Marksist Teori ve Sınıf Bilinci*
Cliff Slaughter
Çeviri: Sina Güneyli
Marksizm bir sosyoloji değildir. Marksizm yalnızca sosyoloji olarak görünür, çünkü Marksizm entelektüel işbölümünün -felsefe, ekonomi, tarih, düşünce tarihi v.s.- diğer her belirli kesiminin görüş açısından, her birinin gerçek içeriğinin, farklı disiplinlerin ele aldığı etkinlik ve düşünce biçimlerinin kaynaklandığı toplumsal ekonomik ilişkilerin çelişkili bütünlüğünde aranması gerektiğinde ısrar eder ve bu kesimlerin tanımlı konularının ötesine geçer. Örneğin politik ekonomi Marksizm tarafından Hegelci anlamda ‘olumsuzlanır’. Marx’ın politik ekonomiyi değerlendirmesi klasik politik ekonominin çelişkili gelişmelerinin sınırını gösterir. Bunu yapmak, politik ekonominin kavramlarının ve bu kavramların gerçek içeriklerinin, burjuva toplumunun kendi gelişmesinin ‘yabancılaşmış’ bilinci olarak açıklanmasını gerektirir. Böylece Politik Ekonominin Eleştirisi‘nde ve Kapital‘in kendisinde, değişim değerleri alanının ve davranışlarının yeterli bir yansıması olarak gösterilen politik ekonominin bir olumsuzlamasını buluruz. Fakat bu alanın, tarihsel olarak sınırlı bir toplumsal düzen, kapitalizm tarafından zorunlu olarak yaratılan görüntü ya da yanılsamaların gerçek dünyası olduğu gösterilir.
Marx’ın burjuva felsefesini reddi benzer bir materyalist eleştiridir. Politik ve tarihsel düşünceyi ve bu düşüncenin maddi kaynaklarını çözümlemesi Marx’ın ulaştığı sentezin üçüncü öğesidir.
Bu durumda, Marksizmin, yalnızca bir sosyoloji olarak göründüğünü neden söylüyoruz? Çünkü sosyoloji, yabancılaşmış düşünce alanlarının her birinin diyalektik olumsuzlaması olarak değil, bu alanların çelişkilerinin üstesinden gelerek değil, ‘tam anlamıyla toplumsal’ın bazı varsayılan daha ‘genel’ bilimiyle ilişkisinde, bu alanların yeni tanımı olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. (Durkheim’ın ‘le social en soi‘ ve ‘toplumsal gerçekleri’ bu yaklaşımın zirvesini oluşturur.) ‘Sosyoloji’ terimini ilk kullanan Comte, ‘ … toplumsal görüngülere uygun temel yasaların bütünlüğünün pozitif çalışılması ile ilgilenen doğa felsefesinin tamamlayıcı parçasını tek bir başlık altında’ belirtmek üzere sosyoloji sözcüğünü icat etmiştir.
Sosyolojide, Marx’ın, ayrı ve yabancılaşmış felsefe, politik ekonomi ve tarih (sınıf mücadelesi) alanlarını olumsuzlamasıyla oluşan dinamik sentez yerine, ‘metafizik ya da ampirizm’, ‘genelleştirme ya da özelleşmiş monografi’, ‘sistem ya da eylem’ hakkında bir yüzyıllık kısır tartışmanın izlediği, Comte’un statik ve eleştirel-olmayan sentezini görüyoruz. Marx’ın tarihsel ya da diyalektik yaklaşımının mümkün kıldığı tutarlı materyalizm yerine, Comte’un durumunda, ‘ruhsal’ deneyimine diğer deneyimleri kadar gerçeklik verildiğinden, en saf mistisizmle sonuçlanan, sözde-bilimsel ‘deneyime’ bağlılığı görüyoruz. 20. yüzyıldaki burjuva sosyolojisi felsefi ve metodolojik olarak yönetici sınıfın pragmatizmine bağlıdır. Sosyoloji idealizm ile mekanik materyalizm arasındaki salınmayı sürdürür: bir yanda ‘şeyler olarak toplumsal gerçekler’, diğer yanda bireyin özgürlüğü; burjuva ideolojisinin klasik dikotomisi. Sosyolojide, her özgül, tarihsel olarak sınırlı sosyoekonomik formasyonda, karşıtların çelişkili gelişmesi ve mücadelesi bakımından toplumsal çözümleme yerine, özgül tarihsel aşamaların ötesine geçen genel ilkelerin ya da sosyolojik yasaların aranmasını görüyoruz. Talcott Parsons’ın bir ‘genetik’ açıklama dizisi olduğuna dayanarak Marksizmi reddetmesi bu fonksiyonalist kısırlığı özetler.
