Sınıf ve İktidar
Marksizmin Ayrıştırılması
Eleştireni eleştirmeye, ilkel, “kaba”, küçük burjuva hıncından kaynaklanan ırkçılığı ortaya çıkarmaya her zaman hazırızdır [1]
M. Serdar Ceritlioğlu
Belki de sosyalizmler tarihinin tek trajedisi bir zamanlar aristokrasiye/feodalizme karşı kahramanlaştırılmış olan demokrasi ve bireyin bu kez aristokrasinin yerine konulan sosyalizme hatta Marksist kurama karşı kahramanlaştırılmış olmasıdır. Bireyin kahramanlaştırılması sınıf mücadelesini günlük yaşam alanlarına ya da siyasal ideolojiler alanına kaydırmıştır.
Bu çalışmada klasik proletarya tanımına bağlı kalarak, sınıf ve iktidar kavramları arasındaki bağlantı noktaları sergilenmeye çalışılacak fakat çalışma boyunca iktisat kavramlarıyla uğraşılmayacaktır.
Sınıflar konusundaki belirsizliğin daha doğrusu terminoloji kırılmasının iktidar kavramını da aynı oranda belirsizleştireceğini ve Marksizmde belirlenen iktidar ve sınıf kavramlarının, Marx’ın ortaya koyduğu bilimin terminolojide yarattığı devrimlerin sonuçları arasında sayılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu nedenle sınıf ve iktidar kavramlarının bağlantılandırılması, artı-değer kavramıyla ortaya çıkan bir konseptin kuramsal sonuçlar zinciri içerisinde değerlendirilmelidir.
İktidar ve sınıf kavramlarını ele almak bizi, Marksizmin kriz ve gerilimlerinin ortasına götürüyor. Bu nedenle bazı genellemeler yapmaktan kaçınılmayacak; birey ve demokrasi kavramları klasik iktisatçılardan bugüne, bir devamlılığın paradigması olarak değerlendirilecektir.
I. Giriş
Aydınlanmacılar, bütün insanlara eşitlik-özgürlük-hoşgörü isteyerek bütün insan toplumunun kurtuluşunu istediler, günümüz aydınlanmacıları ise, ayrım gözetmeksizin neredeyse bütün toplumun ‘bireylerini’ proleter ilan ederek proletaryanın Marksizmle kazandığı bütünlüklü kuramsal hakkı ya da kuramsal ayrıcalığı bütün topluma yayma cüreti gösterdiler.
Sınıf ve iktidar problemi, Marksizmin ortaya konuluşundan başlayarak iki temel yönelim kazanmıştır. Daha önce tarih felsefesinin içinde devam eden tartışma artık Marksizmle tarih felsefesi ve Marksizmle Marksizmin okulları arasında devam eden bir tartışma olarak biçimlenmiştir. Ancak bu iki ayrı yönelim Bolşevik Devrimi’yle beraber Marksizm içinde iki ana yönelimle bölünmüştür.
Klasik Marksist sınıf çelişkisinin ve sınıf iktidar bağlamlarının aşılmasında temel olarak iki yönelimle karşılaşırız. Yönelimlerin ikisinde de mücadele devletin temsil edildiği hukuki, siyasal ve ideolojik kurumlarla değil, üstyapısal ideolojilerle yürütülür. Sınıflar varlıklarını korumaktadırlar, ama artık tarihsel failler olamazlar, toplumsal süreçte tarafsız bir konumu temsil ederler. Siyasal sınıf mücadelesinde temsil olunan denge, merkez ve bütünleyicilik bütün toplumdaki teker teker kültürel-ideolojik çelişki alanlarına yayılmıştır.
Bu yönelimlerin ikisini de (ve üçüncüsünü de) ‘Yeni Sol’ terimiyle anacağız. Yeni Sol düşünürlerin sesleri farklı çıksa da problemleri ortaktır. Bu nedenle kavramın niteliğine ilişkin yer yer farklı argümanlar kullanıyorlarsa da biz Yeni Sol’u gittikleri bütün ayrı yollarda izlemek zorunda değiliz.
Ortada üçüncü bir yönelim varmış gibi görünse de, bu yönelim hem Marksizmin politik argümanlarına sahip çıkar hem de Frankfurt Okulu’yla birlikte post-Marksistlerin tezlerini paylaşır. Bu kesim bütün keskinliğine rağmen feyz aldığı II. Enternasyonal ve Frankfurt Okuluyla beraber proletarya kavramını toplumdaki çalışan nüfusun tamamına yaymasıyla antagonizmayı ortadan kaldırır. Antagonizmayı ortadan kaldırmaları, bunları post-Marksistlerden daha geri bir konuma düşürür. Çünkü post-Marksistlerde hiç olmazsa bir antagonizma kavramı varlığını korur. En üst düzeydeki ücretli yöneticiden, en alttaki ücretliye kadar ‘ücretlilerin aynı kategoride’ değerlendirilmesi uzlaşmazlık denilen çatışmayı ortadan kaldırır. Mavi ve beyaz yakalılar arasında fiilen kalkmış olan ayrımın kuram düzeyinde de kaldırılması gereklidir.
Bunlardan birincisi Frankfurt Okulu teorisyenleri tarafından ortaya atılan ve Marksizmin ekonomi politik eleştirisinin (bir ideoloji olarak da anlaşıldığı) on sekizinci yüzyıl pre-kapitalist ve on dokuzuncu yüzyıl liberal kapitalizmlerine karşılık gelen bir kavramsal çerçeve olduğu yönündeki görüştür. Buna göre Marksizm, kuramın ortaya konulmasıyla birlikte kesiştiği ve aynı zamanda kapsandığı dönemin kuramı olmalıdır. Dolayısıyla Marksist kuram kapitalizmin gelişme sürecinde geniş bir dönemi kapsayan konjonktürü ifade eder. Bolşevik Devrimi ise, bu kuramın gerçeğe zorla taşınmış bir biçimidir. Frakfurt Okulu ‘Proletaryasız bir Marksizm’ önerir. Çelişki Freudgil bir tarzda bireylerin egolarında çözdürülür. Özgürlük, başkaldırı çelişkinin dilde çözülmesiyle birlikte başlar.
İkincisi Laclau ve Mouffe’un tezleriyle belirginlik kazanan ve çatışma alanlarını mikro alanlara taşıyan post-Marksizmdir. Görünen post-Marksizmin, Marksist kategorilere ilan ettiği açık cephedir. Ne var ki, post-Marksizm belirttiğimiz gibi, antagonizmlere bağlı kalmakla daha ileri bir konumda yer alır. Herkesin, bütün çalışanların proleter kabul edilmesi emek – sermaye çelişkisini birey – sermaye çelişkisine indirger. Ontoloji, bireyler arasındaki ilişkide ideolojik yargılarla tesis edilen tabiyet ilişkilerinden başlanarak tanımlanır. Marksist ontoloji mikro ontolojiye feda edilir.
Yeni solun Marksizmi sömürdüğü alanları art mücadele alanları olarak tanımlamak gerekiyor. Yeni sol bizim art olarak tanımlayacağımız mücadele alanlarının kapsamını şöyle belirliyor: ırk-cinsiyet, yurttaşlık hakları-demokratik haklar… Uzatmanın mümkün olduğu ve hepsi de başlangıç olarak bireyin davranışını temel alan ‘kategoriler’ çoğul antagonizma alanlarını yaratıyor: Ama çoğulculuğun alanları tamamen ideolojik olarak üstyapı ideolojilerine karşı yürütülür.
Marksizmin hiçbir zaman asli görmediği ya da her zaman siyasal sınıf mücadelesinin doğal araçları – yedekleri olarak değerlendirdiği art mücadeleler yeni solun asli mücadele alanları haline gelmiştir. Evrensel değerler olan art mücadele alanları dışındaki temel kategori birey özgürlüğü ve demokrasi kavramıdır.
Birey ve demokrasi kavramları arkaplanda sınıf ve iktidar kavramlarını sorgular, reddeder. Sınıf ve iktidar kavramının sorgulanması, artık ‘yeni’ demek ve bir özgürlük felsefesi olarak kabul etmek gereken mikro toplumsal kuramlar aracılığıyla yerine getirilmektedir. Sınıf ve iktidar kavramının düşürülmesiyle boşaltılan alana, mikro ontolojik çerçevede açıklanan bireyler, araçsal akıl ve rasyonelleşme kavramları ikame edilir.
II. Tarihsel Veri
Marksist zincir
1875 yılında, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisinin yazılmasına neden olan Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi Program Taslağı, “on dokuzuncu yüzyıl Marksizmi” içindeki ilk sapmaya karşı yapılan eleştirileri ya da Marksizmin, Marx ve Engels tarafından savunusunu içermektedir. Marx, bu programla yapılmaya çalışılan şeyin ilkeler üzerine girişilen bir pazarlık olduğunu belirterek kendini savunmaktadır: “Engels ve ben, kısa bir bildiri yayınlayarak, söz konusu ilke programı ile ortak hiçbir yanımız olmadığına değineceğiz. (…) Örneğin Bakunin, yakında yayınlanmış olan bir Rusça yazısında, beni, yalnızca bu partinin bütün programlarından vb. sorumlu tuttuğu gibi, Liebknecht’in ilk günden beri Halkçı Parti ile yaptığı işbirliğinin tümünden de sorumlu tutuyor.”[2] Üstünkörü bir incelemede, Marx’ın sanki laf olsun diye eleştirdiğini düşünebileceğimiz bu metin, Komünist Manifesto’dan sonra Marksist terminolojinin politikaya karşılık gelen çerçevesinin anlaşılabilmesi bakımından önem taşımaktadır.
Lenin’e göre bu bildiri, “Marx’ın tüm devrimci öğretisini özetlemektedir”. Marx’ın bildirisi büyük ölçüde “adil paylaşma, özgürlük, eşit hak, devletin özgür kuruluşu, toplumsal sorun ve birey kavramlarının reddedilmesi, zora dayanan devrim ve zora dayanan devrimle sınıfın ilişkisinin kurulması” üzerinde durmaktadır. Yine Lenin, (Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisine de değinerek) şunları söylemektedir: “Tüm Marx ve Engels öğretisinin temelinde, (bu) zora dayanan devrim düşününü -ve bu düşünün ta kendisini- sistemli bir biçimde yığınlara aşılama zorunluluğu yatar.”[3] Marx, Engels ve Lenin’in kabul etmeye hiçbir zaman yanaşmadıkları kavramlar, bütün politik metinlerinde göstermeye çalıştıkları şey, kapitalist sistemin bütününün, yeniden üretim sürecinde yer alan siyasal sınıf mücadelesinin zora dayandığı olgusuydu. Kaldı ki Marx, burjuva tarihçiler ve iktisatçılardan farklı olarak yaptığı yeni şeyler arasında “sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını”[4] da göstermektedir.
Engels’e göre, “bir bilimin her yeni yönü, bu bilimin teknik terimlerinde bir devrim içerir (…) Ekonomi politik, genellikle, ticaret ve sanayi yaşamının terimlerini oldukları gibi almakla ve bunlarla iş görmekle yetinmiş, böyle yaparak, bu terimlerin ifade ettikleri dar çerçeve içersine kendini hapsettiğini tamamen gözden kaçırmıştır.”[5] Althusser bunu şöyle açıklıyor: “(bilimin) nesnesindeki her devrim (bir bilimin yeni görünümü) zorunlu olarak onun terminolojisinde bir devrime yol açar; her terminoloji belli düşünler döngüsüyle bağlantılıdır. (…) her terminoloji kendi temellerini sağlayan kuramsal dizgenin bir işlevidir, her terminoloji kendisiyle birlikte belirlenimli ve sınırlı bir kuramsal dizge getirir. (…) Marx klasik ekonomi kuramını devrimcileştirirken, zorunlu bir şekilde onun terminolojisini de devrimcileştirmek zorundaydı.”[6] Bilimin nesnesinde yapılan devrim soyut bir biçimde devlet, sınıflar, sınıf mücadelesi kavramlarına ilişkin ‘belirlenimli ve sınırlı‘ terminolojisini de yaratmıştır. Terminoloji teorinin sınırlarına bağlıdır. Bu nedenle terminolojideki kavramlar bilimin belirlenmiş olan kavramlarının geri dönülmezliğine bağlıdırlar. Marx’ın ilkesizlikle eleştirdiği Gotha ve Erfurt Programı’nın yapısı bilimin belirlenimli ve sınırlı terminolojinin dışında olduğu için ilkesizdir; fakat Marx’ın, “işçi sınıfının siyasal hareketinin sonal amacı, kuşkusuz politik iktidarı bu sınıf için (proletarya- s.c.) ele geçirmektir”[7] şeklindeki iddiası belirlenimli ve sınırlı terminolojiye uygun gelen bir politik açıklamadır. Terminolojinin sınırlarının belirgin niteliği politika biliminin anlamını da belirtir. Hem zora dayanan devrim düşüncesi hem de proletarya diktatörlüğü düşüncesini bilimin yol açtığı terminolojiye de yansıyan devrimin zorunlu sonuçları arasında kabul etmek gerekmektedir. Fakat terminolojiyi yaratan devrim ya Gramsci’nin yaptığı gibi bir yöntem sorununa ya da yeni solun yaptığı gibi bir tekniğe indirgenmektedir.
