Yılmaz Sezer
Ulus ve ulus-devletin tarihselliği
Ulus, tarihin bütün evrelerinde varolan, dolayısıyla tarihdışı, evrensel bir gerçeklik midir? Yoksa, ulus tarihsel bir evrede ortaya çıkan, zaman ve mekana göre farklı biçimlere bürünen, modern çağların bir gerçekliği midir? Ulusun tarihdışılığı ya da tarihselliği konusunda tavır almanın mantıksal sonuçları vardır. Ulus, tarihdışı bir gerçeklik, tarihin bütün dönemlerinde varolan bir şey ise, bu durumda ulusun ebediliğinden, zaman ve mekan bakımından evrenselliğinden sözetmek gerekir. Oysa, tarihselliği tezi[1] kabul edildiğinde, ulus, kapitalistleşme dinamiğinin gözlemlendiği zaman ve mekanlarda varolabilecek tarihsel-geçici bir kategori olarak ortaya çıkar.
‘Ulus’un, tarihdışı değil; toplumsal sınıflar gibi, tarihsel olarak kurgulanmış kavramsal bir gerçeklik olduğu kabul edilmelidir. Ulus yükselen kapitalizm çağının bir kategorisidir. Burjuvazi siyasi iktidarını ulus-devlet yapısı içinde örgütleyerek kurumsallaştırmış, meşruiyet temeli olarak ulus kurgulanmış ve uluslaştırma sürecinin katalizörü olan ulusçuluk bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır.[2] Bu bağlamda, ulus-devlet, sınıf mücadelesinin aldığı somut biçimlere göre, kapitalistleşme sürecinin bir türevi olarak değerlendirilmelidir.
Ulusun tarihdışı bir gerçeklik olduğunu ileri sürenler, ulusu soy, etnik ve ırki özellikleri itibariyle tanımlarlar. Ulusun tarihselliği tezi, hiç kuşku yok, etnisiteyi dışlamaz, ‘etnik grup’ ile ‘ulus’ arasında bir derecelendirme yapar. Etnik grup, ulus aşamasına ulaşamamış sosyolojik yapılar olarak değerlendirilir. Ulusun tarihdışılığı tezini ileri sürenler ise, etnik grup ile ulus arasında hiçbir fark gözetmezler ve etnik grupların sürekliliğini vurgularlar.
Kapitalizmin gelişmesine, aşamalarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak, ırkçılık ve ulusçuluk söylemi birbirinden çok uzak şeyler olmamışlardır; ulusçuluğun, ırkçılığın ya da başkaca etnosantrizmlerin öne çıktığı ve kurgulandığı görülür:
Sanayi devriminin ve kapitalizmin gelişmesiyle, daha geniş pazarlara ve hammadde kaynaklarına duyulan gereksinim, feodal birimleri silip süpüren ulusal birimleri ve ulusçuluğu yaratınca, geçmişten kalıtılan sosyal, dinsel, etnik, kentsel vb. etnosantrik tutumlar yanısıra, egemen, başat et-nosantrik tutum ve düşünüş ‘ulusçuluk biçimini almıştır. Kapitalizm emperyalist bir yönde gelişmeye başlayınca, ulusal etnosantrizm gereksinimlere yetmez olacak, ırksal etnosantrizm denenip tuturulmaya çalışılacaktır.[3]
Bu noktada, Wallerstein’ın ırk, ulus, ve etnik grup olarak belirlediği toplumsal kategorilere yüklediği işlevlere bakmak gerekir. Wallerstein bu kategorileri şöyle tanımlar:
Bir ‘ırk’ın görünür fiziksel biçime sahip olan bir genetik kategori (…) ‘Ulus’un, bir devletin fiili ya da muhtemel sınırlarına her nasılsa bağlı olan toplumsal-siyasal bir kategori (…) Bir ‘etnik’ grubun, kuşaktan kuşağa geçen ve normal olarak kuramda devlet sınırlarına bağlı olmayan, bazı sürekli davranışlara sahip olduğu söylenen kültürel bir kategori olduğu varsayılır.[4]
Wallerstein’e göre, kapitalizm bu üç kateoriyi de kendi ihtiyaçlarına uygun olarak kullanır ve yeniden üretir:
Bu üç kipsel terimin her biri kapitalist dünya ekonomisinin temel yapısal özelliklerinden birinin etrafında dönmektedir. ‘Irk’ kavramı dünya ekonomisindeki eksenel işbölümüyle, yani merkez-çevre zıtlığı ile ilgilidir. ‘Ulus’ kavramı bu tarihsel sistemin siyasal üstyapısıyla ilgilidir. ‘Etnik grup’ kategorisi, sermaye birikiminde ücretsiz emeğin büyük payının korunmasını sağlayan hane yapılarının yaratılması ile ilgilidir.[5]
