Sınıf Kuramı
Hâlâ Eleştirel Sosyal Bilimsel Çözümlemenin Ekseni mi*
Uwe Becker
Çeviri: Nilüfer Yılmaz
Sınıflara ilişkin bazı tezler çoğu sosyal bilimler akımında geçerliğini korumaktadır. Buna rağmen sınıf kavramları ve sınıf çatışmaları geleneksel anlamda sadece Marksist sosyal ve politik kuramda çözümleyici köşetaşlarıdırlar. Marksist çözümlemede, tarih “sınıf mücadeleleri tarihi”dir; ekonomik sınıf yargıları -kapitalizmde, özellikle sermaye ve emek bakımından- kitle eyleminin en önemli temelidirler; sınıf çıkarları politika ve ideolojiyi kontrol ederler; politik bir öğreti olarak, çalışan sınıfa adanmıştırlar. Marksizm sınıf kuramıyla anlaşılır. Engels bu kuramın klasik formülünü anlatır. Ona göre, Marx,
büyük hareket yasasını keşfetmiştir… Buna göre politik, dinsel, felsefi ya da başka herhangi bir ideolojik amaçlı olsun tarihteki bütün çatışmalar, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmanın en açıklayıcı halidirler. Bu sınıfların varlığı ve dolayısıyla aralarındaki koalisyonlar, ekonomik gelişmeleriyle üretim tarzlarıyla belirlenmiştir.[1]
Marksizmin birçok çeşidi birbirlerinden çok farklı olarak düşünülse de, uzun zamandır sınıfa ve sınıf çatışmasına tahsis edilmiş olan temel eleştiriler “revizyonist” olarak damgalanmışlardır. Neredeyse bir yüzyıldır, Engels’in de açıkladığı üzere geleneksel görüşün bazı uyarlamaları Marksist kuramın temel tezinde genel kural olarak kabul edilmiştir. Sosyalist çalışan sınıf varsayımı -en azından ima edilene göre- bu kuramların genel özelliğidir.
Sadece yakın geçmişte, marksizmin sözde krizinde, bu miras Marksizmin kendi geniş ölçeğinde ciddi bir biçimde sorgulanmıştır. Geçtiğimiz on yıl, sınıf kuramının ve geleneksel Marksizmin diğer temellerinin erozyonuna tanıklık etmiştir. Sınıf indirgemeciliği, ekonomizmi, determinizmi ve hatta fundamentalizmi, Marksist kuramın ciddi bozuklukları olarak adlandırılmaktadırlar. Sonuç olarak, 1980’lerin ortasında Marksizm, geleneksel çizgilerinin çoğunu yitirmiş, ve temel ilgisi kapitalist yeniden üretim sorunundan, karşılaştırmalı kamu politikası incelemesine ve kapitalist birikim tarzları dönemi gibi temalara indirgenmiştir. Bununla birlikte, geleneksel Marksizmin erozyonu her zaman rasyonel argümanlara dayandırılmaz. Bir ölçüde, bu süreç, değişen sosyo-politik içeriğe eleştirel olmayan entellektüel uyarlama olarak da değerlendirilir.
Erik Olin Wright’ın sömürü-merkezli yaklaşımda temellenen sınıf kavramının “açıklayıcı önselliğinin” savunusu ve toplum-bilimsel eleştirilerin temelini oluşturan objektif sınıf çıkarları iddiası önemli bir çelişkidir. Wright’ın konumu, sosyal ve politik teorideki göreli sınıf kavramı hakkında sistematik bir düşünme olanağı sunar. İleriki satırlarda, sınıf kavramının açıklayıcı özelliğini göz önünde bulundurarak son zamanlardaki kuramsal gelişmelerin üzerinde duracak ve daha sonra da sınıfın merkeziliğini savunmak için sorular sormak amacıyla Marx’a döneceğim. Son olarak, nesnel çıkarlar sorununu ve sınıf yapısına yönelik araştırmaları tartışacağım.
Bu makalenin temel tezi, aslında belirgin bir sınıf özgüllüğünün varolduğuna işaret eder. Sermaye ve emek arasındaki ilişkinin yapısal dinamizminden kaynaklanan bu özgüllük hem sınıf merkeziliği eleştirilerinin hem de taraftarlarının gözünden kaçmıştır. Sermaye, birikmek zorundadır, emek ise “Sermaye mantığı” dediğimiz şeye karşı koyması için zorlanır. Emek ve sermaye arasındaki çelişkinin yapısal dinamik karakteri, kapitalizmin tarihinde bu çelişkinin var olduğunu kanıtlar, yanı sıra politik-ideolojik ifade ve eylemlere temel oluşturan öğe olarak da sınıf konumlarının özel niteliğini tanımlar. Hiçbir a priori öncelik, bu özellikli durumdan türeyemez. Bu durumda, Wright’ın görüşü reddedilmiş olur. Üstelik, sosyalizmdeki çalışan sınıfın objektif çıkarları düşüncesinin imkânsız olduğunu belirtmiştim. Daha genel anlamda, Wright’ın sınıf yapısı çözümlemelerinin eleştirel sosyal bilim için bir temel oluşturduğu iddiasının da doğru olduğuna inanıyorum.
Bu makalede, “ampirik” satırlar boyunca “naif” yanlışlamacılığı kanıtlamaya çalıştım. Bu, kısaca, soyut önermeleri ancak tutarlı betimsel önermeler ve bu en alt düzeydeki soyutlamadan elde edilen tümdengelimlerle akla yakın olabiliyorlarsa kabul edebileceğim anlamına gelir. Bu yöntem, en alt düzeyde soyutlamalara öncelik tanıdığı için ampirik; yanlışlamanın varsayılan kriterleri objektif olmadığı için de naif’dir. Fakat epistemolojik naiflik kanıtlanabilir bir şeydir. Çünkü günlük hayatta doğru bilginin gerçeklikle ilintili olduğunu (ve insanların bu bilgiyi yalnızca üretmeyip aynı zamanda uyguladığını da) düşünmeye mahkûm edilmişizdir.
Geleneksele Meydan Okuma
Althusseryan retorik
1960’ların sonlarındaki entellektüel sol rönesans, kendini Marksist ortodoksluğa bir karşı duruş olarak göstermiştir. Daha sonraki bağımsız Marksizm temsilcilerinin -örn., İngiltere’de E. P. Thompson, Fransa’da J. P. Sartre, ve Amerika ve Almanya’daki Frankfurt Okulu taraftarları- bu dirilmede çok büyük etkileri olmasına rağmen, sonraki yıllarda egemen olan akademik Marksizmin en önde gelen temsilcisi belki de Louis Althusser ve Nicos Poulantzas’tır.
Gramsci geleneğinde, çalışmaların merkezi konularından biri “sapma”, “revizyon” ve “burjuva yorumu” olarak suçlanan sınıf indirgemeciliği ve ekonomizme saldırı idi.[2] Althusseryan Marksizmin en önemli yöntembilimsel ayrılığı, “son kertedeki ekonomik belirleme” ve üst yapısal politika ve ideoloji “düzeyleri”nin “göreli özerkliği” postülatlarıydı. Bu yaklaşımın altını çizmek için Althusser sınıf mücadelesi kavramını tarihin “motor”u olarak nitelendirdi. Üretici güçlerin gelişimi tarihin hareket ettirici gücü değildir, sınıf mücadelesi, politik-ideolojik boyutlarıyla, Poulantzas’ın 1968’de tamamladığı Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar çalışmasında belirttiğinden farklı değildir. Poulantzas için, ekonomik yapı içerisinde, “kendinde sınıf” gibi, sınıf çıkarları da olamaz.[3] Bununla birlikte, Althusser ve Poulantzas sınıf indirgemeciliği ve ekonomizm üzerine hiçbir zaman ayrıntılı olarak çalışmamışlardı.
Althusseryan Marksizmin anti-ekonomizmi, Marksist düşünce tarihindeki bir kopmayı ortaya koyar. İlk kez ekonominin ve ekonomik sınıfın açıklayıcı konumları, sadece diğerlerinden ayrı tutulan kuramcılar tarafından değil, tüm Batı Marksistleri tarafından da sorgulanmıştı. İddialar, bununla birlikte, tek bir şeyi ortaya koyuyordu; gerçeklikleri tamamen farklı bir şeydi. Aslında, yakından incelendiğinde, Althusser ve Poulantzas’ın iddialarının tamamen retorikten, -ya da Alvin Gouldner’in deyimiyle, “programatik gösterişçilik”ten- ibaret oldukları görülür.[4]
Birkaç örnek, bu nitelendirmenin uygunluğunu gözler önüne serebilir. Ekonomik sınıflara politik bir sınıf indirgemeciliği atfında bulunmadan, Althusser’in de yapmış olduğu gibi Marksizm-Leninizm’in “proletaryanın sınıf mücadelesini kuramda temsil ettiği”ni söylemek ve “sosyal sınıfları kendi gerçekleriyle yüz yüze getirdiği”ni iddia etmek imkânsızdır.[5] Sınıf oluşumunun ya da daha kesin olarak söylemek gerekirse, politik güçlerin oluşumunun göreli özerk olan süreçleri, ancak “sapmalar” olabilirler. “Son kertede ekonomik belirleme” ve “göreli özerklik” tezleri, gerçek fakat doğru olmayan tarihe tekabül ederler.
Aynı şey Poulantzas için de söylenebilir. İdeoloji ve politikanın varsayılan göreli özerkliğinden ve yapısal düzeydeki “sınıf belirlenimi” ile politik-ideolojik konjonktürdeki “sınıf konumu” arasındaki ayrımdan yola çıkarak, ekonomist bir sınıf tanımını yapmaktan kaçınır. “Toplumsal sınıf, bir bütün olarak emeğin toplumsal paylaşımındaki yeri ile tanımlanır. Bu, politik ve ideolojik ilişkileri içerisinde barındırır.” Metin şu şekilde devam eder: “Bir toplumsal sınıf, sınıf belirlenimiyle tanımlanmış olan çıkarlarıyla hiçbir ilişkisi olmayan bir sınıf konumu alabilir.”[6]
Bu yargı, örnek olabilecek niteliktedir. Yapısal sınıf saptamasını nesnel ya da doğru sınıf çıkarları standardı olarak sunmak, bu düzeyde, politika ve ideolojinin önceden belirtilen göreli özerkliğiyle çelişir. Standart görevi görmek için, ekonomik konumlarından türetilmelidirler. Sonuç olarak, politika ve ideoloji, sadece konjonktürel sınıf konumlarında görece özerk olabilir. Fakat burada, konjonktürel sınıf çıkarlarını gerçek sınıf çıkarlarından ayıran da bu özerkliktir. Sınıf çıkarları doğru iseler ve sınıf belirlenimiyle de uyuşuyorlarsa, böyle bir konjonktür, yapının yansımasından başka bir şey değildir. Yapı gerçek tarihle ilintilidir; -politik ve ideolojik özerkliğin etkili olduğu- konjonktür ise gerçek tarihten bir sapmadır. Bilerek ya da bilmeyerek, Poulantzas Hegelci bir argüman ortaya atar: “ekonomizmi reddetmez, yalnızca onu anlamayı zorlaştırır.”[7].