Sosyal teorinin, son yüzyılın ikinci çeyreğinden bu yana, Marksizm ile sosyoloji arasında bölünmesinin bu yönleri, kuşkusuz, Marx ve Marksizmin kapitalist topluma olan ilgisine karşı, Comte’un (kendisi, yalnızca, bu ve diğer pek çok yönden Saint-Simon’un piçi olmasına rağmen) sosyologların ‘endüstriyel’ ya da ‘modern’ toplumla ilgilendikleri ısrarının babası olması gerçeğine ayrılmaz biçimde bağlıdır. Bu, politik ekonomistlerin yalnızca belirli ve tarihsel olarak sınırlı bir sosyoekonomik formasyonun yasaları olarak kabul edemeyecekleri kapitalist ekonominin yasalarının ‘doğal’ niteliğinin tanınmasının ‘sosyolojik’ bir uyarlamasıdır. Marx, bütün etkinlik ve düşünce alanlarının ‘toplumsal’ boyutunu vurguladığında bu bir çifte vurguydu: birincisi her alanı, çelişkili bir toplumsal bütünlüğün yalnızca bir ‘uğrağı’ olarak kavramak; ikincisi, sınıfsız bir toplumda birleşik üreticilerin bilinçli etkinliğine çevirerek, her birine yeni bir yaşam kazandırmak üzere, sömürüden kaynaklanan yabancılaşmayı sona erdirmek; bunun için, teori proleter devrimi ile birleşmeli ve onunla birlikte gelişmelidir. Sosyoloji, aykırı olarak, yabancılaşmayı kabul eder ve betimler, ve hatta sistematik biçimde ‘rollerin farklılaşması ve bütünleşmesi’ ve ‘yönelimlerin yapılanması’ olarak sunarak onurlandırır. Bir Marksist sosyoloji çözümlemesi, bu varsayılan ‘genel’ toplumsal görüngülerin ve mekanizmaların, nasıl olup da kapitalist toplumun yüzeyinin ideolojik yansımalarından başka bir şey olmadığını gösterirdi.
Sosyolojide ileri sürülen ‘değer özgürlüğüne’ aykırı olarak, Marksist sosyal teorinin devrimci politik yönelimi Marksizme temeldir. Ve Marx’ın politikasını sosyolojik ‘sezgilerinden’ ayırma konusundaki sürekli istekler, Marx’ın sosyal felsefe teorilerini temizlemeye yönelik benzer girişimler kadar uygunsuz bir saçmalıktır.
Bu durumda, Marksizm, burjuva düşüncesindeki en yüksek gelişmenin ve bunun aracılığıyla bu düşüncenin kaynaklandığı ve zorunlu bir parçasını oluşturduğu gerçekliğin diyalektik olumsuzlamasıdır. Lenin’in meşhur sözünün altında yatan bu kavrayıştır:
İşçiler yalnızca dışarıdan, yani yalnızca ekonomik mücadelenin dışından, işçiler ve patronlar arasındaki ilişkiler alanının dışından politik bilinç edinebilirler. Bu bilgiyi elde etmenin tek başına olanaklı olduğu alan bütün sınıflar, devlet ve hükümet arasındaki ilişkiler alanı-bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. (Lenin, Ne Yapmalı?)
Burada, Lenin, işçi sınıfı bilinci için Marx’ın keşfinin imalarını politik olarak (bir diğer deyişle, işçi sınıfının deneyiminden sosyalist bilincin varsayılan ‘kendiliğinden’ gelişmesine dayanan politik hasımlarına karşıt olarak) açıklar. Bilimsel düşünce (Hegel felsefesinde), yalnızca, kendi yabancılaşmış karakterinin koşullarını sona erdirme mücadelesinde etkinliğin gerçek yerini kavrayarak daha da ilerleyebileceği vargısını kabul etmek zorunda olduğu noktaya varmıştır; Marx bunun, yalnızca, zorunlu devrimci değişmenin öznesi olarak işçi sınıfının doğasını kavramakla olanaklı olduğunu söylemiştir. Ancak işçi sınıfı, gerekli bilince ve böylece toplumsal devrim için gerekli birliğe, yalnızca, üretimdeki rolünün ve sınıflı toplumu ortadan kaldırma kapasitesinin tam tarihsel imalarını anlayarak erişebilir. Ekonomik yapının ‘temel’ olduğu ve proletaryanın sınıf mücadelesinin sosyalist devrimin koşullarını yaratan nesnel bir zorunluluk olduğu vargısının yanı sıra, tarihsel materyalizmin tüm teorisi, toplumu yıkmak için temelinde yatan çelişkilerin anlamını kavrayan devrimci bir bilinçle, toplumsal gelişmenin birleşik bir süreç olarak anlaşılması zorunluydu. Bu teori, işçi sınıfından değil ancak ‘dışarıdan, burjuva entelektüellerinden’ gelebilirdi. Bu noktadan itibaren, Marksizmin gelişmesi, işçi sınıfının mücadelesi, iç politik çatışmaları, stratejisi, taktikleri ve örgütlenmesi ile ilgili olarak, ulusal ve uluslararası belirli biçimler alır. Marx ve Engels önemli katkılar yapmış olmakla birlikte, bu alan kuşkusuz en çok yirminci yüzyılda, özellikle Lenin’in ve Troçki’nin çalışmalarıyla zenginleşmiştir.