Marksizmin belirlemeleri yani ‘kuramsal sonuçlar zinciri’, sadece bir yöntem olarak değerlendirilirse, yöntemin klasik iktisatçılardan ve tarih felsefecilerinden kategorik farklarının olmaması gerekmektedir. Marksizmin oraya konuluşundan bugüne kadar geçen sürede ise, Paris Komünü’ne hatta I. Enternasyonal’de hiçbir şey söylenmemiş olması gerekirdi. Kapital’i ve Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi’ni klasik iktisatçıların kavramlarında birkaç on yılda bir yapılması gereken zorunlu değişikliklerden birisi olarak değerlendirirdik. Örneğin Marx’ın bütün eleştirisini on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin kavramlarına denk gelen bir biçimde sınırlayan Habermas’a göre, Marksizm birkaç on yılda değişen bir tekniktir. Çünkü toplumsal karşılıklar bu sürelerde değişmektedir. Althusser’e göre ise, “Gramsci’nin belli yorumlarını (Marksist felsefe genelleştirilmiş Ricardo’dur), Rosenthal’in kimi kuramsal çözümlemelerini, hatta Della Volpe ve tilmizlerinin çok daha eleştirel değerlendirmelerini okurken, nesnenin bu sürekliliğinden hiç ayrılmadığımız gerçeğiyle yüz yüze geliriz. Bu yazarlar Smith ve Ricardo’nun nesnesi ile Marx’ın nesnesi arasında hiçbir özsel ayrım görmezler, (…) biricik ayrım yöntemdedir.”[8] Marksizmle burjuva klasik ekonomi politiği arasında, nesnelerindeki karşıtlıklar nedeniyle hiçbir ayrım gerçekleşmemişse, o zaman Marksizm klasik ekonomi politiğin içindeki bir ayrışma olarak sade bir ideolojik formasyon kapsamında değerlendirilmelidir. Böyle bir ideolojik ayrımla incelenen Marksizm, kapitalist toplumsal verilerin dile getirildiği özgürlükçü düşünce okullarından birisi olarak anlaşılmalıdır. Daha iyisi, Marksizmin bilimin nesnesinde yarattığı devrim sonucunda oluşturduğu terminoloji teknik bir sürece indirgenerek yok kabul edilecektir.
Klasik zincir
Smith-Ricardo ve Marksizmi birbirinden ayıran en yalın olgu, Smith ve Ricardo’nun bulmuş oldukları artı-değerin toplumsal bütündeki karşılıklarını kâr, rant, faiz olarak değerlendirmeleriydi. Yoksa hem Smith hem de Ricardo emekçi sınıf (hizmetli de), sermaye sahibi, toprak sahibi terimlerini kullanmak yanında bunlar arasındaki muhtelif çelişkilere de değinirek, eşitsizliklere karşı çözümler önerirler.
Ricardo, toplumu toprak sahipleri, sermaye sahipleri ve emekçiler olarak üçe ayırırken aralarındaki eşitsizliği net bir biçimde vurgular: “Yeryüzünün ürünleri -emek, makine ve sermayeyi bir araya getirerek yerkürenin yüzeyinden elde edilen her şey- toplumdaki üç sınıf arasında paylaşılır: Yeryüzünün ekilebilmesi için gerekli olan toprağın sahipleri, sermaye sahipleri ve emeğiyle yeryüzünü eken emekçiler. Toplumun değişik aşamalarında yeryüzünden sağlanan toplam üretimin bu üç sınıf arasında rant, kâr ve ücret olarak paylaşımı farklı olacaktır.”[9] Fakat ne burada ne de Smith’in eserlerinde artı-değerin kar, rant, faiz dışında karşılığına rastlanmıyordu. Ricardo’yu, toprak sahiplerini de sermayedar olarak nitelendirip, şöyle özetleyebiliriz: Problem rant ve kârın dağılımına, vergilendirilmeye ve bunların çözümüne odaklanır. Ricardo iktisat nesneleri arasındaki problemi ekonomist ilerlemeciliğin temelinde birleştirerek bir nedensellik şeması içerisinde değerlendirir ve “ilerleme, düzenin gelişmesidir“[10] sonucunu çıkarır.
“Marx onları okuduğunda, bu atlanan sözcüğü kendi metinlerinde yerli yerine oturtuyordu: artı değer. Olmayan bir sözcüğün bu yeniden yerli yerine oturtulması edimi önemsiz gibi gözükebilir, ama önemli kuramsal sonuçlar taşımaktadır: aslında, bu sözcük bir sözcük değil, bir konsepttir; yeni bir kavramsal dizgenin temsilcisi, yeni bir nesnenin görünüş bağıntısı olan bir kuramsal konsepttir.”[11] Öyleyse Marksizmin ilk ilkesi, Marksist bütünlüğün temsilcisi olarak artı-değerdir. Marksizmin bilim, felsefe, politika sektörlerine ilişkin olan kuramsal ve terminolojik karşılıklar bundan sonra devreye girecektir. Marksizmin ‘ilk ilkesi’ kavramsal karşılıklarıyla varlığını koruduğu sürece de, Marksist terminoloji, temsil ettiği bilimsel nesnelerle ilişkisini sürdürme iddiasında bulunacaktır. Marksizmde artı değerle başlayan süreç ‘kuramsal sonuçlar zinciri’nde konumuz açısından Komünist Manifesto ya da gotha ve Erfurt Programı‘nın eleştirisinde politik karşılıkları da özetlenen sınıf ve iktidar kavramlarını yaratır.
Ricardo ve Smith’in vargıları ise, “üretmeyi başardıkları olguya (artı değer-s.c.) bir konsept vermedikleri için”[12] bireylerin dünyasını ve sivil toplumu yaratır. Çünkü “Bir sözcüğün yalnızca ‘atlanması‘nın bile gerçekte bir konsept yokluğu demek olduğunu; zira bir konseptin varlığını ya da yokluğunun bütün bir kuramsal sonuçlar zinciri açısından belirleyici olduğunu görebiliyoruz.”[13]
Ricardo ve Smith de yer alan emek-sermaye ilişkisi, bireysel emekçi ve toplumsal çıkarın karşılıklılığının birlikte değerlendirilmesiyle anlam kazanır.
Smith’in özgür bireylerinin, özgür çalışma koşullarında kendiliğinden ortaya çıkarttıkları işbölümü, bireyin kendi çıkarı peşinde koşması sırasında yaratılır. Bireyin kendi çıkarı, ontolojide toplumsal bir taşıyıcılık eylemi olarak değer kazanır ki, bu eylem nihayet sınıfların ya da yekpare toplumsal gövdelerin “bireysel gövdeler” ve ilişkilerden oluştuğuna dikkatli bir vurgu yapar. Böylece bütün bir yaşam ve toplum, günlük yaşantısını kolaylaştırmaya çalışan birey-özneler üzerine kurulmuş olur. Bunun bütün bir topluma yayılması yani işbölümü-kolektifleşmenin yaratılması üretimin artmasıyla birlikte toplumun rasyonelleşmesi sonucunu yaratmaktadır. Aslında gerçek olan, bireyin kendi çıkarının peşindeyken, burjuva özgür piyasa sistemlerinin gerçek olduğunu bilmemesidir. Birey “kendine yarar sağlayacak bir biçimde onların (diğer insanların-s.c.) bencilliğine seslenirse ve kendisinin onlardan istediğini yerine getirmenin onların da çıkarı olduğunu gösterebilirse başarılı olma şansı yüksek olacaktır.”[14] (Smith’deki bireyin, bireysel çabası ve insanın başka insanların bireyselliğine karşılıklı çıkarlar bağlamında seslenmesi kolektifleşmeye doğru giden bir süreç olarak ifade edilirken Habermas’ta egemen ideoloji yargılayan dil ya da iletişisel eylem, Laclau ve Mouffe’da ise antagonizmanın belirlendiği ilk yerler olarak tabiyet ilişkilerinin kırılmaya başladığı süreç biçiminde karşılık bulmaktadır.) Bu talep yani bireysel rekabet, en sonunda iyi yönetilen bir toplumu doğurur. Çünkü emekçinin çıkarıyla toplumun çıkarı bakışımlıdır, ama emekçi bunun farkında değildir. “Emekçinin çıkarı toplumun çıkarına sımsıkı bağlı olmakla birlikte, işçi bu çıkarı kavrayacak ya da bu çıkarın kendi çıkarıyla ilgisini anlayabilecek yetenekte değildir.”[15] İşçinin bu çıkarı kavraması da gerekmiyor, işçinin bireysel çabasının yani işbölümünün zorunlu sonucu, zarar değil kazançtır ve bu kazanç toplumun düzenlenmesi hanesine ilerleme olarak kaydedilir. Kapitalist toplumu kendinden önceki sınıflı toplumlardan ayıran temel nitelik de budur.
Kapitalizmin iç dinamiği, teker teker bireylerin yöneldiği kendiliğinden hedeflerle yaratılmış olan işbölümüyle-kolektif çıkara doğru gelişir. Toplumsal çıkar kolektif çıkar olarak bireysel çıkarlarla düzenlenen özgürlüklerin varlık bulabileceği sivil toplum alanının gerçekleşmesinin koşullarını beraberinde yaratır. Şu halde Smith ve daha sonra Hegel’de yer alacak olan ilerleme kategorisi ve sivil toplumda bireyin çabası ilk ilke olarak değerlendirilmelidir.
