu? Belki, yönetim ve denetim için ‘doğrudan’, diğerleri için ‘dolaylı’ aracılık türünden ayrımlar koyarak, durumu kurtarmaya çalışabiliriz; ancak bu türden ayrımların teorik zayıflığı açıktır.
Önerme 2:
‘Artı-değeri üreten de, gerçekleştiren de üretken-emektir’
“Kapitalizmin ayırt edici özelliği, birincisi ürünün meta ve metanın [değişen] sermayenin ürünü olması, ikincisi dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsü olarak artı-değer üretimidir. Ne var ki sermaye her zaman sanayi sermayesi, emek de üretken emekçi olarak çıkmaz karşımıza. Emek de sermaye gibi bir dizi özgül biçime bürünür.” (s. 34)
Yazar, üretken emekçi tanımlamalarının iki temel yanılgısından bahseder. Birincisi, üretim sürecinin illa meta üretimiyle, elle tutulur gözle görülür bir ürünle tanımlanması gerektiğini ileri süren üretken-emek tanımları yanlıştır. İkincisi ve bunun devamı niteliğinde olan, üretken emekçiyi kapitaliste karşı değil ürüne karşı üretken değerlendiren tanımlamalar yanlıştır. Yazara göre, üretken emek tanımlaması bunların tam tersidir. Mesela tüccarın kiraladığı emek-gücü artı-ürünün değerine yeni bir değer katmamış, yani artı-değer üretmemiş olsa da “bu işçi, tüccar için üretken emekçidir.” Yazar, başlangıçta kapitalist üretim sürecinin ayırt edici özelliği olarak meta üretimi ve artı-değer üretimini koyuyor. Ama hemen altında bu iki kriteri de sahip olmayan ticari emek-gücünü, tüccarın sermayesine “sermaye” kattığı için üretken-emek olarak değerlendiriyor. Bununla beraber, yazar, tüccar sermayesinin yeniden üretiminin kaynağının asıl olarak sanayi sermayesinin artı-değerinden ya da karından bir kesinti olduğunu dile getiriyor.
Teoride Doğrultu yazarı, açıkça, sermaye üretimi ile artı-değer üretimini birbirine karıştırıyor. Üretken-emek tanımlamasında artı-değer üretimi ile sermaye üretimini birbirinden ayırmak gereklidir. Artı-değer üretimini, üretim süreci içerisinde ve sonucunda ortaya çıkan artı-ürünün belli maddi formlarına, yani kullanım-değerini maddi formlara, indirgemek zorunluluktur. Aksi taktirde, para-sermayeden kapitaliste para-sermaye kazandıran her türlü emek-gücü üretken emek kategorisine dahil edilir. Mesela finans sektöründe çalışanların ya da şans oyunlarında çalışanların (piyango, at yarışı vb.) emek-gücüne bile üretken-emek demek zorunda kalırız.
Yazar, bireysel kapitalistin kazancının artması ile sermayenin genişletilmiş yeniden-üretimini birbirine karıştırıyor, ve Marx’tan yaptığı aktarmaları ve kendi söylediklerini görmezlikten geliyor. “Tüccar sermayesi ürüne yeni bir değer katmaz. Tüccarın yanındaki işçi de tüccar sermayesini gerçekleştirmek için harcadığı işgücü ile yeni bir değer yaratmaz. Ama işçi tüccar için üretken emekçidir.”
Yazar, üretken emeğin kapsamını “farkına varmadan” fazlasıyla genişletmiş oluyor. Yazara göre, bireysel kapitalistin sermayesini artıran her türlü emek, yeni bir değer yaratmasa da üretkendir.
Yazar, üretim ve dolaşımı, yani artı-değer üretimi ile artı-değerin gerçekleşmesini birbirine karıştırıyor ve buradaki emek-güçlerini üretken emek olarak değerlendiriyor. Üretim, dağıtım ve dolaşım bir ve aynı şey olmadığı gibi, bu süreçlerdeki emek-gücü niteliği de, üretken-emek açısından bir ve aynı şey değildir. Üretim alanında yer alan emek-gücünün üretkenliği ile dolaşımda yer alan emek-gücünün üretkenliği birbirinden kategorik olarak farklıdır.