Althusseryan Marksizmde şimdiye dek ortaya konulan, ekonomik sınıf konumuyla belirlenen “tam anlamıyla” devrimci sosyalist proletarya ve kapitalizmin ortadan kaldırılmasına neden olabilecek tarihin “normal” akışı tahminlerinden başka bir şey değildir. Bu özcü yapıda, kapitalizmin süregelen varlığı, kapitalistlerin çalışan sınıf üzerinde baskı kurduğunu kanıtlar. Politik iktidar ve ideolojik hegemonya kapitalizmin devamı için olmazsa olmaz koşullardır. Kapitalizmin devamı, bu koşulların var olduklarını kanıtladı; devlet sadece kapitalist sınıf devleti, egemen ideoloji de kapitalist sınıf ideolojisi olabilirdi. Her şey sınıf tarafından belirlenmişti, sınıf ise ekonomik konumla belirlenmişti. Bununla birlikte, verili bir konjonktürdeki gerçek çalışan sınıf (çoğunluğu), bu tasvirden ayrılmaktadır. Kendi sınıf konumuyla belirlenen çalışan sınıf kapitalizmi ortadan kaldırabilirdi! Politika ve ideoloji kapitalizmin “birleştiricisi” “işlev”i gördüğü için, çalışan sınıfın konjonktürel politika ve ideolojisi, zorunlu olarak, Althusseryan Marksizm mantığının proletaryan “sınıf belirlenimi”nden sapar.
Radikal eleştiriler
Bütün eleştirel iddialara rağmen, 1970’lerin egemen Marksist sosyal kuramı, sınıf indirgemeci ve ekonomist olarak kaldı. ekonomist, çünkü politik ve ideolojik içerik ekonomik ilişkilere a priori bağlandı. sınıf indirgemeci, çünkü toplumsal ve politik olaylar sınıf mücadelesine a priori indirgenirler. 1970’lerin sonu, Althusser ve Poulantzas tarafından kuramsal iddiaların radikalleşmesinin gündeme oturtulmasına tanıklık etti. Bu gelişme Barry Hindess, Paul Hirst, Ernesto Laclau ve Adam Przeworksi tarafından temsil edildi.
E. P. Thompson’dan ayrı olarak, Hindess ve Hirst, Althusseryan Marksizmin “izm”lerini en keskin şekilde eleştiren kişilerdi. Onlara göre, sınıflar politik güçlerden radikal olarak ayrılmalıydılar:
Sorun, günün egemen olan politik meselelerine ve uğraşlarına karşı koyduğumuzda ortaya çıkan “sınıflar” ve ekonomik temsilciler kategorisinin bu sınıf ve temsilcileri tam olarak ortaya koymasıdır. Devlet kuruluşları, partiler… ticari birlikler ve işveren organizasyonları, silahlı insan kitleleri, gösteriler, ayaklanan halk yığınları vb., ile sürekli karşı karşıya geliriz, fakat sınıflarla karşılaşmayız… politik (egemen) güçlerden yeterince söz ettik, peki ya ne olacağı şansa bağlı olan meseleler? Sınıfların politik organizasyonlar olmaması gibi, politik mücadeleler de sınıflar arasında politik hegemonya için yapılagelen doğrudan çekişme formunda kendini göstermez; üretimin toplumsal ilişkilerinin doğası bu çekişmede ona temadır: kapitalizme karşı sosyalizm.[8]
Hinddes ve Hirst’in eleştirilerinin ana teması, sınıf ve politika arasında hiçbir zorunlu bağlantı olmadığı yönündedir. Sınıflar, ekonomik temsilcilerin basit kategorileridirler (belirli partilerden, ideolojilerden vb. bağımsız olarak ortaya çıkan). “Önceden belirlenmiş çıkarları yoktur, bu partiler, ideolojiler vb., sınıflarla karşılaştırılarak onlara uygun olup olmadıkları ölçülür”. Sonuç olarak, politika ve ideoloji çok sayıdaki kendi “varoluş koşulları”na sahiptirler, fakat sınıfları doğru olan herhangi bir yolla “temsil” etmezler. O halde, “Politikanın dışındaki bazı gerekli sınıf mücadelesi arenaları” varsayımı, kabul edilmemelidir.[9]
Geleneksel Marksizm -Althusseryan versiyonu kadar klasik versiyonunda da- ile Hindess ve Hirst arasındaki belirgin ayrım daha belirgin görünmektedir. Geleneksel Marksizm determinist varsayımları savunurken, Hindess ve Hirst bunları reddederler; çünkü bu varsayımların ampirik temelleri yoktur. Eleştirmenlerin kendi yaklaşımları, daha karmaşık olan toplumsal ve politik gerçekliğin basit ve kolay bir tanımını yapmak ve bu karmaşıklığın indirgenemez olduğunu düşünmektir. Bu düşünce tarzı -tüm ampirik epistemolojiyi kesin olarak reddetmelerine rağmen[10]– Hindess ve Hirst için doğru olduğu kadar Laclau ve Przeworski için de doğrudur.
Buna karşın, Przeworski’nin kuramı politik-ideolojik sınıf oluşumu ve sınıflar için politik konular bakımından boş bir yer bırakır. Bu farklılık kısmen sınıfın tanımı sorunudur. Bununla birlikte Przeworski’nin toplumsal karmaşıklığın indirgenemezliği üzerindeki ısrarı sınıf tanımıyla özdeştir:
Tarihsel sorunlar olarak karşımıza çıkan sınıf organizasyonları… mülkiyet ilişkileri alanı içerisindeki bireyler tarafından işgal edilmiş olan yerlerce belirlenmemişlerdir. Bu arada sonuca varmamıza yardımcı olacak hiçbir ilişki yoktur. İşçilerin ve kapitalistlerin örgütlenmeleri ve herkesin işçiler veya kapitalistlerin iktidarlarıyla mücadele etmeleri durumunda tam tersi olduğu halde (Kapitalizmin tarihi sınıf mücadelesinin tarihine gerek duymaz)[11]…
Ve ayrıca:
Bir ücret karşılığında çalışma kapasitelerini satarak var oluşlarını sürdüren insanlar hem kadın hem erkek, Katolik ya da Protestan, Kuzeyli veya Güneyli, çok çeşitlidirler. Bunlar aynı zamanda vergi ödeyen, müşteri, ebeveyn ve kent sakini kimliklerini de taşımaktadırlar. Politikada belki sadece işçiler olarak adları geçer, ama aynı zamanda Katolik işçiler, Katolikler’dir.[12]
Przeworski, Althusseryan Marksizm söyleminde asla yer almamıştır. Laclau ise, tam tersine, Althusseryan yaklaşım belirtileri göstermişti ve bu izlere sınıf indirgemeciliği eleştirilerinde hâlâ da rastlanmaktadır. Poulantzas’ın faşizm teorisini 1977’de şöyle eleştirir:
Her çelişkinin sınıf mücadelesiyle ortaya çıktığını öne sürer. Temel Marksist teoriye göre, üretim ilişkileri düzeyi, her zaman, herhangi bir toplumsal oluşumdaki son kertede belirleyici rolünü sürdürür. Bu aslında, sınıf mücadelesinin üstünlüğünü ortaya koyar.[13]
Laclau 1980’lerin başında, “Marksizm eleştirileri”ne doğrudan başvurarak (daha çok Chantal Mouffe ile birlikte çalışarak) geleneksel Marksizm’in tüm “izm”lerinin yasaklandığı politik açıklık teorisini geliştirmeye başladı. 1985’te bu başlangıç niteliğindeki çalışma Hegemonya ve Sosyalist Strateji’nin yayınlanmasıyla doruk noktasına yükseldi.[14]
Laclau ve Mouffe’un “post-Marksist” teorisinin ana öğesi söylem kavramıdır. Politik öznelliği söylemsel açıklığın, yani “anlam üretme” sürecinin sonucu olarak düşünmüşlerdir. Açıklık, anlaşılır öğelerin yayılmasından önceki, ya da dışındaki, oluşum düzlemini içinde barındıran söylemsel bir uygulamadır. Sonuç olarak, “mutlak bir sınıf çekirdeğine oturtulamayan toplumsal temsilciler için bir yapılanma ilkesinin varlığından söz edemeyiz. Laclau ve Mouffe’a göre, geleneksel Marksist kavramlar, nesnel çıkarlar gibi, “herhangi bir kuramsal temel”den yoksundurlar ve “gerçek” çalışan sınıf incelemesi de “yanlış problem”dir.[15] Anlam, politik öznellik ve kitle eylemi, yapısal bir konumdan; toplumsal oluşum düzeyini sınırlayan söylem sürecinden anlaşılamaz. Bu, toplumun “açıklığını” tam anlamıyla şekillendiren şeydir. Sınıf konumları, açıklık temelinde bile ayrıcalıklı olamazlar. Irk, cinsiyet, ulus ya da başka bir şey, bu açıdan bakıldığında aynı önemi taşırlar. Açıklığın temeli, farklılıkların ve sık sık çelişik olan durumların çokluğunda bulunur.[16] Sınıf bunlardan sadece biridir, ve sınıf ilişkileriyle ilgili hiçbir şey önceden bilinemez.
Hindess ve Hirst’in eleştirilerinin güçlü yapısal bileşenlerden mahrum olduğu söylenebilir. Przeworski’nin sınıf düşüncesinin tutarsız olmasının, ve Laclau ve Mouffe’un eklemlenme ve söylem kavramları için bir tanım tayin etmelerindeki yanlışlığın da bu yüzden olduğu öne sürülebilir. Aynı şey eklemlenme ve söylem kavramlarını ampirik bir transparanlıktan yoksun bırakmaları konusunda da geçerlidir.[17] Bunun ötesinde, bu yazarların tamamı bir uç noktayı (ekonomizm ve determinizm) bir diğeriyle (görelilik ve nesnellik) değiştirmeye kalkmışlardır. Öznelliğe düşme yanılgısı, toplumsal gerçekliğin[18] söylemsel olan ve olmayan yönleri arasındaki ayrımı reddeden ve bundan dolayı da toplumsal gerçekliği anlamda temellenmiş olan anlam yapısı sürecine indirgeme eğilimi taşıyan Laclau ve Mouffe’un yazılarında ayrı ayrı kendini gösterir. Böyle bir düşünce tarzında, herhangi bir yapısal eylem (ve söylem) içeriği, söylemsel uygulamayla yapılanmış olsun ya da olmasın, konu dışıdır.[19]
Fakat bu eleştiriler ne derece geçerli olursa olsun, bu yazarlar Marksizmin geleneksel anlamda sınıfa ilişkin saptadığı merkeziliği reddederler.[20] Yazıları, sınıf ve sınıf mücadelesinin her zaman nasıl konuyla doğrudan ilgili olduğu sorusuna yönelmiştir. Bu, herhangi bir özel açıklayıcı statüden yoksun olan sınıf düşüncesinin kanıtı değil midir?