Öznel anlamda bireyin kendi çıkarına doğru gerçekleşen çaba, nesnel olarak bakıldığında ya bütün toplumdur ya da bireyi beklemekte olan sivil toplumdur. Teker teker bireylerin ‘çabaları‘ en dar alanlarda bile duygu ve düşünceler gibi içsel sonuçlarla açıklanabilir, fakat çaba bireysel öznesiyle birlikte mümkün olan bütün toplumsal sonuçları kapsar. Böylece birey kamusal alandaki mümkün nesneleri ve mümkün bütün öznel varlıkları içine alır. Bir anda iki ayrı yerde, iki özgül nesne ve özne olarak yer alır. Dolayısıyla birey, toplumla – kamuyla eşanlamlıdır. Marksizm “fayda ve çıkar ilişkilerinin genelleşmesi“[16] biçiminde beliren kişisel çıkarı üretim ilişkileriyle tanımlar: “Kişisel çıkarın kendisi zaten toplumsal olarak belirlenmiş bir çıkardır, ancak toplumca konulmuş koşullarda ve toplum tarafından sağlanmış araçlarla gerçekleştirilebilir; dolayısıyla bu koşul ve araçların yeniden üretilmesiyle sınırlanmıştır. Çıkar, özel kişilerin çıkarıdır; ama çıkarın içeriği, gerçekleşme biçimi ve araçları, hepsinden bağımsız toplumsal koşullarda verilidir.”[17] Marx’ın ifadesi altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkiyi, kapitalizmin iç dinamiğindeki özgürlük ve eşitlik problemini anlatır. Fakat Marksizmin aksine bireyin neden – etki ilişkisiyle açıklanan gerçekliğini ve önceliğini kabul etsek bile bunun nihayet üretimden soyutlanmış bir kamu düzenine nasıl yol açtığı yeniden üretim ve sivil toplum ilişkisiyle açıklanır. Çünkü ‘işaret edilen herhangi bir’ bireyin ya da başka başka bireylerin varlıkları üretimin içinde ve üretimin dışında yer alan sivil toplumda durağanlaşmadan devam eder. Kendi çıkarı peşinde koşan bireyin toplumsal ilişkisi, diğer bireyin ilişkisinden farklı değildir. Tarihi yapan bu ilişki spekülatif görünse de aslında kapitalizmdeki eşitlik ilişkisini açıklar. Smith’e göre, bireyler, üretim ilişkilerinin kategorilerini ve kendi kişisel tarihlerinden de önce zaten orada bulunan üstyapıyı önceleyen ontolojik gerçekliklerdir. Yani toplumsal gövdenin ontolojisi ile bireyin neden – etki ilişkisinde gerçekleşen varlığı eşdeğerde kabul edilir. İşbölümünü önceleyen bireysel çaba – sivil toplumun nedeni ve birey öznenin ontolojik gerçekliğe dönüşümü olarak anlaşılmalıdır. Kendi çıkarı peşinde koşan bireyin “çıkarı” karşımıza gerçekte düşünce biçiminde çıkmaktadır. Yani araçsal akıl – rasyonelleştirme. “Herkes ötekine ancak kendi kendine hizmet ettiği için hizmet eder; herkes karşılıklı olarak ötekini bir araç olarak kullanır (…) Kısaca her birinin amaç olarak var olduğu oranda öteki için araç olduğu, ötekini ise, o amaç olarak var olduğu oranda kendisi için araç haline getirdiği karşılıklılık.”[18]
Çıkar, işbölümüne/kolektifleşmeye katıldığı andan itibaren kendisi için varlık olmaktan çıkar ve başkası için varlık halini alır. Sivil toplumun da yeniden üretim dinamiği kurulmuş olur. Bireyin çıkarı, düşüncenin tamamen dışında ve bilinemez bir şey anlamında dışsal değildir. Özne ile nesnenin özdeşliği, işbölümünü ve sivil toplumun tesis edilmesinde kapitalizmin iç dinamikleri çerçevesinde böylece özgürleştirir. İşbölümü- sivil toplum, bireyin özgürleşmesi sürecinde çıkarla yani düşünceyle birdir. O zaman birey işbölümü için varlık anlamına gelir. İşbölümü dışında varlık yoktur. Ya da birey işbölümünün dışındaysa özgürlüğü yoktur. Özgürlük, özne – nesne özdeşliğinden başka bir şey değildir. Birey, işbölümünün – sivil toplumun birliğinden tamamen koptuğu takdirde bilinemez bir şey olurdu. Ama bilinemezliğin yerini “hukuki kişi öğesi ve bunun içerdiği kadarıyla özgürlük“[19] alır. “Marx, özgürlük ve eşitlik denkleminin, insan hakları ideolojisinin veya ‘burjuva demokrasi’ sinin özünün, ‘gerçek temel’i oluşturan mal ve para dolaşımının idealize edilmiş bir temsili ile özdeş olduğunu görür. “[20]
Engels’e göre “İktisat nesneyi incelemez, insanlar arasındaki ilişkileri ve son tahlilde, sınıflar arasındaki ilişkileri inceler; bu ilişkiler her zaman, nesneye bağlıdırlar ve nesne gibi gözükürler.“[21] Bu nedenle Marksizm, klasik iktisatçılardan farklı bir tarzda yalnız iktisadın somut nesnelerini incelemek yerine kapitalist sistemin toplumsal ilişkilerini yani iktidar aracı olarak üst yapıyı, üretim ilişkilerinde yapısal olarak var olan sınıflar arasındaki antagonizmayı, özgürlük-eşitlik kavramlarını ve insanlar arası ilişkileri inceler. Bunlar üretim ilişkilerinin tümüdür. Her üretim ilişkisi de kaçınılmaz olarak kendine özgü iktidar ilişkilerini yaratır. “Üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerine yükseldiği somut temeli oluşturur.”[22] Burjuva üretim ve yeniden üretim ilişkileri bütün sistemin kapsandığı bir bütünlükle anlaşılır. Gerçek hareket noktası bütünde değerlendirildiği takdirde anlam kazanır. Marksist kategori uzlaşmazlığı bütünde değerlendirerek, bütüne dışsal olan teker teker ilkelere başvurmanın yasaklanmasıyla tanımlanabilir.
Özgürlük ve eşitlik kavramlarının tek başlarına değerlendirilmeleri bu kavramların önsel iktisat nesnesi olmaları nedeniyle bütüne dışsal olmalarını gerektirir. Özgürlük ve eşitlik kavramları kapitalist üretim biçiminin yapısında kolaylıkla görülebilecek kadar açık bir boşluk bıraktığı ve üstyapının düzenlediği hukuki ve siyasal ideolojiye mutlak biçimde bağımlıdır. Çünkü özgürlük ve eşitlik kavramları, değerin ve kullanım değerinin, bireyi tarihsel verilerle kapsadığı anda özgürleştireceği bir toplumun sonucu olarak anlaşılmalıdır. Burada birey ya da bireyler, özgür olmak ya da rahat yaşamak adına kendisine gerçekte verilmeyeni kurar, henüz bağlantılandırılmamış bir süreci kahramanca ya da özgürce tamamlar ve bitirir. Böylece yeniden üretime bir halkacık daha eklenmiş olur ki, bunu üretimin maddi gelişmesi izler. “Merkezi olan şey, meta dolaşımının biçimi, ekonomik ve hukuki kavramlar arasındaki tesis edilmiş olan birebir ilişki, mübadele ve mukavelenin eşitlikçi biçimi, satın alma ve satma ‘özgürlüğü’ ve bireylerin şahsi ‘özgürlüğü’dür.”[23] Bireyin, kapitalizmin mikro-nesnesinin özgürleşme süreci sıkı sıkıya koşullu bir yolda diğer insanların özgürleşme süreciyle aynı anda bütüne bağımlıdır. Burada birey, biri toplumsal biri bireysel olmak üzere iki ayrı hayat boyutunda incelenmek yerine tek bir bakış açısından üretim ilişkilerindeki bütünün içinde “çok sayıdaki belirlemeden biri“si[24] olarak tanımlanmak zorundadır. Çünkü, “Bütünün yapısı hiyerarşik bir organik bütünün yapısı olarak eklemlendirilmiştir. Uzuvların birlikte varoluşu ve onların bütün içindeki ilişkileri, uzuvların ve onların ilişkilerinin eklemlendirilişine özgül bir düzen getiren bir başat yapının düzeniyle yönetilmiştir.”[25] Bu anlayışla Marksizm, üretim ilişkilerini bir bütün olarak değerlendirirken bütünü de sınıf ilişkilerinin temeli olarak sunmaktadır. Yani bütündeki her şeyin bazı tezahürleri aracılığıyla bunların temelindeki olguyu, sınıf ilişkilerinin temeli olarak ayırt etmektedir. Ayırt etme kategorileri altyapı ve üstyapıya tekabül eder ki, Marksizmin sınıf ve iktidar kavrayışı öncellerinden farklı tarih felsefesinin özgürlük anlayışından ve klasik iktisatçıların özgürleştirici ekonomik kategorilerinden ayrılarak Althusser’in tanımladığı epistemolojik kopuş kavramının bütünlüğü içindeki yerini alır.
Tam tersinden değerlendirirsek Marksistlere tek bir iş kalıyor, ‘toplumsal sorunlarla’, üstyapı kavramlarının eşiğinde bir özgürlük felsefesi biçiminde uğraşmak, en sonunda proletaryasız bir Marksizm, proletaryasız bir devrim ihtiyacının altının çizilmesi. İhtiyacı karşılayacak olan şey kitle demokrasisidir, kitle demokrasisinin dayanakları ise Marx’ta da bulunduğu iddia edilen (ya da görülen) bütün ücretlilerin proleter olduğu belirlemesidir. Belirleme aslında, iktidarın nerede bulunduğu sorusuna cevap arar. Cevap verme işlemi, Bolşevik Devriminin ve ardından reel sosyalizmlerin otoriter iktidar kullanımlarının sebeplerinin araştırılmasıyla başlayacaktır.
Marksizm, sınıfsal kategorilerin kapitalizmin yeniden üretimi çerçevesinde sade bir ideolojiden çok, temel bir olgu olarak özgürlük ve eşitlik kavramlarına dayandığına işaret eder. Kapitalizmdeki eşitlik ve özgürlük kavramları bireylerin birbirlerinden bağımsız olarak girdikleri toplumsal ilişkilerin değişim sürecindeki ilkesel sonucudur. Bu kapitalist üretim-tüketim ilişkisinin yarattığı özne-nesne ilişkisinden başka bir şey değildir. “Kapitalist üretim süreci, kendi bağıntısı içerisinde ya da bir yeniden üretim süreci olarak düşünüldüğünde, yalnız meta üretmekle, artı-değer üretmekle kalmıyor aynı zamanda kapitalist ile ücretli işçi arasındaki toplumsal ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor.”[26]
Marksizmin kapitalizm eleştirisi, üretim ilişkilerinin özgül tarihsel biçimi, üretici güçler, üretim tarzı, bölüşüm ilişkileri çerçevesinde nitelik kazanan, üretim ve yeniden üretim süreci boyunca burjuva sisteminde yer alan uzlaşmaz karşıtlıkların ulaştığı derinlik ve genişliğin anlamını tespit eder. Marksizmin eleştirisi de sınıf ve iktidar kavramları çerçevesinde anlaşılabilir. Marksizmin bilim nesnelerindeki ayrımından sonra öncellerinden farklılaştığı yer teker teker bireylerin kurtuluşlarının dışlandığı sınıf mücadelesidir.
Marksizmin bireyi, birey özgürleşmesini reddetmesi bir devrim olarak her şeyi yeni bir mecraya sokmuştur. Ütopik sosyalistlerde de kabul gören birey ve özgürlük kavramlarının Marksizmle kazandığı yönelim aynı zamanda iktidar kavramının çerçevesini belirtir.
Böyle bir ideolojik ayrım çerçevesinde incelenen Marksizm, kapitalist toplumsal verilerin dile getirildiği özgürlükçü düşünce biçimlerinden birisi olmaktan öteye gidemeyecektir. Marx’la Ricardo’nun nesnesi arasında hiçbir ayrım görülemezse, Marksizm bir felsefi ideoloji kategorisinden öteye de gidemeyecektir.
III. Çağdaş Ütopik Sosyalistler
Ampirizmin meşruiyeti: Bolşevik devrimi ve reel sosyalizmler
Dışımızdaki dünyanın deneyim ya da insan pratikleri aracılığıyla öğrenilebileceğini kabul etmek, gerçeğin olduğu-göründüğü gibi kabul edilmesi bir tür ideolojik bilgi sistematiğini kabul etmek anlamına gelir. Marksizmin yanlışlanan iktidar pratikleri de, aynen olduğu gibi kabul edilerek bilimsel bilgiye şaşmayacak, doğru bir veri kabul edilmiştir. İktidar pratiklerine ilişkin değerlendirmeler tamamen teker teker ülkelerdeki siyasal ve hukuki uygulamaların insana karşı konumlanışına ve bireylerin tüketim ihtiyaçlarındaki problemlere göre yapılmaktadır.
Ampirik inceleme yöntemi Marksizmi kapitalizm karşısındaki Marksizmi bir teknoloji düzeneği olarak değerlendirir. Buna göre, eskimeye mahkûm kategorilerle açıklanan Marksizm, insan pratiği ve gelişimi karşısında çökmüştür. On dokuzuncu yüzyıl kapitalizmine denk gelen Marksist terminoloji ve kategoriler geç kapitalizmin anlaşılmasıyla birlikte siyasal mücadeleyi de zorlaştırmaktadır.
Ampirizm, Marksizmi iktidar (deneyimleri) ve sınıf kategorisinden hareketle ontolojik bir süreçteki olup-bitenler olarak değerlendirir. Daha doğrusu Marksizmin kategorilerini, iktidar pratiklerine içsel bir süreçten ibaret olarak değerlendirir. Çünkü Marksist kuram bizzat kendi pratikleri aracılığıyla kanıtlandığı gibi doğrulanamamıştır.
Marksist kategoriler mutlak gerçek olarak en sondaki kategoride yani Bolşevik Devrimi’yle başlayan ve sosyalizmlerin çöküşüyle sona eren bütün bir süreçle özetlenir. Sosyalizmler süreci Marksist kavramsallaştırmaların toplamıdır, çünkü Marksizmle sosyalizm pratiklerinin sonucu bir ve aynıdır. Yeni proleter devrimlerin gerçekleşmemesi ve başka bir proleter ayaklanmanın yaşanmamış olması kapitalist üretim düzeneğinde yer aldığı gösterilen antagonizmaların basitleştiğinin de kanıtı olmuştur. Yeni devrimlerin ve ilerlemelerin gerçekleşmemesi Marksizmde işaret edilen bütün kavramların, bütün ayrımların, bütün farklılıkların kapitalizmin bugünkü son aşamasında eridiğini gösterir.