Ulus, kapitalistleşme sürecinin ve dolayısıyla burjuva döneminin kaçınılmaz bir ürünüdür. Kapitalizmde, ulus burjuvazinin elinde bir baskı aracıdır. Burjuvazi, ‘ulus’ tümlüğü içinde, egemen sınıf olarak sınıf ayrıcalıklarını korumayı ve çeşitli ulusların işçilerini bölmeyi amaçlar, isteklerini bütün ulusun istekleriymiş gibi sunar. Toplumsal ve siyasal bir kategori olarak ‘ulus’u ulus-devletle ilişkilendirmek, hatta ulus-devleti ulusa öncelemek, sınıf mücadelesi bağlamında, şöyle bir vurguyu da zorunlu kılıyor: Ulus-devlette var olan toplumsal sınıfların -devletler arası rekabet ve çatışmadan ötürü- sınıf bilincinden önce devlet yapısına bağlılık bilincini geliştirmeleri, sınıf mücadelesini örten ve geriye atan bir özellik taşıyor. Hobsbawm’ın, ulusçuluğu devletle ulusun örtüşmesini gerekli gören bir siyasi ilke olarak tanımlaması son derece önemlidir.[6] Bu yönüyle de, kapitalist devlet aygıtı sınıf mücadelesinin merkezine oturuyor.
Kapitalizmin iki farklı eğilimi
Lenin, ‘ulusal’ meselede, kapitalizmin önemli iki tarihsel eğilim gösterdiğini saptıyor. Ulus, ulus-devlet ve ulusçuluğu yaratan, bunlarla birlikte varolan ve gelişen kapitalizm, gelişmesinin tekelci aşamasında, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasının önündeki ulusal engelleri ortadan kaldırmaya yöneliyor. Ve kapitalizm, sermayenin uluslarası birliğini en geniş ölçüde kurmayı ve geliştirmeyi amaçlıyor:
Ulusal sorun konusunda kapitalizm, gelişmesi sırasında iki tarihsel eğilim gösteriyor. Birinci eğilimi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin ortaya çıkması, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım ve ulusal devletlerin kurulması oluşturuyor. Ýkinci eğilimse, uluslar arasındaki her türlü ilişkinin gelişme ve çoğalmasına, ulusal engellerin ortadan kaldırılmasına ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin, v.b. uluslararası birliğinin kurulmasına dayanıyor. Kapitalizmin evrensel yasasını, işte bu iki eğilim ortaya koyuyor. Birincisi, kapitalizmin gelişmesinin başlarında ağır basarken, ikincisi olgunlaşmış ve sosyalist bir toplum durumuna dönüşmeye doğru giden bir kapitalizmi belirginleştiriyor. Marksistlerin ulusal programı her iki eğilimi de gözönünde bulundurarak, ilkin ulusların ve dillerin eşitliğini, bu bakımdan her türlü ayrıcalığa karşı çıkmayı (ve ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkını); ikinci olarak da enternasyonalizm ve proletaryanın en incelmiş burjuva milliyetçiliğiyle bile bozulmasına karşı uzlaşmaz bir savaşım ilkesini savunuyor.[7]
Ve Lenin şöyle devam ediyor:
Kapitalizmin ulusal engelleri ortadan kaldırma, ulusal farklılıkları silme, ulusların asimilasyonu yönündeki evrensel tarihsel eğilimi (…) kapitalizmin sosyalizme dönüşmesinin en önemli etkenlerinden birini oluşturuyor.[8]
Kapitalizm, gelişme süreci içinde ulusçuluk ve ‘enternasyonalizm’ gibi iki farklı eğilimi bünyesinde hep barındırageliyor. Sermayenin genişlemesi, yoğunlaşması ve merkezileşmesi yönündeki kapitalist gelişme yasası, bu iki eğilimi birlikte içeriyor. Kapitalizm, gelişmesinin başlarında ulusal olan herşeyi biraraya getiriyor, onları örgütlüyor ve yeniden üretiyor. Ulusal pazarlar, kapitalizmlere yetmez olunca ve sermayenin uluslarasılaşmasıyla birlikte yeni bir dönem, emperyalizm dönemi başlıyor. Uluslararasılaşan kapitalizm, rıza (: ideoloji) ya da zor yoluyla, uluslar arasındaki ilişkilerin gelişme ve çoğalmasına, ulusal engellerin ortadan kaldırılmasına yöneliyor. Lenin, burada, burjuva milliyetçiliğine karşı, ulusların eşitliğini, burjuva enternasyonalizmine karşı proleter enternasyonalizmi savunmak ve öne çıkarmak gerektiğini belirtiyor.