Sınıfın Merkeziliği ile İlgili Argümanlara Bakış
Wright’ın savunması
1985’te yayımlanan Classes’ta, Erik Olin Wright bu soruyu hiçbir biçimde yanıtlamaz. Sınıflar her şeyden önce sınıf yapısı sorunlarına adanmıştır. Wright, hiçbir biçimde ekonomizmi ve sınıf indirgemeciliğini ıslah etmeye çalışmamasına rağmen, Marksizmin sınıf merkeziliğine sıkı sıkıya tutunması gerektiği konusunda ısrar eder. Ona göre, bu merkezilik “hâkimiyet-merkezli sınıf kavramına çevrilirse” yıkılabilirdi. Bu kavram;
toplumu anlaşılır kılmak için “çok çeşitli baskı” yöntemleri denemeye eğilimlidir. Toplumlar ona göre, baskıların çokluğuyla şekillenirler, her bir baskı da farklı hâkimiyetlerde temellenir: Cinsel, ırksal, ulusal, ekonomik vb. Hiçbiri bir diğerinden daha çok açıklayıcı üstünlüğe sahip değildir. Sınıf, o halde birçok baskının bir araya gelmiş halidir.
Bu merkeziliği elden bırakmamak için, Wright, Marksizmin sömürü merkezli sınıf kavramına tercih edilmesi gerektiğini öne sürer.[21]
Sorun, sınıf kavramının merkeziliğe gereksinimi olup olmamasında yatar. Merkeziyetçilik, indirgemeci olmayan anlamda, Wright’ın da belirttiği gibi, açıklayıcı sınıf öncelliği anlamına gelmekteydi. O’na göre, sınıf yapısı,
sadece sınıf oluşumunun, sınıf bilincinin ve sınıf mücadelesinin temel olabilirlik limitlerini oluşturan şey olarak değil, aynı zamanda toplumsal yapının diğer yönlerinin en temel sosyal belirleyicilerinin olabilirlik limitlerini de yapılandıran şey olarak görülürler. Sınıf yapıları, devletin, etnik ilişkilerin, cins ilişkilerinin olası çeşitlilikler dizisinin biçimlenmesindeki gibi toplumların bir arada olmasını sağlayan önemli ilkelerini meydana getirirler.
Ve ekler:
Sınıf yapılarının toplumsal değişim yörüngesinin sınırlarını belirleyen çizgileri meydana getirdiği iddiası sınıf mücadelesinin tarihin “itici gücü” olduğu tezi, toplumsal değişimin devirsel yörüngesini sınırlayan niteliksel dönüşümleri açıklayan sınıf yapıları içinde almış oldukları yer ile tanımlanan eylemciler arasındaki uyuşmazlığı belirler.[22]
Wright, sınıf yapısının insan kimliğini belirlemedeki en önemli öğe olduğunu ve sınıf mücadelesinin toplumun ve tarihin temel özelliklerini açıkladığını kanıtlamalıdır. Bunu tam kapsayıcı ampirik yolla kanıtlamak mümkün olmadığından Wright, sınıf merkeziyetçiliğini oluşturan bazı temel toplumsal olgular veya bazı toplumsal mekanizmalara başvurursa ve bu türden biçimleri önemli örneklerle açıklayarak ortaya koyarsa iddiasını akla yatkın hale getirebilir. Peki, kendisi böyle bir tezi şart koşmuş mudur?
Sınıf önceliğinin devamını sağlamak için; “Sınıf yapısının çeşitli kaynakların uygulandığı ve dağıtımının sağlandığı merkez mekanizmayı meydana getirdiğini iddia etmek yeterli olacaktır. Sınıf yapıları toplumsal gücün en önemli belirleyicileridirler” tezini öne sürer. “Sınıf yapıları, insan kapasitesini etkin kılan kaynaklara temel ulaşım yollarını açtıkları” için “sınıfsal olmayan mekanizmaların işlediği” “sınırları”oluştururlar.[23] Bu toplumsal bir olgu mudur ve gerçekten yeterli midir?
Marksizm her zaman toplumsal hayatın maddesel boyutlarını vurguladı ve bu boyutları da hayatın var oluşsal şartlarını (yaşam standardını) belirleyen maddesel kaynaklara ve büyük oranlarda da eğitim, kültür, bilgi ve politika gibi diğer kaynaklara ulaşım yollarını açtıkları için temel öğeler olarak ele aldı. Bu vurgu tam olarak haklı çıkarılabilir ve maddesel faktörler toplumsal farklılıkların birçok yönünü kendi kendileriyle açıklayabilirler. Sınıf yapısının, maddesel kaynakların yayılımı için gerekli olan en geniş matris olduğu da doğrudur. Bu kaynakların somut yayılımı, sınıf koşullarını yeterli derecede tanımlayamayan, nüfusun çeşitli bireysel ekonomik durumları ve şartlarını yansıtır. Bundan başka, Wright da bu görüşü destekler görünmektedir. Etnik gruplar, dinler, uluslar ve cinsiyetler arasındaki kaynakların dağılımı (temel olarak) bir sınıf sorunu değildir. Tüm bu kategorilerin bir tanesinin her bir üyesi aynı zamanda tek bir sınıfın üyesi olabilir ve sınıf yapısının içinde bulunabilir, fakat eylem kendi özel kapasitesi özel ilişkilerin karmaşık biçimleriyle belirlenmiştir.
Sınıf yapısının, kaynaklara ulaşmak için en önemli belirleyici olduğunu kabul etsek bile, geriye yine de bir soru kalıyor. Bu olgu, sınıfsal olmayan ilişkilerin farklılıklarını, bu ilişkilerin sınıf yapılarının farklılıklarını sınırlamasından daha çok “sınırlar” mı? Wright, iddiasını kanıtlayacak olan herhangi bir zorlayıcı mekanizmadan söz etmez. Tezinin bir göstergesi olarak, sadece erkek egemenliğinden söz eder, bu konudaki ısrarının ise sınıf yapısıyla açıklanamayacağını itiraf eder. “Erkek egemenliğinin kurumsallaşmış formlarının elenme”sinin tarihsel olasılığı, bununla birlikte, hâlâ “sınıf ilişkilerinin dönüşümüyle” devlet üretiminin öğelerinin ortaya çıkmasıyla birlikte meydana gelen kapitalist üretimin ileri formlarının gelişimi açıklanmalıdır.[24] Wright burada, besbelli ki sınıf yapısı ve ekonomiyi bir arada tutmaya çalışıyor, ama bu bile ikna edici değildir.
Kapitalist ekonomi kavramı, kapitalist sınıf yapısı kavramından daha ayrıntılıdır. Kapitalist gelişimin çoğunlukla özerk olan dinamiği –Wright’ın teziyle ilgili değildir- diğer toplumsal alanlarda bir değişime yol açmıştır. Son iki yüzyılda bin yıllık dönemden daha çok değişime neden olan bu dinamikler, üretim ve emekçilerin geniş varlığıyla edinilen özel mülkiyetin var oluşuyla değil, kapitalist girişimlerdeki rekabet sistemi altında büyük ölçüde anonim ve düzensiz olan Pazar için yapılan üretim ile sözü edilen üretimin ilişkisi çerçevesinde belirlenir. Tarihsel olarak, bu (ilk ekonomik yapısıyla gelişmeye ve değişmeye mahkum edilen bir topluma doğru “büyük dönüşüm”e neden olan), pazarın salıverilmesidir.[25] Ulusal ekonominin, uzun dalgalanmaların ve iş döngüsünün yükselişi ve düşünü belirleyen özel şartlardan ayrı olarak, kapitalizmin yapısal dinamiği, az ya da çok, en az üç boyutta süreğen olan değişime neden olmuştur: Teknoloji ve üretim bilgisi; eşyalar ve yaşamın maddesel yönü; toplumsal yapı. “Sınıf ilişkilerinin dönüşümü”, bu dinamiğin sadece bir yönüdür.
Böylece, Wright’ın da belirttiği gibi, geçmiş yirmi yıldaki geleneksel patriarkal ilişkiler sorgulandığında, bunun sebebinin, kütlesel iletişim ve kütlesel tüketim olduğu kadar, artan sosyo-coğrafik hareketlilik, büyüyen profesyonellik, hızla çoğalan yüksek öğrenim ve teknik-ekonomik talepler olduğu görülür. Geleneksel bağların çürümesi ve değişen sınıf yapısı (orta sınıfın genişlemesi) nedensellik zincirinde en azından bir halkaya sahiptir. Aslında, kapitalizmin tarihsel olarak tek olan dinamiği toplumsal değişimin çeşitli olasılıklarını açıkta bırakır. Kapitalizmin gücünün nüfuz etmesinden dolayı, bu dinamik, modern dünyada toplumsal gelişimin en önemli itici gücü olarak görülebilir. Yapı, eylemi olanaklı kıldığı kadar da sınırlar; kapitalizm de işlevsel gereksinimler oluşturarak olası toplumsal çeşitlilik dizisini sınırlamaya eğilimlidir. Fakat bu tez, Wright’ın “Sınıf Üstünlüğü” teziyle benzerlik taşımaz.
Son olarak, Wright’ın sınıf mücadelesinin merkeziliği hakkındaki evrensel tezi, özellikle dönemsel değişiklik süreci bakımından, bana göre çok zayıftır. Eğer biri dönemsel değişimi sınıf yapısındaki temel değişim olarak tanımlıyorsa, değişim için mücadele eden eylemcilerin seçimleri halihazırda bu tanımla sınırlanmıştır. Hâlâ sorulmayan birçok soru vardır. Dönemsel değişimler için her zaman belirli dönemler var mıdır? Temel değişim, sınıf yapısında meydana gelen herhangi bir bilinçli mücadele olmaksızın, yavaş yavaş meydana geliyorsa, neyle karşılaşılır? Aslında, hem feodalizm hem de kapitalizm yavaş yavaş yükselmektedir; bu kararlı adımları ancak geçmişe baktığımızda tanımlayabiliriz. Burjuva devrimleri bir tür sınıf mücadelesine dönüşmüştür, fakat bu mücadele kendi başına bir anlam ifade etmeyen feodal sınıflar, feodal efendiler ve köylüler arasındaki mücadele değildir. Ayrıca, bu devrimler ilk ve en önde gelen politik devrimlerdir. Bunun aksine, 1917-19 Rus devrimi sınıf yapısını değiştiren bir devrim olmuştur, belirlenen sınıf yapısı olası yapı dizisini sınırlamıştır. Muhalif güçler sınıf güçleri miydi veya egemen güçler halk güçleriyle mi karşı karşıyaydı? Devrim, sınıf ilişkilerini harekete geçirmiş miydi? Ve 1928-30 yıllarının en köklü Stalinist devrimi sınıf yapısı ve sınıf mücadelesi tarafından mı belirlenmişti? Partilerin klikleri sınıf mıydılar; yoksa “kulak” olarak damgalanan köylüler mi sınıftı? Ya da, son örnek olarak, Alman faşizmi ciddi biçimde sınıf yapısını etkilememişti, fakat sınıf gerçekliğini dramatik bir biçimde değiştirdi. Sınıf temelli güçlerin mücadelesi, hiç kuşku yok ki, bu süreçte çok büyük bir etkiye sahipti. Fakat sınıf kavramı eğer başlıca açıklamayı temin ediyorsa, neden faşizm sadece Almanya’da ve daha az dramatik olan bir tarzda İtalya’da ortaya çıktı?