Yazar, bu durumu “fark ediyor”, ama bildik önermelerine ısrarla devam ediyor; yani dolaşım alanında yer alan sermayenin karının, üretimden kaynaklandığını dile getirmesine rağmen, artı-değer üretenle artı-değeri gerçekleştiren emek arasında üretken-emek açısından kategorik bir ayrım gözetmiyor. Çünkü yazara göre, “tüccar bu kazancı gerçekleştirmek için sermaye yatırımına ve işgücü sömürüsüne ihtiyaç duyar.”
Yazarın, tüccarın sermaye yatırımı yaptığı için kazancının makul gösterilmesindeki burjuva iktisadi akıl yürütmesini bir tarafa bırakalım, ama eğer tüccarın kiraladığı emek-gücü değer yaratmıyorsa, burada artı-değer sömürüsü nerededir? Yazar, bahsettiği sömürüyü başka bir yerde aramalıdır. Bu bir tür ücret sömürüsüdür; bu sömürü üretim sürecinde değil, yani maddi üretim tarzında değil, toplumsal üretim tarzındadır. Yazarın, kendisi de “iyi” bilmektedir ki, bir emek-gücünün ücretinin üretken bir işçininkinden daha düşük olması, buradaki sömürünün artı-değer sömürüsü olduğunu ve o emek-gücünün de üretken-emek olduğunu göstermez. Diğer taraftan, metanın formu konusunda uyarıda bulunmasına rağmen, artı-değerin gerçekleşmesini dar anlamda ticari dolaşımdan, yani ‘Meta-Para-Meta’ dolaşımından bahsederek, artı-değerin gerçekleşmesini metanın görünür biçimine yazarın kendisi hapsetmektedir. Eğer genişletilmiş üretim ve yeniden-üretim süreçleri göz önüne alınırsa, artı-değerin gerçekleşmesinde her türlü emek-gücünün, en az ticari emek-gücü kadar önemli olduğu, yani her türlü emeğin üretken-emek olduğu sonucuna varılır ki, bu durum üretken-emek tanımını gereksiz kılar.
Önerme 3:
‘Üretim ve yeniden-üretim süreci bir ve aynı şeydir’
Yazar, artı-değer üretimi ile sermaye üretimi arasında fark gözetmediği için, üretim ve dolaşımı birbirine karıştırdığı gibi, üretim ve yeniden-üretim süreçlerini de birbirine karıştırmaktadır. Yazıda, sermaye için gerekli olan emek-gücünün yeniden-üretimine katılan ve bir sonraki işgününe hazırlayan emek-gücü, tıpkı tüccar sermayesinin kazancına kazanç katma mantığında olduğu gibi üretken-emek olarak değerlendirilir. Yazara göre, öğretmen ya da doktorun emek-gücü, kendisini kiralayan sermayenin kazancına kazanç kattığı için, yani onun sermayesini yeniden ürettiği için üretkendir. “Öğretmen kapitalist patron için üretken emekçidir.” (s. 35) Evet ama, onun emek-gücüne yapılan her ödeme, aynı zamanda, işçi için üretken olmayan giderlerdir ve işçinin, öğretmenin emek-gücü için harcadığı her miktar gelirinden bir kesintidir. Bunu, devlet önceden vergi yoluyla yaparken, şimdi sermayeye doğrudan aktarmış oluyor.