Ulusların asimilasyonu
Lenin, kapitalizmin ulusal engelleri ve farklılıkları ortadan kaldırmaya yönelik -zor dışındaki- eğilimini, tarihsel bakımdan ilerici bulduğu için olumluyor:
Proletarya, (burjuva milliyetçiliği bağlamında) her ulusun ulusal gelişmesini savunmaya kalkmak şöyle dursun, yığınları bu tür kuruntulara karşı uyarıyor, kapitalist mübadelelerin en eksiksiz özgürlüğünü savunuyor ve zorla asimilasyon ya da ayrıcalıklara dayanan asimilasyon dışında, ulusların her türlü asimilasyonunu selamlıyor.[9]
Lenin, ulusların asimilasyonunu kapitalizmin sosyalizme dönüşmesinin önemli etmenlerinden biri sayıyor. Ancak, ulusların asimilasyonunun zor ya da birtakım ayrıcalıklara dayanan bir politika ile gerçekleştirilmesinin bu süreci tersine çevireceğini vurguluyor. Bu tarz bir politika, ulusal duyguyu güçlendireceğinden, farklı ulusların proletaryasının birleşmesini önleyecek, proletaryanın birliğine ve dayanışmasına zarar verecektir? Bu tartışmanın, oldukça soyut bir tartışma olduğunu belirtmek gerekiyor. Zor ya da ayrıcalıklara dayanmayan, doğal bir asimilasyon biçimi gerçek yaşamda var mıdır? Bir pratisyen olarak, Stalin, ‘ulusların hakları’ ile programın ‘asıl anlamı’nı haklı olarak birbirinden ayırarak, ‘doğal olan’a şu şekilde müdahalede bulunuyor:
Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır; zararlı olsun yararlı olsun, hangisi olursa olsun, kendi ulusal kurumlarını muhafaza etmeye hakları vardır, kimse zorla ulusların yaşamına müdahale edemez (kimsenin buna hakkı yoktur!). Ama bu sosyal demokrasi, ulusların zararlı kurumlarına karşı, ulusların usa-uygun olmayan istemlerine karşı savaşmayacak demek değildir. Tam tersine, bunu yapmak, ulusların iradesini, proletaryanın çıkarlarına en uygun bir biçimde örgütlenmelerini sağlayacak biçimde etkilemek, sosyal-demokrasinin görevidir. Ve işte bunun içindir ki, sosyal demokrasi, bir yandan ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakları uğruna savaşım verirken, öte yandan, örneğin, Tatarların ayrılmalarına karşı ve Kafkas uluslarının kültürel-ulusal özerkliğine karşı bir tutum benimseyecek ve yolda uyarıcı eyleme geçecektir; çünkü bunlardan birincisi olsun, ikincisi olsun, bu ulusların hakları ile çelişmemekle birlikte, programın ‘asıl anlamı’, yani Kafkasya proletaryasının çıkarlarına karşıttır.[10]
Peki, ‘ulusların hakları’ ve programın ‘asıl anlamı’ ne anlama gelmektedir:
‘Ulusların hakları’ ile programın ‘asıl anlamı’ birbirinden tamamen ayrı iki şeydir. Programın ‘asıl anlamı’, proletaryanın programında bilimsel biçimde formüllendirilmiş olan bu sınıfın çıkarlarını dile getirirken, ulusların hakları, güçlerine ve etkilerine göre burjuvaziyi de, aristokrasiyi de, ruhban sınıfını da, ya da herhangi bir başka sınıfın çıkarlarını da ifade edebilir. Birincisinde marksistin görevleri, ikincisinde çeşitli sınıflardan oluşan ulusların hakları. Ulusların hakları ile sosyal demokrasinin ilkeleri bağdaşabilir de, bağdaşamaz da.[11]