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Wright kendi iddiasını sürdürecek herhangi bir tez tedarik edememiştir. Bundan dolayı, Marksizmin geleneksel olarak sınıf kavramına niçin merkezilik verdiği sorulmalıdır.
Marx’ın materyalist düşüncesi
Marx neden toplumsal ilişkilerin, toplumsal eylemin ve toplumsal değişimin ekonomik olarak tanımlanan sınıfların mücadelesiyle açıklanması gerektiğini varsaymıştır? Politik olarak adlandırılan yazıları döneminin sosyo-politik süreçlerini tanımlar, fakat sınıfın evrensel açıklayıcı statüsüyle ilgili iddiaları hiçbir temele sahip değildir. Politik ekonomisi de bu temelden yoksundur; kapitalizmle sınırlanmıştır. Marx’tan beklenebilecek tek şey, kapitalizm bağlamında sınıf merkezliği teorisidir. Ve aslında böyle bir teori Marx’ın politik ekonomisinden de çıkarılabilir.
Kapitalizm açısından bile, bu teori sadece çok sınırlı bir alanla ilişkilidir. Bu teorinin başlıca tezi, kapitalist gelişimin, sonunda, sınıftan ziyade toplumsal pozisyonların tarihsel bağlantısızlığa indirgeneceğini destekler Sonunda insanlar ekonomik sınıf konumlarını temel alarak “tarihini oluşturmaya” zorlanırlar. Ve kapitalizmi yıkarak sosyalizmi getirmeye zorlananın da işçi sınıfı olduğu söylenmelidir. Kapitalizmin zorunlu olarak sosyalizme neden olması gerektiği Marx’ın metafiziksel tarih teleolojisinde yer almaktadır. Fakat Marx’ın, işçi sınıfının kapitalizmi kaçınılmaz olarak yıkacağı iddiası tartışmaya açıktır. Marx’ın tezleri kaynağını maddesel gücün en önemli kavram olarak karşımıza çıktığı materyalizminde bulur.[26]
Özünde, Marx’ın kapitalizm teorisi iki sınıflı bir modeldir. Marx, sınıfları, üretim araçları ve üreticiler arasındaki ilişkiyle şekillenen birbirleriyle ilişkili kategoriler olarak tanımlar.[27] Kapitalizmde üretimin “nesnel” ve “öznel” faktörleri ücretli emek ve sermayeden “boşanmıştır” ve yine onlar tarafından temsil edilmektedir. Marx’a göre toprak sahipleri ve küçük burjuvazi gerileme gösteren varlıklardır; yeni orta sınıflar ise ciddi bir konu oluşturmazlar. Marx, pek sık olmasa da, ücretlilerin endüstriyel ve “ticari”, donanımlı ve donanımsız, uzman ve yetkili çalışanlardan ayrı olması ile ilgilendi. [28] Bu ayrılık, üretimde söz sahibi olan ve olmayan ücretli işçiler arasındaki ayrım gibi, [29] kapitalist gelişimde hiçbir etkiye sahip değildir. Sonunda, tek biçimlilik zafer kazanacaktır. [30] Konuyla doğrudan ilgili olan sınıflar, bundan dolayı, kapitalistler ve tek biçimli çalışan sınıftır. Marx’ın çalışan sınıf tanımı muallaktadır: Endüstriyel alanda çalışan sınıfla özdeşleştirilebilir, fakat Marx’ın politik ekonomisinin egemen mantığını takip ettiğimizde, çalışan sınıf tanımının tüm ücretli çalışanları kapsadığını görürüz.
Marx’ın kuramında, kapitalist üretim tarzının “hareket yasası”, nihai anlamda, çalışan sınıfı kapitalizmi yıkmaya zorlar. Sınıf mücadelesine temel anlamını veren de bu ilkedir. Rekabet çabası nedeniyle, sermaye, üretim güçlerini geliştirmek, yeni ürünler yaratmak ve artı değeri genişletmek için iş gücünü ucuzlatarak kazancını arttırmayı hedefler. Bu suretle de sömürüyü yaygınlaştırır. Tüm bunlar kapitalizmin yegâne dinamiğini belirler, fakat aynı zamanda ücretlilerin maddi var oluşlarını da tehdit eder. İnsanlar yararlı değerler uğruna çalışırlar, fakat kazanca doğru olan kapitalist yönlendirme, bu amacı baltalar. Üretimdeki ilerleme iş güvenliğini tehlikeye sokar; azaltılan işçi giderleri daha az ücret, daha çok çalışma saatleri, daha çok iş yoğunluğu ve azaltılan işçi güvenliği anlamına gelir. Emek ve sermaye arasındaki ilişki yapısal bir karşıtlıktır (Marx’ın diyalektik terminolojisinde “çelişkili” ilişki anlamındadır) ve sonuç olarak da potansiyel sürekli çatışmadır.
Marx, kapitalizmdeki sınıf antagonizmasının kaynağı olarak nitelendirilen ve belirli bir nicel ilişki diye tanımlanan sömürüyü tartışmaz. Ona göre bu antagonizma, sömürünün dinamiğinin temel öğe olduğu geniş kapsamlı kapitalist birikim dinamiğinden kaynaklanır. Marx’ın politik ekonomisinde egemen tez için önemli olan, çalışan sınıfın yaşama koşullarına ilişkin kapitalist birikim dizisinde dramatik bir kötüye gidişin olduğunu gerçek olarak varsaymasıdır. Üretimin artması ve buna bağlı olarak, kabarık bir endüstriyel “ordu rezervi” ve sömürü oranının artışı çalışan sınıfın (türdeş çoğunluğunun) kaçınılmaz olarak güçsüzleştirilmesine yol açar. Bu, uzun vadede genelleştirilen bir varoluşçu mutsuzluğa yol açacak olan “kapitalist birikimin genel yasası”dır. [31] Sözü edilen varoluşçu mutsuzluk durumunda üretim artışı, erkek ya da kadın, Katolik ya da Protestan, genç ya da yaşlı, köy ya da kent sakini olup olmamasına bakılmadan tüm ücretliler için konu dışıdır. Politik eylemin (önemi olan) tek temeli ücretlilerin sınıf durumlarıdır: Sınıf konumları nedeniyle kapitalizmi yıkabileceklerdir.
Marx’ın çalışan sınıfın nihai anlamda güçsüzleştirilmesini savunması, akademik tartışmaların konusudur. Tüm çalışması boyunca, çalışan sınıfın maddi yaşam şartlarının gelişimi hakkında çelişkili görüşler belirtmiştir. Fakat, çalışmasının en önemli bölümlerinde, dönemsel değişimlerle her ilgilendiğinde çalışan sınıfın nihai olarak güçsüzleştirildiğini varsaymıştır.
Daha da önemlisi, Marx’ın maddi gereksinimler ve tarihsel yasalar üzerindeki vurgusu, çalışan sınıfın yoksulluğunun artışı teorisi olmadan tutarlı bir temele sahip olmazdı. Bu teori, Marx’ın ve geleneksel Marksistlerin sınıf mücadeleleri ve sınıf konumlarına verdikleri olağanüstü değer için tek, ama çok sınırlı, temeldir.
Kapitalist Dinamik ve Sınıf Temelli Mücadeleye Baskısı
Marx’ın tarihsel kapitalist birikim eğilimleri teorisinin can alıcı yönünün kolayca savunulabilir olmadığı bir sır değildir. Marx’ın temel yanılgısı “demir zorunluluk” ile varlığını sürdüren uzun süreli yasaların ve tarihin eğilimlerinin belli soyut gelişim olasılıklarını ortaya çıkarmaktı. [32] Bu yolla, “tahminleri etkili süreçlerden” ayırır ki bunlar “kötü soyutlananlardır” [33]. Nitekim, kapitalist birikim sürecini çözümlerken sermaye bileşenlerindeki değişimi, bu sürecin belirleyicisi olarak sabit sermaye -makineyi insan gücünün yerine koyma- lehinde ele almıştır. [34] Ve bu “faktörü” ele almasının hareket noktasıyla Marx, ücretlilerin nihai olarak güçsüzleştirildiği sonucuna ulaşmıştır. Yeni ürünlerin yaratılması -emek piyasasının üretimdeki artışların yerine konması- ve daha da önemlisi kapitalizm içindeki maddi konumlarını iyileştirmek için ücretlilerin bir araya gelmesi ve mücadele etmesinin Marx için hiçbir önemi yoktu. Çalışan sınıfın kapitalizmi yıkmak için zorlanmadığı gerçeğinden sorumlu olanlar da bu faktörlerdir. Bundan dolayı, cinsel, ırksal, ulusal, dinsel ya da sosyo-coğrafik konumların tarihsel ilgisizliğe terk edildiğini teşhis edecek olan hiçbir ekonomik gelişme yoktur.
Üstelik, Marx’ın çalışan sınıfın artan türdeşliği tezinin doğruluğu kanıtlanamaz. Tam tersine, kapitalist gelişim -içsel bir eğilim olan- emeğin teknolojik ve örgütsel ayrımının bir koşulu olarak ücretli işçiler arasındaki artan farklılaşma olarak karşımıza çıkar. Kapitalist birikim süreci kendini iki şekilde gösterir: Emek ve sermayenin kutuplaşmasına doğru olan eğilim ve ücretlilerin bireyselleşmesi ve parçalanmasına doğru olan eğilim. Sözde yeni orta sınıfın varlığı bu gelişimin en elle tutulur sonucudur. Ücretli emeğin bireyselleşmesi ve parçalanması, emek ve sermaye arasındaki somut ilişkinin çalışan sınıf ile kapitalist sınıf arasındaki ilişkiye benzemediğinin kanıtıdır. Bireysel ve toplu ekonomik konumlar, zorunlu olarak, uyuşma göstermezler.