Yazar, bireysel kapitaliste kar getiren her emek-gücünü üretken-emek kategorisine katmaktadır. Örneğin, devletin kar gütmeden verdiği kimi hizmetlerde, eğitimde, sağlıkta vb. yer alan emek-gücü başlangıçta memur iken ve burada çalışanlar üretken-emekçi değil iken, kar güdülmeye başlandığı anda işçi ve üretken emekçi konumuna geliyorlar. Yazara göre, “eğitim, sağlık, bilim vb. alanlarda devlet kar ve verimliliği esas almaya başlamıştır. Bu nedenle bu alanlarda çalışanlar eskisi gibi ele alınamaz. Devletin bu alanları özelleştirmesi ya da paralı hale getirmesi bu alanlarda çalışanların konumlarında değişikliğe yol açmıştır. Buralarda çalışanları gerçekte işçi olarak değerlendirmek gerekir. Kuşkusuz bu işçileşme bir sürecin ürünüdür.” (s. 37-8)
Yazar alt kademe memurların tümünün emekçi kabul edilemeyeceğini söyler. “Örneğin asker, polis, yargıç ve savcılar gibi görevliler emekçi kabul edilemez.” (s.. 38) Peki devlet, bu alanlarda da kar güderse ve bu alanları da özelleştirmeye başlarsa (ki birçok özel güvenlik şirketi bu tür işlere talip), burada yer alan emek-gücü sermayeye kazanç sağladığı için üretken emekçi ve işçi mi olacaklardır? Yazar buna muhtemelen ideolojik ve politik alandan itiraz edecektir. Ama sorun şudur: Ortaya atılan ekonomik kriterlerin, ideolojik ve politik ayrımlara gidilmeden, nesne edindiği her emek-gücünü işçi sınıfının içinde ya da dışında tanımlayabilecek teorik güce sahip olması gerekir. Örneğin şu tür değerlendirmeler, bilimsel olmaktan daha çok ideolojiktir, en fazla sosyolojiktir: “Alt tabaka memurları ise emekçidir. Sınıf kökenleri emekçidir. Büyük çoğunluğu, işçi, köylü, ya da şehir küçük burjuva kökenlidir.” (s. 37)
Yazar, yönetici ve denetmenler gibi, memurların sınıfsal konumunun ikili karakterine işaret eder. Memurları “gerçekte emekçi kılan, iş içindeki rolleridir. Herhangi bir özgür emekçiden farksızdırlar. Ama onların bir bölüğü herhangi bir özgür emekçi gibi artı-değer üretimine katılamazlar. Sermayedarlar için artı-değer üretmezler. Onlar bir yandan işçidirler, çünkü işgüçlerinden başka satacak metaları yoktur. Ama diğer yandan işçi değillerdir, çünkü üretim sürecinde herhangi bir değer üretmedikleri gibi, artı-değer üretiminin gerçekleşmesine de katılmazlar. Patronları için üretken emekçi değillerdir. Onlar devletin hizmetlileridir.” (s. 37) Yazar gidimli düşüncesini ısrarla takip etmektedir. Mesela, ticari emek-gücü artı-değer üretmese de, artı-değerin gerçekleşmesine katıldığı için üretken-emekçi olarak değerlendirilir ve işçi sınıfı kapsamına alınır. Yazar bir konuda haklıdır, memurların emek-gücü artı-değer üretmez. Ama memurların artı-değerin gerçekleşmesine katılmadığını ileri sürmek ne kadar uygundur? Mesela, yargıda çalışan binlerce hizmetlinin artı-değerin gerçekleşmesindeki rolünü göz önüne alalım: Sermayenin karşılığı ödenmemiş, çek ve senetlerinin icra mahkemelerinde bekletildiği, dosyaların, en alt kademeden en üst kademeye kadar memurların elinden geçtiğini düşünürsek, davaların sonucunda senetlerin ciro edilmeyi beklediği, yani değerin gerçekleşmesini beklediği düşünülürse, bu emek-gücünün oynadığı “üretken” rol açık değil midir? Bu örnekleri, çok sayıda artırmanın mümkün olduğu açıktır. Devlet artı-değerin gerçekleşmesinin en büyük ve en önemli araçlarından biri değil midir? Devletin üretken olmayan harcamalarını bir düşünelim, özellikle dağıtım alanında oynadığı işlevsel rolü bir göz önüne alalım…