‘Ulusların hakları’ ile ‘programın asıl anlamı’, Lenin’in yaptığı gibi, teorik düzeyde kurulduğu ölçüde, her koşulda birleşebilir ve sorunsuzdur. Teorik olandan pratik olana keskin bir geçiş son derece tehlikeli oluyor. Stalin, ulusların hakları ile sosyal demokrasinin ilkelerinin politik düzeyde her zaman ve her koşulda bağdaşabilirliliğini redderek, bu tehlikeyi bertraf ediyor. Sorunu, politik konjonktürde bir özneler sorunu olarak algılıyor. Politik konjonktürde güç-taraf, konjonktürün öznesi olunamadığı hallerde ilkesel olan öne çıkıyor. Konjonktürün önemine dair, Stalin’in şu sözlerini kaydetmek gerekiyor:
Rusya’da şu ya da bu milliyetin kendi bağımsızlığı sorununu koymayı ve çözmeyi zorunlu bulacağı bir iç ve dış konjonktürler bağdaşımının ortaya çıkması elbette mümkündür. Ve bu durumda da, engeller çıkarmak elbette Marksistlere düşmez.[12]
İki-ulus teorisi
Rosa Luxemburg, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınmasının, ezilen ulus burjuvazisinin desteklenmesi ve dolayısıyla ezilen uluslar içinde burjuva ulusçuluğunu savunmak anlamına geldiğini söylüyor ve Lenin’i şiddetle eleştiriyor. Lenin ise, çubuğu tersine bükerek cevap veriyor, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını reddetmenin, uygulamada kaçınılmaz olarak egemen ulusun ayrıcalıklarına onay vermek olduğunu ifade ediyor[13]:
Ezilen bir ulusun burjuvazisinin ezen ulusa karşı savaştığı kadarıyla biz her durumda ve herkesten daha kararlı olarak her zaman ondan yanayız. Çünkü, biz baskı ve zulmün en yürekli ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ezilen ulusun burjuvazisinin kendi öz burjuva milliyetçiliğinden yana olduğu kadarıyla, biz ona karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalık ve zorlamalarına ve ezilen ulusun ayrıcalıklar ardından koşmasına karşı mücadele etmeliyiz.[14]
Lenin, ezen ezilen ilişkisinde, ezilenden yana tavır alıyor. Bütün ezilenlerin mücadelesinde olduğu gibi, ezilen ulus burjuvazisinin ezen ulusa karşı yürüttüğü mücadelede de demokratik bir içeriğin var olduğunu belrtiyor. Ezilen ulus burjuvazisi mücadelede bulunduğu sürece, o konjonktürde, Lenin ondan yanadır ve onu desteklemektedir. Ancak, ezilen ulus burjuvazisinin kendi öz çıkarları ve ayrıcalıklar peşinde koşması, burjuva milliyetçiliğini öne çıkarması halinde, Lenin ona karşı mücadele etmek gerektiğini söylüyor.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı Lenin için olumsuz bir anlam taşır:
Bu hakkın tanınması, ulusçuluğa dayanan burjuvazinin baskıcı, zorba politikasını yıkma aracıdır ve Lenin geleceğin siyasal örgütünde ulusçuluğa en küçük yer ayırmayı asla düşünmemiştir. Lenin ulusların kaderlerini tayin etmesi sorununda, kendisini herşeyden önce ve herşeyin üstünde ilgilendiren şeyin ulusların içinde proletaryanın özgür karar vermesi olduğunu belirtmiştir.[15]
Lenin, gerçekte burjuva ya da proletarya önderliğinde iki-ulus’tan sözediyor ve poletarya önderliğindeki ulustan yana tavır koyuyor.