Bundan dolayı Hirst, Laclau ve Przeworski gibi eleştirmenler, geleneksel Marksizmin sınıfa verdiği merkeziliğin doğruluğunu sorguluyorlar. Bununla birlikte onlar, toplumsal eklemlenme ve politik eylemlerin temeli olan sınıf konumlarının kendine özgü durumunu görmezden gelmeye eğilimlidirler. Marx’ın kuramının esas özü kapitalizmin (yapısal anlamda) dinamik özelliği üzerindeki vurgusu olarak kalmıştır. Kapitalizmin dinamiği üstyapı ve temel teoremlerinde bir anlam ifade edebilir, çünkü sadece kapitalist toplumlarda toplumun hiçbir kesiminin ekonomik yapısı bütünün ekonomik yapısından daha fazla söz sahibi olamaz. Feodalizmde ve diğer kapitalizm öncesi üretim tarzlarında mevcut olmayan bu dinamik, kapitalist toplumun gelişiminde lokomotif görevi görür. Sınıf yapısının sürekli olarak yeniden şekillenmesiyle, insan ihtiyaçları, toplumun maddi mekânı, politikada, ideolojide ve kültürdeki değişimleri harekete geçiren ekonomiyi etkiler. Bu anlamda, kapitalist ekonomi tarihsel gelişimin “temeli” görevini görür. “Üstyapı” nosyonu da, bu nedenle, sorgulanabilir niteliktedir, çünkü hiçbir ekonomik mekanizma politikayı, ideolojiyi ve kültürü tam anlamıyla belirleyemez.
Marksist kuramın ikinci özü, emek ve sermaye arasındaki ya da daha genel olarak, insanların değerlere sermayenin kâra olan yönelimi arasındaki antagonizmanın yapısal niteliğini vurgulamasıdır. Aslında sermaye mantığı, maliyeti düşürmek ve kazancı arttırmaya yönelik yapısal baskı, ücretlilerin var oluşunu ele alır ve yapısal olarak onları bu mantığa karşı savaşmaya zorlar. Ücretler ve çalışma şartları için verilen her günkü mücadele bu baskının basit bir açıklamasıdır. 19. yüzyıl kapitalizminin tersine, Batı’da ve Kuzey’deki sermaye ve emek arasındaki yeni mücadele normalde varoluşsal bir geçim mücadelesi değildir. Kâr arttırımı mantığına işçi direnişi olmadan iş, ücret miktarı, çalışma saatleri ve işçilerin yeterince iyi çalışma şartlarının nispi garantisi olmazdı. Hayat, belirsiz bir hadise, emek de sermaye için ödenen ücretten başka bir şey olmazdı. İnsanlar, sömürünün bir sonucu olan mülkiyetin üstesinden gelebildiği halde, yetersiz sermaye mantığının yarattığı belirsiz yaşam umutlarının üstesinden gelemez.
Bu, ücretlilerin üzerindeki kapitalist yayılma ve müşteri gereksinimlerinin yeniden ve sürekli olarak şekillenmesiyle desteklenen kapitalist mantığa karşı savaşma baskısıdır. Bu baskı, kapitalist toplumdaki sermaye ve emek arasındaki mücadelelerin neden evrensel ve kalıcı olduğunu açıklar. Artı değere yönelim ve sermaye ile emek arasındaki mücadelenin öncelikli ve önemli bir tarzı olan kâra yönelimden başka hiçbir temel ve varoluşsal mücadeleden söz edilemez. Hiçbir mücadele karşılaştırmalı tarihsel kayıtlara da sahip değildir. Birbirleriyle ilişkili kapitalist sınıf konumlarındaki yapısal mücadele baskısı bu konumları birbirlerinden ayırmaya yarayan bir özelliktir. Bu özellik, sınıfın açıklayıcı bir “merkeziliği” olduğunu kanıtlamaz, fakat politik eylem ve yayılma için bir temel niteliğinde olan birbirleriyle ilişkili sınıf konumlarının niteliğini ortaya koyar. Çatışmaya yönelik yapısal baskı, emek ve sermaye arasındaki mücadelenin özgüllüğünü oluşturur.
Sermaye ve emek arasındaki yapısal antagonizma somut bir gerçekliktir. Fakat aynı zamanda bir soyutlamadır da, çünkü mücadele kanıtları birçok faktöre dayanmaktadır. İlk olarak, kapitalist sınıf konumları ücretlileri parçalayan ve birbirinden ayıran hiyerarşik emek ayrımını üst üste getirir. [35] Bu, kapitalist yapıyı daha kompleks bir hale getirir. Tüm bireysel ücretlilerin aynı oranda ve aynı yolla sermaye mantığıyla işlenmesini gerekli kılar. Sonuç, sermaye ve emek arasındaki antagonizmanın, iki sınıf kollektivitesi arasındaki mücadeleye neden olmamasıdır. Bunun ötesinde, sermaye ve emek arasındaki yapısal antagonizmadan bu iki farklı kutup arasındaki mücadelenin nasıl devam edeceğini çıkaramayız. Hindess ve Hirst bu noktada çok haklıydılar. Emek ve sermaye arasındaki mücadele politik güçler arasındaki mücadeledir. Bu güçler sadece birbirleriyle ilişkili sınıf konumlarına değil aynı zamanda bireysel ekonomik konumlara, el emeği ve zihinsel emek arasındaki ayrım gibi ideolojik geleneklere, yaşa, cinsiyete ve bunun gibi diğer belirleyicilere dayanmaktadır. Tüm bu faktörler kendi alanlarında etkilidirler. Son olarak da, -toplumsallaşma, yönetim ve deneyimde öğrenilen süreçlerden kaynaklanan- politik eklemlenme, toplumsal gerçekliğin hiçbir şeye indirgenemeyen bir düzeyidir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, emek ve sermaye arasındaki karşıtlık, yapısal dinamikleriyle ayrılır. Fakat bu, sınıf konumlarının tikel açıklayıcı güçleri olduğu genel iddiasını haklı çıkarmaz. Sınıf mücadelesi kapitalist toplum tarihinin motoru değildir. Böyle bir motor varsa bile, bu sermaye ve emek arasındaki yapısal antagonizmanın tek özellik olduğu kapitalist ekonominin dinamiğinden başka bir şey değildir. Sermaye, birikime zorlanır, emek ise sermayenin birikim mantığına karşı mücadele etmeye… Önsel nitelikteki varoluşsal boyutu nedeniyle, sermaye ve emek arasındaki çatışma, kapitalist toplumun evrensel ve daimi bir özelliğidir. Hindess ve Hirst ile Laclau ve Mouffe gibi kuramcılar bu özelliğe göz yummaya eğilimlidirler. Sermaye-emek çatışması, kapitalist tarihte kesinlikle merkezi bir konuma sahiptir. Besbelli ki, ücret ve kârın dağılımı tarihi veya sosyal yardım yasalarının önemli bölümlerinin gelişmesi, kapitalist antagonizmanın iki kutbu arasındaki güç ilişkisinden kökleşmiştir. Fakat kapitalist toplumlardaki, faşizmin yükselişi ya da 1960’ların “kültürel devrimi” gibi çeşitli tarihsel gelişmelerde, sermaye ve emek arasındaki antagonizma önsel bir öneme sahip değildir. [36]
Sınıf mücadelesi kavramı, sınıf ilişkilerinin dinamiğinden ortaya çıkan sorunların başlattığı sınıf-temelli (politik) güçler arasındaki mücadele göz önüne alındığında bir anlam ifade eder. Sınıf oluşumu kavramı da aynı şekilde düşünülmelidir. Sınıf oluşumu, ekonomik sınıfın politik-ideolojik oluşumu kadar önemli bir anlama sahiptir, sadece kuramsal olasılık ile ilgilidir. Gerçekte var olan, sosyal-demokrat ya da Katolik birlikler gibi sınıf-temelli oluşumdur. Sınıf bilinci kavramı ise bu aşamada biraz karmaşıktır. Bu, bir sınıf yapısına sahip olan sınıf üyelerinin bilinci ve bu yapı içerisinde açıkça ortaya konan çıkarlarla ilintili midir? Bu durumda başvuracağımız kişi sınıf değil bireyin kendisidir. Ya da, sınıf bilinci kavramının kendi sınıf konumlarından analitik olarak türetilebilen nesnel çıkarların bir sınıfın üyeleri tarafından açıklanabilmesi ölçüsüyle ilişkili olduğu söylenebilir mi? Böyle bir yorum, ancak nesnel sınıf çıkarları düşüncesi uygulanabilir olduğu oranda kabul edilebilirdir.
Sınıf Yapısı, Nesnel Çıkarlar ve Eleştirel Sosyal Bilim
Geleneksel Marksizmde, sınıf kavramı sadece “açıklayıcı önselliğe” sahip değildir. Marksizmin her zaman bir eleştirel bilim ya da Engels’in deyimiyle “bilimsel sosyalizm” kuramı olduğu iddia edilmiştir. Bu içerikte ele alındığında sınıf kavramı, nesnel sınıf çıkarları kavramı ve bu çıkarlar için bir temel niteliğinde olan sınıf yapısı kavramı merkezi bir öneme sahiptir. Politik ekonomisinde Marx’ın amacı, sosyalizm/komünizmde çalışan sınıfın nesnel çıkarlarının farkına varılmasına yol açan ve antagonist nesnel çıkarları tanımlayan kapitalist birikim sürecinin çözümlenmesi yoluyla komünizmin “kuramsal temeli”ni[37] önermektir. Teleolojik kuramında ise, kapitalist gelişim doğrultusunun çözümlenmesi için benzer eleştirilerde bulunur. Araştırmalarına yol gösteren değerler ne olursa olsun, Marx’ın kuramı gerçek tarihin bir “aracı”ndan[38] başka bir şey değildir.
Marksizmin geniş kapsamlı problematiğinin toplumsal değişimden toplumsal yeniden üretime değişmesiyle, nesnel çıkarlar nosyonunun ilgileri de değişmiştir. “Çarpık” sınıf bilincinin tanımlanması için bir ölçüt ve bilimsel anlamda çalışan sınıfın “avant-garde’ına öncülük ettiği iddia edilen sosyalist / komünist partinin savunulabilirliği olarak iş görür. Ve “gerçekten varolan sosyalizm”de, çalışan sınıfın nesnel çıkarları parti ve ilişkili devlet aygıtlarının çalışan sınıf ve tüm nüfusa karşı baskıcı uygulamalarını haklı çıkarmaya hizmet eder. Nesnel çıkarlar düşüncesinin bu değişimi, en azından, nesnel bilgiye sahip olduklarını iddia edenler ile kendi “gerçek” çıkarlarından haberi olmayanlar arasındaki esaslı bir ayrım yapmaya yönelen bu kavramın dikkatli kullanımı için yeterli bir neden teşkil eder.