Marx ve Engels, komünist politik kariyerlerine diğer sosyalizm okullarına karşı esaslı polemiklerle (örneğin Komünist Manifesto‘da) başladılar. 1848 devrimlerinden hemen sonra sabırsızlıkla ve uygunsuz koşullarda ayaklanmacı mücadeleyi sürdürmek isteyenlerin teoriyi reddetmesiyle mücadele ettiler. Marx ve Engels, her ülkede, ilişki kurabildikleri emek hareketlerine katılmayı ve tavsiyelerde bulunmayı asla bırakmadılar. Her özel ülkenin tarihinin, ekonomisinin ve işçi sınıfı hareketinin özgül koşullarına çok yakın ve ayrıntılı bir dikkat gerektiğini -örneğin, Rus ve Kuzey Amerikalı sosyalistlerle olan yazışmalarında- ısrarla vurguladılar. Fakat eklektizme ve elde ettikleri teorik kazanımları bir yana koyma girişimlerine karşı her zaman uyanık davrandılar. 1879’da Bebel’e ve Alman Sosyal-Demokrat Partisinin diğer liderlerine yazan Marx ve Engels kendilerini 1848 gibi uzun bir zaman önce ilgilendirmiş olan bir konuya yeniden döndüler: devrimci harekette burjuva entelektüellerinin rolü. Daha sonra Manifesto‘da ‘… yönetici sınıfın küçük bir kesimi, özellikle burjuva ideologlarının bir kısmı sınıfından kopar ve devrimci sınıfa katılır …’ diye yazmışlardır.
Şimdi, 1879’da, Marx ve Engels, Lenin’in devrimci teorinin gelişmesinde entelektüellerin can alıcı önemiyle birlikte, revizyonizmin ve entelektüel teorik uçarılığın her belirtisine karşı acımasız bir mücadele üzerindeki ısrarının tutarsız olmadığını gösteren çok farklı bir vurgu yaparlar. Marx ve Engels, Bebel ve parti liderlerini, harekete katılan burjuva ve küçük burjuva entelektüellerinin ilk olarak partiden bilimsel sosyalizm teorisini öğrenmeye istekli olduklarını göstermeleri gerektiği konusunda uyarmaya özel bir dikkat gösterirler. Eğer bu yapılmazsa, entelektüeller şimdi zayıflamakta ve parçalanmakta olan Alman burjuva kültürünün ve felsefesinin öğelerini kaçınılmaz olarak kendileriyle birlikte getirirler. (Diğer bir deyişle, 1848’den önce burjuva gelişmesinden kazanılacak olan, 1789’da burjuva gelişmesinden kaynaklananın tam karşıtıydı.)
Lenin, revizyonizme (1890’larda Bernstein’ın Marx eleştirileri üzerine Alman Sosyal Demokrasisindeki meşhur tartışmadan sonra böyle adlandırılmıştır) karşı kavganın sürekli ve kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır. Lenin, hem işçi sınıfı ya da devrimci Marksist parti içindeki bireysel düşünürlerin burjuva ideolojisinin belli yönlerinden etkilendiğini ve hem de kapitalizmin gelişmesinin sürekli olarak proletarya ve orta sınıflar arasındaki ilişkileri değiştirdiğini, orta sınıfların işçi sınıfına kendi fikirleri olarak kapitalizmin fikirlerini taşıdığını açıklamıştır. Emek hareketindeki revizyonizm bu sınıf baskılarını yansıtıyordu. Devrimci bir durum ne kadar yakınsa, bu ideolojik farklılıklar politik ve örgütsel farklılıklarda o kadar çok dile getirilmeliydi. Bu nedenle, devrimci dönem öncesi revizyonizmle bilinçli olarak savaşmak yaşamsal önem taşır. Bu teorik kavga, işçi sınıfının gerçek iktidar mücadelesinde üstesinden gelmek zorunda olduğu bütün problemlerin ve bölünmelerin bir ön hazırlığıdır.
Proleter sınıf bilinci problemi, sık sık, Marksist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin geliştiği gerçek tarihsel sürecin çözümlenmesiyle tartışılmak yerine, çok soyut ve genel bir tarzda tartışılır. Bunlar iki farklı süreç değildir: devrimci partilerin bilinçli inşası, proletaryanın ‘kendisi için’ bir sınıf olması sürecinin en yüksek biçimidir. Uygun bir yerde, işçi sınıfı ve bilinci üzerine, ‘zenginlik’, ‘refah’, ‘burjuvalaşma‘, ‘sosyal hareketlilik’ gibi kavramlara dayanan bütün yazıların eleştirel çözümlemesi yapılmalıdır; ve bu çözümleme Marcuse gibi yazarların yüzeyde çok farklı ve ‘radikal’ görünen bütün yaklaşımlarını ele almalıdır. Bir Marksisti, böylesi bir çözümleme, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin kendi tarihsel durumlarını ve tarihsel durumlarındaki değişmeleri yansıtması ve ideolojilerinin iç yüzünün kavranması açısından ilgilendirir, fakat aynı zamanda Marksizmin kendi gelişmesi açısından önemlidir, çünkü dönemimizde en karakteristik Marksizm ‘revizyonu’ ile doğrudan ilgilidir: işçi sınıfının devrimci rolünün ve devrimci partilerin gerekliliğinin reddi.