Memurları (en geniş anlamıyla devlet hizmetlilerini) emek-gücünün yeniden-üretim sürecinde yerine getirdiği işlevleriyle değerlendirirsek, onların emek-gücünün öğretmeninkinden ya da doktorunkinden hiç de farklı olmadığını göreceğiz. Örneğin, devletin ya da sermayenin hizmetinde çalışan doktorun emek-gücünün, işçiyi bir sonraki çalışma gününe sağlıklı bir şekilde ulaştırmayı amaçlaması gibi, polisin emek-gücü de, işçinin can güvenliğini sağlayarak onu bir sonraki çalışma gününe hazır ve sermayenin hizmetinde kullanılabilir bir hale getirmeyi amaçlar. İkisi arasında kategorik bir ayrım yoktur. Daha önce söylediğimizi tekrar edelim; üretim sürecinin gelişmesi ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, devlet, eğitim ve sağlığı bir kenara bırakalım, birçok alanda özelleştirmeye gidebilir ve bu alanlar sermaye için oldukça kazanç getiren alanlar olabilir, yani bu emek-güçlerinin patronları için üretken-emekçi konumuna gelmesi hiç de olasılık dışı değildir. Örneğin cezaevlerinin özelleştirildiğini bir düşünelim; yazarın ileri sürdüğü kriterleri göz önüne alırsak, emek-güçleri, ideolojik ve politik olarak, sermaye için başka işlevler yüklenmiş olsa da, gardiyanlar, emek-gücünden başka satacak bir şey olmadığı için ve patronuna kazanç sağladığı için işçi ve üretken emekçi olmayacak mıdır?
Önerme 4:
‘Polis nasıl emekçi olabilir!’
Yazar, memurlar için “kamu emekçisi” tanımının iki nedenle yanlış olduğunu dile getirir.
“Birincisi, kamu emekçileri tanımı, kamuda çalışanlar arasında herhangi bir tabaka ayrımı yapmaz. Örneğin bu tanıma göre kamu görevi yapanlar kamu emekçisidir. Bu durumda üst düzey devlet görevlilerini de, asker ve polis ve her türlü adliye görevlisini de kamu emekçisi saymak gerekir. Bir hakim ile bir odacı hangi bakımdan aynılaştırılabilir! Yaşam biçimleri, düzeyleri ve buna bağlı olarak çıkarları itibariyle hiçbir bakımdan uzlaşmaz. Ya da bir polis memuru nasıl olur da emekçi statüsü içinde değerlendirilebilir! Kamu emekçisi tanımı üst ve alt düzey memurları aynı kefeye koyarak onlar arasında çıkar birliği sağlamaya hizmet eder. Gerçekte ayrışma ve çıkar çatışmaları hızla derinleşen tabakalar arasında uzlaşmanın ifadesi olan kamu emekçisi tanımı reformcu liberal bir tanımdır. İkincisi, kamu emekçisi tanımı emekçi memur ve işçi arasındaki ayrımı karartıyor. Zira devlet işçileri ve memurlar olmak üzere iki farklı statü bulunuyor. Bu ayrımı karartmak, işçi sınıfının ayırt edici niteliklerini ve görevlerini karartmak anlamını taşıyor.” (s. 38)
Derdimiz ‘kamu emekçisi’ kavramına sahip çıkmak değildir. Ancak ‘kamu emekçisi’ kavramı, kendine nesne edindiği tüm emek-güçlerini tek bir açıklayıcı neden etrafında açıklayabiliyorsa bu bir tutarlılıktır. Diğer taraftan yazar haklı olarak, burjuva hukuk ideolojisini tanıyan reformcu tutumları eleştirmektedir. Örneğin, “657 sayılı yasa kapsamına giren herkes kamu emekçisidir” demek, bir tutarlılık olmakla birlikte, burjuva üst-yapısının dolaysız olarak tanınmasıdır. Örneğin devlet kapitalizminin güçlü olduğu bir ülkede, sanayi sektöründe çalışanlar burjuva hukukuna göre memur statüsünde kabul edildiği için, teorik çalışmanın, ve pratik-politik mücadelenin bu durumu tanıması ve bu emek-gücünü işçi sınıfının kapsamı dışına çıkarması söz konusu olamaz.