Marksist kavramlar, gerçek hayata Bolşevik Devrimi tarafından zorla yüklenmiş, ancak bu zor, tarihsel eğilimleri yaratan faillerle örtüşememiştir. Gerçek Bolşevik Devrimi ve başarısızlığa uğrayan diğer devrimsel süreçlerle açıklanabilir. Burada Marksist kuramla devrimler pratikleri arasındaki ayrım göz önüne alınmaz. Devrimler pratiği yani gerçek, demokrasiyle karşılaştırılarak Marksist kurama indirgenir. Marksist kuram mutlak doğruysa ayrıcalıklı pratikleri de başarılı olmalıydı. Althusser’e göre böyle bir sonuç ya kurgusal idealizmdir ya da ampirist idealizmdir. Çünkü bilgiyle gerçek yer değiştirmiştir. “Gerçeği düşünceye indirgeyerek, ‘gerçeği düşünmenin sonucu gibi tasarlayarak’ düşünce ile gerçeği –Hegel’le birlikte– karıştırırsak, kurgusal idealizme; gerçekle ilgili düşünceyi gerçeğin kendisine indirgeyerek, düşünceyi gerçekle karıştırırsak da ampirisist idealizme. Her iki durumda da, bu ikili indirgeme bir öğenin öbürü içerinde iz düşürülmesi ve gerçekleştirilmesinden ibarettir: gerçek ve onunla ilgili düşünce arasındaki ayrımın, ya düşüncenin kendisi içindeki bir ayrım olarak (kurgusal idealizm), ya da gerçeğin kendisi içindeki bir ayrım olarak (ampirisist idealizm) düşünülmesi.”[27] Yeni solun Marksizm ve sosyalizmler süreciyle kurduğu ilişki hem kurgusal hem de ampirist idealizm cephesinde yer alır.
Bolşevik Devrimi’nden başlayarak proletaryanın insani olmayan “manevi baskı sistemine” tabi tutulması, Stalin’le tüm Sovyet vatandaşlarının insanlık dışı baskılara maruz kalması, reel sosyalizmlerdeki otoriter yönetim, Nazi Almanyası’nın pratik karşılıkları ve elbette demokratik batı ülkelerindeki birey yaşamlarının otorite karşısındaki maddiliği, günlük yaşam deneyimlerinin çelişkilerini açıklayabilecek kuramsal argümanların kolayca ortaya çıkmasını ve benimsenmesini ya da deneyiminin kuramını yarattı. “Yani tabiliğe karşı mücadele tabiyet durumunun sonucu olmuştur” yani sosyalizm/özgürlük için mücadele yeni bir özgürsüzlük ilişkisi yaratmıştır.
Rusya’daki proletarya diktatörlüğünün sadece sözde olduğunu ve proletarya diktatörlüğü adı altında ayakta tutulan iktidar sisteminin bir manevi baskı sistemi olduğunu söyleyen Korsch’a göre, Bolşevik Devrimi özgürlük düşüncesini gerçeklik haline getirmenin mücadelesi olamamış, ancak proletaryadan başlayarak bütün bireyleri ruhsal olarak baskı altına alan bir iktidar olmuştur. Korsch kafasındaki iktidarı şöyle tanımlıyor; “proletaryanın bu tamamıyla öz ve has diktatörlüğü, daha ilk görevinden başlayarak kendini özden kaynaklanmayan bütün taklitlerinden farklı kılar. Çünkü sadece “bütün” işçiler için değil, aynı zamanda her “birey” işçi için akıl – ruhsal özgürlüğün koşullarını yaratır (…) fiziksel ve ruhsal olarak ezilen ücret – köleleri için aslında hiçbir zaman ve yerde mevcut olmayan özgürlüğün koşullarını ortaya çıkarır.”[28]
Korsch görüyor, anlıyor ve kategorik bağlantılar kurmadan eleştiriyor. Korsch’un problemi Marksizmle uyumsuz olan iktidar ve iktidarın yolunun bireysel varlık kavramını ihmal etmesi, mevcut iktidarın bireyi pasif bir konuma sürüklemesidir. İşçi sınıfına dışarıdan bilinç götürülmesine de karşı olan Korsch’a göre hem dışarıdan bilinç kavramı hem de varlığı izlenen iktidar, sınıfı ve bireyi pasif bir konumda değerlendirir. Bolşevikler tarafından uygulanan manevi baskı sisteminin nedeni de Marksizmle çelişen bu uygunsuzluktur.
Somut olarak Korsch’un ifadelerinden başlayan açık kuramsal tanımlama girişimi, reel sosyalizmlerle birlikte ya da “soğuk savaşın” kahramanlaştırılmış ulvi bireyini her şeyden bağımsız duran maddi gerçeklikler olarak karşımıza dikti. Bununla birlikte reel sosyalizm kavramının ortaya çıkışı ve sosyalizmlerin çöküşünden çok önce yabancılaşma ve şeyleşme kavramları sol üzerinde hâkim bir konuma yükseldi.
Yabancılaşma ve yabancılaşmaya dayanan kuram esas olarak Bolşevik Devrimi ile başlayan süreçte, bazı kuramcıların geç on dokuzuncu yüzyıl düşünürleriyle eş zamanlı olarak insan varlığını yeniden keşfetmeleriyle ortaya çıkmıştır. İnsan varlığı proletarya iktidarındaki toplumsal gerçeklerin saptanması ve bu gerçeği yaşayan bilincin kuramsallaştırılmış hali oldu. İktidar ve sınıf bağlamlı kavramların tartışılması Marksizmin bütün kavramlarını didiklemeden ele alınamayacak olan “yabancılaşma” ulamlı kavram çiftlerini yarattı. Artık bilinç ve insani değerin odağı insan özneydi. İktidar ve sınıf kavramları, insan özgürlüğünün, sosyalizmlerle, tarihsel demokrasi arasındaki karşılaştırmasıyla başlar ve Marksizmin kapitalizm eleştirisinde yer alan kavramların teorik yeniden değerlendirilmesini şart koşar. Fakat yapılan karşılaştırma çıplak insan gözünün görebileceğinden ileri gitmez.
Sıradan bir insanın, “proletarya diktatörlüğü ve sınıf nedir?” sorusuna cevap verirken ilk ulaştığı sonuç, kendi – kişisel tarihinin özetlenmiş hali olacaktır. Ona göre gözlerinin önünde cereyan eden demir perde gerçeği, insani batı karşısında çökmüştür. Sıradan insan ya da bir ampirist ‘kes yapıştır’la hareket eder. Ya da her şeyi insan pratiğinin üzerine oturtarak somut verileri kendince uygun kuramsal alanlara yerleştirir. Yeni soldan ya da post-Marksistlerden geriye giderek bilim nesnelerinin aşılmasıyla birlikte terminolojinin de geçersizleştiğini görebiliriz.
Proletaryasız Devrim/Proletaryasız Marksizm
Althusser’e göre ‘siyasal suretler’ ve ‘siyasal oluşumlar’ üretim ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır ve bunlar üstyapıdan ayrı kendi kavramlarıyla değerlendirilemezler. Marksizmde “eldeki öğelerin (üretim tarzı, üretim araçları, üretim nesnesi –s.c.) belli bir birleşim biçiminin zorunlulukla bu birleşimin yaşaması açısından vazgeçilmez belli bir tahakküm ve kulluk biçimini, eşd. Toplumun belli bir siyasal suretini” gösterir, “Siyasal oluşumun zorunluluk ve biçiminin kesin olarak nerede temellendiğini görebiliyoruz: üretim organları ile üretim araçları arasındaki bağlantı kiplerini oluşturan Verbindunger (birleşim) düzeyinde; mülkiyet, zilyetlik, tasarruf, vb. ilişkileri düzeyinde.”[29]
Althusser’in belirttiği ana tema, yeni solcu birçok kuramcıya göre on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarına ait, artık geçerliliğini yitirmiş olan dokuyu esas alır. Çünkü Marx’ın, (Althusser’in de işaret ettiği) biliminin nesne edinimi, yöntemi ve terminolojisi baştan aşağı yeniden ele alınmalıdır.
Yeni sol’un belirlemelerinde birey ve özgürlük kavramlarının yeniden önem kazanmasıyla toplumsal muhalefet odaklarının Marksizmde tanımlanan siyasal sınıf mücadelesinden (anlayışından büyük ölçüde kurtulması) ya da Marksist bütünlük anlayışından büyük ölçüde kurtulması demokratik değerlere tanınan öncelikle açıklanmalıdır. Marksist siyasal sınıf mücadelesinde, sınıf mücadelesinin zorunlu araçları olmak durumunda olan alanlar yeni sol’da asli unsurlar olarak belirlenmişlerdir.
Marksist siyasal sınıf mücadelesinde her türlü lokal alan indirgemeciliği eleştirilmiş, bunun sonucunda özgürlüğün ortadan kalkabileceğine vurgu yapılarak, Marksist siyasetin bir tür siyasal özgürsüzlükle eşanlamlı olabileceği Marx’ta da Lenin’de de parti kuramı aracılığıyla açıklanmıştır. Bu çerçevede yeni sol’un belirlemelerinde siyasal mücadelenin ilk muhatabı kolektif iktidar aracı olarak devlet olmayacaktır.
Marksizmde ise, birinci sırayı devletle çatışma, devletle çatışma olanaklarının yaratılması ve geliştirilmesi alır. Çünkü sınıfların ve siyasal mücadelenin devlet aygıtından ve yeniden üretim sürecinden bağımsız bir yapısı yoktur. Bu nedenle sınıf mücadelesi, uzun mücadelelerin sonucunda ortaya çıkan siyasal örgütün/partinin öncülüğünde yürütülür. Eğer öncü olmazsa ya da işçi sınıfını ve siyasal hareketini örgütleyecek yani eğitecek bir parti olmazsa, siyasal hareket eni sonu devlet iktidarının ideolojik bir aracına dönüşecektir. Toplumun bütününün çıkarı elbette işçi sınıfının siyasal mücadelesi tarafından temsil edilmez. Ama işçi sınıfının siyasal hareketi, toplumun farklı kesimlerinin çıkarlarını siyasal sınıf mücadelesinin içine katmaya zorunludur. Bu nedenle sınıf mücadelesi, sınıfların devletle çatıştığı ve sınıf örgütlerinin hiç yer almadığı alanlar da dahil olmak üzere koca bir alan olarak anlaşılmalıdır.
Marksizm (ekonomik sınıf tanımlamaları dışında) sınıfı ve siyasal hareketini oldukça net bir biçimde tanımlar. Sınıf ve sınıf hareketi toplumsal bir zorlayıcılık olarak, burjuva kolektif iktidarına yani devlete karşı duran genel örgütlü bir güçtür. Marx’ın oldukça geç bir döneminde Bolte’ye yazdığı mektup bir kenara bırakılamayacak kadar değerlidir. Marx işçi sınıfının örgütlenmesi konusunda şunları söylüyor:
“İşçilerin yalıtık ekonomik hareketlerinden, her yerde siyasal bir hareket, yani kendi çıkarlarını genel bir biçimde, toplumsal olarak zorlayıcı genel bir güce sahip olma biçiminde gerçekleştirmeyi amaçlayan bir sınıf hareketi serpilip gelişir. Bu hareketler, belirli bir ön örgütün varlığını öngörmekle birlikte kendileri de böyle bir örgütü geliştirmenin araçlarıdırlar (…) İşçi sınıfının, egemen sınıfların kolektif iktidarına karşı (…) sürekli bir propagandayla ve egemen sınıfların politikasına karşı hasım bir tutumla eğitilmesi gerekir. Aksi halde (…) işçi sınıfı, egemen sınıfların elinde oyuncak olur.”[30]
Marx’ın yaptığı tanımlamada siyasal eğitim, siyasal örgütlenme ve devletle siyasal çatışma ön plana çıkmaktadır. Daha doğrusu sınıf kavramı, sınıf mücadelesinin devletle girdiği çatışmadaki siyasal niteliğiyle doğrulanır. Açıkçası burada, kimlerin nasıl hangi şartlarla proleter kabul edileceği çok önemli olmamalıdır. Marksizm mavi yakalıları yani proleterleri, tıpkı devletin ezilenlere karşı üstlendiği rolde olduğu gibi bütünün birleştirici öğesi ya da bütünün merkezi öğesi sayar.