Marx için, sınıf toplumsal üretim ilişkilerinden kaynaklanır, ve ilk elde dağıtım ve tüketim ilişkilerine ve onların ideolojik yansımalarına atfedilemez. Dolayısıyla, Marksistler, proletaryanın sınıf bilincini değerlendirirken, izleyen kategori dizileriyle ilgilendikleri kadar (ne kadar çok örnek toplansa ve sınıflansa da) tek tek işçilerin toplumdaki kendi konumları hakkındaki fikirleriyle ilgilenmezler: üretim ilişkileri (emek-gücünün satılması, sömürü); bu temelde işçilerin ve patronların çatışması (ekonomik mücadeleler, sendikalar, ekonomik uçlar veren temel politik savaşlar); sınıf düzeyinde çatışma (politik partiler aracılığıyla örgütlenen, sınıflar arasındaki çatışmayla birleşen ekonomik mücadeleler ve devlet iktidarı için mücadele); sınıf içindeki devrimci olmayan ve karşı devrimci eğilimlerle ve bunların devrimci parti içindeki uzantılarıyla çatışarak işçi sınıfının devrimci partilerini inşa etmenin teorik ve pratik mücadelesi.
Böylece, örneğin otomotiv sanayiindeki bir işçi, ilkel deneyiminden yola çıkarak, bir yandan kendi yaşam standardı, geliri ve çalışma koşulları ile, diğer yandan, üretimine katkıda bulunduğu zenginlik birikimi arasındaki farkı anlayacaktır. İşçi, bu temelde, diğer ücretli-emekçilerle bir çıkar özdeşliği olduğunun farkına varacaktır. ‘Dernek’ ya da sendika bu bilinç düzeyinin yeterli bir ifadesidir. Kapitalist toplumun farklı yönleri üzerine diğer ideolojik, eleştirel görüşler bu ‘sendika bilincine’ karşılık gelebilir: örneğin, bu bilinç, kolaylıkla, bütün vurguyu tüketim kalıplarındaki farklılıklara ya da benzerliklere yapan görüşle birlikte var olabilir; ahkam kesen türden temel sosyalist propaganda ve işçilerin bilincinin tüketim maddelerinin çokluğu tarafından köreltileceği hakkındaki modern kötümser spekülasyon, sınıf farklılıklarının ve sınıf mücadelesinin temelini anlamayan ve dolayısıyla politik bilincin gelişmesini kolaylaştırmayan bilinç türleridir.
Daha ‘incelikli’ sosyalist sınıf bilinci görüşleri, genellikle, en sonunda sistemin karşılayamayacağı isteklerde bulunan, giderek artan şiddette bir dizi ekonomik mücadele içinden geçen, hemen hemen kendiliğinden politik bir olgunlaşma sürecinden söz ederler. Burada, Marksist duruş noktasından, yine aynı temel hata yapılmıştır. Böylesi yaklaşımların tümünde, sınıf ve sınıf bilinci, bir Marksizm-öncesi bilgi ve tarih teorisinin terimleriyle görülür. Bu fikirleri ileri sürenler, sınıftaki tek tek bireylerin kendi öz çalışma deneyimlerinden ve diğer günlük deneyimlerinden daha yüksek bir bilinç düzeyine, bu durumda politik bilinç düzeyine çıkabilecekleri kavrayışından kaçamazlar.
Gerçekte, bir bireysel işçi, kendi deneyimiyle, bırakın politik ilişkileri, geçerli gerçek ilişkilerin bilimsel bir bilincine bile ulaşamaz. Bir işçinin, kendi öz çalışma deneyimini bile egemen burjuva ideolojisinin ötesine geçen terimlerle kavrayabilmesi, yalnızca, bu işçi politik program ve eylemde, politik Marksist teorinin ürünleriyle -bir diğer deyişle, ilk elde proleter olmayanların ürettiği teorik çalışmaların sonucuyla- ilişkiye girdiği zaman söz konusu olur. Bu çalışmalar hem ekonomi, politika, bilim, güzel sanatlar v.s.’deki gelişmelerin ve hem de proletaryanın deneyiminin özünü alır.