Nesnel sınıf çıkarları kavramının geçerliliği üzerine Marksizmde sınırlı tartışmalar vardır. Ekonomizm kadar, sınıf indirgemeciliği ve teleolojik tarih görüşü de Marksizmde egemendiler. Sosyalizmdeki çalışan sınıfın nesnel çıkarları nosyonunun geçerliliği, büyük oranda özellikle Georg Lukacs’ın “nesnel sınıf bilinci” kuramı geleneğinde doğruymuş gibi düşünülür. [39] Althusseryanizmde, nesnel çıkarlar kavramı diye bir şey yoktur, çünkü konu “tarihselcilik” ve subjektivizm adı altında tartışılır. Fakat, Althusseryan eleştiri yine de belirsizliğini korur. Marksizmin son dönemdeki bunalımlı gidişatında, nesnel çıkarlar kavramı geleneksel Marksizmin “kötü izm”lerinin bir yönü olarak yok olmuştur. Wright’ı eleştirirlerken, Laclau ve Mouffe eğer “ayrıcalıklı bazı öznel durumlar”dan vazgeçilirse bu kavramın “herhangi bir kuramsal temelden yoksun olduğunu” ve “anlamsızlaşacağını” söylerler. [40] Bu yazarlara göre, eleştirilerinin sistematik olarak ayrıntılandırılması gerekli değildir. Wright’ın, yeni sömürü-merkezli yaklaşımıyla, nesnel sınıf çıkarları kavramının tazmini ve özellikle de çalışan sınıfın sosyalizmde nesnel çıkarlara sahip olduğu iddiası için savunulabilir argümanlar ortaya atıp atmadığı asıl sorundur.
Wright’ın yaklaşımının kısa özeti
Wright’ın hareket noktası ne teleolojik ne de Leninisttir. Nesnel çıkarlar kavramına net bir biçimde dikkat gösteren az sayıdaki Batı Marksistinden biridir. Wright’ın temel varsayımı, insanların “eylem kapasitelerini arttırmak için ‘nesnel çıkarlara’ sahip oldukları”dır. “Bireyler, seçim yapma ve eyleme -gerçek özgürlükleriyle- sahip olmalarının, sınıf yapısı içerisindeki konumlarıyla sistematik olarak şekillenmesi ölçüsünde, sözü edilen gerçek özgür çıkarlarında temellenen nesnel sınıf çıkarlarına sahip olabilirler”. [41] Sınıf yapısı çözümlemesi, o halde, çok keskin bir öneme sahiptir. Çünkü bu nesnel sınıf çıkarlarının yapısal temeline yerleşmiştir.
Wright’ın görüşüne göre, sınıf yapısını belirlemek için en uygun kriter sömürü ilişkileridir. Egemenliğin, aksine, “sömürünün esas olarak karşıt maddi çıkarlar gerektirdiğini” iddia eder. [42] John Roemer’in kuramına uygun olarak, sömürüyü bir bireyin, grubun veya sınıfın zenginliği ile başka bir bireyin, grubun veya sınıfın yoksulluğu arasındaki nedensel ilişki olarak düşünür. Sömürünün nedeni, başlıca örneği üretim araçlarının özel mülkiyeti, devlet kuramları üzerindeki egemenlik ve özel becerileri elinde bulundurma olan üretimin eşitsiz dağılımında görülür. Malların mülkiyeti yoluyla yapılan sömürü –Marksizmin klasik maddesi– Roemer ve Wright’ın genel sömürü düşüncelerindeki özel bir duruma tekabül eder ve –kapitalizm açısından– emek ve sermaye sınıflarını tanımlar. Kurumsal mallar (yöneticiler ve yetkililere prototip olarak ait olan) ve yetenek malları (prototip olarak uzmanlara ait olan) yeni orta sınıfın konumunu tanımlar. Bu konumlar “çelişkili konumlar”dır, çünkü ücretliler kapitalist anlamda sömürülmektedirler ve yetenek sömürücüleri ya da kurumsal sömürücüler de varlıklarını diğer yanda sürdürmektedirler. [43] Gerçek çalışan sınıf, hem sermaye hem de yeni orta sınıf tarafından sömürülen bu ücretlilerin oluşturduğu sınıftır. Wright bunlara “niteliksiz ve yönetici olmayan işçiler” der. [44]
Roemer’e göre ise, sömürü varlık ve sefalet arasındaki nedensel ilişkiden kaynaklanmaz. Bunun için ikinci bir kriteri vardır. S ve N’nin koalisyonu, büyük bir toplumda, ancak ve ancak:
1) S’nin şimdiki konumundan daha iyi bir durumda olduğu ve varsayımsal anlamda uygulanabilir olarak düşündüğümüz bir seçeneğin olması;
2) Bu seçenek ışığında, S’nin tamamlayıcısı, N-S=Sa koalisyonu şimdikinden daha kötü olması durumunda sömürülebilir. [45]
Wright, nesnel sınıf çıkarları kuramını bu yapı üzerine kurar. Kapitalistler daha kötü bir duruma düştüğü ve bundan dolayı da özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla azaltılan bir eylem kapasitesine sahip oldukları için, kapitalist ilişkilerin yeniden düzenlenmesinde nesnel çıkarlara sahiptirler. Çalışan sınıf ise, tam tersine, “her bir işçinin toplumun toplam üretim mallarından kendi payına düşeni aldığı” bir toplumda daha iyiye gitmektedir. [46] Bu sınıf, o halde, bu doğrultuda değişen toplumda nesnel bir çıkara sahiptir. Kurumsal ve yeteneksel farklılıkların ortadan kaldırılmasında da nesnel bir çıkarı vardır. Bu açıdan bakıldığında, çalışan sınıfın karşıtları, sözü edilen farklılıkları devam ettirmede nesnel çıkarları olan yeni orta sınıftır. Diğer yandan –ve bu çelişkili konumlarını karakterize eder– üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmada çalışanların çıkarlarını paylaşırlar. [47]
Kısaca, kapitalistlerin kapitalizmde nesnel çıkarları vardır. Yeni orta sınıfın Wright’ın “devletçilik” diye adlandırdığı[48] “gerçekte var olan sosyalizm”i yansıtan üretim tarzında nesnel çıkarları varmış gibi görünmektedir. Çalışan sınıfın da, Marksizmin geleneksel anlamda tam komünizm, yani “üretimde kullanılan fiziksel ve kurumsal kaynaklar üzerindeki radikal demokratik egemenlik” tarafından karakterize edilen olarak tanımladığı toplumda nesnel çıkarları vardır. [49] Roemer ve Wright’a göre bu durum, (sömürülenlerin) emekçileri emekten sermayeyi ve çalışan sınıftan sömürücü yeni orta sınıfı transfer etmesine neden olan daha iyi bir duruma doğru gittiği varsayımsal olarak uygulanabilir olan alternatif üretim tarzları olasılığıdır. Çünkü “sömürülenlerin durumu sömürü olmadığı zaman daha iyi olursa, sömürü hakkında konuşmak bir anlam ifade eder” [50]. Tam olarak sömürü merkezli yaklaşım “kendi içerisinde alternatif toplum biçimleri içerdiği” için, sömürü kuramında temellenen sınıf kavramı “özel olarak eleştirel bir niteliği” devam ettirmektedir. [51]
Eleştirel bilimin temeli olarak uygulanabilir varsayımsal seçenekler
Bunu açıklamaya çalışmadan önce, Wright’ın (ve Roemer’in) geliştirmeyi tasarladığı eleştirel bilimin sorunlarıyla doğrudan ilgili olmayan Wright’ın sömürü kuramının belli bazı özellikleri hakkında kısa bir eleştiri yapacağım.
İlkin, Roemer ve Wright’ın sömürü kavramı, emek aktarımı yoluyla gelirin eşitsiz dağılımına tekabül eden niceliksel bir kavramdır. Bu kurama göre, kapitalist sömürü, genel bir kavramın özgül durumundan başka bir şey değildir. Bu, sorgulanabilir bir durumdur; kapitalist sömürü bir sınıfın emeği aracılığıyla başka bir sınıfın güçlenmesidir. Roemer tarafından ortaya konulan sermaye ve emek arasındaki mücadele sorunu, zengin kapitalistler ve fakir işçiler arasındaki sınıf mücadelesi (bir model olarak düşünüldüğünde bile, gerçek dışı görünür) [52] çözümleyici bağıntıyı amaç edinmek, en azından gerçeklik hakkında bir şeyler söylemeye eğilimli olan modellerin varlığından söz etmelidir. Bu ancak ve ancak modellerin uydurma olmaması fakat gerçeklik yapısının bilinçli olarak idealize edilmesiyle mümkün olabilir.
Kapitalist sömürü, faydanın kazanç amacıyla yapılan üretimle tanımlandığı sosyal anlamda üretilen ihtiyaç fazlasının özel ödeneğidir. Kapitalist sömürü, sömürülenler ve sömürenler arasındaki dinamik ilişkiyi özgül olarak içinde barındırır. Roemer ve Wright bu özel durumu reddetmiş ve kapitalist, yeteneksel ve kurumsal sömürünün eşit anlamda sınıf yapısı kavramıyla ilgili olduğu bir kuram önermiştir. Bu sömürü kavramıyla, kapitalist içerikte olsa bile kapitalist gelir sömürüsünün ortadan kaldırılması için gayret edilebilir. Sermaye mantığı kapitalistlerin olmadığı demokratikleştirilmiş bir kapitalizmle zorunlu olarak uyuşmazlık gösterir.
Wright’ın yetenek sömürüsü için ortaya koyduğu argümanlar da ikna edici değildir. Wright’ın tezi, “ender bulunan yeteneklere sahip insanların, bu yetenekleri sayesinde üretim maliyetlerinin üstünde gelir elde ettikleri”dir. [53] Bu maliyetler zorlayıcı birer kriter midir? Niceliksel olarak kuvvetlendirilen üretkenlik, bir insanın işi ve gelirinin değerlendirilmesinde daha elverişli bir kriter değil midir? Her durumda, bu soru, sömürü ve sınıf yapısı arasındaki bağlantı olarak, Wright’ın iddialarından daha karmaşık görünmektedir. Diğerlerinin iş gücüyle zenginleşme ve sömürünün bir çok formu ve derecesi bulunmaktadır. Tüm sömürü ilişkileri sınıf ilişkilerini meydana getirseydi, türlü türlü sınıflara sahip olabilirdik. Burada, hangi sömürü ilişkilerinin sınıf ilişkilerini oluşturduğu, hangilerinin oluşturmadığı sorusu aklımıza gelir? Wright burada açık anlamlı bir kriter belirleyemez.