Mavi yakalıların sayıca azalması onların artık emek-sermaye çelişkisinde birleştirici öğe, ezilenlerin bütününün merkezi yani konsensüs öğesi olarak kabul edilmeleri gerektiği gerçeğini değiştirmeyecektir. Althusser bunu şöyle tanımlıyor: “kapitalizmde ‘kitle’, aydın kesiminin aristokratları ya da faşizmin ideologları değil, büyük ölçüde üretim içinde sömürülen, kendilerini birleştirip burjuva devlete karşı eyleme geçirme yeteneğine sahip tek sınıfın, proletaryanın çevresinde toplanan, sömürülen sınıflar, katlar ve kategorilerin bütünüdür.”[31]
Burası okun bir kere yaydan çıktığı, kavramın siyasallaşmış olduğu ve artık ekonomik belirlemelerin sökmeyeceği bir alandır. Bundan sonra sınıfları, sınıf mücadelesini ekonomik ve istatistiki verilerle mülkiyet esasına göre tanımlamak teknokratik bir ayrım olmaktan başka bir şey olmamalıdır. Proletaryayı sayısal miktarla, üretim araçlarının mülkiyeti esaslarıyla, üretken emek – üretken olmayan emek (Marx’taki belirsizlik, emeğin niteliğini belirten kavramlar değil proleterlerin bizzat kimlerden oluştuğuna dair belirsizliktir) ayrımlarıyla, bütün ücretlilerin – çalışanların emekçi oluşları esasıyla açıklamak ve bunun da nihayet birebir iktidar ilişkileri alanına aktarılması ekonomik indirgemeci bir sınıf anlayışının sonucudur.
Bu yaklaşımın sınıf uzlaşmazlığını ortadan kaldırmaya yeteceği ya da bu konuda ikna edici olmak için oldukça fazla sayıda kanıtı olduğu ortadadır. Böyle bir yöntemin “ana hedefi, toplumsal sınıfların yalnızca üretim ilişkilerinin ekonomik düzeyinde ve özellikle üretim araçlarının mülkiyeti ilişkilerine göre tanımlanmakta olduğu, ‘ekonomici’ bir toplumsal sınıflar kavrayışını geliştirmeyi denemek”tir.[32]
Sınıfların varlığı tek başına üretim ilişkilerinden ortaya çıkabiliyorsa, siyasal mücadele de ekonomik olgular tarafından belirlenebilecektir. Bu durumda her şeyin ekonomik olgu tarafından yapılandırıldığı kabul edilir. Dolayısıyla belirgin kurumsal biçimler dışında devlet iktidarına rastlanmaz, bireyler siyasal faaliyette bulunabilirler, siyasal alanda ise zaten eylemsiz kalmak zorunda olan sınıfların sendika gibi örgütlerle temsiliyeti söz konusudur. Marksizm siyasal muhatabı olan “Devleti alışılmış politik düzen anlamında değil, ancak karmaşık bir bütünün düzeylerini birleştirici ve sistem olarak bütünsel dengesini düzenleyici öğe ya da örgenleşme ilkesi biçiminde” kavrar. “Devleti hedef alan, politik uygulamanın niçin bütünsel dönüşümler ürettiğini ve böylece de tarihin itici gücü (motoru) olduğu anlaşılmaktadır.”[33] Yeni sol, Marksizmin burada dile getirdiği kavramların tam tersini gösterir. Siyasal sınıf hareketinin reddedilişinden sınıfın inkârına ve merkezi olmakla birlikte devletin bir aygıt olmak yerine işlevler aracı biçiminde tanımlanmasıyla da kolektif iktidar olarak devlet iktidarının sınırlarının ortadan kaldırılmasıyla sona eren bir yöntemle karşılaşırız.
Marksizmde tanımlanan devlet iktidarının sınırlarının ve mavi beyaz yakalı ayrımının ortadan kaldırılması sınıfın ve sınıf mücadelesinin reddedilmesinde en önemli uğraklardan birisidir. Çünkü yeni kuramsal bireyin keşfi buradan başlatılmıştır. Bu çerçevede yeni ve temel ilkeler arayışına yönelen yeni sol, Marksizme dogmatik olmayan bir kimlik kazandırma iddiasıyla Marksist eleştiriyi kuramsal ve kurumsal bireycilik temelinde cevaplama çabasına girişmiştir.
Yeni solun bireyciliği ve siyasal kimliği, çözümleri Marksizm tarafından genellikle devrim sonrasına havale edilen art mücadele biçimleri aracılığıyla kazanılmıştır. Aslında on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında köle ticareti, kadın ve çocukların çok ağır şartlarda çalıştırılması, yanı sıra kadınlara seçme ve seçilme hakkı gibi talepler Marksistler için ne ise, bugün de sanayileşmiş ve globalleşmiş dünyanın çevre sorunları, kadın sorunu, ırkçılık gibi kavramları aynı öneme sahiptir. Kaldı ki Marksizmin öğretmenlerinin kendi dönemlerinde, söz konusu mücadelelere oldukça duyarlı yaklaştıkları genel olarak kabul edilir. Ancak I. Enternasyonal döneminin heyecanı ve politik beklentileri ile yirminci yüzyıl başında Rusya ve Almanya’daki devrimler yanı sıra Avrupa’da bir devrim beklentisi, sınıf mücadelesi karşısındaki bu lokal alanları oldukça geri plana atmaya yetmiştir.
Fakat günümüz dünyasında tam tersi bir durum yaşanıyor: 1- Krizle birlikte, okullu Marksizmlerin politika yapma ve politikayı anlama tarzları-art alanların ideolojik anlamda da reddedilmelerini öngerektirdi, 2- 1980’li yıllardan itibaren iyice belirginleşen politik bir yükseliş yerine politik gerileme, eylemsizlik olgusu, 3- durgunluk dönemlerindeki kitlesel kopuşlar, önemli bir neden olarak pratik politikerlerin tamamen kültürel nedenlerden dolayı politik olmayan kesimlerle ilişki zayıflığı, 4- asli olamayan art mücadelelerin, var olan dünyanın zaten doğal-ideolojik birer parçası olması nedeniyle açıklanabilir olan verili meşrulukları, bu mücadelelere öne geçmeleri için yeterli olanağı vermiştir.
Bu nedenle, bu tür mücadelelerin ihmal edilmesi, anlaşılamaması söz konusu edilmemelidir. Marksistlerin kendi ideolojik tutumlarının art alanlarla ilişkilendirilmesi problemi üzerinde durması gerekiyor: Ancak, siyasal mücadelenin bugünkü gibi neredeyse yok olduğu konjonktürlerde, art alanlara karşı ideolojik tutumlar almadan, bunların içinde nasıl kaybolunmayacağının mücadelesi verilmelidir. Yoksa, mevcut şartlarda ve daha çok siyasal ideolojiler ve kurumlar dışında kalan günlük yaşam ilişkileriyle açıklanması gereken bu mücadele alanlarının Marksistlere katılabilecekleri ya da nasıl dahil edilebilecekleri üzerinde durmak anlamlı olmamalıdır.
‘Devrimci birey’ – Karşıtsız toplum
Yeni Sol’un eleştirilerinde bütün yeri art mücadele alanları işgal etmez. Sınıf ve sınıf mücadelesi kavramlarından uzak durulmadığı görülmektedir. Ancak ya Laclau ve Mouffe’da olduğu gibi Marksist ontoloji ve Marksist sınıf tanımları reddedilerek ya da Frankfurt Okulu’nda olduğu gibi sınıfları ve siyasal mücadeleyi açıktan reddetmeden bu kavramlara eş düşen bütün belirlemelerden yan çizilir. Tüm bu faktörler sınıfla kurulan ilişkiden kaynaklanır, fakat kavramın özel politik amaçlar verilerek kullanılması basit bir karışıklık ya da rastlantı değildir.
Yeni sol argümanların toparlayıcıları olan Laclau ve Mouffe‘da, tanımlanan post-Marksist çerçeveye göre yeni bir sol ancak “bir ‘evrensel sınıfın’ ontolojik olarak ayrıcalıklı konumuna dayanan her türlü epistemolojik imtiyazdan vazgeçildiği takdirde olanaklı olacaktır.”[34] Marcuse, Habermas ve Horkheimer’da ise, Marksist kavramların artık açıklayıcı olmaktan uzak olduğu vurgulanır.
Marcuse‘da, sınıflar artık özelliklerini yitirmiş, evrensel hale gelen meta biçimi çalışan nüfusun bütünüyle karşı karşıya gelmiştir. Bu yeni karlılaşma biçimi da çatışan sınıfların birbirleriyle kaynaşması sonucunu doğurmuştur
Yeni sola göre, Marx’ın ortaya koyduğu kavramlar kapsandığı-kesiştiği tarihsel dönemler dışındaki zamanlara uygulanamazlar. Çözümlemeler kavramların ortaya konulduğu tarihi dönemin verileriyle sınırlı olmak zorundadır. Siyasal oluşumların sınırlılıkları Marksizmin tanımladığı sınıf mücadelesinin zorunluluğu kavramını da tarihsel olarak sınırlar. Kuramdaki tarihsel sınırlılık, günümüz kapitalizmine karşı gerçekleştirilecek mücadele siyasal anlamda peşinen sınırlı olmak zorundadır. Başka bir ifadeyle Marksizmde tanımlanan temel sınıfların yani burjuvazi ve proletaryanın siyasal rolleri tanımlandıkları dönemdeki rolleriyle sınırlıdır. Şöyle ki, “tarihsel aracılık toplumda karşı karşıya gelen iki büyük sınıfın bilinçlerinde ve politik eylemlerinde yer alıyordu: burjuvazi ve proletarya. Anamalcı dünyada bunlar yine temel sınıflardır. Bununla birlikte, anamalcı gelişim bu iki sınıfın yapı ve işlevlerini öyle bir yolda değiştirmiştir ki bunlar artık tarihsel dönüşümün etkenleri olarak görünmezler.”[35]
Marcuse’un tanımlamasındaki ileri ‘sanayi toplumunda’ muhalefet odakları eksikliğinin olması gerekir. Birinin diğerine baskın çıkamadığı sınıf ya da siyasal sınıflar olmadığına göre sınıflararası kategorisi de bir uzlaşmazlık olamaz. İdeolojik düzeyde nesneler olmadığına göre, sınıflara karşılık gelmesi gereken ideolojinin bireylerde de aranmaması gerekir. O halde yalnızca bireysel öznelerin – bireysel ideolojilerinden söz edebiliriz. Ya da etkin – olmayan sınıfların yerine, bilimsel – teknolojik aklın egemenliğini geçirebiliriz ki bu durumda üretim ilişkilerindeki sınıfsal sorunları mikro düzeneklerle açıklayabiliriz. ‘Toplumsal yaşamdan’ çıkardığı genellemelerin antagonizmayla tanımlanan proletarya ve sınıf mücadelesi kavramlarına baskın çıktığına inanan Marcuse şunları söylüyor: “‘Toplum‘ kategorisinin kendisi toplumsal ve politik alanlar arasındaki çatışmayı anlatıyordu – devlet ile karşıtlık içindeki toplum. Benzer olarak, ‘birey’, ‘sınıf’, ‘özel’, ‘aile’, henüz yerleşik koşullarla bütünleşmemiş alan ve güçleri belirtiyorlardı – gerilim ve çelişki alanlarını. İşleyim toplumunun (sanayi toplumunun–m.d.) artan bütünleşmesiyle, bu kategoriler eleştirel imlemlerini yitirir ve betimleyici, aldatıcı ya da işlemsel terimler olurlar.”[36] Çelişkilerin, dolayısıyla bilim nesnelerinin değiştiği kapitalizm, yeniden üretimini bilimsel-teknolojik akılla yürütür. Karşıtlıklar güçleniyor olmasına rağmen, karşı duruş devletle değil teknolojiyle gerçekleşir. Kapitalizmin değişmesindeki ana temayı oluşturan teknoloji meta biçimini evrensel hale getirmiştir. Evrensel meta, geleneksel antagonizmayı dolayısıyla -bileşimi oldukça daralmış olan mavi yakalı proleterliği- muhalif sınıfı ortadan kaldırmıştır, ama kapitalizmin “değişimi devrimin potansiyel kitle tabanını azaltacağına genişletir ve sosyalizmin asgari amaçlarından çok radikal amaçlarını canlandırır.”[37] “Meta biçimi evrensel hale geldiği ve önceleri görece özerkliğini koruyan maddi ve ‘yüksek’ kültür dallarının birleştiği için kapitalizmin zorunlu çelişkisini onun en yoğun yerde gözler önüne serer: Çalışan nüfusun bütününe karşı sermaye.”[38]
Sermayenin-metanın bütününe karşı çalışan bütün nüfus. Marcuse’nin kullandığı sermaye terimi, meta ideolojilere karşılık gelen bir kavramdır. Sermaye tam olarak metaları simgeler. Daha doğrusu metaların insan ve insan zihni üzerindeki egemenliğine karşılık olarak kullanılır. Meta biçiminin evrenselliği, çalışanların bütününe karşı örgütlenmiş olan sermaye olgusudur. Buna göre, sınıf çatışması metalarla simgelenen kültürel-ideolojik biçimlerle, çalışan nüfusun bütünü arasında cereyan eden bir mücadeledir. Bu ifadeyle mavi ve beyaz yakalılar arasındaki ayrımı kaldıran sistemin kategorik bir farkı yoktur. Zaten Marcuse, bu kategorik farkı on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda canlandırır. Hatta on dokuzuncu yüzyılın geç dönemlerinde söz konusu ayrım çoktan ortadan kalkmaya başlamıştır bile. Marcuse’a göre, “Sermayenin gerçekleştirilmesi ve yeniden üretimi için uzun zamandan beri vazgeçilmez olan ‘üçüncü sektör’ (hizmet üretimi)dev bir maaşlı işçiler ordusu kurmuştur. Aynı zamanda maddi üretimin giderek teknolojik olan karakteri de entelijinsiyanın bu sürece katılımını sağlar. Böylelikle sömürü temeli, fabrika ve dükkânların ötesinde ve mavi yakalı işçi sınıfının çok ötesine genişletilmiş olur.[39] Marcuse’a göre ‘işçi sınıfının yapısındaki bu kesin değişiklik komünist stratejinin’ yapısında da değişiklik yaratmıştır.