Yalnızca, işçi sınıfının ve Marksizm teorisinin, karşılıklı ilişkileri içinde, tarihsel olarak değerlendirilmesi bir sınıf bilinci teorisi üretebilir. Ondokuzuncu yüzyıl ortalarında, Marx ve Engels, o zamana kadarki işçi sınıfının mücadele deneyimini çözümleyerek olduğu kadar, çeşitli bilgi alanlarında da çalışarak kendi sosyalizm teorilerini ayrıntılandırmışlardır. Bundan böyle, teori, işçi sınıfının ‘kendisi için’ bir sınıf olması sürecinin zorunlu bir bileşenidir. Bir teori, ilk önce kapitalist toplumun günlük görüngüsel biçiminin altındaki toplumsal üretim ilişkilerine nüfuz etmelidir. Teori, kapitalizmde, bilinçli bir planla değil, fakat emek-gücünün bir metaya, ‘soyut emek’ birimlerine indirgenmesiyle sonuçlanan artık değer üretme dürtüsüyle üretimin devam ettiğini ve toplumun geliştiğini göstermiştir. Bu, örneğin, ürettiği arabalara sahip olmaması gerçeğinden daha çok, işçinin sömürülmesinin özüdür. İşçinin ürettiği, aslında, kendisini ezen aynı kapitalin artışı olan artık değerdir.
Marx, bu temel ilişkilerden, kapitalizmin tarihinin gerçekliğini, özel mülkiyetin, üretim güçlerinin daha ileri gelişmesiyle devrimci bir çarpışmaya girme biçimini gösterdi. Kapitalist sistemin bu tarihsel eğiliminin anlaşılması, kapitalist sınıfa karşı bir politik ya da sosyalist mücadele bilinci için zorunludur. Bu, yalnızca, tarihsel materyalizm teorisinin soyut bilgisi olmakla kalmayıp kapitalizmin tarihsel çöküşü döneminde, her biçimiyle ve bütün düzeylerde sınıf mücadelesinin gelişmesinin somut çözümlemesi ve bu mücadeleye aktif katılım anlamına da gelir.
Bu liderlik ve devrimci parti teorisini, başlangıçta Ne Yapmalı? ve Bir Adım İleri İki Adım Geri‘de ayrıntılandırmış olması, Lenin’in, Marksizme esaslı özel katkısıdır. Fakat, Lenin’in bütün yapıtları bu başlıca ilginin bir ifadesidir. Daha sonra, Troçki, Lenin’in geliştirdiği fikirlerin savunusuna ve geliştirilmesine bir dizi kitap ve makale adamıştır (özellikle Marksizmi Savunurken ve Ekim Dersleri‘ne bakınız). Gramsci de, Marksist teori ve sınıf bilinci arasındaki ilişkilerin önemli yanları üzerinde çalışmış ve kendiliğindenlik fikirlerinin eleştirisini daha da geliştirmiştir.
Bir yanda, kapitalist sömürüyü yaşamalarına rağmen, işçi kitlelerinin var olan bilinçleri ile diğer yanda Marksizm arasında bir mücadelenin zorunluluğunu görmüş bulunuyoruz. Bu mücadele, devrimci Marksist parti tarafından, maddi güçlerin mücadelesinin bir parçası olarak yürütülür. Her toplumsal devrim gibi, sosyalist devrim de tüm bir çağı kaplar. Her ülkede, devrimci partilerin, ve tüm bakış açısını ve deneyimini Marx’ın attığı teorik temellerin yönlendirdiği devrimci bir enternasyonalin gelişkin stratejilerini ve taktiklerini gerektiren bir dizi savaş sosyalist devrimin sonucunu belirler.
Marx, sosyalist devrimle insanın ‘özgürlük dünyasına’ gireceğini söyler. Bu durumda bilinç, ürünlerin üretici üzerindeki hakimiyetinden kaynaklanan ezici toplumsal ilişkilerin çarpıtılmış bir ideolojisi olmayıp, ‘toplumsallaşmış insanlığın’, kolektif üreticilerin bilimsel-yönelimli iradelerinin bir ifadesi olacaktır. ‘Her birinin özgür gelişmesi, tümünün özgür gelişmesinin koşulu olacaktır.’
Halihazırda, işçi sınıfının kapitalizm karşısındaki mücadelesi, Marx’ı felsefenin kendini yalnızca proletarya aracılığıyla gerçekleştirebileceğini söylemeye götüren, özne ve nesne arasındaki bu temel ilişki sorununu ortaya çıkarır. Kapitalizm, bu sorunu, bütün sınıf için toplumun geri kalanıyla ilişkisi içinde, genelleştirilmiş olarak ortaya koyar, ve böylece tümüyle devrimci bir çözümü dayatır: ‘… ürünlere harcanan emek burada bu ürünlerin değeri olarak, sahip oldukları maddi bir nitelik olarak görünür.’ (Marx, ‘Gotha Programının Eleştirisi‘)
İnsanlar arasında, onların en temel etkinliklerindeki toplumsal bir ilişkinin, insanların dışında ve insanlara karşı duran bir ‘şeye’ dönüştürüldüğü bu ‘şeyleşme’, değer biçimi, kapitalist sistemin insanın insana köleliğini sürdürme biçimine özgüdür. Sosyolojide, bu ‘tersine dünya’, deneyimin zorunlu çerçevesi olarak sadakatle kaydedilen bir ‘toplumsal gerçekler’, ‘roller’ dünyası haline gelir.