Ulusal sorun konusunda, Bundçu Liebmann’ın Lenin’e yönelik eleştirileri ise sağdan gelmektedir. Liebmann ‘ulusal kültür’[16] sloganı ile hareket ediyor ve Lenin’in demokratizmden ve dünya işçi hareketinden kaynaklanan uluslararası kültür sloganı önerisine karşı şunları söylüyor:
Ulusal sorunla biraz da olsa uğraşan herkes, uluslararası kültürün ulusal olmayan bir kültür olmadığını (ulusal biçime bürünmeyen bir kültür) olmadığını bilir. Ne rus, ne yahudi, ne de polonyalı olan, salt bir kültürden başka bir şey olmayan bir kültür, bir saçmalıktır. Enternasyonalist görüşleri, işçi sınıfı ancak işçinin konuştuğu dile ve işçinin yaşadığı somut ulusal koşullara uyarlandığı zaman benimseyebilir. İşçinin kendi ulusal kültürünün durumu ve gelişmesi karşısında ilgisiz kalmaması gerekir; çünkü, demokratizmden ve dünya işçi hareketinden kaynaklanan uluslararası kültüre katılma olanağını işçi, ancak ve ancak kendi ulusal kültürü yoluyla kazanır.[17]
Lenin, Liebmann’ın yazdıklarının içi boş şeyler olduğunu ve sınıfsal olanın gözardı edildiğini, yok sayıldığını belirtiyor:
Her ulusal kültür, gelişmiş bir durumda olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir. Çünkü her ulusta, yaşam koşulları ister istemez demokratik ve sosyalist bir ideolojiye yol açan emekçi ve sömürülen bir yığın vardır. Ancak, her ulusta, yalnız öğeler durumunda değil, egemen kültür biçiminde burjuva (ve ayrıca çoğu zaman aşırı gerici ve kilise yanlısı olan) bir kültür de vardır. Bundan ötürü, ‘ulusal kültür, genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papaz takımının ve burjuvazinin kültürüdür.[18]
Lenin, bir ulustaki egemen burjuva kültüründen ve demokratik, sosyalist öğelerden; iki-ulustan, iki-ulus kültüründen sözediyor:
Demokratizmden ve dünya işçi hareketinden kaynaklanan uluslararası kültür sloganını ileri sürerken biz, her ulusal kültürün yalnızca demokratik ve sosyalist öğelerini alıyor ve bu öğeleri de yalnızca ve kesinlikle her ulusun burjuva kültürüne ve burjuva milliyetçiliğine karşı oldukları için alıyoruz.[19]
Görüldüğü gibi, Lenin’in ulusların kaderlerini tayin hakkı konusundaki tezlerinde ‘iki-ulus’ çok açık bir biçimde yer alıyor. Ve daha sonra, Lenin, sosyalist devrimin ulusal ölçekte gerçekleşmesinin biçimsel, gerçekte devrimin özünün ise enternasyonel olduğunu ileri sürüyor. Ulusal ölçekteki devrimin ‘ulusallığı’, biçimsel olarak ‘ulusal’ da olsa, devrim sonrası bir ulustan sözetmek gerekecektir. Stalin, burjuva uluslar ile sosyalist uluslar olarak iki tip ulustan sözediyor:
Eski burjuva uluslarının temeli üzerinde oluşan ve gelişen sovyet ulusu. (…) Bu yeni uluslar, eski burjuva uluslar temeli üzerinde, kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizm ruhunda kendilerinin kökten biçim değiştirmeleri sonucunda doğdular ve geliştiler. Sovyetler Birliği’nin bugünkü sosyalist uluslarının (…) ve öteki ulusların eski Rusya’da karşılıkları olan burjuva uluslarının sınıf içeriği bakımından, toplumsal siyasal çıkarları ve eğilimleri bakımından kökten değişik olduklarını, kimse yadsıyamaz. İşte tarihin tanımış olduğu iki tip ulus bunlardır. (…) Burjuva ulusların tasfiyesinin, genel olarak ulusların tasfiyesi anlamını taşımadığı ve ancak burjuva ulusunun tasfiyesinin sözkonusu olduğudur. Yeni uluslar çok daha iyi kaynaşmışlardır çünkü bunların bağrında burjuva ulusları bölen uzlaşmaz sınıf çelişkileri yoktur. Ve bu uluslar herhangi bir burjuva ulustan çok daha evrensel halkçı bir nitelik taşırlar.[20]