Mavi ve beyaz yakalılar arasındaki ayrımın kaldırılması sadece bazı terimlerin kullanılışından ibaret değildir. Ayrımın kaldırılması bazı terimlerin kullanılışlarında daha açık görülebilir belki, ama ana fikir, değişimin merkezindeki işçi sınıfının fiili dönüşümünün kafalarda da onaylanması gereğine yapılan özel vurgudadır.
Genel olarak hem mavi ve beyaz yakalılar arasındaki ayrımı ortadan kaldıran sistem hem de Marcuse’un düşüncesi, Bolşevik Devrimi’nde ve Almanya’da olduğu gibi, sınıf bilincinin bağlı örgütlenmeleriyle beraber yeniden ortaya çıkması sonucunu değil, çatışmanın bütün topluma eşit bir biçimde yaydırılmasını, çatışmanın bütün toplumda eşit biçimde yaşanacağını ya da bütün toplumda eşit şiddette kabul edileceği sonucunu yaratır. Bunun için eski sınıfın ve eski sınıf bilincinin yerine yeni bilinç geçirilir. Bu bilinç -bireysel ideolojiler- “bütün bağımlı sınıfları sermayenin karşısına koyacaktır. Aynı şekilde bu yeni bilinç, sendikal çerçevesine karşı olacak, yerleşik üretim tarzının sonunu tasarlayacaktır.”[40] Çatışmanın eşit biçimde ve eşit şiddette yaşanması sınıfların yurttaşlar topluluğuna indirgenmesi sonucunu yaratır ki, bu aynı zamanda sınıfların çatışma düşüncesinden arındırılması ya da sınıfların tarafsızlaştırılması anlamını içerir.
Proletarya artık ne bir denge unsuru ne bir merkez ne de bütünleyicidir. Daha doğrusu tarihsel değişimin faillerinden birisi olarak proletarya bütün toplum haline bürünerek toplumsal dönüşüm rolünü terk etmek zorunda kalmıştır. Denge, merkez ve bütünleyicilik bütün toplumdaki teker teker kültürel-ideolojik çelişki alanlarına yayılmıştır.
Çünkü, antagonizmanın ayrıcalık gözetilmeden topluma eşit biçimde yayıldığı önsel bir veri olarak belirlenmiştir.
Yayılmaya karşılık gelen iktidar anlayışı feodalizmden kapitalizme geçiştekine benzer bir alternatifi ortaya çıkartır: “Burjuva devriminin biçimini hatırlayalım: Feodal toplumda burjuvazinin ekonomik iktidarı alması, siyasi iktidarın ele geçirilmesinden önce gerçekleşmişti.* Elbette bu biçim öyle hemen sosyalist devrime aktarılamaz; ama şu soru çıkar ortaya: İşçi sınıfının kapitalist toplumda, devrimden önce siyasi olmasa da ekonomik iktidarı alabileceğine ilişkin bir belirti var mıdır? (…) Ama devrim tam da bu olurdu ve siyasi iktidarı öngerektirirdi.”[41] Burjuvazinin oynadığı ekonomik rolü, çalışanlar ideolojik olarak oynarlar. Marcuse, bu konunun karışık olduğunu belirtir, ama açıkça aklında olan, feodalizmden kapitalizme geçişte ekonomik iktidarın alınmasında burjuvazinin oynadığı ekonomik rolü, sermaye (-burjuvazi) karşısındaki çalışan nüfusun bütünün oynayabileceği yönündedir. Eğer altyapı-üstyapı bağlamında burjuvazinin ekonomik iktidarı almasının yüzyılllara yayıldığı kabul edilirse, bu modele göre devrimi altyapısal sürece bırakmak yani tedrici bir sürece II. Enternasyonal’in anladığı zorunluluk düşüncesinden daha geri bir plâna bırakmak gerekmektedir. Fakat durum böyle anlaşılmıyor. Çalışan nüfusun bu süreçteki rolü ideolojik olmak zorundadır. Gramsci’nin tarihsel blok ya da hegemonya* düşüncesinin bir başka biçimi olarak, çalışanların kolektif ideolojik karşı örgütlenmesiyle siyasal iktidar öncesindeki egemenlik ifade edilir. Marcuse’da, mavi ve beyaz yakalı ayrımının ortadan kaldırılması da aynı ideolojik karşı koyuşla eşanlamlı kabul edilmelidir. (Post-Marksistlerin ve Frankfurt Okulu’nun ideolojik karşı duruş argümanlarını tabiyet ve tahakküm ilişkileri olarak dönüştürdüklerini düşünüyoruz.) “İnsanların kulluktan (-tabiyet- m.d.) kendilerini kurtarmaları gerektiği doğru olduğu gibi, her şeyden önce kendilerini yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden (tahakküm- s.c.) kurtarmaları gerektiği de doğrudur.”[42]
Öte yandan Habermas’ın değerlendirmeleri hem Laclau ve Mouffe’un Marksizm eleştirileri kadar açık hem de ücretliler arasındaki ayrımları ortadan kaldıranların temel verileri kadar güçlüdür. Ücretliler arasındaki ayrımı kaldıranların da Habermas’ın da temel verisi kapitalizmin bilim ve teknik alanında kaydettiği gelişme ve ilerleme olgusunun toplumsal ilişkilerde yarattığı karşılıklardır.
Habermas’a göre Marksist kavramlar, geç kapitalizm çağında kolayca uygulanabilecek karşılıklarını bulamazlar. Marksist kavramlar liberal kapitalizm denilen, on dokuzuncu yüzyıl kapitalizmiyle sınırlıdır ve liberal kapitalizmin kurumları, geç kapitalizminin teknolojisi ve bürokrasisi tarafından emilmiştir. Marx’ın ekonomi politik eleştirisi on dokuzuncu yüzyıl burjuva toplumuna dönük bir eleştiriydi. Dolayısıyla ” Marksist teorinin iki anahtar kategorisi, yani sınıf mücadelesi ile ideoloji ( Marx’ın ekonomi politik eleştirisi için ideoloji terimi kullanılıyor- s.c.), artık öyle kolaylıkla uygulanamazlar.”[43] Yani kuramla içinde yaşadığımız gerçeklik arasında bir uygunsuzluk vardır. Bu nedenle liberal kapitalizmin toplum ilişkilerinin anlatıldığı ve bugüne kadar sabit kaldığı izlenen kuramın yerine “Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ilişkinin yerine çalışma ve etkileşim arasındaki daha soyut ilişkinin geçirilmesi gerekir. Üretim ilişkileri öyle bir düzen gösterirler ki, kurumsal çerçeve bu düzlemin üzerinde ancak liberal kapitalizmin açınım evresi sırasında kenetlenebilmişti -bu daha önce veya daha sonra böyle olmamıştır.”[44]
Marx’ın döneminden tanımlanan, sınıflar ve sınıf çelişkilerinin yapısı geç kapitalizmin güçlendirilmiş merkezi devlet yapısı tarafında çözülmüştür. Sınıf yapıları ve sınıf çelişkileri, kurumsal dönüşümlerin sonucunda yerini bireylerden oluşmuş bir topluma bırakmıştır. Fakat sınıfların varlığı ortadan kalkmamış, kapitalist tahakküm ilişkisinin sonuçları arasında belirleyici bir fail olmamak koşuluyla yerini almıştır. Sınıfsal çıkarlar, geç kapitalizmin kurumsal dönüşümü sürecinde genelleşmiş çıkarlara dönüşmüştür. Habermas’a göre, “Bu, sınıf çelişkisinin ortadan kaldırılması değil fakat gizlenmesi anlamına gelmektedir. Sınıflara özgü farklılıklar hâlâ alt-kültürel gelenekler biçiminde ve yalnızca yaşam düzeyinde ve yaşama alışkanlıklarında değil, politik anlayışlarda da bunlara uygun düşen farklılıklar biçiminde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler.”[45] Habermas çatışmayı belirleyen asli unsuru değiştirecek olan bir kanıt daha sunar. Marx’ın ekonomi politik eleştirisini dayandırdığı “adil takas ideolojisi yıkıldığında, artık iktidar sistemi üretim ilişkileri üzerinden dolaysız olarak eleştirilemez.” [46] Yıkılan sistemle birlikte, Marx’ın altyapı-üstyapı arasında kurduğu ilişki toplumun ve hukukun kendini klasik burjuva devlete göre düzenlemediği için bozulmuştur. Bunun sonucunda iktidar ilişkisi değişmiş, burjuva kolektif iktidarı da politikanın hedefi olmaktan çıkmıştır.
Geç kapitalizmde yükselen teknolojik bilinç politikayı teknik bir olgu boyutuna indirgemiştir. Bu nedenle yeni toplum teorisinde ekonomi politik eleştirisini temel alan bir düzenlemeden vazgeçilmelidir. Marx’ın eleştirisi on dokuzuncu yüzyıl ekonomi politiğinin meşruluk temelini esas alıyordu. Fakat artık düzenin meşruluğu, üretim ilişkilerinden ve bu ilişkilerin belirlediği hukuki ve siyasi ilişkilerden değil, üretim dışı ilişkilerden belirlenmektedir. “Çünkü daha ziyade ilk üretici güç: tekel altına alınmış bilimsel ve teknik ilerlemenin kendisi, bir meşruluk temeli haline gelmiştir. Bu yeni meşruluk biçimi açıkça eski ideoloji biçimini yitirmiştir.”[47] Kapitalizmin çelişkisi böylece tekniğin hükmünü sürdürmekte olduğu günlük yaşam alanlarına kaymıştır.
On dokuzuncu yüzyılın ya da Marx’ın ortaya koyduğu uzlaşmaz sınıf çelişkilerini çözen ya da gizleyen bilim ve tekniktir. On dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin verileriyle tanımlanan sınıflar ve geç kapitalizmdeki bilimsel ve teknik ve ilerlemenin karşılaşması daha doğrusu eski ideolojinin emilmesi sınıfsal karşıtlığı bozar ve sınırlandırır. Marx’ın tanımladığı kapitalizmde çalışanlarla sermaye arasındaki ilişkiyi hukuki ve siyasi kurumlar nezdindeki toplumsal şiddet belirliyordu, oysa günümüz kapitalizminde aynı ilişkinin belirleyicisi, kitlelerin sisteme bağımlılığını kuran (taahhüt altına alan) tazminat gibi politik biçimleri içeren yapısal şartlardır.
Habermas şöyle diyor: “Açık uzlaşmaz çelişkinin yarattığı sisteme yönelik tehlikelere bir tepkiden doğmuş olan, devletçe düzenlenen kapitalizm, sınıf çatışmasını yatıştırır. Geç kapitalizm sistemi, ücrete bağımlı kitlelelerin sadakatini güvenceleyen bir tazminat-politikasıyla, yani bir çatışmadan kaçınma politikasıyla öylesine belirlenmiştir ki, sermayenin özel ekonomide kullanımıyla eskisi gibi toplumun yapısına döşenmiş olan çatışma, görece olarak gizli kalan çatışmadır. Bu çatışma gerçi yine üretim tarzına bağlı olan ama artık sınıf çatışmaları biçimini alamayan öteki çatışmaların gerisinde kalır.”