Mücadele içindeki işçi sınıfı, insanlığına bir tehdit olan özne ve nesne arasındaki bu bölünmeyi reddetmek zorunda olduğu gibi, Marksist teori de bu bölünmenin içine nüfuz etmeli ve bu bölünmenin içsel çelişkilerinin ve tarihsel kaderinin yolunu göstermelidir. İşçi sınıfı ve ürünü arasındaki gerçek ilişki, ilk elde, emeğin karşılığının ücretlerle ödenmiş ve konunun orada kapanmış görünmesi gerçeğiyle örtülür. Marx, bu, emeğin uygun karşılığı olarak ücretler yanılsamasının kapitalizmin bütün ideolojisinin anahtarı olduğunu söyler (Kapital, Cilt I, s. 550). Marx, bu yanılsamayı teoride yıkmış ve böylece pratikte de yıkılmasının yolunu açmıştır. Bu yol sendika bilincinden (eşit işe eşit ücret) sosyalist bilince uzanır.
Bu durumda, Marksistler için, işçi sınıfı bilinci, proletaryanın kapitalizm tarafından biçimlendirilen kimliğinden (sömürülen ücretli emekçiler kitlesi, ‘kendinde sınıf’), iktidarı almak ve sosyalizmi kurmak üzere devrimci bir güç olarak örgütlenen işçi sınıfına (‘kendisi için’ sınıf) dönüşmesi sürecinin, mücadele içinde anlaşılmasıdır. Bu süreç diyalektik olarak, yani karşıtların bir çatışması olarak, olduğu gibi sınıf ile Marksist hareketin, toplumdaki nesnel gelişmeleri çözümleme temelinde, olması için kavga ettiği sınıf arasındaki gerçek bir çatışma olarak kavranmalıdır. Örneğin, Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci‘ndeki (1923-1924) çalışmasını sınırlayan, bu çatışmayı tanıma ve bu çatışmadan yola çıkma yetersizliğidir. Lukacs, araştırmacının, sınıfın gereksinmelerinin bilimsel kestirimine göre tarihsel olarak soyutladığı ‘karara bağlanmış’ veya ‘yeterli’ bilinç kavramının ötesine geçemez. Bu burjuva sosyolojisinin (özellikle Max Weber) geliştirdiği kavram türleri düzeyinde kalır, ve merkezinde çelişkili bir süreç olarak teori ve pratiğin birliğinin yer aldığı diyalektik materyalizm düzeyine erişmekte başarısızlığa uğrar. Lukacs’ın, ardından, kendini Stalinizme teslim etmesi, diğer nedenler ne olursa olsun, yeni Kantçı felsefeden ithal edilen bu statik ve özünde idealist sınıf bilinci kavrayışından kaynaklanıyordu. Bu, çok doğal olarak, Lukacs’ın komünist harekette Stalinist ortodoksluğu kabul etmesine ve bir apolojisti olmasına yardım etmiştir.
Lukacs, diyalektiğin merkezi kavramının ‘bütünlük’ olduğunu ileri sürmüştür; ve burada yine bakış açısının bir sınıf bilinci teorisi için yetersizliğini göstermektedir. Marx için, karşıtların mücadelesi, birliği ve iç içe geçmesi diyalektiğin özüdür, ve bu diyalektik materyalisttir, böylece Marksistler için bütünlük kavramı Lukacs’ın sunduğundan farklı bir anlama sahip olmalıdır. Engels, ‘Dünyanın birliği maddiliğinde yatar’ diye yazar. Dış dünyanın nesnel gerçekliği sorununda (Tarih ve Sınıf Bilinci‘nde) ‘bütünlüğü’ ve proletaryanın bu bütünlüğü kavramasını bir soyutlama olarak almak zorunda kalması, Lukacs bilinemezciliğinin karakteristiğidir. Yalnızca, bu birliği, maddi karşıtların değişen çatışmasından sürekli olarak ortaya çıkıyor gören, bir nesnel doğa ve toplum dünyasının ‘birliği’ ve ‘bütünlüğü’ görüşü Marx’ın bilgi teorisinin olmazsa olmazı olan ‘devrimci pratiğin’ temelini oluşturabilir.