Stalin, sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferiyle birlikte, ulusal farkların ve ulusal dillerin yokolmaya, ulusal dillerin yerini ortak bir dilin almaya başlayacağına ilişkin Lenin’in düşüncelerini hatırlatarak, tek ülkede sosyalizmin bunlar için yeterli olmadığını belirtir:
Sosyalizmin tek bir ülkede zaferi, dünya emperyalizmini ciddi olarak zayıflatmakla birlikte, ulusların ve dünyanın ulusal dillerinin bir ortak bütün içinde kaynaşması için gerekli koşulları yaratmaz ve yaratamaz.[21]
Biçim – öz tartışması bir yana, ulusal yani ulus-devlet ölçeğinde gelişen bir sosyalizmin ‘ulusalcılık’tan nasibini almaması düşünülemez; bu bir burjuva ulusçuluğu olmayabilir, ama bir tür ulusal etnosantrizm olduğu kesindir:
Eric Hobsbawm, ‘Marksist hareket ve devletler yalnızca biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar, özlerinde de öyle, yani milliyetçi oldular. Bu eğilimin sürmeyeceğini düşündürecek hiçbir işaret yok’, demekle son derece haklıdır.[22]
Proleter (ya da ezilen) uluslar
Temel tarihsel eğilim itibariyle, uluslar ‘kurtulmuş’tur:
Wallerstein’ın dikkat çektiği gibi, yirminci yüzyılın ortalarında ulusal hareketler -1870’de başlayan ve 1945-1970 yıllarında ani atılım gösteren bir süreçle- büyük başarılar elde etti ve iktidara geldiler. Günümüzde, ‘ulusal sorun’ esas olarak dolaysızca emperyalistlerin hegomanyasına karşı bir mücadele değildir artık; ‘kurtulmamış’ uluslar, bölge devletlerine ve onlarla bağlaşık emperyalist devletlere karşı mücadele yürütür durumdadır. Diğer yandan, 1960’da Afrika’da 16 devletin birden politik bağımsızlığını kazanması örneğinde olduğu gibi, politik bağımsızlığını elde etmiş ülkelerde, emperyalizmin, bağımlılık ilişkilerini bir tür sömürgeleştirme şeklinde değil de, ülke içinde hatırı sayılır bir sınıfsal çelişkiler ortamına dayanarak tesis etmesi sözkonusudur. Böylece, anti-emperyalizmin ‘iç’ yönü de belirginlik kazanmış oluyor. Bu nedenle, günümüzde, emperyalizmin sömürgeleştirme ve kompradorlaştırma eğilimine karşı büyük burjuvazinin eski tarzı talep eden itirazını esas alarak, sorunu en azından ‘eski’ tarz bir ulusal sorun olarak kabul etmek ve bu bağlamda ulus-devleti savunmak sözkonusu bile edilemez.[23]
Eski tarz ‘ulusal sorun’dan daha başka bir noktada bulunuyoruz. Lenin burjuva milliyetçiliğine karşı ulusların eşitliğini, burjuva enternasyonalizmine karşı proleterya enternasyonalizmini öneriyordu. Lenin’in önerdiği politikanın, bugünün tekelci emperyalizm koşullarında uygun olup olmadığı tartışılır. Ulusçuluk ve enternasyonalizmin kapitalizmin birbirinden farklı iki temel eğilimi olduğunu biliyoruz. Uluslararası kapitalizmin bugün ulaşmış olduğu noktada, bu iki temel eğilimlerden ‘enternasyonalizmin’ egemen ve başat bir eğilim olarak öne çıktığı görülüyor.
Ulus-devlet ve ulus, kapitalist gelişmenin seyri içinde farklı biçimlere bürünüyor ve yeniden yapılanıyor. Bu kavramlar, sınıf mücadelesinin somut biçimlerine göre, kapitalist gelişme sürecinin bir türevi olarak kurgulanıyor. Kapitalizmin başlarında, ulusçuluk kavrayıcı ve bütünleştirici bir işleve sahip oluyor. Ulus-devlet kurumlaştığında, on-dokuncu yüzyılın sonlarında, ulusçuluk birleştirici niteliğini yitiriyor, dışlayıcı ve parçalayıcı bir özellik kazanıyor. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren, emperyalizmin ortaya çıkışıyla birlikte, ulusçuluk, bir yandan emperyalist ülkelerin ırkçı saldırgan ideolojilerinin temelini oluştururken, öte yanda sömürge ulusların anti-emperyalist bağımsızlık mücadelelerinin itici gücü oluyor.