Sınıf çatışmasının ilerisine belirleyici biçimde geçen, öteki çatışmalar, ayrıcalıklı (öğrenci hareketleri) ya da düşük ayrıcalıklı (ırkçılığa karşı mücadele) mücadele biçimleriyle en az iki eyleyici özne tarafından karşılıklı kabul edilmiş olan sembollerle yani dilde sağlanan etkileşimle belirlenen “iletişisel eylem”dir.[48] Habermas’a göre, “birbirleriyle konuşan insanların amacı bir tür anlaşmaya ulaşmaktır”.[49] (Aynı ilişki biçimi Laclau ve Mouffe’da tabiyet ilişkilerinin kırılmasında belirir.) Öznelerin kabul edilmiş semboller aracılığıyla giriştikleri etkileşim ilişkisi, nihayet egemen ideolojinin yargılandığı ve iki kişinin arasında geçen “çarpıtılmamış bir iletişim ya da ussal bir söylemin üstün fikrini”[50] içeren bir eylemdir. Habermas’ın sözünü ettiği, günlük hayatta kader birliği içinde bulunan öznelerin dilden (de) belirlenen ve sınıf çatışmasının önüne geçerek toplumsal eyleme sirayet eden kurucu ontolojik eylem öğesidir.
İletişisel eylemdeki konuşan özneler, Smith’in hayatını kolaylaştırmak için kendi çıkarı peşinde koşan bireyinin taşıyıcı, yani sürekli eylemci olarak sivil toplumu yaratan etmenlerden olması gibi, sürekli olarak eylemi yaratır. Ancak Smith’in bireyin faaliyetine yaklaşması daha materyalisttir. Çünkü ‘o birey’ toplumsal faaliyeti sırasında yaptığının farkında değildir. Habermas’ın öznelerinin davranışı ise, dille ne taşıdığını bildiği için toplumsal sonuçların peşinen farkındadır. Fakat her ikisinde de öznelerin hayatlarını kolaylaştırma çabası karşımıza rasyonelleştirme biçiminde çıkmaktadır. O halde bozulan, sınırlanan, yatıştırılan, gizlenen sınıfsal çelişkilerle, sınıfsal çatışmanın işlevsizliği, üretim dışı alanlardan belirlenen insan eylemi ve demokratik eylemin örgütlenmesiyle doldurulmalıdır. Bu ise, ideolojik bağışıklığın tesis edilmesini gerektirir.
Habermas’a göre, “Yeni bir çatışma sahası, sistemin kenarındaki karşıtlık çatışmaları bir yana bırakılarsa, gücülleştirilmiş sınıf karşıtlığı yerine ancak geç kapitalist toplumun kendini halk kitlelerinin politikasızlaştırılması aracılığıyla teknokratik arka-plan ideolojisinin sorgulanmasına karşı bağışık kılmak zorunda olduğu yerde, yani: kitle iletişim araçlarıyla yönetilen bir kamusal alan sisteminde ortaya çıkarabilir.”[51] Sınıf mücadelesi geç kapitalizme denk gelen bağışıklık alanında yani kamusal bir alanda tarafsızlaştırılmaktadır, tarafsızlaşmanın yerine bağışık ideolojiler geçmektedir.
Habermas’ın iktidar alternatifi, Marcuse’un önerdiği biçimde feodalizmden kapitalizme geçişte olduğu gibi, henüz iktidar içermeyen fakat iktidarın rasyonelleştirilmesini içeren ideolojik toplumsal bir konsensüste somutlaşmaktadır. “İktidarın rasyonelleştirilmesini” ise, “yalnızca diyaloga bağlı bir düşünmenin politik erkini belirleyen ilişkilerden bekleyebiliriz”[52] Diyaloğa bağlı düşünme tarzında temel birey olgusudur. Habermas bu nedenle iktidar düşüncesinde de bireyi temel almaktadır; “bir kurtuluş modeli olarak Freudgil psiko-analizle ilgilenir (…) Tıpkı egosu zayıf bireyin iç bastırmanın belli biçimlerine karşı nevrotik çözümler bulması gibi, toplumlar da dilde bastırılan, atlanan ya da çarpıtılan eşitsiz iktidar ilişkilerini ussallaştıran ideolojiler yayarlar.”[53]
Ortak problemi Laclau ve Mouffe bir cümleyle özetliyorlar: “Tabiliğe karşı mücadele tabiyet durumunun kendisinin sonucu olamaz.”[54]
Bütün tarih, toplumsal bedenin iki antagonizmayla incelenmesiyle olsa bile sosyalizmler tarihinin gösterdiği gibi yeni olmayan bir tabiyet biçimiyle sonuçlanmıştır. Bütün tabiyet ilişkileri tahakküm ilişkileri sisteminde yer alır. Öyleyse Marksizmin şemalarıyla iktidar mücadelesine girişmek bir fasit dairede yol almakla eş anlamlı olmalıdır.
Yeni Sol fasit daireden çıkmak için ampirist epistemolojiye, ampirizm ise ideolojik bilgiye yönelir. Ampirizmin kategorileri bir bütün olarak Yeni Sol’u ideolojik bilgide birleştirir. Siyaset ve ontoloji kültürel alanların varlığı açısından ele alınır. Birliklerini aynı verilerden yola çıkarak tesis ederler. Marksizmin bir sonucu olarak sosyalizmden, bütün Marksist kategoriler çıkarsanır. Kapitalizmin bugünkü aşamasından toplumsal beden[55] ve kapitalist üretim tarzının üretim düzenekleri çıkarsanır. Günümüz kapitalizminden toplumsal bedenin çıkarsanması, antagonizmanın ortadan kaldırılmasına yol açar.
Laclau ve Mouffe, ünlü kitaplarının girişinde, artık “yol ayırımında duruyor” dedikleri sol için şunları söylüyorlar: “geçmişin apaçık doğruları -klasik analiz ve politik muhasebe biçimleri, çatışan güçlerin doğası, solun mücadele ve hedeflerinin anlamı doğruların üzerine kurulduğu zemini parçalayıp geçen bir tarihsel dönüşümler çağının ciddi bir meydan okuyuşuyla karşı karşıya (…) hem sosyalizmin hem de sosyalizme götürecek yolların bütün bir kavranış tarzı üzerine gittikçe ağırlaşan bir soru işareti düşmüş durumda”dır.[56] Laclau ve Mouffe’a göre, Marksizmin hem sosyalizmler mücadelesi yöntemleriyle birlikte sosyalist iktidarların da çöküşü, toplumdaki karşıtlıkların klasik uzlaşmazlık metinlerinde ifade edilenden daha geniş bir alana yayılması gerektiğini gösteriyor. Tarihin apaçık doğruları deneyimleri karşıtlıkların nesnellik alanlarını çok kesin bir biçimde tanımlamıştır. Deneyimlerle tanımlanan alanların ifade ettiği çatışma alanı antagonizmadır. Marksizmde tanımlanan uzlaşmazlık teorisinin nesnel olmadığı iktidarlar pratiğiyle de tanımlanmıştır. Sosyalizm tarihindeki iktidarlar ya da iktidar süreçleri özgürlüksüzlüğün yaratıcısı olmuştur.
Antagonizmayla tanımlanan toplumsal beden tanımının katlar-kategoriler tabakaları ayrıştırmasında belirlenen karmaşık mücadele biçiminin yerini basit ve farklılaşmamış, sınırları belirginleştirilmemiş olan bireysel mücadele biçimleri almıştır. Basit, farklılaşmamış ideolojik mücadele biçimleri somut bir birliğin etkenleri olarak var olurlar. Böylece öznenin ideolojik varlığı, daha doğrusu ideolojik bilgisi tahakküme karşı koymada bütünle kesişir. Dolayısıyla özne, çalışanlar cephesinden sermaye cephesine yönelen tepkide kişisel tabiyet farklılıkları eridiği ölçüde yeni antagonizma içerisinde yer alır. Her bir öznenin boyun eğdiği yer olarak tabiyet ilişkisi bir rıza göstermek * biçiminde anlaşılmamak koşuluyla özne üzerinde kurulan bütünsel tahakkümle özdeştir. Bütün tabiyet ilişkilerini açıkça ve belirgin bir tarzla içeren tahakküm, bütün tabiyet ilişkilerinin birliğidir. Görüldüğü gibi, tabiyet ilişkileri mutlaktır, nesnel bir ilişki olarak akıldır. Çünkü “tabiyet ilişkisi içinde özneyi kuran bir toplumsal ilişkinin dönüştürülmesini hedefleyen bir hareket tarzıdır.”[57] Tabiyet ilişkisi insan doğasını önceleyen ya da var eden bireysel hakların fark gözetilmeden yok edilmesiyle kurulur.
Bu nedenle başkaldırının şartlarının oluşturulması hem antagonizmanın nedenlerini hem de antagonizmanın ortadan kaldırılması için gereken verili durumu yaratır. Laclau ve Mouffe kavramlarını şöyle tanımlıyorlar: “tabiyet ilişkisinden, bir failin bir başkasının kararlarına boyun eğdiği ilişkiyi anlayacağız (…) Bundan farklı olarak antagonizma yerleri haline dönüşmüş tabiyet ilişkilerine baskı ilişkileri diyeceğiz. Son olarak, kendilerinin dışındaki bir toplumsal failin perspektifine ya da yargısına göre gayri meşru kabul edilen ve demek ki belirli bir toplumsal formasyonda edimsel olarak var olan baskı ilişkilerine tekabül edebilen ya da etmeyebilen tabiyet ilişkileri dizisine tahakküm ilişkileri diyeceğiz.”[58]
Tabiyet ve tahakküm gibi iki aynı kelime ‘dizisinin’ aynı süreçte bu kadar çok şeyi anlatıyor olması, ‘öznel zihni süreçler pratiğinde’ hem baskıyı hem de direnişi simgelemeleri açısından karışık gelebilir. Bu iki kelime dizisini belirleyen perspektif ve yargı kavramları ideolojiyi tanımlar. İdeolojinin tanımladığı bu diziler tahakküm ilişkisinin sınırlarını da belirler. Şöyle diyelim, birkaç kişi belki de daha fazla sayıdaki bir grup, bir başka grup ya da bireyi örneğin toplumda meşru kabul edilen dini ideoloji gereği reddederse o zaman bir tahakküm ilişkisi kurulmuş demektir.
Yeni Sol’a göre tahakkümün ideoloji olarak bozduğu özne konumlarının kendileri de zaten birer ideolojik konumu teşkil ederler. Antagonizma ya da ideoloji (formasyon) özne olarak ve bilgi etkisiyle farz edilen akıldır. Tabiyet ilişkilerinin belirlediği antagonizma yerleri ve tahakküm ilişkilerinden belirlenen antagonizma, farklılıkları içerisinde bir ve aynıdır. Antagonizma üstyapısal ideolojiler tarafından belirlenmektedir. Toplumsal ilişkiler, toplumsal yeniden üretim alanlarında politikleşir ve yeni antagonizmalara temel oluştururlar.
Marksizmde siyasal sınıf mücadelesi devlette vücut bulan üstyapı kurumlarına karşı üretim alanlarında yürütülür. Yani en alt ve en meşru biçimde ekonomik – demokratik mücadele tarzında; iş süresinin kısaltılması, sosyal haklar, grevli-toplu sözleşmeli sendika talebi mücadeleleri örnekleri doğrudan üretim alanlarında sürdürülen mücadelelerdir. Bu mücadele biçimleri nihayet hukuki ve siyasi üstyapıyla, devletle çatıştıkları için mücadele ya da siyasal hareket olarak kabul edilirler. Marksist terminolojideki sınıf hareketinin üretim dışı alanlarla partiyle kurulmuş bulunan ilişki dışında bağı yoktur. Parti, sokaklarla ne kadar ilişki kurmuşsa sınıf hareketi de aynı alanda bir o kadar vardır. Art alanlarla da hem üretim alanlarında hem de üretim dışı alanlarda siyasal sınıf hareketinin sonuçları bağlamında ilişki kurulmuş olunur. Ya da kurulmuş olunan ilişkiyle artık politika yapıyor olmanın sonuçları devşirilmeye başlanmıştır.