Henri Lefebvre (Marx’ın Sosyolojisi‘nde, 1968, ve diğer yerlerde) Lukacs’ı ‘bütünlük’ üzerindeki vurgusu nedeniyle eleştirmiş ve ‘karşıtların çatışmasının’ gerçekte diyalektiğin çekirdeği olduğunu ileri sürmüştür. Ancak, bu doğru eleştiri, Lefebvre’in çalışmasında tümüyle soyut kalır, ve en sonunda Lefebvre’i ütopyacılığa götürür. Lefebvre, karşıtların mücadelesi kavramından başlar, fakat onu çok genel, praksis ve yabancılaşma kavramları düzeyinde bırakır. Marx’ın erken çalışmalarından alınan bu terimler, Lefebvre’e sık sık kapitalist kültürün derin açıklamalarını yapma olanağı verir, fakat tüm bunlar devrimci bir sınıf bilinci teorisi için çok soyut kalmaktadır. Teori tümüyle eleştirel olup, pratikten, bir diğer deyişle, Marksist bir temelde sınıf etkinliğinden ve işçi sınıfı liderliği kavgasından uzak durur.
Lefebvre, örneğin Lucien Goldmann’ı, Lukacs’ın çalışmasını geliştirirken, ‘şeyleşme’ görüngüsünü, tartışmasında kapitalist toplumun bilince yüklediği nesnellik biçimlerinin eleştirisinden çok gerçekte kabulü anlamına gelecek ölçüde aşırı vurguladığı için eleştirir. Fakat bu eleştiri yetersizdir, ve en sonunda Lefebvre’in kendisine çevrilmelidir. 1957’den 1973’te ölümüne kadar olan dönemde, Goldmann, modern kapitalizmde işçi sınıfının devrimci rolü hakkında tam bir şüphecilik belirtmiştir. Bunu, ekonomide devlet müdahalesinin oynadığı rol gibi kapitalist sistemdeki belli ekonomik ve politik değişmelerin yanı sıra, kapitalizmin sürekli artan bir miktarda tüketim maddeleri sağlama yeteneğinin işçi sınıfı bilincini aşındırmış olması temelinde yapmıştır. Bu hemen, Goldmann’ın, başlangıçta proletaryanın devrimci karakterini kabul etme nedenlerinin Marksist duruş noktasından sağlam bir temele dayanmadığını akla getiriyor (Recherches Dialectiques‘te, Paris, 1959, yeniden basılan, Les Temps Modernes‘deki, 1957 ve 1958, makalelerine bakınız). Fikir ve ideolojileri, toplumsal gerçekliğin her düzeyindeki sınıf mücadelelerinin bir sonucu olarak değil, ekonomik ve toplumsal kalıpların zihinsel çevirileri olarak tasarlaması, Goldmann’a, Fransa’daki moda ‘yapısalcı’ idealizm okulunu kabul etmenin yolunu açmıştır.
Devrimci bilinç mücadelesinin gerçek çelişkili süreci, teori ve pratik arasındaki, parti ve sınıf arasındaki çatışmalar, emek hareketinde ve devrimci partide eğilimlerin somut mücadelesi, ve bu mücadelelerin sınıf temelleri- bunların tümü, çalışmaları, bir yüzyılın bütün sonuçlarını ve teori canlanıp kanlandıkça sertleşen mücadelenin çoğunu ortadan kaldırarak yeniden keşfedilen saf ya da ‘yeniden inşa edilmiş’ bir Marksizm arayanlara çok çekici gelen bu yazarların çoğu kez ilginç yorumlarının hiçbirinde hemen hemen hiç yer almaz. ‘Genç Marx’ bu inancın olağan İncil’idir. Proleter devrimindeki ve özellikle komünist hareketin kendisindeki bütün çelişkili gelişmelerin üstesinden gelmiş ve ‘olumsuzlamış’, zengin ve somut, aynı zamanda kavgacı bir Marksizmi amaçlamak Marx’ın kendi düşüncesine uygun olurdu. Fransa’daki çeşitli Marksizm ‘okulları’ ve bunların dışarıdaki sönük uzantıları için, konu, gerçekte, onların istediğinden çok daha somut olarak sunulmuştur: modern kapitalist toplumun ve SSCB’nin çözümlenmesi için gerekli Marksist yöntemi ve kavramları gerçekten geliştirmek için, sosyal demokratlara ve sonra Marksizmi çarpıtan Stalinistlere ve revizyonistlere karşı gerçek geçmiş Marksizm mücadelesinin tümüyle bilinçli bir yeniden bütünleşmesiyle başlamak zorunludur. Bu, özellikle Fransa’da, ‘Marksizm’deki ve işçi sınıfı politikalarındaki Stalinist hakimiyete karşı, Lenin’in ve Troçki’nin Marksizm kavgasının sürekliliğini desteklemek anlamına gelir.