Buralarda, hep, bir ulus, ulusun burjuvazisi ve onun devleti (ulus-devlet) sözkonusu oluyor. Ama, ilk kez, burjuvazi ile ulus arasında bir yarılma gerçekleşiyor. Bu yarılmada, politik iktidar aygıtı olan ‘ulus devlet’, burjuvazinin yanında yer alıyor ya da tekelci burjuvazi uluslararası sermayenin gereklerine uygun olarak ‘ulus-devlet’i yeniden yapılandırıyor. Tekelci emperyalizmi, tekelci burjuvazi ve onun devletinin doğrudan katıldığı bir süreç olarak tanımlamak gerekiyor. Ve hemen belirtelim ki, ulus-devletin yarılmasından sözetme olanağı bulunmuyor.[24]
O halde, emperyalizmin, tekelci emperyalizme[25] evrilmesinden ve dolayısıyla kapitalizmin krizinden, tekelci burjuvazi ile uluslar arasındaki bir yarılmadan ve bu nedenle, ulusun ve ulus-devletin yeniden yapılandırma çabalarından sözedebiliriz:
Uluslar-üstülük, ulusal olmayan idari organların, ulus-devletin yetkilerinin kesin olarak onayı gerekmeksizin, ulusiçi hukuki düzenlere doğrudan normlar ve kararlar dayatması için bir olanaktır. Avrupa Birliği böyle bir işleyiştir. Egemenlik ve milliyet arasındaki bu ayrışma, neo-emperyal bürokrasiyi, toplumlar ile kendisini ayıran uçurumu gidermek için milliyetçiliğin yerini tutabilecek bir şey aramaya yöneltebilir.[26]
Emperyalizm döneminin burjuva milliyetçiliği, bugün emperyalist ülke devletler coğrafyasında geriye bırakılmış durumdadır; egemen ve tarihsel bir eğilim olarak tekelci emperyalizmin yönü, kesin olarak burjuva enternasyonalizmine doğru kaymıştır. Ezilen ve sömürülen ülke devletler coğrafyasında, ulusçuluk, -dinsel ideolojileri de yanına alarak- kapitalist küreselleşmeye tepki veren, uyum sağlayamayan orta sınıf ve diğer ezilenlerin ideolojisi olmaya adaydır. Bu proleter-ulus milliyetçiliği ile burjuva-ulus milliyetçiliğini birbirinden ayırmak ve ayrı şeyler olarak ele almak gerekir. Hiç kuşku yok bu milliyetçiliğin doğasından gelen bir zorunluluktur da:
Milliyetçilik hiçbir zaman çeşitli ideolojilerin evrensel bir uzantısı olmadığından, geniş anlamda ele alındığında ideolojik olmaktan siyasal bir görünüm arzeder; milliyetçiliğin tam olarak ne olduğu ancak faaliyetlerine bakılarak anlaşılabilir. (…) İdeolojik tutkularına rağmen milliyetçilik her zaman tahmin edilen yerde ortaya çıkmaz. Milliyetçilik yerelliklerin taşıyıcısı olduğu gibi, evrenselciliğin taşıyıcısı olabilir. Tek tek her olguda, neyi taşıdığı, nasıl taşıdığı çözümlenmeli ve hangi yöne vurgu yaptığı incelenmelidir.[27]
Emperyalizm döneminde, ‘enternasyonalizm’ burjuva milliyetçiliğine içerilmiş bir biçimde, milliyetçilik çatısı altında varolurken, günümüzde, tekelci emperyalizm döneminde ise tersi bir durum sözkonusudur, burjuva milliyetçiliği enternasyonalizme içerilmiş bir halde varolmaktadır. Burjuva enternasyonalizmi burjuva milliyetçiliğin çatısı haline gelmiştir. Bugün emperyalizm saldırırken, enternasyonalizm adına saldırmaktadır. Tekelci burjuvazi, ‘ulusçuluk’ idelojisini geri çekmiştir. Burjuvazisiz bir ‘ulusçuluk’un ortada dolaştığı gözlemlenmektedir.
[1]Ulusların tarihselliği ve tarihdışılığı hakkında bkz. Ozan Erözden, Ulus-Devlet, Dost Kitabevi Yay., Ankara 1997, ss. 60-78
[2] Lenin, tarihsel olarak, ulusların doğuşunun feodalitenin çöküşü ile aynı döneme rastladığını, kapitalizmle birlikte ulus-devletlerin ortaya çıktığını ifade ediyor: “Kapitalizmin feodalizme karşı kesin zafer dönemi, tüm dünyada ulusal hareketler dönemine bağlıydı. Bu hareketlerin iktisadi temelini oluşturan şey, ticari üretimin tam zaferinin, iç pazarın burjuvazi tarafından fethini, nüfusu aynı dili konuşan toprakların aynı bir devlet içinde birleşmesini ve bu dilin gelişmesini ve bir edebiyat tarafından benimsenmesini engelleyebilecek her türlü engelin ortadan kaldırılmasını gerektirmesiydi. İnsanlar arasındaki iletişim araçlarının en önemlisini dil oluşturuyordu. Dil birliği ve bu dilin özgürce gelişmesi, gerçekten serbest, gerçekten geniş, çağdaş kapitalizme gerçekten uygun