Fakat yeni sol antagonizmayı üstyapısal ideolojiler karşısında belirlediği için ‘siyasal mücadele‘de, üstyapı kurumlarına karşı değil, üstyapısal ideolojiye karşı yürütülür. Doğrudan bir atıf olmasa da Althusser’in “emeğin yeniden üretimi üretim dışı alanlarla sağlanır” argümanı genel olarak yeni solda antagonizmaların ortaya çıktığı ve çözüldüğü yer olarak kavranır. Althusser, “Köleci ve serfçi toplumsal formasyondan farklı olarak, emek-gücünün vasıflarının yeniden-üretimi ‘yerinde’ (üretim içinde değil) değil, fakat gitgide daha çok üretim dışında sağlanmaya yöneliyor (bu, belli bir yönseme gösteren yasa): Kapitalist eğitim sistemi içinde başka kurum ve kertelerde”[59] “ideolojik boyun-eğme biçimlerinin altında ve içinde sağlandığına”[60] dikkat çeker ve “Üretim ilişkilerinin yeniden üretimi sağlanır?” sorusuna, “Hukuki-siyasal ve ideolojik üstyapı yoluyla sağlanır (…) Üretim ilişkilerinin yeniden-üretiminin büyük bir bölümü, Devlet iktidarının Devlet aygıtlarında, bir yandan DİA’larda* öbür yandan Devletin (Baskı) Aygıtında uygulanmasıyla sağlanıyor”[61] cevabını verir. Emek gücünün yeniden üretimi de, üretim ilişkilerinin yeniden üretimi de büyük ölçüde aynı alanlarda gerçekleşir. Burada çelişkili bir anlatımla karşılaşmıyoruz. Fakat çelişkili kabul edilecek anlatım bundan sonra başlar. Devletin ideolojik aygıtları ” ‘görece özerktirler’ ve proleter sınıf mücadelesi ile kapitalist sınıf mücadelesi ve onların bağımlı biçimleri arasındaki çarpışmaların sonuçlarını, kimi zaman sınırsız, kimi zaman sınırlı biçimlerde dile getiren çelişkilere nesnel bir alan sağlamaya elverişlidirler.“[62]* Laclau, çok fazla yararlanmadığını ima ettiği (ve benzer paydaları Habermas’ta da bulunan) Althusser’in tezi hakkında şunları söyler: “açık ki sivil toplum da pek çok baskı ilişkisinin ve sonuç olarak antagonizmaların ve demokratik mücadelelerin yeridir. Az ya da çok sonuçları olan, Althusser’in ‘ideolojik devlet aygıtları’ analizi gibi teoriler, egemenlik alanındaki bu yer değiştirme fenomenlerinin düşünülebileceği bir kavramsal çerçeve yaratmaya çalışmışlardır.”[63] Devletten görece özerk olan ideolojik aygıtların sınıf mücadelesinin sonuçları anlamında ve üretim dışı alanlarda sınırlı ve sınırsız çelişkilere yol açıyor olması yeni solda temel bir argüman kabul edilir. Bu temel argümanla belirlenen çelişkiler, Marksist antagonizmanın çökertilmesiyle ideolojik aygıtların niteliklerinin belirlediği değer yargıları ve perspektiflerin gayri meşru kabul ettiği failleri antagonist belirler. O halde çelişki ideolojilerin sınırsız alanında bulunur.
Devlet denilen kolektif iktidarın kurumlarının somut varlıklarına karşı gerçekleştirilebilecek ‘klasik’ mücadele yerine sınırsız çelişkinin ve antagonizmanın ürediği üretim dışı alanlarda üstyapı ideolojilerine karşı yürütülecek mücadele geçirilmelidir. Fikir, teknik ve sanayi alanlarıyla birlikte devlet aygıtlarının kontrol ve etki olanaklarının yani yeniden üretim bölgelerinin genişlemesiyle açıklanır. “Ekonomik büyümeye eşlik eden genel kentleşme (…) iş dışındaki bütün toplumsal hayatın düzenlenişini etkileyen bir dizi yeni soruna neden olmuştur. Antagonizmaların ve mücadelelerin türeyebileceği toplumsal ilişkiler çokluğu buradan kaynaklanır”[64] diyen post-Marksistlere göre “Devletin müdahale ettiği bütün alanlarda, toplumsal ilişkilerin politikleşmesi sayısız yeni antagonizmaya temel oluşturmaktadır.”[65] Toplumsal ilişkilerin politikleştiği yer ideolojinin kendini tek kategori olarak sunduğu yeniden üretim ilişkileridir. Her şey ilk ve son olarak bu alanlarda cereyan eder.
Bireyin neden-süreç-sonuç dilinde tercüme edildiği ideoloji kendini tahakküm-otorite olarak ortaya koyar. Sivil toplum, sivil topluma öngelen ideoloji ve üstyapı; bu üç kavram en sonunda bireyde somutlaşır. Bu yakınlaşma düşünce tarihinde devamlılığı olan bir birey kuramıyla kurulur.
IV. Sonuç
Tarihi kitleler yapar (Althusser’in Marksist tezi tersine çevrilir): Öyleyse kitleler içinde kimler vardır. Mavi yakalılar, hizmet sınıfı ve beyaz yakalılar arasındaki ayrımın kaldırılmasından sonra proletarya içinde anılması ve tanımlanması gereken herkes kitlelerin içerisindedir. Öyleyse yeni solun antagonizmalar çerçevesine aldığı herkes sınıfların yerine ikame edilmelidir. Tarihsel dönüşümler çağının gerisinde kalan iktidarlara karşı durmanın çeşitli alternatifleri ancak böyle oluşturulabilir. Sosyalizmler özgürlükleri tesis edememiştir. Demek ki problem uzlaşmazlık/sınıflar kavramından başlayarak, yine bu kavramların reddi üzerine kurgulanan yeni iktidar kavramının anlaşılmasıyla ilgilidir.
Proletarya ve iktidar kavramlarının ortadan kaldırılması ideolojiler dünyasına genişleyen toplumsal bir konsensüs kuramına yol açmıştır. Proletarya ve bu kavrama bağlı olarak ortaya konulan iktidar kavramının safdışı bırakılması yanı sıra sosyalizm deneylerinin başarısızlıkla sonuçlanması; aydınlanmadan bu yana kafalarda hep soyut kalmış olan insan özgürlüğü meselesine ilk kez maddi bir form ve politik bir kesinlik kazandırmıştır.
Sınıfsal olarak tek gövde tezi “Saint-Simon’un ‘tek-sınıflı’ toplum düşüncesine akraba olan sınıfsızlık teorisinin modern çağa uygun olarak tekrar dillendirilmesi anlamına gelir.”[66] Ama daha önemlisi Marx’ın kavramsal dizgesini parçalar. Parçalama eylemi kapitalist sistemin bilimsel-teknik gelişmenin ilerleme ve düzen sonucu yaratacağının ifadelendirilmesine denk düşer. Açıkçası Smith ve Ricardo’da artı-değerin yokluğu nasıl onların her şeyi rant, kâr ve faiz ilişkisi çerçevesinde algılamasına yol açmış ise, çelişkilerin bütün topluma eşit biçimde yayılması ve üstyapısal ideolojiler dünyasına havale edilmesi de benzer biçimde çelişkilerin eşitlik-özgürlük çerçevesinde algılanmasına yol açmıştır.
[1] Pierre Bourdieu, Toplumbilim Sorunları, Çev.: Işık Ergüden, İstanbul 1997, Kesit Yay., s. 224.
[2] Karl Marx, gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev.: M. Kabagil, Ankara 1989, Sol Yay., s.20.
[3] V. I. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev.: Süleyman Arslan, Ankara 1989, Bilim ve Sosyalizm Yay., s. 33.
[4] Marx, “Weydemeyer’e mektup (5 Mart 1852)”; Karl Marx, Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar-I, Çev.: Yurdakul Fincancı, Ankara 1995, Sol Yay. içinde, s. 75.
[5] Karl marx, Kapital-I, Çev.: Alaattin Bilgi, Ankara 1986, Sol Yay., s.37.
[6] Louis Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Celal A. Kanat, İstanbul 1995, Belge Yay., s. 203.
[7] Marx, “F. Bolte’ye mektup (23 Kasım 1871)”; Karl Marx, Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar-II, Çev.: Yurdakul Fincancı, Ankara 1996, Sol Yay., s. 55.
[8] Kapital’i Okumak, s. 121.
[9] David Ricardo, Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri, Çev.: Tayfun Ertan, İstanbul 1997, BelgeYay., s. 23.
[10] E. Balibar, Marx’ın Felsefesi, Çev.: Ö. Laçiner, İstanbul 1996, Birikim Yay., s. 113.
[11] Kapital’i Okumak, s. 200.
[12] A.g.e., s. 232.
[13] A.g.e., s. 232.
[14] Adam Smith, Ulusların Zenginliği, Çev.: A. Yunus, M. Bakırcı, İstanbul 1997, Alan Yay., s. 26.
[15] A.g.e., s. 211.
[16] Karl Marx, Grundrisse, Çev.: Sevan Nişanyan, İstanbul 1979, Birikim Yay., s. 239.
[17] A.g.e., s. 228.
[18] A.g.e., s. 276-277.
[19] A.g.e., s. 276.
[20] Marx’ın Felsefesi, s. 99.
[21] K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev.: Sevim Belli, 4. Baskı, Ankara (tarihsiz), Sol Yay., s. 39.
[22] A.g.e., s. 25.
[23] Marx’ın Felsefesi, s. 103.
[24] Grundrisse, s. 168.
[25] Kapital’i Okumak, s. 139.
[26] Kapital-I, s. 594.
[27] Kapital’i Okumak, s. 123.
[28] Karl Korsch, marksizm ve Felsefe, Çev.: Yılmaz Öner, İstanbul 1991, belge Yay. s. 131.
[29] Kapital’i Okumak, s. 243.
[30] Engels “Torino Gazetesi Il Proletario Italiano’nun Yazıkuruluna mektup (29 Kasım 1871)”, Seçme Yazışmalar-2, s. 57.
[31] Louis Althusser, John Lewis’e Cevap, Çev.: Müntekin Ökmen, Ankara 1987, Verso Yay.,s. 15.
[32] Nicos Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev.: Ş. Süer, L. F. Topaçoğlu, İstanbul 1992, Belge Yay., s. 101.
[33] A.g.e., s. 35
[34] Ernesto Laclau, Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev.: A: Kardam, D. Şahiner, İstanbul 1992, s. 10.
[35] Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan / İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine İncelemeler, Çev.: Aziz Yardımlı, İstanbul 1997, İdea Yay., s. 9.
[36] A.g.e., s. 10.
[37] Herbert Marcuse, Karşıdevrim ve İsyan, Çev.: Gürol Koca, Volkan Ersoy, İstanbul 1998, Ayrıntı Yay., s. 13.
[38] A.g.e., s. 21.
[39] A.g.e., s. 16-17.
[40] A.g.e., s. 41.
* Fransa’nın ve Kıta Avrupası’nın tersine İngiltere’de aristokrasi, ekonomik gelişmeye önderlik ettiği gibi, siyasal devrime de önderlik etmiştir.
[41] A.g.e., s. 21.
* Gramsci’de tarihsel blok ve hegemonya, iktidarın alınmasından önceki bir dönemde yer alan bir egemenliği ifade eder. Hegemonya anlayışı, sadece inanç ve düşüncelerle değil, sağduyu kavramını da belirleyecek bir biçimde toplumun tümüyle ilgilidir. İdeoloji teker teker insanların sağduyusundan başlayarak bütün toplumu blok halinde birleştirir.
[42] A.g.e., s. 46.
[43] Jurgen Habermas, ‘İdeoloji’ Olarak Teknik ve Bilim, Çev.: Mustafa Tüzel, İstanbul 1993, s. 52.
[44] A.g.e., s. 56.
[45] A.g.e., s. 53.
[46] A.g.e., s. 47.
[47] A.g.e., s. 54.
[48] A.g.e, s. 39.
[49] David McLellan, İdeoloji, Çev.: Ercüment Özkaya, Ankara 1999, Doruk Yay., s. 108.
[50] A.g.e., s. 109.
[51] ‘İdeoloji’ Olarak Teknik ve Bilim, s. 61.
[52] A.g.e, s. 74.
[53] David McLellan, İdeoloji, s. 106-107.
[54] Hegemonya ve Sosyalist Strateji, s. 187.
[55] Kapital’i Okumak, s. 97.
[56] Hegemonya ve Sosyalist Strateji, s. 7.
* Rıza gösterme: rıza gösterme demokrasinin özüyse, bunun da bir demokratik eylem olduğunu kabul etmeliyiz (…) Şöyle söylemek daha doğrudur; eğer özgürlüğümden özgür bir biçimde feragat edersem yine özgür kalırım, çünkü feragat etme özgür bir eylem niteliğindedir. (Antony Arblaster, Demokrasi, Çev.: Nilüfer Yılmaz, Ankara 1999, Doruk Yay., s. 128.)
[57] Hegemonya ve Sosyalist Strateji, s. 188.
[58] A.g.e., s. 189.
[59] İdeoloji ve devletin İdeolojik Aygıtları, s. 19.
[60] A.g.e., s. 20.
* Devletin ideolojik aygıtları
[61] A.g.e., s. 32.
[62] A.g.e.,, s. 32.
* Vurgu bana ait.
[63] Hegemonya ve Sosyalist Strateji, s. 220.
[64] A.g.e., s. 198.
[65] A.g.e., s. 199.
[66] Antony Giddens, İleri Toplumların Sınıf Yapısı- Marksist Yaklaşımın Eleştirisi, İstanbul 1999, Birey Yay., s. 371.