Buna ilaveten, egemenlik merkezli yaklaşımın, “sınıf konumlarının çözümlemesi ile nesnel çıkarların çözümlemesi arasındaki bağı güçsüzleştirdiği” konusunda şüpheliyim. İnsanın eyleme kapasitesi sömürü kadar egemenlik tarafından da sınırlandırılmıştır. Nesnel çıkar kavramı uygulanabilirse, baskı da kendi konumunu değiştirmede nesnel bir çıkara sahiptir. Wright, herhangi bir sınıf yapısı kuramının öznelliğinin bilincinde değilmiş gibi görünmektedir. Ücretli işçilerin farklılaştırılması herhangi bir nesnel sınıfsal ölçüt içermez. Toplumun böyle bir ölçüt ileri sürmediği yerde, kanıtlanan bir seçim yapmak zorunda kalırız. Bu seçim her zaman çözümleyici amaçlar tarafından idare edilmektedir.
Son olarak, sömürünün sadece “varsayımsal olarak uygulanabilir” seçenekler ışığında sömürü olarak tanımlanabilir olan seçenekler ışığında sömürü olarak tanımlanabildiği düşüncesinden şüphelenmekteyim. Böyle bir seçenek yoksa eğer, Roemer ve Wright sömürünün zorunlu bir şey olarak düşünülmesi gerektiğini öne sürerler. Bu bence yanlıştır, çünkü sömürünün varlığını zorunlu kılan toplumsal şartlar hiçbir zaman sabitlenemez. Ve bu türden toplumsal düzenlemeler ilkesel anlamda değişebilir oldukları için, toplumsal gerçekliğin her bir tanımı potansiyel olarak varsayımsal anlamda uygulanabilir olan seçenekler içermektedirler. Nitekim, varsayımsal uygulanabilirlik belirli bir sınıflandırma ölçütü olamaz. Üstelik, insanlar toplumsal konum ve değerlerini değişen ve değerlerini koruyan şeyler olarak tanımlarlar. Bu yargının hemen ardından da, değişimin varsayımsal değil, asli uygulanabilirliği hakkında konuşmaya başlarlar.
Fakat, varsayımsal olarak uygulanabilir olan seçimler, sömürü-merkezli yaklaşımın “kendi içerisinde toplumun alternatif biçimlerini barındırdığı” ve sonuç olarak da, “özel olarak devamı sağlanan eleştirel bir niteliğe sahip olduğu” tezini doğrular mı? İmgesel ölçütün, “düşünce deneyi yapısı”nın [54], eleştirel toplum bilimi için bir dayanak sağlaması mümkün müdür? Mümkün ise, nasıl? Seçeneğin gerçek anlamda uygulanabilir olması zorunlu değil midir? Roemer ve Wright tüm bu sorulara yanıt vermezler. Roemer, kapitalizmin yok oluşunu “sömürülen aracıların daha iyiye gitmek yerine daha kötüye gitmeleri gibi dürtüleri ve kurumları değiştireceğini” kabul eder. [55] Buna karşın Wright’ın argümanı tutarlı değildir. Bir yandan varsayımsal olarak uygulanabilir seçenekler düşüncesine yapışmışken, diğer yandan “önceden belirlenmiş toplumun” kendiliğinden sahip olduğu olasılıklar anlamında kapitalizmin “transformasyon olasılıkları”nı karakterize eder. [56]
Her durumda, bu açıdan ele alındığında çok büyük önem arz eden komünizm ve sosyalizmin anlamları belirsiz olarak kalır. İhtiyaç duyulan şey, sömürünün yok edildiği ya da en aza indirgendiği ve savurganlık ve çevrenin tahribatı gibi kapitalist aşırılıkların olduğu demokratik olarak örgütlenen topluma doğru olan transformasyonun sarsılmaz olasılıkları ve zorluklarının ayrıntılı hale getirilmesidir. Tümüyle benimsenen bir bürokratlaşma nasıl ortadan kaldırılabilir, demokrasi ve çalışkanlık nasıl bir araya getirilebilir ve pazarlama, planlama ile nasıl bağdaştırılır? Bu sorular, gerçekte var olan sosyalizm deneyimleri ışığında tartışılmalıdırlar. Dürtüler sorununun tartışılmasından çok öteye uzanır ki, [57] böyle bir tartışma sadece Marksizmin eleştirel niteliğinde devam ettirilebilir.
Nesnel sınıf çıkarları: Uygulanabilir bir kavram mı?
Nesnel çıkarları, sınıf yapısından türetmek mümkün müdür? Çıkarları nesnel yapan nedir? Nesnellik konusu hakkında epistemolojik bir tartışmaya girmeden önce, iki ilkesel olasılığın varlığından söz edelim. Nesnel çıkarlar (1) Marx’ın orijinal kuramında olduğu gibi bir insanın üzerinde nesnel yaptırımı olan çıkarlar ve (2) bir insanın içinde bulunduğu durumdan türetilebilecek nesnel ereksel rasyonellik olarak tanımlanabilirler. İkinci tanım, Wright’ın nesnel çıkar tanımıdır. “Eğer işçiler kapitalizmdeki çelişkileri bilimsel olarak anlayabilirlerse, kendilerini sosyalist mücadele içinde bulacaklardır.” [58]. Nesnel çıkarların rasyonalist yapısı bazı temel önermelerle sınırlanmıştır. Nesnel çıkarların nesnelliği nesnel rasyonellik olarak anlaşılır ve (1) önermenin geçerliliğine; (2) önermenin rakipsiz olmasına; (3) rasyonel çıkarlar sonucunun farkına varılması olasılığına bağlıdır.
Wright’ın önermesi insanların eylem kapasitelerini arttırmada nesnel çıkarlara sahip olduklarıdır. Bunun tam anlamıyla bir çıkar olup olmadığını doğrusu bilemiyorum. Fakat Wright’ın varsayımını eleştirel toplum bilim için bir önerme olarak kabul ediyorum. Çünkü eylem kapasitesinin artmasına yönelik çıkarların, insanın davranış güdüsünde doğal olarak var olan bir özellik olduğuna dair bazı göstergelerin varlığından söz edebiliriz. Bununla birlikte, başka bir çelişkili önerme de yapılabilir; örneğin, insanların tehlikeyi ortadan kaldırması ya da en aza indirgeyebilmesi eğilimi. Bu çıkar, eylem kapasitesinin artması çıkarı kadar önemli gibi görünmektedir. Eylem kapasitesinin artması girişimi, kötüye doğru gitme riskini beraberinde taşıdığı için, nesnel çıkarların bu önermeden çıkarsanabilmesi pek olası değildir. “Artma” kavramı göreli ve koşullu bir hale gelir. Çıkarlar, ya da daha doğru olarak, “araçsal çıkarlar” [59] önermelerin karmaşık biçimleri bağlamında bulunan mantıksal dış hatlarını kaybetmektedir. Bunun sonucu olarak da, bu önermelerin belirlenimleri pratik bir sorun haline gelir.
Bu problem, insanların sadece işçiler, yetenek sömürücüler ya da kapitalistler olmadığını aynı zamanda bireysel olarak toplumu bir araya getiren işçiler, elektrikçiler, yetkililer, öğretmenler, teknik uzmanlar ya da yöneticiler olduklarını kavradığımız zaman daha zor bir hale gelir. Wright, çelişkili nesnel çıkarlar düşüncesini orta sınıf ile, yani çelişkili sınıf konumlarını işgal eden ücretliler ile sınırlandırır. Peki, bu düşünceyi üst düzey yöneticiler dışında neden tüm ücretlilere genişletmiyoruz? Eğer eylem kapasitesinin artması temel çıkar ya da önerme niteliğinde ise, ve eğer rasyonellik nesnel araçsal çıkarları tanımlamada tek ölçütse, o halde neden bireysel olarak toplumu bir araya getiren işçilerin birer yetkili ya da teknik uzman olmadaki nesnel çıkarlarını reddetmeliyiz? Nitekim, erkek ve dişi şahıs zamirleri de çelişki çıkarlara sahiptirler ve bu çıkarlar, cinsiyet ve yaş özel kişisel şartlar olarak ele alındığında daha da çelişkili hale gelebilirler.
Bu durumda, bir insanın toplumsal ve ekonomik olarak içinde bulunduğu durumdan türetilebilen bütün rasyonel çıkarların nesnelliğini vurgulamak, bu çıkarlar çelişik olduğunda, bir anlam ifade eder mi? Çalışan sınıfın sosyalizmdeki nesnel çıkarları hakkında konuşmak, insanların temel çıkarlarına ulaşabilme olasılığının ve şansının sosyalizmde çok zayıf olduğu fark edildiği zaman, anlamlı olur mu? Nesnel bir çıkarı daha iyi bir dünyada ya da cennette bile yapılandırmak mümkün olabilir. Bu soyut çıkarların yapılandırılması, tarihsel öznellik ve mücadele konusudur.
Bu zemine aykırı olarak, sosyalistler ve eleştirel toplum bilimciler, sosyalizmde çalışan sınıfın nesnel çıkarları hakkında konuşmayı haklı çıkarmazlar. Sosyalizmde nesnel çıkarlar yoksa eğer, sınıf bilinci kavramı raison d’etre’sini/akli özünü kaybeder. Eleştirel toplum bilimin yapabileceği tek şey, tartışmanın olası rasyonellik değeri olarak sosyalizm için geçerli bir çıkar önermektedir. Verimli, bürokratik ve baskıcı olmayan sosyalizmin uygulanabilirliği gösterilmek zorundadır ve bu açıdan, Wright’ın ve sıkı Marksistlerin söyleyecek sözleri yoktur.
Sonuç
Sınıf yapısı Wright’ın düşündüğü kadar önemli değildir. Sınıf yapısı, politik eklemlenmenin çok önemli, ve ayrıca, emek ve sermaye örneğinde olduğu gibi, çok ayrıcalıklı bir temelidir. Sınıf yapısı bilgisi, sosyal bilimin temel bilgisinin parçası olmalıdır. Kapitalist toplumun sınıf yapısı çözümlemesinin başlangıç noktası, ekonomik parçalanma ve kutuplaşmanın üstüste binmesi olmalıdır. Soyut ücretliler sınıfının çalışan sınıf(lar)dan ve orta sınıf(lar)dan ayrılması, gelir gibi nesnel bir ölçüt yardımıyla gerçekleşmemiştir. Sınıf sınırlarının çizgileri, daima çözümleme amacıyla belirlenir ve bunun sonucu olarak da bir dereceye kadar keyfidirler.