düşen bir ticaretin, nüfusun birbirinden ayrı sınıflar içinde özgür ve geniş bir kümelenmesinin ve son olarak da pazarın, büyük küçük her patronla, her satıcı ve her alıcıyla sıkı bir ilişki içine girmesinin en önemli koşulları arasında yer alıyor. Çağdaş kapitalizmin bu gereklerini en iyi karşılayan şey olan ulusal devletlerin kurulması, her ulusal hareketin ortak eğilimini oluşturuyor. En derin iktisadi etkenler, ulusal devletlerin kurulmasına katkıda bulunuyor. Öyleyse Batı Avrupa için, daha doğrusu tüm uygar dünya için, kapitalist dönemde tipik ve normal olan devlet, ulusal devlet oluyor” (Lenin, Ulusal Siyaset ve Proleter Enternasyonalizm Sorunları, Çev.: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara 1998, s. 51-52) Stalin de, Lenin gibi, ‘Marksizm ve Ulusal Sorun’ başlıklı incelemesinde, ulusu, yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisi olarak vurguluyordu. Ve burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği yerin ‘pazar’ olduğuna işaret ediyordu: “Pazar — İşte genç burjuvazi için ana sorun. Genç burjuvazinin ereği, metaını pazara sürmek ve başka milliyetin burjuvazisi ile rekabetten zafer kazanmış olarak çıkmaktır. Kendi ‘öz’, ‘ulusal’ pazarını sağlama bağlama isteğinin nedeni budur. Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okuldur” (J. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Çeviren: Muzaffer Ardos, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, s.22)
[3] Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1984, s. 52
[4] İmmanuel Wallerstein, “Halklılığın İnşaası: Irkçılık, Milliyetçilik ve Etniklik”, Balibar-Wallerstein, Irk Ulus Sınıf, Metis Yayınları, Çeviren: Nazlı Ökten, Üçüncü Basım: İstanbul 2000, s. 98
[5] Wallerstein, a.g.e., s.100
[6]Bkz. Ozan Erözden, a.g.e., s.29
[7]Lenin, Ulusal Siyaset ve Proleter Enternasyonalizm Sorunları, a.g.e., s.26
[8]Lenin, a.g.e., s.27
[9]Lenin, a.g.e., s.3
[10]Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, a.g.e., s.69
[11]Stalin, a.g.e., s.70
[12]Stalin, a.g.e., s.74
[13]Bkz. Lenin, a.g.e., s.66
[14]Lenin, a.g.e., s.66
[15]Mehmet Karaahmetli, Lenin’in Ulusal Sorun Teorisi ve Sovyet Rusya’daki Uygulaması, Toplum Yayınevi, Ankara 1976, s.39
[16]Liebmann’ın ‘ulusal kültür’ sloganı, Karl Renner ve Otto Bauer’in ulusal soruna ilişkin görüşlerine, kültürel-ulusal özerklik anlayışına dayanıyor. Renner ve Bauer, ulusun tarihdışı bir gerçeklik olduğu temel tezinden hareket ediyor. Onlara göre, sosyalizm ulusal varlıkla değil, kapitalizm ile savaşmalıdır. Çünkü, ulusal varlık kapitalist üstyapının bir parçası değildir. Ulusal sorunun çözümünde, Renner ve Bauer, kültürel-ulusal özerklik başlığı adı altında bir proje öneriyorlar. Bu proje, ezilen ulusların ekonomik ve politik olandan bağımsız kültürel birlikler oluşturmasını öngörüyor.
[17]Aktaran Lenin, a.g.e., s.22
[18]Lenin, a.g.e., s.23
[19]Lenin, a.g.e., s.23
[20]Stalin, a.g.e., s.316-318
[21]Stalin, a.g.e., s.320
[22]Benedict Anderson, Hayali Cemaatler-Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çeviren: İskender Savaşır, Metis Yayınları, İkinci Basım: İstanbul 1995, s.16
[23]Metin Kayaoğlu, “Post-Marksizm ile Dar-Marksizmin Ötesinde”, Teori ve Politika, Sayı: 24-25, Güz 2001 – Kış 2002, s.30
[24]Reformizmin ulus-devlet savunusu, burjuvazi ile ulus devlet arasında da bir yarılma olduğu düşüncesine dayanıyor. Bu eğilimin tipik temsilcisi olarak Doğu Perinçek örnek gösterilebilir.
[25]Tekelci emperyalizm tartışması için bak.: Yılmaz Sezer, “Küreselleşme: Emperyalizmin En Yüksek Aşaması”, Teori ve Politika, Sayı: 22; ve Yılmaz Sezer, “Tekelci Emperyalizm Döneminde Marksizmin Krizi”, Teori ve Politika, Sayı: 24-25.
[26]Jean Leca, “Neden Söz Ediyoruz?”, Uluslar ve Milliyetçilikler, Hazırlayan: Jean Leca, Çeviren: Siren İdemen, Metis Yayınları, İstanbul 1998, s.19
[27]Gil Delannoi, “Milliyetçilik ve İdeolojik Kataliz”, Uluslar ve Milliyetçilikler, a.g.e., s.34-35