En temel teorik terimlerle, Lefebvre, Lukacs’ın ‘bütünlük’ üzerindeki ısrarında potansiyel olarak doğru olanı kaçırmıştır: toplumda karşıtların mücadelesi her şeyden önce, toplumsal bütün düzeyinde bir sınıf çatışması olarak anlaşılmalıdır. Bunu çözümlemek ve bütün toplumsal çözümlemelerde bundan yola çıkmak, hiç kuşkusuz, kapitalizmin, işçi sınıfının ve kapitalizmdeki devrimci bilincinin gelişmesinin özgül çelişkileri üzerine bir yoğunlaşmayı gerektirir. Marx, erken çalışmalarındaki praksis ve insanlığın yabancılaşması genel kavramlarını geliştirerek, bütün ‘praksisin’ ve modern insanın ‘yabancılaşmasının’ kaynaklandığı, tarihsel olarak gelişmekte olan toplumsal kapitalizm ilişkilerinin özgül çözümlemesine ulaşmıştır. Bugünkü kapitalist toplumun anahtarı olarak erken Marx’a dönen Lefebvre, her alandaki Stalinist Marksizm çarpıtmasıyla çatışan, tutarlı ve devrimci bir teori ve pratik yerine, reformist ve ütopyacı bir kültür eleştirisine kapıyı açmaktadır. Onun Critique de la Vie Quotidienne (Cilt II, 1960, Editions de L’Arche) ve Introduction a la Modernite (Editions de Minuit, 1962) yapıtları bu eğilimi çok açık biçimde ortaya koyar: yaşamın belli yanlarında bir ‘şiirsel’ nitelik arayışı, kapitalizmin özgül tarihsel çelişkilerinden ve bunların işçi sınıfına ve Marksistlere yüklediği devrimci dönüşüm görevlerinden daha genel ve önemli bir ayrım haline getirilen yaratıcı ve yinelenen eylemler arasında bir zıtlık.
Bizim buradaki tartışmamız sınıf bilinci sorununu basitleştirmez. Tam tersine, yalnızca sözcüklerle anlatılamayacak bir manzarayı göz önüne serer. Teori, konusuyla gerçek ilişkisinin bilincinde olmalı, ve konusunu devrimci dönüştürme mücadelesini bilinçli olarak yönlendirmelidir. Bu, Marx’ın çalışmasındaki diyalektik materyalizmin özüdür. ‘Kendisi için’ bir sınıf olması için, işçi sınıfının, hem kapitalist toplumun deneyimini ve hem de bütün bir Marksizm teorisi ile silahlanmış bir parti tarafından bu deneyime karşı verilen eleştirel mücadeleyi özümsemesi gerekir. Parti ve sınıf bir düzeyde (‘kendisi için sınıf’ ve ‘kendinde sınıf’) iç içe geçen karşıtlardır. Bu iki kutup, aynı zamanda, kendisi bir başka çelişkili bütünlükte (kapitalist toplum) karşıtının (kapitalist sınıf) yanı sıra bir kutup olan bir bütün (işçi sınıfı) oluştururlar. Toplum doğayla ‘karşıtı’ olarak karşılaşır. İşçi sınıfı, kapitalizmi yıkarken, aynı zamanda, kapitalizmin insanlık için gerçekleştirdiği bütün tarihsel kazanımları sahiplenerek, kapitalizme karşı kendini gerçekleştirmelidir. İşçi sınıfı, bunu, ancak devrimci mücadelelerde, bir sınıf olarak sınıfın eylemlerinde bir Marksist partinin bakış açısı, stratejisi ve taktikleri egemense yapabilir. Parti içinde de benzer bir süreç zorunludur: yalnızca, parti sınıfın bütün deneyimlerini inceleyebilir, birleştirebilir ve mücadeleyle dönüştürebilirse, partinin teorisi tek yanlılıktan, dogmadan ve idealizmden korunabilir. Marksist parti içinde, yine bir kez daha, karşıtların mücadelesini, işçi sınıfının var olan konumuna uyum sağlamasının her biçimine, bölünmesi, parçalanması v.b. gibi durumunun ezilmesini kabul etmeye yönelten yönlerine karşı sürekli mücadele halinde, Marksist teorinin gelişmesi ve proletaryanın mücadelelerine uygulanması mücadelesini görüyoruz. Bu durumda, teorinin kendisi de karşıtların bir mücadelesi olarak düşünülmelidir. Her düzeyde, bir karşıtların birliğinin her kutbunun, kendi içinde tüm karşıtlığın bir özetini içerdiğini görmüş bulunuyoruz (örneğin, partinin kendi içinde hem kendi özü ve hem de yalnızca dışsal bir karşıt olmayan karşıtı vardır, v.s.). Marksist teori, eleştirel olmaksızın kabul edilen ampirik gerçekliğin görünür somutluğuna (onları üreten değişen güçlerden soyutlandığı için, gerçekte soyutluk) karşı, kendi soyutlamalarının ‘somutluğunu’ kanıtlayarak gelişir. Marksist teori, bunu, politik olarak, işçi sınıfı ile bir politik bilinç, liderlik ilişkisine girerek, bu gerçekliği, kapitalizmi değiştirme mücadelesiyle yapar. Bu işçi sınıfını iktidara taşıyabilecek devrimci partiler inşa etme mücadelesi anlamına gelir. Marksizm bu mücadeledir: bir sosyoloji ya da bir tür soyut teorik sistem değildir.