Sınıf yapısı çözümlemesi, ne teleolojik tarihsel süreçlerin “kullanılmayan alanları”nı belirlemek, ne de nesnel rasyonel çıkarları belirlemek için kullanılmaktadır; onun, eleştirel toplum bilimin temeli olduğu da söylenemez. Toplumumuz, diğer özelliklerinin yanı sıra, kapitalist, endüstriyel, ataerkil, ırkçı ve bürokratik bir toplumdur ve ulus-devlet olarak örgütlenmiştir. Gerçekliğin tüm bu boyutları, birbirlerinden farklı toplum-bilimsel hareket noktalarıyla ilgilidir. Kapitalizm, toplumumuzun en temel boyutudur; ve kapitalizmin dinamiği de kendi tarihsel olarak tek olan gelişimini başlatır. Fakat bu durum, özerk hareket noktaları olarak (karşımıza çıkan) gerçekliğin diğer boyutlarının değerini düşürmezler.
Eleştirel toplum bilimin “doğal” bir alıcısı yoktur. Bu, toplum eleştirisi için nesnel ya da “bilimsel” bir dayanak oluşturan tüm girişimlerin başarısızlığıyla ilgili olarak, daha yalın bir eleştirel toplum bilim görüşünün varlığını gerektirir.[60]
* Alındığı kaynak: The Debate on Classes, (Ed.: Erik Olin Wright), London 1989, Verso, ss. 127-153
[1] F. Engels, K. Marx’ın Der achtzemte Brumaire des Louis Bonaparte’ının 3. baskısına Önsöz (1885), Marx-Engels-Werke (bundan sonra MEW olarak geçecek) cilt 8, (Doğu Berlin: Dietz–Verlag, 1956), s. 562.
[2] Bkz., A. Gramsci, Hapishane Defterlerinden Seçmeler, editörler Q. Hoare ve G.N. Smith (Londra: Lawrance 8 Wishart, 1971), s. 136 ve devamı; L. Althusser, Lenin ve Felsefe ve Diğer Makaleler (Londra 1971), s. 7,19,45; ve Nicos Poulantzas, “Kapitalist Devlet Sorunu”, New Left Review, no. 58 (1969) s. 68.
[3] N. Poulantzas, Pouvoir Politique et classes sociales (Paris: Maspero, 1968), s. 110-117.
[4] A.W. Gouldner, “Stalinizm / İçsel Bir Kolonyalizm”, Politik İktidar ve Toplum Kuramı, cilt 1., editör: M. Teitlin (Greenwich, Conn.: JAI Press, 1980), s. 224.
[5] Althusser, Lenin …, s. 19, 8, aynı zamanda bkz. s. 100.
[6] N. Poulantzas, Çağdaş Kapitalizmde Sınıflar (Londra: 1975), s. 14,15.
[7] P. Hirst, “Ekonomik Sınıflar ve Politika”, Sınıf ve Sınıf Yapısı, editör: A. Hunt (Londra: Lawrance & Wishart, 1977), s. 138; Poulantzas’ın kuramının daha ayrıntılı bir sunumu ve yorumu için bkz. B. Jeesop, Nicos Poulantzas: Marksist Kuram ve Politik Strateji (Londra: Macmilan, 1985).
[8] Hirst, “Ekonomik Sınıflar”, s. 125-6.
[9] Ibid., s. 131. Bkz. B. Hindess “Marksist Kuramda Sınıflar ve Politika”, İktidar ve Devlet, editör: G. Littlejohn (Londra: Croom Helm, 1978), s. 72-97; ve A. Cutler, Marx’ın Kapital’i ve Bugünkü Kapitalizm, cilt 2. (Londra: Routlegde & Kegan Paul, 1977-8).
[10] B. Hindess ve P. Hirst, Üretim Tarzı ve Toplumsal Formasyon (Londra: Macmillan, 1977) özellikle bak.: s. 7, 20-21.
[11] A. Przeworski, “John Roemer’in Etik Materyalizmi”, Politika ve Toplum, cilt 11/3 (1982) s. 293-4.
[12] A. Przeworski ve J. Sprague, “Parti Stratejisi, Sınıf İdeolojisi ve Bireysel Oylama: Seçimsel Sosyalizm Kuramı” (Sınıf Oluşumu Kollokyumuna sunulan bildiri, Paris: Sept. 1982)
[13] E. Laclau, Marksist Kuramda Politika ve İdeoloji: Kapitalizm – Faşizm – Popülizm (Londra: 1977) s. 108.
[14] E. Laclau ve C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Politikaya Doğru (Londra: 1985), s. 4: “Şimdi post-Marksist alana yerleştik”.
[15] Ibid., s. 83-5, 109.
[16] Ibid., s. 84; “toplumun açıklığı” için bkz. s. 113.
[17] Bir yerde (Hegemonya ve …, s. 96), “açıkça ifade edilen eylem” olarak tutarsız bir yapı betimlerler; bir başka yerde (s. 105) “açıkça ifade edilen eylemden kaynaklanan bağlantılı bütünlük” söyleminden bahsederler. Belki de, bir bağıntı eylem olabilir ama, betimlemelerinden de anlaşıldığı üzere, tutarsız bir yapıdan kaynaklanan bağıntılı bütünlüğün söylem olduğunu söylemek hiçbir anlam ifade etmez.
[18] Ibid., s. 107.
[19] Benzer bir eleştiri için bkz. B. Jessop, Kapitalist Devlet (Oxford: Martin Robertson, 1982) s. 199-200.
[20] Daha güncel olarak, Isaac Balbus, Jon Elster, Anthony Giddens, Claus Offe, Frank Parkin, ve Theda Skocpol’un yayınları da aynı konuya dikkat çekerler.
[21] E. O. Wright, Sınıflar (Londra: 1985) s. 57.
[22] Sınıflar, s. 31, 32-3.
[23] Ibid., s. 312-2,29. Daha önceki bir baskıda (“Giddens’ın Marksizm Eleştirisi”, New Left Review, Sayı 138 (1983)), Wright sınıf üstünlüğü için iki ayrı nedenden bahseder: (1) sınıf üstünlüğü “insan öznelliği konusunda çok önemli bir var oluşsal etkiye” sahiptir (s. 23); (2) “Sınıf ilişkileri gelişimin içsel mantığına sahiptirler” (s. 24).
[24] Sınıflar, s. 59, dipnot: 17.
[25] Bkz. Karl Polanyi’nin ünlü Büyük Dönüşüm: Zamanımızın Politik ve Ekonomik Orijinleri (Boston: Beacon Press, 1957), özellikle bölüm 2.
[26] Takip eden düşünceler U. Becker, Kapitalistische Dynamik und politisches Kraftespiel: Zur Kritik des Klassentheoretischen Ansatzes’de bulunmaktadır. (Frankfurt a/Main: Campus Verlag, 1986) ss. 15-45, 90-94.
[27] K. Marx, Das Kapital II (MEW 24) s. 42.
[28] Bkz. Das Kapital I (NEW 23) s. 351, 443, 697; Das Kapital III (NEW 25) s. 311-12, 402; ve Theorien über den Mehrwert I (NEW 26,1) s. 145.
[29] Theorien I, s. 145, 171; ve Theorien II (MEW 26.1) s. 145.
[30] Kapital I, s. 442; Kapital III, s. 311-12, 402-3, 508.
[31] Kapital I, bölüm 2,3, özellikle: s. 675.
[32] Ibid, s. 12.
[33] Przeworski, “Ethical Materialism”, s. 299.
[34] Bkz.: Kapital I, s. 640.
[35] Sermaye aynı zamanda farklılaştırılabilir, fakat bu, şimdiki tartışmayla daha az örneksel bağıntı taşımaktadır.
[36] Bu, sermaye-emek tartışmasının kapitalist uluslardaki sıradan yurttaşları açıkladığı anlamına gelmez. Belli bir dereceye kadar durum bu olabilir. Fakat söz edilmiş olanlardan ayrı olarak, sıradan yurttaşlar yaygın geleneklerden türer (örn. Hıristiyanlık).
[37] Bkz. “Lassalle’a mektup (6 Şubat 1849)” (MEW 9, s. 618).
[38] Bkz. Elend der Philosophie (MEW 4, s. 143).
[39] Bkz. Georg Lukacs, Geschichte und Klassenbewusstsein (Berlin: Malik-Verlag, 1923), s. 57-93.
[40] Laclau ve Mouffe, Hegemonya ve …, s. 83-4.
[41] Wright, Sınıflar, s. 28-249.
[42] Ibid., s. 56-7.
[43] Ibid., s. 69.
[44] Ibid., s. 182. Şimdiki amaçlar için, kapitalistler, orta sınıf ve çalışan sınıf arasında bir ayrım yapmak yeterli olacaktır. Wright’ın, ayrıntılı araştırmasında yedi veyahut on iki sınıfın şemasını çizdiğinden söz edilmelidir. Yedi sınıf patronlar, küçük burjuvazi, yöneticiler, ustabaşı, yönetimde söz sahibi olmayan uzmanlar, yetenekli işçiler ve işçilerden oluşur.
[45] J. E., Roemer, Sömürü ve Sınıfın Genel Kuramı (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1982) s. 194.
[46] Ibid., s. 69.
[47] Bu argüman için bkz. Ibid., s. 68-70, 285.
[48] Wright bunu açıkça söylemez, fakat argümanlarından bu sonuca varabiliriz.
[49] Sınıflar, s. 287.
[50] Ibid., s. 68.
[51] Ibid, bkz. Bölüm 1, s. 42.
[52] J.E. Roemer, “Marksçı Sömürü ve Sınıf Kuramında Yeni Yönelimler”, Politika ve Toplum, cilt 11, no. 3 (1982), s. 275.
[53] Sınıflar, s. 70.
[54] Cf. A. Carling, “Rasyonel Seçim Marksizm”, New Left Review, sayı. 160 (1986), s. 50.
[55] Roemer, Genel Sömürü Kuramı, s. 241.
[56] Ibıd, Bkz. Bölüm 1, s. 42.
[57] Wright, Sınıflar, s. 120-121.
[58] E. O. Wright, Sınıf, Bunalım ve Devlet (Londra: 1978), s. 89.
[59] Çıkarlar daima kendilerinden önce gelen önermelerle sınırlandıkları halde, insan eyleminin ve araçsal çıkarların önermeleri olarak düşünülen yaratılıştan ve temel çıkarlar arasında ayrım yapmak belki de gereklidir. Wright bu ayrımı Eylül 1982’de Paris’te Sınıf Oluşumu Kollokyumuna sunduğu “Aracılar ve Sınıf Çıkarları” yazısında yapmıştı. Eyleme kapasitesinin artması çıkarı temel bir çıkardır; sosyalizmde çalışanların çıkarları araçsal çıkarlardır.
[60] Toplumsal eleştirinin normatif ve nesnel eleştirinin gelişiminde on yıldan fazla bir zaman harcadıktan sonra, Jürgen Habermas bile kendi kuramını anıtsal eseri Theorie des kommunikativen Handelns‘de (Frankfurt a/Main: Suhrkamp, 1981) düzene koymuştur. Bkz. ss. 132-33, 417.