Bununla birlikte, yazarın ileri sürdüğünün aksine, aynı hizmet iş kolunda çalışan iki emek-gücünü, biri daha yüksek ücret alıyor ve daha iyi yaşam koşullarına sahip diye, örneğin bir hakim ile bir odacı arasında, uzlaşmaz bir karşıtlık kurmanın ekonomik kriterler açısından hiçbir geçerliliği yoktur. Emniyet Müdürlüğünde çalışan bir polis ile Sosyal Hizmetler Kurumunda çalışan bir memur arasında ekonomik düzey açısından ne türden bir ayrıma gidilebilir? Ayrımı ideolojik ve politik olarak kurmak mümkündür. Yazar, hakimin, ideolojik ve politik olarak daha gerici, odacının ise daha ilerici olduğunu söylemektedir. Polislerden söz etmeye ise hiç gerek yoktur! Evet ama, Pol-Der gibi örnekleri nasıl açıklayacağız? Yazar bir tür ekonomizm yapıyor, ama bunda da yeterince tutarlı davranmıyor. Ekonomizm ya da işçicilik, Marksist politik çalışmayı sakatlayan eğilimlerdir ve Teoride Doğrultu, bu eğilimlere uzak bir politik doğaya sahiptir. İşçilerin, salt nesnel sınıf konumlarından dolayı ilerici olduğu, tarihen de siyaseten de zengin yanlışlamalarla dolu bir önermedir. Üretim tarzındaki konum ile ideolojik ve politik konum arasında doğrudan bağlar kurmak, devrimci politik faaliyeti gereksizleştiren bir anlayıştır.
İşçici yaklaşımlar teori ve politikayı, işçi sınıfının ontolojik koşullarına indirger. Yani işçi sınıfının ontolojide ve hatta konjonktürde, üretimde yer aldığı merkezi konumdan ötürü, ideolojik ve politik olarak ilerici olduğunu ileri sürer.
Yazar, teorik gerçeklikle politik gerçekliği bir ve aynı şey olarak değerlendirir. Örneğin, yazarın tanımına göre ‘emekçi memur’lar, yani kamu hizmeti gören (polis ve asker dışındaki) memurlar, işçi sınıfının ayırt edici kimi özelliklerini barındırdıkları için, mücadeleleri sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Yazar, ileri sürdüğü ‘emekçi memur’ kavramıyla, memur hareketi içinde açığa çıkan politik dinamiği teorik alanda, memurları işçi sınıfı içine dahil etmeye çalışarak açıklama çabasındadır. Yoksa nasıl olur da işçi sınıfı kapsamına dahi girmeyen toplumsal bir tabaka, hak arama mücadelesine ve kimi konjonktürlerde kitlesel olarak ya da lokal örneklerde ortaya çıktığı üzere devletle çatışmaya girebilir. Bu gerçeklerden dolayı, memurlar şöyle veya böyle işçi sınıfının içine, şu veya bu gerekçeyle, ucundan kenarından tutularak dahil edilmelidir. Yazar, bunun için teoriye, teori dışından, ideoloji ve politika alanından müdahale etmektedir ve teorik olanın yapısında ciddi tahribatlara neden olmaktadır. Eğer, devrimci pratik-politik çalışmada, konjonktür, teorinin yapısında bu türden tahribatları dayatıyorsa, bu bir yere kadar, yani konjonktür içindeyken makul karşılanabilir. Ancak, konjonktüre müdahalenin teorik-politik araçlarıyla, bilime müdahalenin teorik araçları bir ve aynı şey olmamalıdır.
[1] “Memurların Sınıfsal Konumu ve Emekçi Memur Gerçeği” Teoride Doğrultu–7, Mayıs/Haziran 2002, s. 33-34. Bundan sonra, bu yazıdan yapılan aktarmalarla ilgili veriler dipnota taşınmayacak, metnin içinde aktarmanın yapıldığı sayfanın numarası belirtilecektir.
[2]Marx, Kapital, C. III, Çev.: Alaattin Bilgi, Ankara 1997, Sol Yay., s. 339-40
[3] A.g.e., s. 342